Onun varlığı, gökyüzündeki ayın teninde asılı durduğu göğe kırılsa bile onu bırakıp gidememesi gibiydi; varlığının zehirli olduğunu biliyordum ama ondan uzak duramıyordum.
Varlığı, ruhu, kelimeleri ve gözleri zehirliydi ama bazen bir bakışıyla nasıl oluyordu da saçlarıma yıldızlardan bir taç yapıp başımın üzerine, saçlarımın arasına koyabiliyordu bilmiyordum.
Lambaderin ışığı odayı tan yeri gibi aydınlattığında yatağın ucunda oturuyordum, Efken’in esmer, dövmeli parmaklarının ensesine kaydığını gördüm ve çıplak boynunu gümüş rengi büyük yüzüklerle süslü parmaklarıyla ezerek ovdu. Yatağın üzerine çıkıp yavaşça cenin pozisyonu aldım. Bakışlarının bana döndüğünü hissettim ama gözlerim onu bulmadı. Perdeye düşen karanlık gölgeleri izlemeye başladım. Yatağın üzerine bir ölü gibi uzandığımda ve o, o ölünün mezar çukurunu örten toprak gibi üzerime serildiğinde, nefesi öyle çok yakınımdaydı ki boğazımdan aşağı nefes değil, kor akıyordu sanki.
Yorganı kaldırıp üzerimize örttü, sonra da bana biraz daha sokuldu ve sıcak teninin vurgularını tenimin üzerinde hissettim. O kadar uzun süre sustuk ki, gözlerinin ensemde olduğunu hissetmek o sessizlik nöbetinde karnıma bıçaklar girip çıkıyormuş gibi sancılar çekmeme neden olmuştu.
Sonunda, “Seninle aynı yatakta olmamdan rahatsız oluyor musun?” diye sordu, ses tonu durgundu ama kelimelerinin altında yatan asıl duygu neydi, işte onu bilmiyordum.
“Dolaylı yoldan seni bu yatağa çağıran bendim,” dedim kuru bir sesle. Dudaklarının dudaklarımdaki ısrarcı ama ılık varlığını hatırlayınca avucumun içine aldığım yorganın soğuk kısmını ateş gibi yanana dek sıktım.
“Davetkâr zehirli bir yılan olduğunu kabul ediyorsun yani?”
“Kendini acındıran sendin,” dedim derin bir nefes alarak.
“Hım…” Mırıltıyı anımsatan tehditkâr sesindeki anlamı çözmeye çalışıyordum ki, Efken birden belimden kavrayıp beni kendine doğru çekti ve sırtım onun çıplak, ateş gibi sıcak göğsüne yaslandı. Birleşen dudaklarımızı hatırlayınca, bu pozisyonun o an öpüşmemizden daha tuhaf olmadığını düşünüp sustum. Ama yine de bu denli yakın olmamız aklımı başımdan uçuruyordu; bunun beni yavaşça öldüren bir zehir olduğunun farkındaydım.
“Ne yapıyorsun?” diye sordum sessizce.
“Uyuyorum.”
“Bu şekilde olmasına gerek yok,” desem de aldırış etmeden bana sarılmaya devam etti. Bu tutarsız davranışlarının özüne inemiyor, esas niyetini bir türlü anlayamıyordum. Dudaklarımız birbirine yaslanırken o Asreman vaktinde, birbirine dokunan ay ve güneş gibi birbirimize sokulmuştuk; o an aramızdakinin normal bir şey olmadığını fark ettiğim ilk andı. Beni öptükten sonra kurduğu her cümle, bir peri masalına ait gibi şefkatliydi ve bir ninni gibi huzur veriyordu. Oysa şimdi sırtım onun göğsüne yaslıyken ve kalbim bana ihanet edercesine heyecanla çarparken bir şeylerin yolunda gitmediğinin farkındaydım.
Sıcak kollarının arasındayken uyuyabilir miydim bilmiyordum. Aklım, zihnimin içinde nabız gibi atıyordu ama ben onu kullanamıyordum. Efken bana biraz daha yaslanıp büyük avucunu karnımın üzerine koyunca, avucundaki sıcaklık tenimi ısıttı ve sanki üzerimdeki kumaşı bile yakıp ateş şeklinde çıplak vücuduma aktı.
Aklıma düşen onlarca soruyla bakışlarımı ona çevirmeye çalıştığımda beni daha sıkı tutup buna engel olmaya çalıştı ama sonunda omzumun üzerinden ona doğru bakabildim. Karanlık yüzünün tüm hatlarına oturmuş, loş ışık ondaki ölümün güzelliğini ortaya sermeye yetmemişti.
Tapınaklarla ilgili daha sonra konuşmaya karar kılarak, “Beni aşağılıyor musun yoksa bana iyi mi davranıyorsun anlayamıyorum,” diye fısıldadığımda, iç çekerek yüzüme doğru yaklaştı ve burnu burnumun ucuna değince panikleyerek başımı geriye doğru çektim. Tam önüme dönecekken, karnımdaki eli karnımdan yukarı kayıp göğüslerimin üzerinden tüy gibi geçti ve boynumda durdu. Boynumu yumuşak dokunuşlarının altına aldığında yutkundum.
“Sen ne olmasını dilerdin?” Nefesi yüzümü okşarcasına estikçe başım dönüyordu. Güven veren kollarının beni daha sıkı kavradığını hissettiğimde boynumdaki eli göğsümün altına inmişti. Beni kendine tamamen yasladı. “Seni aşağılamıyorum,” dedi. “Sana bunu paragraflarca açıklayacak değilim, şimdiye dek kimseye kendimi açıklamadım ama bazen öfke dolu olurum. Kendime, etrafımdakilere, canlı cansız her şeye. Ama benim içimdeki öfke sana zarar vermeye yetmez.”
“Tuhafsın.”
“Sen de öylesin,” diye mırıldanınca kaşlarım çatıldı. Gözleri yüzümde uzunca dolandı ve ardından gözlerini kapatarak, “Seni öptüğüm için bana kızgın mısın? Sadece bunu merak ediyorum,” dedi düşünceli bir sesle.
Ruhumun pençeleri bir ava saplıyken köklerinden kopmuş gibi hem kaybetme telaşı hem de acıyla kükrediğini duydum. Sorduğu soru zihnime paragraflarca uzayan düşünceleri örttü. Sessizliğimin onu huzursuz ettiğini hisseder gibi oldum. Gözlerini açıp bir cevap bekliyor gibi bana bakmaya başlamıştı.
“Hayır,” dedim, boynuma akan sıcaklığın sebebi itirafımın ağırlığından mıydı yoksa o ânı sanki şu an yeniden yaşıyormuşum gibi dudaklarımda sızısını hissetmemden miydi bilmiyordum.
Gözleri bir gümüş gibi parlayınca bakışlarımı ondan uzaklaştırdım ama bu, Efken’in beni daha sıkı sarıp kendisine bastırmasına neden oldu. Kollarından bedenime dalga dalga vurarak beni boğulacağıma inandıran ama sadece örtüp karanlıktan saklayan güveni hissettim. O güven o kadar çok içimdeydi ki, ne zaman kanıma karışıp benden bir parçaya dönüşmüştü bilmiyordum.
“Bu gece benimle ilgili kötü düşünceleri bir kenara bırak,” dedi, sonra bir süre bekleyip, “eğer varsa, eğer kafanda kendimle ilgili iyi şeyler de yaratabildiysem, onları düşün.” Çenesini omzuma yasladığını hissettim. Çıplak omzuma batan sakallarla pürüzlenmiş sert, kemikli çenesini yavaşça cildime sürttü. “Ve benimle uyu.”
Uyku, kelimelerinin ördüğü tılsımın içine saklanmış ve usulca bedenime sirayet etmişti. Efken’in içimi uyuşturan nefesi usul usul düşüncelerimin üzerini örterken, gözlerim kapandı ve gözlerim kapalıyken gelen karanlığın bile, Efken’in karanlığının yanında oldukça aydınlık olduğu kanısına vardım.
Uyku bir girdap gibi dönerek başımın üzerine gelip beni hızla içine çektiğinde ona karşı koymadım ve beni yutmasına izin verdim. Girdap beni yuttuğunda, gelen huzur değildi, gelen okyanustan kopup kıyıma doğru büyüyerek yaklaşan dev bir dalgaydı ve o dalganın altında kaldığımda tüm ışıklar parçalanarak sönecekti. Dalga tam başımın üzerinde donup kaldı, bir dağ boyutundaki dalganın donup kalan görüntüsüne bakarken, birbirine sürterken kıvılcım çıkaran kılıçların sesi yeniden geçmişten çıkıp o âna yayıldı. Havada asılı, sivri ucu göğe bakan, gümüş sapında siyah pas lekeleri olan kılıcı ve o sivri uçtan bir deriden fışkırır gibi yavaşça fışkırıp kılıcın keskin yüzeyine gözyaşı misali akan kanı gördüm. Dalga hızla geriye sarılan zaman gibi geri çekilerek okyanusa dönüp suların içine gömüldü ve kayboldu; kan kılıcın sapına geldiğinde dondu, bense artık dört yanı aynalarla dolu bir odada, binlerce bana ait yansımayla baş başaydım.
Sanki bir kristalin içindeydim, o kristale ait birbirinin aynı olan yansımalardan bir tanesiydim.
İrkildim, bu beklenmedik görüntü bir çığlık gibi içimden yükselerek tüm benliğime yayıldı. Bir adım geri çekildiğimde sırtım soğuk bir yüzeye dokundu ve arkamdaki aynaya yaslandığımı anladım. Korkuyla irkilerek arkama baktım ve tekrar bir başka yansımama baktım; yansımamın içine doğru ilerleyen o derinlikle on binlerce yansımamın daha geriye dizilmiş domino taşları gibi orada beni izlediğini görünce, boğazımdan kayan o çığlık tüm yansımalarımın dudaklarından döküldü; sanki bana ait tek bir ses ama binlerce yankı varmış gibi bana dönen çığlıklarımı dinlerken titriyordum.
“Sonunda karşılaştık,” dedi bana ait bir ses, olduğum yerde sıçrayarak sese doğru döndüm. Dudaklarım dahi aralanmamışken, nasıl olurdu da bana ait, benden kopmayan bir ses zihnime dolabilirdi?
Bana ait onlarca yansımalardan birinin benim gibi değil, kendi gibi hareket ettiğini gördüğümde, hissettiğim korku değildi; saf dehşetti.
Yansımalarımın yanından geçerek o aynanın öteki ucundan önüme kadar geldi. Bana hem çok benziyor hem de hiç benzemiyordu. Sanki o ateş, bense suydum; sanki o cehennem, bense araftım. Koyu dalgalı saçları kalp şeklindeki yüzünün kenarlarından omuzlarının aşağısına, çıplak göğüslerinin üzerine dek uzanıyor, göğüslerinin uçlarını örten saçlarının uçlarındaki yılanlar kafalarını kaldırıp bana bakarken tenine sürtünüyordu. Saçlarının uçlarındaki yılanları gördüğümde boğazımda parçalanmak üzere harekete geçen o çığlık bir şekilde orada kaldı ve içimdeyken patladı; sesimi çıkaramadan ona bakakaldım.
Bordoya boyalı dudağının kenarı alay ve güçle yukarı kıvrılırken, “Bak bana, zihnindekine benziyor muyum?” diye sordu. Ardından zaman alev aldı; anılar geldi. Kafamın içinde yalnızlığın beslendiğini sandığım o karanlık günlerde aslında orada birinin olduğunu, düşüncelerimi onu oturttuğum dikenli sarmaşıklarla kaplı tahtından izlediğini içten içe de olsa biliyordum.
Onunla ilk karşılaşmam şu an değildi.
Ama tanıştığım ilk an, tam da şu andı.
“Bazen vücudunda sevmediğin bir yer olur, karanlığa saklarsın,” dedi Medusa, saçlarının ucundan sarkan siyah yılanlardan biri çıplak göğsünün ucundaki halkaya sürtündü ve çatallı dilini çıkardı. “Bazense yaraların olur, göstermekten korktuğun her yara için karanlık biraz daha çoğalsın istersin ve ışık tüm zayıf noktalarını bilen bir düşmana dönüşür.” Elini yavaşça aynanın diğer ucundan aynanın üzerine doğru uzattığında, gözlerim bebeği benimkinin aksine yuvarlak değil, dik bir elips gibi duran gözlerinden ayrılarak eline indi. “Beni sakladığın karanlıktan sana sesleniyorum. Beni ne zaman özgür bırakacaksın?”
“Ne demek istediğini anlamıyorum.”
“Anlıyorsun anlıyorsun.” Elini aynaya bastırınca parmak boğumlarının beyazladığını gördüm. Bir cesedin damarlarını terk eden kanın rengini anımsatan gözler beni izlemeye devam ediyordu. “Beni özgür bırak. Beni daha ne kadar karanlığa saklayacaksın?”
Bir dönme dolabın en yüksek noktaya ulaştığı sırada durması gibiydi. Kafamdaki her şey durmuştu. Yükseklik, dibine beni çağıran anıların çığlıklarıyla uğulduyordu. Ve ben o dönme dolabın en tepesinde, metal dolabın tavanında durmuş, anılarımın üzerine bir gelinin çeyizi gibi serildiği zemini izliyordum. Düşünmek bir çeşit intihardı ve her zihin intiharı tadardı. İntiharın eşiğindeydim. Sanki her seferinde boşluğa bir adım atıyor, hızla düşüyor, zemine çakılıyor, kanım zemine kırmızı derili yılanlar gibi ayrılarak akıp zemindeki çukurlara dolarken, birden kendimi yeniden kanlar içinde o dolabın metal tavanında buluyordum ve tekrar kendimi boşluğa bırakıyordum. Bedenimdeki son kan akana dek devamlı yapıyordum bunu.
“Beni özgür bırak,” dedi, zihnimde bir hayalet gibi kanlı eteğini düşüncelerime sürtüp, düşüncelerimin üzerinde kan lekeleri bırakarak ilerleyen ikizim. Parmağını aynaya daha sert bastırdığında tüm yansımalarım beni, bense onu izliyordum. “Beni özgür bırak,” diye mırıldandı, sesi yavaşça alevleri etrafına çağırmaya başlayan şeytanın sesi gibiydi. Birazdan cennetin kapılarına saldıracak ve tüm alevlerini o kapıları eritmek için kullanacaktı sanki. Gözlerinin ortasındaki bebekleri oluşturan ters elipsin biraz daha inceldiğini görünce ürperdim. Parmağını aynaya biraz daha bastırdı ve bastırdığı noktadan kan yavaşça süzülüp aşağıya doğru akmaya başladı. “Beni özgür bırak.” Gözlerinin beyazı tamamen kızıla döndü, elips yok olup yerini incecik bir çizgiye bıraktı ve sırtımı arkamda kalan aynaya yaslayarak korkuyla çığlık atmaya çalıştım. Sesim çıkmıyordu. Ellerimi kendi boğazıma yerleştirdim, çığlık atmaya çalışıyordum ama yapamıyordum. Avucunu sertçe aynaya vurmasıyla ayna dokuz farklı noktadan çatlayarak kırılmaya başladı. “Beni özgür bırak!”
Çatlayarak dokuz farklı yarığın hızla ilerleyip koca bir kırığa dönüştüğü cama kanlı yumruğuyla bir kez daha vurdu; cam parçaları üzerime doğru büyük bir hızla yıkıldığında ve camlar bedenimi altına aldığında, tenimde açılan kesikleri hissedip sonunda boğazımı yırtarak dışarı fırlayan o çığlığı duyabildim.
Omuzlarımdan tutarak beni havaya kaldıran güçlü ellerin omuz başlarımı ezer gibi sıktığını hissedince gözlerim dehşetle iri iri açıldı ve bir ölüm meleği gibi üzerime çöken adamın yarısı ay ışığıyla yıkanan güzel yüzünü gördüm. Mavi gözlerine oturmuş endişeyle beni sarsarken bacakları açık bir şekilde karnımın üzerinde duruyordu. Güçlükle yutkundum, boğazımdan bir mızrağa ait keskin bir uç gibi aşağı akan yutkunuş yüzünden yüzümü buruşturduğum sırada beni sıkıca tutmaya devam ediyordu.
Çok kısa bir an için, ay ışığının altındaki güzel yüzünün bir pençeyle parçalandığını görür gibi oldum ve o kısa an, pençenin açtığı yaranın altında saklanan canavarın çehresini gördüğüm andı. Dudaklarımdan bir çığlık daha firar edecekti ki, beklemediğim bir anda dudaklarını dudaklarıma sertçe bastırdı ve çığlığım ikimizin dudakları arasında kayıp bir ezgiye dönüşerek kayboldu. Ellerim yaşadığım dehşetin izlerini zamandan silmek ister gibi hızla onun gür, siyah saçlarına kaydı ve parmaklarım saçlarının arasına girdi. Siyah bir kaşmiri anımsatan saçlarını avuçladığım sırada dudaklarının dudaklarımdaki baskısı arttı. Beni öpüşünün şiddetlendiğini fark ettim. Karşılık verebildiğim söylenemezdi. Sadece kendimi âna bırakmış, o beni öperken saçlarına tutunup zamanın içinde süzülen o kâbusun silinmesini beklemiştim.
Beni ikinci öpüşüydü ama bu kez derinliğinin ilkinden bile fazla olduğunu hissediyordum. Göğüs kafesim körüklenen bir yangını içinde taşıyormuş gibi kabarırken, üzerime biraz daha abandı ve büyük avuçları omuzlarımdan ayrılarak yüzüme tırmandı. Kocaman ellerinin içine aldığı yüzüm sanki yok olmuştu. Beni öyle bir tutkuyla öpüyordu ki, zaman artık kâbusu değil, içimdeki korkuyu, tedirginliği, endişeyi ve huzursuzluğu da siliyordu.
Cehennemin ateşini taşıyan bir kadeh gibiydim ve içimde taşıdığım ateş Efken’in ta kendisiydi.
Bir avucunu yüzümden kaydırıp boynuma indirdi, avuç içindeki nabzın şiddetle attığını boynumun üzerinde hissedince yutkunma ihtiyacı duydum. Bir yabancının yatağında, bir yabancının kollarında, bir yabancının dudaklarında esirdim. Nigin Bağı’mın onunla olduğuna beni inandıran anılar paramparça olup zihnimde farklı noktalara dağıldıklarında artık onun kim olduğunu biliyordum ama anılar kayıptı. Bulduğumu sandığım her şey onu öptükten ve Asreman sonlandıktan sonra kaybolup gitmişti. Hissettiğim hayal kırıklığıyla onun dudaklarına doğru yöneldim ve beklemediği bir şekilde ona karşılık vermek ister gibi dudaklarımı araladım. Bu atağım onun aklını karıştırdı, genizden gelen bir hırıltıyla inleyen Efken, avucunu boynumdan gerdanıma, oradan da göğüs kafesimin biraz üstüne doğru indirdi ve beni daha büyük bir açlık, âdeta hiç bitmeyecekmiş gibi hissettiren derin bir susuzlukla öpmeye devam etti.
“Siktir,” diye hırladı dudaklarıma doğru, ay ışığı biraz daha hareketlenerek yatağın üstünde kayıp üzerimize çıktı; bir sahnedeymişiz, ayın görkemli ışığı da sadece ikimizi aydınlatan bir spot ışığıymış gibi ikimizi altına aldı ve aydınlattı. Efken’in göğsünün yeni bir hırıltıyla şiştiğini hissettim. Fark ettiğim, ay ışığı sadece mavi bir ışık yaydığı sırada tenimize dokunduğu an aramızdaki tutkunun katlanarak çoğaldığıydı ama buna bir anlam yükleyemiyordum. Sadece geçen sefer de böyle bir durumla karşılaştığım âna ait bir hatıra, tutku ondan bana akarken usulca zihnime süzülmüştü.
Mavi-gümüş ışık tenimizde yansırken şu an, dudakları dudaklarımda, teni tenimin üzerinde her çılgınlığı yapabilecekmişim gibi yoğun hissediyordum. Sanki o bir katil değildi, sanki ben bu dünyaya ait olmayan biri değildim, sanki geri dönebilmem için onun ölmesi gerekmiyordu. Birden kalbimden kırılma ânında bir kemikten çıkan o ses çıktı ve avucumu sertçe boynuna indirip korkuyla gözlerimi açtım. Gözlerinden sızan masmavi ışık yüzüme düşüyordu. Elim boynundan göğsüne kadar indi, içimde şiddetle kanamaya başlayan o duygudan ancak böylelikle kurtulabilirmişim gibi hissederek onu sertçe ittim. Yatakta hemen yan tarafıma düştüğünde gözlerinden süzülen ışıklar karanlık tavanda oynaşıyordu. Korku bir ulu çınar gibi büyüyerek içimde yaşlanmaya, yaşlandıkça daha derinlerime kök salmaya başladı.
Gerçekten yanılmıyorsam, dönebilmem için onun ölmesi mi gerekiyordu?
Ölümü cebinde taşıdığına emin olduğum adama ölümü biraz olsun yakıştıramadım.
“Ne gördün?” diye sordu, az önce nefes nefese olan kişi o değilmiş gibi soğuk bir sesle sormuştu bunu. Gözlerinden yansıyan şimşek mavisi ışık hâlâ tavanı aydınlatıyor olduğuna göre tavana bakıyordu. Bu kez ışığı durdurmaya çalışmadı. Sanırım durdurmaya çalıştığı şey, başka bir şeydi. Tutku gibi…
“Sadece bir kâbus,” diye kekeledim.
“Ne gördün diye sordum.”
“Seni ilgilendirmez,” demekle yetindim. Ardından, “Gözlerin,” diye söze girdim yeniden, “yine öyle oldu.” İçimdeki korku son sürat ilerleyerek duygularıma çarpa çarpa ruhuma toparlanmayacak enkazlar emanet etmeye devam ediyordu.
“Bu kez durduramıyorum,” dedi, nedenini anlayamadığım için omzumun üzerinden ona doğru baktığım sırada artık yatağın üzerinde bağdaş kurmuş oturuyordum. Bana bakmadı. Uzandığı yerde kıpırdamadan tavana bakıyordu. Göğsündeki alazlar hafiflemiş gibiydi, nefesi düzene girmişti. “Bana biraz müsaade et,” diye söze girmesini beklemiyordum. “Bedenim yersiz tepkiler vermez ama şu an veriyor ve bu durum beni öfkelendirdi. Bana bakmayı kes. Sonra seni aşağıladığımı düşünüyorsun.” Bana sırtını dönünce bir an duraksadım. Çıplak, kaslarla çevrili sırtı gergindi. Beni görmek istemiyormuş gibi sırtı bana dönük uzanmasının nedeni az önce aniden gelişen öpüşmemizin bedeninde bıraktığı izler miydi?
Yanaklarımın içine çöken kanın yaptığı baskıdan nefret etsem de uykuya daldırdığımı sandığım o tomurcuk gibi utanç, içimde yetişkin bir çiçek olmaya hazırlanıyor, yapraklarını ruhuma doğru açıyordu.
“Çocuk gibi bir tepki bu,” dediğimde şaşırdığını hissettim, sonra da homurdandığını duydum. Yavaşça ona yaklaştım. Düşüncelerimi boşalttım. Bir şarjör gibi boşalttım tüm o kötü duyguları. İyi duygular, belki de iyi olduğuna koşulsuzca inandığım duygular içimi kapladı. Yavaşça sırtına sokulduğumu hissetmiş gibi gerildi ama geri çekilmedi. Avucumu çıplak sırtındaki kas dokularının ortasına bastırmamla bedeni ürperdi ama dokunuşuma hızla alıştığında yine buzdan bir duvar gibi duruyordu.
“Bana dokunuyor musun?” diye sordu, sesi muzipti ama bir o kadar da karanlık vadediyordu. Sessizce kolumu onun beline sardım, bu beklenmedik ikinci atakla beraber yutkundu ve büyük avucunu elimin üzerine koydu. “Demek sessiz olmamız gerekiyor…” Gözlerim ensesine kaydı, yüzünün aldığı şekli merak ediyorum. “Peki öyleyse. Bu seferlik senin istediğin gibi olsun.”
“Gözlerindeki ışıklar söndü mü?” diye sordum yavaşça.
“Gözlerim kapalıyken sönmüş sayılırlar.” Büyük avucunu sertçe elimin üzerine bastırdı. Yutkunup çenemi sırtına yasladım ve göz kapaklarım yeniden ağırlaşmaya başladı. Onun yakınındayken, ona böyle hiçbir şey yokmuş gibi, o zaten hayatıma ait bir parçaymış gibi, onun ruhuna karanlık hiç dokunmamış gibi hissediyordum. Böyle hissetmenin koca bir saçmalık olduğunun farkındaydım. Onun ölümünü düşünmek içimi çaresizlikle doldurmuştu; bir kez düşündüğüm bir ölüm, nasıl olurdu da senelerdir içimde kanayan bir yaraymış gibi canımı bu denli acıtırdı? Çenemi sırtına sürtüp kaşlarımı çatarak bu düşünceden uzaklaşmaya çalıştığım sırada, derisinin üzerini kaplayan sert tarçını anımsatan kokusunu içime çektim.
Kokusu içimde yüzyıllık bir şeye devaydı.
“Baksana,” diye mırıldandığında ağırlaşan göz kapaklarımın arasından, kirpiklerim onun tenini karanlık gibi gölgeliyorken usulca ensesine baktım. O kadar uzun süre konuşmadı ki, sonunda gerçekten uykuya daldığını düşünüp gözlerimi yeniden kapattım. Uyku bir buse olup gözlerimin üzerine kondu ve hayal mi yoksa gerçek mi bir türlü ayırt edemediğim o sesi duydum. “İyi ki geldin.”
❄️
Uyandığımda yanımda değildi.
Ilık bir duş alıp Sezgi’nin benim için seçtiği kıyafetlerin olduğu poşetleri karıştırarak kendime giyecek bir şeyler buldum. Aklımda hâlâ Sezgi’nin rüyalarını meşgul eden, babaannemin gitmemi istediğini düşündüğüm o tapınak ve tapınağa ait çizim vardı. Dalgın bir şekilde kafamdan geçirdiğim kırmızı kazağın içinde kalan saçlarımı çıkarıp belime doğru attım. Kazağın beli açıktı, crop olamayacak türden uzundu ama tam olarak da belimi kapatmıyordu, kapattığı tek şey göbek deliğimdi. Geleli öyle çok uzun zaman olmamasına rağmen kilo vermiştim, bunu buz rengi mom jeanin içindeyken bile anlamak mümkündü.
Tapınaklar konusunda Efken’i nasıl ikna edecektim bilmiyordum ama bir şeyler yapmam gerekiyordu. Kuruttuğum ve fırçaladığım saçlarım havanın renginden olsa gerek tamamen siyah görünüyordu, kızıllıkların tamamı gölgede kalmış gibiydi. Düşüncelere dalmış bir şekilde Yaren’in krem rengiyle dizayn edilmiş odasındaki uzun, ince boy aynasının önünde durmuş kendi yansımamı izliyordum.
Efken’in gerginliği hissedilirdi. Tıpkı o gün, karga ölüleri cama çarptığında olduğu gibi öfkeyle karışık bir karmaşa gözlerinin içine tıpkı denizin dibine çökmüş ölümcül bir canavar misali çökmüştü. Onu salonda gözlerini kapalı bir hâlde gördüğüm ânı hatırladım, çok değil bir saat önce dudaklarından tuhaf küfürler dökülürken salondaki tekli koltuğa oturmuş, yüzü tavana dönükken gözleri kapalı öylece bekliyordu. Gözlerinden şimşek ışıklarını, ölümcül yıldırımları ve şafağın en mavi hâlini anımsatan güçlü ışıklar sızdığını biliyordum ama dün geceden beri o ışıkları hiç kontrol altına alamadığını bir saat kadar önce fark etmiştim.
Yaren yüzüstü uzanmış, bacakları arkada bir akrebin kuyruğu gibi sallanırken önündeki derginin kapağını kapatıp, “Ne olduğunu söyleyecek misin?” diye sordu. “Dışarıdaki sevimli canavar neden durmadan küfrediyor ve sen neden İbrahim’in beni ne zaman böyle düşünceli görse ‘Kız neden Bihter Ziyagil gibi boşluğu izliyorsun?’ dediği gibi Bihter Ziyagil edasıyla kendini izliyorsun?”
Kâbusumdaki görsel ikizimi hatırlayınca irkilerek derin bir nefes aldım ve bakışlarımı Yaren’e çevirdim. İlginç bir şeyi izler gibi büyük bir dikkatle beni izliyordu.
“Abin bir ayının ağaca sırtını sürterek kaşıdığı gibi elini yüzüne kapatıp yüzünü sıvazlarken bana anırarak Mustafa Baba dediğiniz adamın yanına gideceğimizi söyledi,” dedim. “Ağzına bir parmak bal çalıp sonra onu duvara çarpmak istesem de kış mevsimi yattığı uykudan yazın sıcağında pişik olarak kalkan bir ayı gibi göründüğünden biraz ürktüm ve sustum.”
Yaren tek kaşını kaldırdı. “Neden Mustafa Baba’nın yanına gidiyorsunuz ki? Bir hâl çaresi falan mı buldu?”
Efken’in ölümünü simgeleyen bir soru cümlesiydi sanki bu.
Çünkü çare, onun ölümünde gizleniyordu.
Boğazıma saplı cam kırıkları varmış gibi hissederken konuyu değiştirmek ister gibi, “İbrahim’le nasıl gidiyor?” diye sordum, pek ilgilendiğim yoktu ama bu konuyu konuşmak bana kendimi çıkmazdaymışım gibi hissettiriyordu. Belki de doğruydu, bir çıkmazdaydım.
Yaren yatakta yuvarlanıp doğruldu, bağdaş kurarak otururken dudaklarını bükmüştü. “Efken Karaduman varken nasıl gidebilirse o kadar gidiyor işte. Kaplumbağa bile bizden hızlıdır. Bir kafede oturup kahve bile içemiyorum onunla. Hatta inanır mısın bir kafede arkadaşlarımla bile kahve içmek çok zor.”
“Bu kadar hayvan olamaz,” dedim yüzümü buruşturarak.
“Sorumlusu o değil ki, sorumlusu kimliğimiz.” Gözlerini krem rengi, üzerinde kahverengi çizgiler olan nevresim takımına indirip, “Bazen ona hiç kızamıyorum çünkü böyle bir yükle yaşamak çok zor, biliyorum,” diye mırıldandı. “Kendisi umurunda bile değil, beni korumaya çalışıyor.”
“Efken’in peşinde birileri var,” dedim, başıyla beni onayladı. “Ve sen de tehlikedesin.” Aynı onay işaretini yeniledi. “Peki neden?”
“Birçok sebepten,” diye açıkladı Yaren, sonra bu konu onu üzüyormuş gibi derin, içli bir nefes aldı. “Bilirsin, ailemizi kaybettikten sonra ondan başka hiç kimsem kalmadı. Onun da benden başka kimsesi kalmadı. Onun bu hayatta sıkıca sarıldığı tek bir akrabası olduğunu öğrenirlerse hedefleri hâline gelirim. Açık hedef.” Parmaklarına bakıp, siyah renkteki ojelerini kazımaya başladı. “Öte yandan…”
“Öte yandan ne?”
“Öte yandan en tehlikeli olanları benim ve abimin ya-”
“Medusa!” diye bağırdı Efken, sesinin yankısı hole hızla yayılırken Yaren sanki bu bir uyarı fişeğiymiş, susması gerektiğini hatırlatan bir zamanlayıcıymış gibi birden sessizliğe gömüldü. Israrcı gözlerle ona baksam da tek söylediği, “Sana koyduğu isme bayıldım,” oldu.
Tam ağzımı açacakken, aralık duran kapıyı tıklatıp kafasını içeri uzattı. “Seni bekliyorum,” dedi sertçe. Yaren gözlerini devirdi, bense buz gibi bir suratla ona doğru yürüdüm, kapıyı ardına kadar açıp onun yanından sıyrılarak geçtim. Arkamdan baktığını hissetsem de dönüp ona bakmadım. Vestiyerin kapağını açıp botlarımı çıkardığım sırada Yaren’in odasının kapısını kapatıyordu.
“Tersinden kalktın herhâlde,” dedi, ona cins cins bakarak botun bağcıklarını bağladım ve vestiyere asılı siyah montu alıp üzerime geçirdim. Beni uzun süre süzdükten sonra, “Bir de bana bir ânımın bir ânıma uymadığını söylersin,” diye homurdandı. “Sen su katılmaz bir delisin.”
“Bir öyle bir böyle olan sensin,” demekle yetindim. Tartışacak hâlim yoktu. Düşüncelerimi, hislerimi paylaşabileceğim hiç kimse olmadığı için her şeyi kendi içimde yaşıyordum ve o, bunun ne denli zor bir şey olduğunu bilemezdi. Bilse bile umurumda değildi. Şu an hisseden bendim. Üstelik onu beni o tapınaklara götürmesi için ikna etmem gerekiyordu, ki bu da sandığımdan daha zor olacağa benziyordu.
Karla kaplı verandadan inerken birkaç defa gözlerini ovuşturduğunu gördüm. Hâlâ ışık sızdırıp sızdırmadığını merak ediyordum, gözlerini ara sıra ovuşturduğuna göre söylediği gibi bir şeyleri kontrol edemiyor olmalıydı. Buz gibi soğuğun kesik kesik acıttığı ellerimi montun geniş ceplerine sokup cipe doğru yürümeye başladım. Hemen önümden yürüyordu, siyah paltosunun yakalarını havaya kaldırmış, boynuna siper etmişti. Elleri paltosunun ceplerinin içindeydi. Cipin önüne geldiğinde bir elini çıkarıp uzaktan kumandayla kilidi kaldırdı ve gözlerim bilincimi çiğneyen bir meraka tutunarak Kar Ormanı’na doğru kaydı. O gün ormanın üzerinde cam gibi kırılan şeffaf kalkanı ve İbrahim’in söylediklerini anımsadım; ama görüntüler tekrar zihnime dolmadı.
Dün gece dudaklarının dudaklarımdaki baskısını hatırlayınca ormanın sık ağaçlarından ayrılan gözlerim yeniden ona çevrildi. Arabanın kapısını açmış, tek kaşı havada bana bakıyordu. Gözleri parlayıp söndü, bunu hissetmiş gibi bileğinin iç kısmıyla yumruğunun bağlandığı kısmı şakağına bastırıp kısık sesli bir küfür homurdandı.
Onunla öpüşmüştüm. Bir değil, iki kez. Birinde duygularımın esiriydim, diğerindeyse duygularım benim esirim olabilecek konumda olmama rağmen yine duygularıma teslim olmuştum.
Onu düşünmek, bir labirentin ortasında durup başlangıç noktasına dönemeyeceğini, bitiş noktasını ise hiçbir zaman bulamayacağını hissederek çaresizliği tatmak gibiydi.
“Seni beklemeyeceğim,” diye homurdanarak arabaya bindiğinde, pişmanlık bir canavarın derisinin üzerinde parlayan yara izleri ve çiziklerle dolu hasarlı pullar gibiydi. Beni sonuca ulaştıracak her düşünce, onu düşünürken ortasında mahsur kaldığım labirentin kıvrılan çıkmaz yolları gibiydi; her yerdeydiler ama ben hepsine çarpsam da hiçbirinin içinden çıkıp gidemiyordum.
Bu canavarı öpmüştüm.
Duygusuzluk çehreme bir damla kan gibi düştü ama sanki beyaz bir kâğıda bastırılmış kalemin ucundan akan mürekkep gibi genişçe yayıldı. Ön yolcu koltuğuna oturup emniyet kemerimi sakince bağladım, yüzüme düşen saçları ittiğim sırada aracın içinde aktif hâlde sıcak üfleyen ısıtıcı bacaklarımın gevşemesini sağlamıştı. Efken bir şey söylemeden cipi çalıştırdı ve patika yoldan tırmanan cip, ormanlık alandaki dar otobanda son sürat ilerlemeye başladı. Sessizliğim dikkatinden kaçmamıştı, bunu hissedebiliyordum. Bana dokunup geri çekilen meraklı bakışlarına karşılık vermiyordum. Bir zorbayı, her sözünün yemin olduğunu iddia eden gerçek bir yalancıyı, aynı zamanda suçlu ya da suçsuz fark etmeksizin birini gözünü kırpmadan öldürebilen bir katili öptüğümün nihayet farkına varıyordum.
Büyük elini şakağına götürüp yavaşça ovarken gözlerim ona dokunmadı ama hareketlerini ona bakmadan da göz ucuyla görebiliyordum. Gözleri tuhaf ışıklarını bir kez daha dışarı sızdırınca, bunun onun bu sırrını bilmeyen insanların yanında olursa başının derde girip girmeyeceğini anlık olarak düşündüm; sonra onu düşünme dürtüsünü terk edilmiş bir mezarın en derin çukuruna atıp üzerini toprakla örttüm. Onu önemsemeyecektim.
Ama ya benim uğruma kaybolması gereken hayat onunkiyse? Ya onun canı benim geçip gidebileceğim bir yolda yitip gidecekse? Yutkunurken boğazımdan aşağı sapı ateş gibi yanan, ucu dokunduğu yerde dikiş tutmaz yaralar açan bir bıçak kayıp kalbime saplandı.
“Bağırdım diye mi kapris yapıyorsun?” diye sordu, sesinde merak yoktu, mesafe vardı. Ben de o mesafeye uyum sağlayarak sessizce başımı iki yana salladım. “Konuşmayacak mısın?”
“Tek bildiği hayvan gibi böğürmek olan birine kapris yapacak değilim. Senin mağaranda geliştirip insan içinde de kullandığın sinir bozucu homurtuların artık umurumda bile değil.” Şaşkınlığını hissettim ama bu kez beni saçma sapan tehditleriyle sindirmeye çalışmadı. “Ben buradan kurtulana kadar sana uyum sağlayacağım. Bizim oralarda ne derler, biliyor musun?”
Soru işaretinden gözlerle yüzüne baktım.
“Köprüyü geçene kadar ayıya dayı derler.”
Düz, alabildiğine ruhsuz bir bakışma.
“Sür şimdi dayıcığım.”
“Dün geceden gün beyaza dönene dek ne değişti?”
“Bir şeylerin değişmesini mi istiyordun?”
Dişlerini gıcırdatarak, “Kedi gibi bana sokulup çenenin altını sevmemi ister gibi çeneni bana sürterken bir şeylerin değişmesini isteyen sen gibiydin,” dedi sertçe.
Haklılığı midemin burkulmasına neden olunca gözlerimi hızla ondan ayırıp ön cama çevirdim. Kar taneleri rüzgâra tutunup yana doğru bir bayrak gibi dalgalanarak uçuşuyordu, gri bulutların yeryüzüne son derece yakın durduklarını fark ettim. Efken’in keskin bir bıçağı anımsatan bakışları profilimi çiziyordu.
“Sen bence bana bir şeylerin bedelini ödemem için gönderildin,” diye homurdanarak bakışlarını yola çevirdi ve o dakikadan sonra benimle neredeyse hiç konuşmadı.
Ta ki, “Şu dövmeleri Mustafa Baba’ya göstereceğiz,” diyene kadar gerçekten sessizdi. Cümlesi şaşkınlığın hızla gelip beni sertçe altına almasına neden oldu. Mustafa Baba dediği yaşlı adam, onun ve benim bir ihtimal Nigin Bağı ile bağlı olduğumuzu biliyor olabilir miydi? Montun ve kazağın kol kısmını hafifçe sıyırdım ve tam da yaşam damarlarımın yuvası olan bilek içime baktım. Yaşam ve ölümün saklandığı tüm kablolar oradaydı; bir tanesi kopsa, yaşamımı aydınlatan ışık sönerdi. Damarlarımın üzerinde hâlâ tüm parlaklığıyla, asla silinmeyeceğini vurgular gibi öylece duruyordu. Kar tanesi dövmesini sinir bozucu bir dikkatle izlediğim sırada, “Belki onun bir fikri vardır bu konuyla ilgili,” diye devam etti sözüne. Sanki bana kızgındı ama susmamı da istemiyordu. Ya da bana öyle geliyordu. Gerçekten beni konuşturmaya çalışıyor olabilir miydi?
“Senin bir fikrin var mı peki?” Dalgın bir sesle ona yönelttiğim soruya mı yoksa dalgınlığıma mı takılıp kaldı bilmiyordum ama şimdi yeniden beni izliyordu. Ustaca kullandığı araç altımızdaki yolun üzerinde ilerlemiyor, sanki uçuyordu ama onun gözleri yolda değildi, bendeydi.
“Kar taneleriyle ilgili mi?”
“Başka neyle olacak?”
“Beni tersleyip durma,” diye hırladıktan sonra altımızdaki aracı biraz daha hızlandırdı. “Elbette var ama komplo teorilerini güçlendirmek istemediğim için yorum yapmamayı tercih ediyorum şimdilik.”
“Ne teorisi ya?” diye tersledim onu.
Dişlerini sıkarak, “Senin bir gücün olduğuna inanıyorum,” dedi sertçe, birden gözlerim şiddetle ondan tarafa döndü. Onu büyük bir dikkatle izlemeye başladığımda, “O kadar dikkatli bakma,” diye homurdandı, bana bakmıyordu ama onda saplı duran gözlerimi hissedebiliyordu.
Gözlerimi ön cama çevirdim, ne düşündüğünü, kafasında nelerin dolaştığını çok merak ediyordum. Araç biraz daha hızlanırken ileride beliren karlı ağaçların küçükten büyüğe doğru yavaşça yükselmeye başladıklarını gördüm.
“Bir yılanın zehrini emdin, sana etki bile etmedi. Oysa dandik filmlerdeki gibi yılan zehrini emip sağ bir şekilde hayatına devam edemezsin. Öte yandan…” Bir elini direksiyondan çekti, bileğinin iç kısmını kot pantolonuna sürttü ve paltosu yukarı sıyrılırken bileğinin içindeki dövmeyi görmem için kolunu bana doğru uzattı. “Bu dövme, seninle öpüştüğümüzde oluştu.” Gözleri bana doğru çevrildi. Bir dövmeye bir de ona baktım ve sadece sustum. “Belki de öyle bir gücün var ki, seni öptüğüm için tenime bir mühür bıraktın.”
Nigin Bağı ile ilgili kafasında en ufak bir teori bile yok muydu yani? Belki de böyle bir şeyin mümkün olabileceğine ihtimal vermiyordu. Peki ya ben nasıl veriyordum? Onu öperken neyi hatırlamıştım? Hangi anılar zihnime hızla nüfuz etmiş, bana onunla bağlı olduğumu ne hatırlatmıştı? Hatırlayamıyordum.
“Belki de haklısındır.”
“Haklısındır? Senin kafanda farklı bir teori mi var?”
“Yok,” diye mırıldandım, ona değil, önümüzde bir var olan, bir yok olan ağaçlara bakıyordum.
“Yalan söylüyorsun gibi geldi.”
“Sana yalan borcum yok.”
“Yaşın on üçmüş gibi konuşma,” diye söylendi. “İstersen kafama silgi de at.”
“Şu an yirmi bir yaşındayım, on üç değil. Attığım da silgi olmaz. Kaldırabileceğim bir kayayı atmak daha mantıklı geliyor kulağa.”
“Kaldırabileceğin en ağır kaya beş kilodur,” dedi.
“O taş kafanı beş kiloluk bir kayanın bile dağıtamayacağını bilecek kadar da duvarsın yani?”
“Bugün beni gebertmek istiyor gibi davranıyorsun. Uykumda horladım mı da böyle öfkelisin anlamadım ki. Oysa duyduğum horultuların sana ait olduğuna neredeyse emindim.”
Kaşlarım çatıldı. “Ben horlamam.”
“Nereden biliyorsun? Güzellik uykusuna yatmadan önce bir sapık gibi kendini video kaydına alıyorsan bilemem tabii…” Bana yan gözle bakınca onun güzel suratının ortasına bir yumruk indirme isteğiyle dolup taştım.
“Sana horlamadığımı söyledim.”
“Ben de sana soruyorum ki, nereden biliyorsun?”
“Horlasam kendi horlama sesime uyanırım ben,” diye çemkirdim, kollarımı göğsümün üzerinde bağladım. Birden yüksek sesle gülmesini beklemiyordum. Şaşkınlıkla ona doğru baktığımda, boynunu kaşıyıp yeniden direksiyonu kavradı.
“Daha önce kendi horultu sesine uyanmışsın gibi söyledin.”
“Öyle karanlık bir dönemden geçtim,” dedim homurdanarak.
“Ciddi misin?”
“Ne? Çok yorgundum. Proje çizmek nedir biliyor musun sen? Günlerce uyumuyordum, evinin salonu kadar bir paftanın üzerinde uyuyakaldığımı hatırlıyorum. Salyam çizimin üzerine akmıştı ve çok gürültülü horluyordum.” Açıkça bunları söylemem, esmer yüzündeki çizgilerin derinleşmesine neden oldu; eşi benzeri olmayan güzellikteki yüzüne yayılan çizgileri ve parlayan esmer tenini izlerken hiç olmadığım kadar şaşkın hissediyordum.
Onu gülümsetmek bu kadar kolay mıydı?
“Gülümsüyormuşsun,” dedim ona dik dik bakarak.
Bu söylediğim karşısında durup yüzüme baktı, sonra bakışlarını yola çevirdi ve “Horladığını düşünmek çok eğlenceliydi,” dedi.
“Gördün mü bak, demek ki dün gece horlamamışım.”
“Ruh hâlin çok hızlı değişiyor,” dedi düşünceli bir sesle.
“Senin ruh hâlinin de benimkinden pek bir farkı yok Karaduman.”
“Az önce benden nefret ediyor gibiydin. Ben gün içinde senden nefret ediyor gibi davranıyor muyum ki?” Bu soruyu ona uymayacak bir saflıkla sorması benim için beklenmedikti. Ruhundaki karanlığın beni boğmasından korkarken, acaba yavaş yavaş ben mi onu kendi karanlığımda boğmaya başlamıştım?
“Bazen,” diye mırıldandım. “Bazen benden çok fazla nefret ediyormuşsun gibi davranıyorsun. Ama sanırım bu sadece bana özel bir şey değil. Sen genel olarak insanlara öfkelisin.”
“Buna verecek bir cevabım yok.”
“Olumlu ya da olumsuz bir cevap vermeyeceğini biliyordum zaten.” Gözlerim tekrar bileğimdeki kar tanesi dövmesine doğru kaydı. “Sence Mustafa Baba nedenini biliyor mudur?”
“Tahminleri vardır o deli ihtiyarın. Ama dediğim gibi, pek dile getirmek istemesem de senin bir gücün olduğunu, bunun sebebinin de bu olduğunu düşünüyorum. Mistik bir güç deyince aklına saçma sapan şeyler gelmesin, benim salakça gücüm gibi düşün. Gözünden ışık çıkarmak yerine birinin teninde böyle izler bırakıyorsundur belki.”
“Aynı dövme bende de oluştu Efken.”
“Emin olmadan konuşacak olursam bu beni aptal yapar.”
“İlk başlarda emin olmadan konuşuyordun, bir aptal olduğunu kabul etmiş oluyorsun şu an.”
Homurdanarak, “Kafam allak bullaktı, garip şeyler söylüyordun,” dedi.
“Garip şeylere idmanlısındır diye düşünüyorum.” Çenemle gözlerini işaret ettim. “Yine şimşek gibi parlıyor.”
“Hay sikeyim ya,” dedi sertçe, gözlerini yumup geri açtı ve bu durumdan sıkılmış gibi bıkkıntı yüklü bir nefesi içine çekti. Tam sessizlik inimize sızıyordu ki, telefonunun melodisi yükselerek aracın içini doldurdu. Efken paltosunun cebinden telefonunu çıkardı, tek kaşını kaldırarak ekrana bakarken, “Bu ne şimdi?” diye sordu kendi kendine.
“Ne oldu?”
“Sanat atölyesinin alarm sistemi çalışıyor,” dedi, pek önemsemiş gibi görünmüyordu ama yine de direksiyonu sağa kırıp bir kolda ilerleyerek iki farklı damar gibi uzanan yollardan birine saptı.
“Atölyeye mi gidiyoruz?”
“Evet,” dedi. “Alarm sistemi kolay kolay çalışmaz. Bir bakmakta fayda var.”
“Hırsız falan girmiş olabilir mi?”
“Cesareti olan birinin bunu yapacağını sanmam.”
“Oranın sana ait olmadığını bilen biri, pek tabii buna cesaret edebilir.”
“Yine çok konuşuyorsun,” dedi ama söylediğimin mantıklı olduğunu düşündüğüne emindim.
Sanat atölyesi, Yaka’nın batısında kalıyordu, uçurumların sıklaşıp Yaka’nın sonuna geldiğimizi işaret ederek sınırları belirlediği o kuş uçmaz, kervan geçmez sokaklardan geçerken başımı cama yaslamış, uçurumların bitiminde başlayan sisli ufukları izliyordum.
Sanat atölyesi, uçuruma kıyısı olan bir ovada, tek başına kalmış taş bir konuttu. İki katlıydı, restore edildiği her hâlinden okunsa da üzerinde hâlâ eski bir güzellik taşıyordu. Sarı, turuncu ve deve rengindeki taşların birleşerek oluşturduğu binaya gitgide yaklaşıyorduk. İlgimi çekmeyi başaran binanın birkaç metre sonrasında bir yokuş oluşuyor, yokuşun aşağısındaysa sınırları belirleyen uçurumlar başlıyordu. Burada karlardan eser yoktu, hatta ova nasıl başardıysa yeşil kalmayı başarmıştı ama esen kuru rüzgârın yeşil zemindeki çimleri nasıl yerinden sökecek gibi hareket ettirdiğini görebiliyordum.
Cipin motorundan gelen ses durdu, emniyet kemerimi çözdüğüm sırada Efken araçtan inip atölyeye doğru ilerlemeye başlamıştı bile. Ön camdan onun gidişini izlerken birden üzerime yine ölü toprağı atılıyormuş gibi huzursuzlukla doldum. İhtimalleri düşünmek istemesem de kafamın içinde fink atan o düşünceleri kovabilmek pek de mümkün görünmüyordu. Sonunda aracın kapısını açtım ve Efken’in açtığı taraftan sızan soğuktan daha güçlü bir soğuk bedenime çarparak beni afallattı. Etrafta tek bir tane kar tanesi ya da buz kırıntısı olmayan bu ova, karlara gömülmüş ormandan bile daha soğuktu. Titreyerek montuma sarılıp cipin kapısını kalçamla ittim ve ovadan aşağıya salındım. Efken atölyenin taş duvarlarının ortasında duran dev, en az üç metre yüksekliğe sahip demir kapısının önünde duruyordu. Kasa şeklinde, üzerinde gümüş renkli tuşlar olan şeye bir şeyler yazdıktan sonra büyük kolu çevirdi ve demir kapı altında onu yağ gibi kaydıran bir sürgü varmışçasına kayarak iki yana açıldı. Hemen arkasında daha küçük boyutlarda bir kapı daha bizi bekliyordu. Efken onun büyük elinin yanında bile oldukça büyük duran bir anahtarı kenardaki demir kasadan çıkardı ve atölyenin kapısını açtı. Ahşap kapı gıcırdayarak açıldığında tozun ve sanatın kokusu içime doldu.
Çift katlı gibi görünen o atölyenin aslında tek bir kattan oluştuğunu içeri süzülüp kafamı kaldırdığım an fark ettim. Sekiz metre yükseklikteki tavandan aşağıya bir araba büyüklüğündeki gümüş kollarında büyük mücevherden taşlar olan bir avize sarkıyordu. Binayı ayakta tutan kalın kolonlar, tarih öncesi işlenmiş ve yüz binlerce insanın izini üzerinde toplamış gibi görünüyordu. Anladığım kadarıyla Efken Karaduman yüksek tavanlı yerlerden hoşlanıyordu. Duvarlarda birbirine yarım metre mesafeyle yerleştirilmiş yüzlerce tablo olduğunu görünce Efken’den önce içeriye doğru koştum. Topuklu botlarımın mermer zemine bıraktığı sesler, oldukça yüksek bir tavana ve boş bir alana sahip olan binanın içinde çınladı.
“Bekle,” dedi temkinli bir sesle. “Ne olduğunu anlamadan öylece etrafta koşuşturma.” Sinsi mavi bakışlar bir demir gibi soğuk ve ağır bir şekilde etrafı turladı. Bedeni saldırıya hazır bir yırtıcı gibi genişlemiş görünüyordu. Yüzüme düşen saçları kulağımın arkasına sıkıştırırken kalın kolonun arkasında kaldığı için bir yarısı kolonun solundan diğer yarısı kolonun sağından görünen ama ortası seçilmeyen tabloyu görmek için harekete geçtim. Efken etrafı kontrol etmeye devam etti, ardından bir tehlike olmadığı kanısına varmış olacak ki duvardaki bir elektrik panelini anımsatan şeyin kapağını açıp bir kolu aşağı doğru çekti.
Tablonun tam önünde durduğumda, bir kadın siluetiyle karşılaşacağımı bilsem de, Efken’in annesinin silüetiyle karşılaşmayı beklemiyordum. Efken’e tıpatıp benzeyen yüzün ifadelerini belirleyen kızıl gözleri beni izliyordu. Üzerinde beyaz bir gömlek olan kadın yan durmuş, omzunun üzerinden bana bakıyordu. Şiş karnı çıplaktı, zarif ellerini karnının üzerine yerleştirmişti. Dalgalar hâlinde omuzlarına inen siyah saçları, kâbuslarıma konuk olan ikizimin saçlarının uçlarında olduğu gibi yılanlarla doluymuş gibi hissetsem de onun saçlarının uçlarındaki bukleler sadece parlaktı. Gözlerinin içindeki ışığa kadar en gerçekçi ve net hâliyle çizilmiş olan kadını izlerken nefesimin kesildiğini hissettim.
“Burayı sevdin mi?”
Onun sesi, arkama yayılan sıcaklığından önce gelse de ben tabloyu izlemeye başladığımdan beri arkamda olduğunu fark etmiştim.
“Annen, değil mi?”
“Evet,” dedi ifadesiz bir sesle.
“Bunu bir fotoğraf karesinden bakarak mı çizdin?” Kadın beni izlemeye devam ediyordu; sanki gerçekti ve oradaydı.
“Hayır,” dedi. “Bu fotoğrafı hafızamda kalan son parçalarını gözlerimin önüne getirerek çizdim.” Elini başımın kenarından öne doğru uzatınca gözlerim sıyrılan kumaşın altından açığa çıkan kar tanesi dövmesine dokundu. Parmağını annesinin saçlarının üzerine sürterek, “Burada Zeynep’e hamileydi. Bu hâliyle bir fotoğrafı yoktu, olması gerektiğini düşünmemin üzerinden geçen bir haftanın sonundaysa, artık böyle bir resmi vardı.”
Yutkundum, demek kız kardeşinin ismi buydu.
“Mükemmel çizmişsin.” Gözlerim çizimin altına düzgün bir el yazısıyla yerleştirilmiş harflere kaydı.
Tablonun ismini de Zeynep koymuştu.
İçimde bir şeyler acıyla çatırdayıp kırılacak gibi çatlasa da bir şeyler söylemedim. Söylenecek başka bir şey kalmamıştı.
Yavaşça ondan uzaklaşıp atölyenin diğer ucuna doğru yürüdüm. İki kalın kolonun ortasındaki beş metrelik boşluğa beyaz renkte bir piyano yerleştirilmişti. Piyanonun üzerinde muhtemelen notaların yazdığı siyah, ince bir dosya vardı. Çizimlerin arasında hayalet gibi gezmeye başladığımı fark etmiş olacak ki, “Burada vakit geçirmek mi istiyorsun?” diye sordu, aramızda epey mesafe olmasına rağmen içerisi boş olduğundan sesi yankılar hâlinde duyuluyordu.
“Eğer zamanın varsa, biraz daha dolaşmak isterim.”
“Nasıl istersen fıstık,” dediğinde nabzım neden yanar gibi attı bilmiyordum ama cevap vermeden piyanonun aralarında durduğu kolonlardan birine doğru ilerledim. Efken’in bana değil, hâlâ önünde durduğu Zeynep tablosuna baktığını gördüğümde içimde buruk bir his belirdi; sonra bu hissi zaten hiç kaybetmediğimi fark ettim.
Bu his, içimi bıçak gibi oyarken, saate ait bir adım sesi duraksamama neden oldu. Sanki yelkovan öne doğru bir adım atmış gibi bir sesti bu. Tüm uzuvlarımın donuklaştığını hissettim. Başımı yana çeviremedim, elimi kaldırıp hareket ettiremedim; hızla üzerime çullanan bir karanlığın tüm benliğimi etkisi altına aldığını hissettiğimde tek yapabildiğim, gözlerimi o karanlığın içinde belirmeye başlayan görüntülere dikerek sonuçlar çıkarmaya çalışmaktı.
İlk gördüğüm eski, kabarık bir elbiseye ait olan kumaşa dolanmış çemberdi, sonra karlı bir orman gördüm ve yere düşen zarif ayak izlerini takip etmeye başladım. Arkasından birbirine çarpan kılıç sesleri zamana büyük bir hızla yayıldı; kör bir tanıdıklık hissi sanki gözlerimi oyarak yerine karanlığı ve kendisini yerleştirdi. Bir an tüm görüntüler silindi, yelkovan bir adım daha attı.
Karanlık yavaşça silindiğinde, o tablonun tam karşısında duruyordum.
Sol alt köşesinde düzgün bir el yazısıyla Ay Düğümü yazan, arkasına aldığı tüm tabloyu kaplayan koca dolunayın önünde durmuş, omzunun üzerinden bana doğru bakan kadının olduğu tablo.
Benim olduğum tablo.
Efken’in çizdiği, ismini Ay Düğümü koyduğu, ayın önünde benim durduğum tablo.
🎧: Blackbriar, Stone Cold Body