️🎧: Antimatter, The Judas Table
🎧: Ólafur Arnalds, This Place Was A Shelter
Toprağa, savruk bir ruhtan ölü çıkmış bir beden bırakmak istemiyordum.
Yaşamaya hakkım olmasını istiyordum, ölümün üzerimden bir bulut gibi geçip giderken içinde sakladığı mezar toprağından yağmurları üzerime yağdırmasını istemiyordum.
Yaşamak istiyordum.
Dudaklarımı çeşmeye yaslayıp, akan suyun şeffaf tadını alırken ve içim serinlerken, düşündüğümün beni bekleyen şeyin cehennem mi yoksa cennet mi olmasını değil, yarın ne giymek isteğim olmasını istiyordum.
O gece yaşanana dek, bunun böyle olması için kendime söz vermiştim ve o gece yaşandı.
İnsanın en çok kendine verdiği sözü tutamadığını, ben o geceyi yaşadığımda öğrendim.
Bir şeyi daha öğrendim.
Bazen verilen sözler, tutulmaması gerekirse, gerçekleşmemek için tek çare olan ölümü çağırır.
Tutulmaması gereken bir sözün tutulduğu, ölümün bu sözü bozmaya yetişemediği bir geceden, bambaşka bir kadın olarak çıkacağım bir sabahın şafağını seyrederken yazıyorum.
Bu gece bir hayat kurtarmak için, bir hayat yok ettik. Bir adamla. Ve zincir, bacağıma bacağımı kesmeye göze alamayacağım bir yerden dolandı. Ne bir adım atabilirim ne de bacağımdan vazgeçebilirim artık.
O gecenin hiç yaşanmaması gerekiyordu.
Gözlerimden bir damla daha kayarak yanağıma satır çizgisi çektiğinde, burnumu Kestane’nin tüylerine gömerek gözlerimi yumdum. Aldığı nefesler zihnimi dolduruyor, gözlerimden akan yaşlar, durduklarını sandığım yerden yeniden alevler içinde yanarak yanaklarımı ıslatmaya başlıyordu. Kurtulmayı dileyen ruhumun sancısı henüz yeni başlamıştı; kurtulmanın bu kadar çabuk olmayacağının farkındaydım.
Adına Zincir dedikleri ama ismini bilmediğim yabancı, Kestane’yi tuttukları boş odaya girdiğinde, Kestane’nin yattığı metal masadan uzaklaşarak gözlerimi ona çevirdim. Ela gözleri odanın içinde turladı, bir eli kapının kolundaydı, sessizlik gitgide büyüyerek köşe bucak her yanı sarıyordu.
“Tüm bu olanlar…” dediğimde, ilk konuşanın ben olacağı aklımın ucundan bile geçmezdi. Büyük adımları odanın içine düşmeye başladı, söyleyeceklerimi bekliyordu ama bunu yaparken bana kendini göstermekten çekinmiyordu; konuşursam, gördüklerimle sınırlı kalmayacağını belirtmek ister gibi gözdağı veren hareketlerini seyrettim.
“Köpeğini kurtardım,” dedi, bu beklenmedik cümlesi kalın sesine yılan gibi dolanarak önüme zehrini sermişti. “Yüzünü bu hâle getiren adamın da icabına baktım. Bence ödeştik.”
“Ne ödeşmesi?” Karman çorman olan aklımı ifademe de bulaştırarak ona bakmaya başladım. “Canın ödeşmesi mi olur?” Saçlarımın dipleri hâlâ nemliydi ama uçları kurumuştu, kıyafetim de bedenimin üzerinde kurumaya başladığından bedenime girip çıkan kesik soğuk krampları hissediyordum. Yüzümde adamın geçirdiği yumruğun sızısını hâlâ hissetsem de hiçbir şeyin bedeli bu olmamalıydı.
“Bu gece yaşananları unutman gerek,” dedi Zincir, ses tonu bunu onaylarcasına ciddiydi, gözlerimi Kestane’ye indirdim. O iyiydi, yaşıyordu, nefes alıyordu. Bu gece olanlara rağmen…
Zincir’in bana doğru yürüdüğünü hissedince irkilerek kafamı kaldırıp ona baktım, kemiklerin sardığı yüzünde bir şaşkınlık, bir duygu kırıntısı aradım ama yoktu. Bir ölü bile ondan daha iyi mimik sergileyebilirdi. “Yapacak bir şey yok. Beni orada durduran sendin.”
“Seni bir canı kurtar diye durdurdum, bir canı al diye değil,” diye fısıldadım, sesim bu gerçek karşısında ezilmişti. Gözlerimi onun sarımtırak gözlerine düğümledim. “Komando olduğun doğru mu?”
“Bunun bir önemi yok,” dedi yalnızca, gözlerini Kestane’ye indirdi. Kestane’ye bakarak konuşmaya devam etti: “Bundan böyle sokakta hayat sürmesi imkânsız. Onu evine götürsen iyi edersin.”
“Ev sahibimiz evin içinde köpek beslememize hayatta izin vermez.” Konumuz buymuş gibi yüzümü buruşturdum, bana bakmadı.
“O zaman bırak burada kalsın, bizim çocuklar ona bakar,” dedi, sesindeki sakinlik duraksamama neden olsa da yorum yapmadım. Ne demem gerektiğini bilmiyordum. Kestane’yi alıp eve götüremezdim, bunu çok isterdim ama yapamazdım, ev sahibim evcil hayvan konusunda oldukça katı bir adamdı. Kestane’yi yeniden sokağa bırakmak demek, onu ölümün koynundan almışken tekrardan ölümün koynuna geri itmek demek olacaktı. O zaman Zincir adını verdikleri serinkanlı komando haklıydı, gözlerim komando mu yoksa katil mi anlam veremediğim yabancıya çevrildi.
“Yakalanmaktan hiç mi korkmuyorsun?” diye sordum, dilimin kırdığı kilit arkasında ağır bir soru saklıyor olacak ki, Zincir gözlerini usulca bana doğru çevirdi. Siyah kirpikleri, teni ve göz rengiyle çok zıt duruyordu.
“Yakalanmayacağım,” dedi sadece.
“Nasıl bu kadar emin oluyorsun?”
“Çivi, temizliğe gitti,” dedi, anlam veremediğimi bas bas bağıran gözlerimi ona dikmiştim, tırnaklarım avucumun içindeki deriyi kaldırmak istiyormuş gibi o deriye saplandı, deriyi soymak ister gibi tırnakladım.
“Ya umduğun gibi gitmezse?”
“Umduğum gibi gider.”
Ona düz düz baktım. “Her gün bunu yapıyormuş gibi konuşuyorsun,” dedim, sonra bu düşünce diğer düşüncelerimi dirseğiyle ite ite zihnimin orta yerine kadar ilerledi ve donup kaldım. “Yoksa zaten öyle mi?”
“Hiçbir zaman bir sivili öldürmedim,” dedi, soluğumu kesen cümlesi, onun bir katil olduğu gerçeğini yüzüme vurunca onunla bu odada olmak bir cehenneme dönüştü.
“Hakan Basri Şenkaya’nın ismini çok duydum ama onu hiç görmemiştim. İnternette ona ait tek bir fotoğraf bile yoktu, haberlerde de yalnızca ismi geçiyordu, kendisini göstermiyorlardı. Benim onu görmüş olmam büyük bir sorun mu? Bu gece olanları da gördüm. Yani… Tüm bunlar beni de temizlenmesi gereken birine dönüştürüyor mu? Şu Çivi dediğiniz adam gelip beni de temizleyecek mi?”
“Hayır,” dedi hiç düşünmeden. “Temizlenmeyeceksin. O yüzden bu geceyi sil aklından. Kimseye bahsetme.” Işığın altında gümüş gibi parlayan ela gözlerini gözlerime çevirdi. “En yakınına bile.”
“Ne zaman gidebilirim?” Yutkundum. “Yani ne zaman geri dönebilirim?”
“Yüzündeki morluğu nasıl açıklayacaksın?” diye sordu çat diye, saat kaç olmuştu bilmiyordum ama artık buradan çıkıp gitmem gerektiğini düşünüyordum.
“Bir yere çarptığımı söylerim.”
“Hayatında böyle bir yalana inanacak kadar çok salak insan barındırıyor olamazsın.”
“Hayatımdaki insanlar salak değil, sadece bana güveniyorlar.”
Zincir, kaşlarını hafifçe kaldırdı. “O hâlde sana güvenen insanlara öylece yalan söyleyebiliyorsun? Sana güvendiklerine göre salak olduklarını gönül rahatlığıyla söyleyebilirim.”
“Onlara yalan söyleyeceğim demedim. Sadece olanlardan bahsetmeyeceğim. Hepsi bu.”
“Onlara bir yere çarptığını söyleyeceksin, bir orospu çocuğunun seni sırf bir canı savunduğun için acımasızca yumrukladığını değil,” dedi ve ekledi: “Bu seni yeterince yalancı biri yapar.”
“Bu yalan değil, bu çevremdeki insanları korumak.”
Kaşları daha da yukarı kalktı. “Bence sadece kendini korumaya çalışıyorsun.”
Öfkelendiğimi hissetsem de sadece, “Bu sonuca nereden vardın?” diye sordum.
“Bence yalan söyleyeceğin insanları değil, seni temizleyeceğimizi düşünüyorsun. Bu sebepten de yalan söyleyecek olman onları değil, kendini koruman için yapmış olacağın bir şey olacak. Yani basit bir şekilde özetlemek gerekecek olursa, sen bir yalancısın.”
“Tüm bu gecenin sorumlusu senken, nasıl oluyor da beni yalancılıkla itham edebiliyorsun? O adamı sen öldürdün, şimdi de bu geceyi unutmamı istiyorsun ve yalancı ben oluyorum, öyle mi?” Adam ölmüş olmalıydı, eğer ölmeseydi bunu söylerdi, öldü dediğimde yalanlamıyordu; umudum kalmamıştı.
“Evet.” Kestane’nin tüylerine dokundu, bu onun ellerini eldivensizken ilk görüşümdü. Uzun, kemikli parmaklarını köpeğin tüylerinin arasında gezdirdi. “Rahatla, sadece psikolojik bir test yapıyordum,” dedi, gözlerini kıstığını gördüm. “Testin sonucu belli oldu, kimseye bir şey söylemeyeceğini rahatlıkla söyleyebilirim.”
“Ne?” diyebildim, o an yavaşça bana doğru döndü. Kemiklerin derin katmanlar oluşturduğu yüzünü ilk kez bu kadar yakından görüyordum. Teninden yayılan o hafif koku, rüzgârın biraz olsun sızamadığı bu odada hafifçe burnuma doğru estiğinde, bir an duraksadım. Taze, temiz ama bir yandan da erkeksi, eskileri hatırlatan garip bir kokusu vardı. Bir elini yaslandığım metal masaya koydu, avucunu masaya bastırdı ve yüzüme doğru eğildi; gözleri gözlerime bir yalan uzaklıktaydı.
“Hep böyle kendi gölgenden bile korkar mısın, Zeliha?” diye sordu, nefesi tenime döküldüğünde, onun insana geçmişten kesitler sunan sesinden adımı duymak, bir kayanın üzerime düşmesinden daha büyük bir hasar doğurmuştu.
“Bu da… Bu da nereden…”
“Daha önce hiç kan görmemiştin, değil mi?” Sorusu dudaklarımda duran kelimelerin buhar olup uçup gitmesine neden oldu. Avucunu metal masaya iyice bastırdı ve şunları söyledi: “Başka birinin kanını görmek, mutfakta türlü sakarlıkların yüzünden kestiğin parmaktan sızan kanı görmeye benzemiyormuş, değil mi?”
“Tüm bunları neden söyleyip duruyorsun?” diye sordum, gözlerimin dolmaması için kendimi sıkıyordum. Normalde kolay ağlayan biri değildim ama bu gece, yıllardır dökmediğim kadar çok gözyaşı dökmüştüm. Kendimi psikolojik olarak bir enkaz, bir harabe gibi hissediyordum ve toparlanmam yıllarımı alacakmış gibi geliyordu.
“Çünkü istesen de bu geceyi yaşanmamış sayamazsın.” Cümlesi sertçe yutkunmama ve akabinde de bu gerçeği kabullenmeme neden oldu. “Ama hiç olmamış gibi davranacaksın.”
“Öyle yapacağım,” diye fısıldadım. “Buna mecburum.”
Yavaşça geri çekilirken, “Güzel,” dedi. Gözleri Kestane’ye dokundu. “Adı neydi?”
“Kestane.”
“Kestane için karar verdin mi?” diye sordu bu defa, ona baktım, bana bakmasa da ona baktığımı biliyordu. “Burada bizle güvende kalmasını mı istiyorsun, yoksa sokaklara geri bırakıp hızlı yoldan ölmesini mi bekleyeceksin?”
İnsanlar onun yokluğunu fark ettiklerinde muhtemelen çok üzüleceklerdi, yine de Kestane’nin iyiliğini düşünmem gerekiyordu. Öğrencilerden hiçbiri onu evlerine alamazdı, Isparta’daki öğrenci evlerinin konsepti belliydi, hiçbir ev sahibi buna göz yummazdı. Ödenen bunca bedelden sonra Kestane’yi sokaklara bırakamazdım, bu onun ölüm fermanının altına adımı soyadımı yazıp, imzalamam gibi bir şey olacaktı.
“Kestane burada kalsın,” diye fısıldadım buruk sesle. “Ben bu gece olanlara nasıl sahip çıkacaksam, sen de ona sahip çıkacaksın.”
Yüzünde var olan mimikleri seyrettim, bir şey söylemese de bunun böyle olacağını biliyordum. İçimden bir his, bu konuda gözümün arkada kalmaması gerektiğini fısıldıyordu. Kestane’nin tüylerini sevdim, tüylerini öptüm, onu okşadım ve yanında olduğumu hissettirdim. Belki onu hayatımın hiçbir döneminde, bir daha hiç göremeyecektim ama artık iyi olacaktı. Bunu bilmek içimdeki duyguyu yatıştırıyordu. Odadan çıktığımızda artık olduğum tesisteki tüm floresanlar sönmüş, tesis loş renkteki elbisesiyle sahneye çıkmış bir hayalete dönüşmüştü. Koridorda ilerlemeye başladık, hemen yanımda yürüyordu ama ona bakamıyordum. İçimdeki korkuyu yenebilmiş sayılmazdım, ne yapacağımı bilmemenin bulanıklığı tenime buğu gibi yayılmıştı. Yazar parmağını tenime bastırsa, tenim buğu gibi silinecek ve ben silindikçe kelimeler var olacaktı sanki.
Saat kaç olmuştu bilmiyordum ama gökyüzüne uzanmış gecenin yavaş yavaş silinmeye başladığına emindim. Yanımdaki adamı anlayabilmek, atılması bile yüzyıllar sürmüş bir düğümü bir gecede çözmeye çalışmak gibiydi. Onu tanımıyordum, kafasındakileri göremiyordum ama yaptığı şeyin ne denli büyük bir suç olduğunun farkındaydım. İlerlediğimiz loş koridorun sonu ikiye ayrılıyordu ve diğer iki ayrım da şu an ilerlediğimiz gibi dar koridorlardı. Sağa saptı, ben de büyük bir dinginlikle ona uyarak sağa saptım.
Askerlere ait özel bir tesiste olduğumu fark etmiştim ama bir askerin nasıl bu kadar soğukkanlı bir tavırla bir insanı öldürebildiğine anlam veremiyordum. Buna sessiz kalabilecek miydim? Korkum geçtiğinde, susabileceğimi hiç sanmıyordum. Saptığımız koridorun sol duvarındaki üçüncü kapı açıldı, içeriden tıpkı önümden ilerleyen adam kadar uzun boylu bir adam çıktı. Siyah saçlı ve bir askere uymayacak şekilde yüzü sakallarla örülmüş adama baktığımda, adamın da bize baktığını ve hatta olduğu yerde durmuş bizi beklediğini fark ettim. Adamın altında koyu renk bir eşofman, üzerinde de kısa kollu, beyaz bir tişört vardı, o bir asker miydi anlamamıştım ama gözlerimi ona öyle bir dikmiştim ki, bakışlarımdaki dikkati fark etse, benden rahatsızlık duyacağı kesindi.
“Zincir, neler dönüyor oğlum böyle?” diye sordu adam, sesindeki sorgudan anladığım kadarıyla olanlar onu da şaşkına döndürmüştü. Gözleri kısaca gözlerime çevrildi, birkaç saniye bana baktıktan sonra gözleri yeniden Zincir’e çevrildi.
“Ne duyduysan o, Çekiç.”
“Oğlum bu sefer büyük sıçtın,” dedi karşısındaki adam, ardından bakışları bana dokundu. “Gördü tanığı mı? Cidden, bir de güzel bir görgü tanığımız mı var?”
Ona yabani olmayan ama içinde bulunduğum durumu atlatamadığımı da gösteren şaşkın bakışlarımı dokundurduğumda, kahverengi gözleri birkaç saniyeliğine yüzümün her bir köşesinde dolaştı. “Zincir,” dedi kuru bir sesle. “Bunu gerçekten kızın önünde mi yaptın?”
“Şartlar bunu gerektirdi.” Gözlerini bana çevirmesiyle, yüreğimin bir katilin bakışlarının esareti altında çarpmaya başlaması bir oldu. “Başka çarem o an için yoktu.”
Aralarında kavganın kıvılcımları yükselmeye başlayacakmış gibi hissediyordum. Bu iki uzun, haddinden iri adamı izlerken ben hâlâ bu gece yaşananların etkisi altındaydım. Şimdiden sonrası benim için nasıl devam edecek, ben kendimi böyle bir yükün altından nasıl daha fazla yara almadan çıkaracaktım bilmiyordum. Çekiç dediği adamın gözleri yeniden bana çevrilince, bu defa o bakışlara karşılık vermektense yere bakmaya devam ettim.
“Şimdi ne olacak? Ona ne yapacaksın?” diye sordu, benden bahsettiğini bildiğim için yüreğimdeki korku, başını kaldırdı ama ben başımı kaldırıp beni izleyen adamlara bakmadım. Ne olacaksa olsun, diyen yanım beni boğazımdan tutup gerçeğe doğru savurup duruyordu.
“Ona bir şey yapmayacağım. Muşta ile konuştu, daha doğrusu Muşta onunla konuştu. Susacak.” Bana baktığını hissetsem de gözlerimi mezar taşı gibi beyaz olan mermerden ayıramıyordum. Mermerde karanlık yansımam vardı.
“Kızın hâlini görmüyor musun?” diye sordu Çekiç, sessizce yutkundum. “Onu bu hâlde eve göndermen, evdekilerin ona bir şeyleri sormasına neden olacak. Beti benzi atmış durumda, biri ona ne olduğunu sorduğunda ağlayarak tüm olup bitenleri anlatacağına neden bu kadar eminim?”
“Yapmayacağım,” dedim, adamın gözlerinin ekseninde olduğumu fark ettiğimde kafamı kaldırdım, sıktığım dişlerim yüzüme kemikler örerken karşımdaki adamın kahverengi gözlerine büyük bir kararlılıkla baktım. “Ağlamayacağım. Kimseye hiçbir şey anlatmayacağım.”
“Ağlamak o güzel suratına zaten hiç yakışmaz,” dedi beni hafifletmek istiyor gibi, ona bakakaldım. Sıcak gülümsemesi dudaklarına yayıldı, ardından büyük elini sakallarına atarak sakallarını sertçe okşadı. “Eylül’ün tesise geldiğinde kaldığı odada kıyafetleri var mı?” diye sordu Zincir’e. “Kızın yüzünü renklendirebileceği birkaç boya, ıvır zıvır falan?”
Zincir dedikleri adam derin, düşünceli bir nefes aldı. “Kızı görmüyor musun? Parmağım kadar. Eylül’ün kıyafetleri ona uzun gelir.”
Adamın bu söylediği, Çekiç’i güldürdü, bakışları yeniden bana kaydı. “Bize göre kısa olduğu doğru ama eminim normal boyuttaki insanlara göre idealdir.”
“Her neyse. Haklısın.” Zincir, bakışlarını yüzüme indirdi. “Benimle gel. Seni bu hâlde götüremem.”
“Herkes uyurken eve girersem bir sorun olmaz,” diyerek bunu ona inandırmak için ela gözlerine dikkatle baktım. “Asıl başkasına ait bir kıyafetle gidersem göze batmaz mıyım?”
“Hımm,” dedi Çekiç. “Akıllıca.”
Zincir, kaskatı bir yüzle, “O hâlde yüzünü biraz renklendir,” dedi. Ruhunun içine sıkıştırılmış hisler sonunda patlamış ve gözlerine, tenine, bakışlarına, onu var eden parçalarına bulaşmış gibiydi.
Bu gece olanlardan onun da etkilendiğini fark etmiştim. Onu tanımıyordum ama duygularını kolayca gizleyen biri olduğuna emindim, oysa şimdi ela gözlerinden duygular sızıyordu.
Ona pek çok şey söylemek istesem de tanımadığım biri için oluşturacağım kelimeler, bir yabancının ruhundaki hiçbir kıyıya uğramayacağını bildiğimden onun dediğini yapıp onu takip etmeye başladım. Artık ellerim titremiyordu, artık korku vardı ama cesaret göğsümün içinde başını kaldırmış bir günebakan çiçeği gibi usulca büyüyordu.
Tesisin sonsuz büyüklükte olduğunu düşüneceğim sırada, sıralanmış kapılardan dokuzuncusunun önünde durduk ve koridorun sonunda yanan beyaz floresan aniden söndü. Çekiç arkamızdaydı, Zincir’in kolu yürüdüğümüz yol boyunca sık sık koluma sürtmüştü ama bu beni korkutmaktan ziyade, rahatsız bir hissin pençelerinin arasına alarak parçalamasına neden olmuştu.
Kapının yuvarlak topuzuna dokundu, yavaşça bastırarak çevirdi ve çıkan ses karanlığın içine yayılırken tedirgin gözlerimi koridorun diğer ucuna çevirdim.
“Rahatla, seni içeri sokup doğrayacakmışız gibi kaskatısın,” dedi Çekiç denen adam, sesindeki alaycılık farklı günlerde beni belli belirsiz de olsa gülümsetebilecekken, şu an yüzümde mimik oynatmaya bile yetmemişti.
Kapı ardına dek açıldığında, beni misafir edecek olan karanlığın özünün yayıldığı odaya baktım. Odada bir tane pencere vardı, pencere dar ve uzundu, neredeyse yere kadar iniyordu ve dağın eteğine yayılmış şehrin ışıkları odanın içine küçük sim parçaları gibi parıldayarak sızıyordu.
İçeri girerken, “Kaskatı olmam çok doğal değil mi?” diye sordum elimde olmadan, terleyen avuçlarımın içi tırnak çentikleriyle doluydu. “Daha önce hiç önümde biri öldürülmemişti.”
Birinin lambayı yakmasıyla içerisi aniden beyaz bir ışığın sağanağı altında kaldı. Pencerenin sağ kenarında bacakları ve başlığı metalden bir ranza vardı, ranzanın üzerindeki yatak beyaz çarşafların altına gömülü duruyordu; yastığı içine alan yüz ise çarşafların aksine kiremit rengindeydi. Demir ranzanın karşısında yine metal, askerlerin kullandığı dolaplara benzeyen bir dolap, dolabın yanında bir masa ve bir de sandalye vardı; onlar da metaldi. Mat gri olan metaller, yıllardır buradalarmış gibi parıltıdan uzak, solgun ve dokunduğun an parmaklarını buz kestirecek kadar soğuk duruyorlardı.
Zincir, ağır adımlarla odanın içinde ilerlerken bir köşeye geçmiş onu izliyordum. Diğer adam kapının hizasındaki duvara yaslanmış, kollarını göğsünde birleştirerek rahat bir görüntünün içine sığarak bizi izlemeye başlamıştı. Zincir eğildi, metal masanın altından mor bir kutu çıkarıp masanın üzerine bıraktı.
“Bu kutunun içindekiler işini görür,” dedi sakin bir sesle, ardından bakışlarını bana doğru çevirip tepkilerimi ölçmek istiyormuş gibi gözlerimin içine baktı. “Seni kapıda bekliyorum.”
Sırtını bana dönüp odadan çıktığında, diğer adam hâlâ duvar kenarında beni izliyordu, Zincir adamı ensesinden tutarak çekince adam bir an dengesini kaybetti ama düşmedi, gülerek odadan çıktı ve kapıyı üzerime kapattılar.
Başta ne yapacağımı o kadar bilmiyordum ki, bir süre odanın içinde kaybolmuş gibi bir oraya bir buraya yürüdüm. Sonunda masanın önüne ilerleyip mor kutunun ilk çekmecesini açtığımda başımı iki yana salladım. Haykırmam gereken, ağlayarak içimden atmam gereken çok şey vardı. Oysa şimdi, her şey bir yaranın içine girip çıkmış bıçağın kanattığı deri kadar tazeyken, içimde patlayan bombalara rağmen sesimi bile çıkaramıyordum. Çekmecenin içindeki malzemeleri gördüğümde kaşlarımın ortasına çöreklenen çukur genişledi, derinleşti. Kutunun içinde işimi görecek tüm kozmetik ürünleri vardı.
Pamuk çıkarıp makyaj temizleme sütüyle yüzümdeki ifadeleri temizleyebilirmişim gibi yüzümü sürtmeye başladım, canım yanana, tenim kıpkırmızı olana dek sürdürdüm bunu… Diğer çekmeceyi açtığımda küçük bir aynanın varlığı dikkatimi çekmişti. Aynayı çıkarıp masanın üzerine koyduktan sonra metal sandalyeye oturdum ve tezimin ne kadar doğru olduğunu tenime yayılan soğuğun beni titretmesiyle bizzat anlamış oldum.
Aynadaki yansımam, beni korkutacak kadar solgundu; o adam haklıydı, betim benzim atmıştı. Çillerim yüzümün renginin değişmesiyle daha da koyu ve belirgin görünmeye başlamıştı. Yediğim yumruğun etkisiyle moraran yüzüme dokununca, hissettiğim sızı dişlerimin kamaşmasına, hafifçe inlememe neden oldu. Elim bana bir ton koyu olacağını bildiğim kapatıcıya gitti.
Kapatıcının aplikatörüne aldığım ürünü küçük noktalar şeklinde morluğa dokundururken acımı dışa vurmamak için dudaklarımı kemirdim. Sonunda kapatıcının bir işe yaramayacağını anladığımdaysa, elim fondötene kaydı ve yüzüme yerleştirdiğim fondöteni parmaklarımla tenime yedirmeye başladım. Tüm bunları olabildiğince hızlı yaptığımı sanıyordum fakat ellerim öyle çok titriyordu ki, hareketlerim ağır çekimdeymiş gibi can buluyordu.
“Bu gece yaşanmamalıydı,” diye fısıldadım avucumu ağzıma bastırıp, aşağı çekerek dudaklarımda kalan fondöteni yok ettim. Gözlerim yaşlarla dolduğunda ağlamamak için kafamı kaldırıp tavana baktım, bugün yediğim yüzüme atılmış bir yumruk değildi, bugün ruhuma yumruk yemiştim.
Gözyaşlarım önü alınmayacak kasırgalara dönüşmeden hemen öncesinde parmak uçlarımla gözlerimin kenarını ıslatan yağmurları itip, kapatıcıyla üzerinden geçtikten sonra titreyen ellerimi avucumu saran fondöteni önemsemeden üzerime silip burnumu çektim. Gerçekten oturup makyaj yapabiliyor muydum?
Bir an her şey, ruhumu yabancı ellere teslim edip kendimi terk etmemi istememe neden olacak kadar ağır geldi.
Oysa ben bu şehre, adaletin savaşçısı olmamı isteyen ailemin beni okutmak için dişinden tırnağından koparıp önüme koyduklarıyla gelmiştim. Şimdi burada, bu aynanın karşısında, yüzümü sızlatan yumruk darbesini bile umursamayacak kadar sarsılmışken, birkaç saat önce babamla yaptığım telefon konuşmasından yüzyıllarca uzaktaymışım gibi hissediyordum.
Bir insanın kaderi, bir sokak daha yürüme mesafesindeydi.
Dudaklarımı bir ölünün dudakları gibi morarmış olsalar da boş bıraktım. Kutuda yalnızca kırmızı renkte bir ruj vardı ve ben o ruju gördüğüm an, gözümün önüne kan renginde bir çiçek değil, kana boğulmuş bir ceset gelmişti.
Odadan çıkacağım sırada dışarıdaki konuşmalar zihnime yıldırım gibi düşmeye başladığında, elim kapının soğuk topuzuna dokunmuştu ama duyularım harekete geçmemiş, o kapıyı açmamıştım.
“Cidden, öylece gitmesine izin verecek misin?” dedi adam, sesinde tedirgin bir tını olduğunu fark ettiğimde sertçe yutkundum. “Ona öylece güvenemeyiz. Muşta bir şey söylemedi mi?”
“Kıza yeterince büyük bir şok yaşattım bu gece,” dediğinde, bunun farkında olduğunu bilmek bir nebze bile olsun içimi rahatlatmadı. “Bundan sonrası benim sorumluluğumda. Bir şey olmayacak. Karşılığında onun için kıymetli bir şeyi hayata döndürdüm. Bunun için ona bir can verdim.”
“Şu köpek, değil mi?” diye sordu adam, şaşkın olduğunu ses tonundan bile anlayabiliyordum ama normal bir insanın aksine daha soğukkanlılarmış gibi geliyordu. “Anlamıyorum, bir köpek onun için neden bu kadar değerli?”
“Nihan’ı düşün,” dedi bir anda Zincir. “Simi için dünyayı yakar. Sanırım bu köpek de şu kız için o kadar değerli.”
“Nihan kadar saplantılı bir deli olacağını sanmıyorum…” Adamın güldüğünü duydum, ardından öksürdü. “Kardeşim, bu olay duyulursa sadece sen değil, hepimiz yağlı kazığa otururuz. Çivi’yi temizliğe yollamışsın, arkada tek bir iz kalmayacağı kesin ama kız…”
“Kız sorun çıkarmayacak, Yener,” dedi aniden Zincir, bu adamın ismi olmalıydı. Gözlerimi metal kapıdan sanki kapının ardında durup tartışan onları izliyormuşum gibi tek bir an olsun ayırmıyordum. “Bu konuda bana güvenin. Kızın sorumluluğunu ben üstleniyorum. Eğer işler umduğum gibi gitmezse, her sorumluluğun altına da kızın sorumluluğun altına girdiğim gibi girmeye hazırım.”
“Siktir oradan,” dedi Yener, sesinde öfkeyle karışık bir sızlanma hissettim. “Sanki böyle bir şey mümkünmüş gibi. Biz bir elin beş parmağının birleştirerek oluşturduğu yumruğuyuz, unuttun herhâlde?”
“O elin de Muşta olduğunu unutma,” dedi adam. “İsterse parmakları birbirinden ayırır.”
“Kız çok fazla oyalandı,” dedi Yener sanki konuyu değiştirmek istiyormuş gibi.
O an Zincir, normal şartlarda yaşansa çok utanacağım bir ânı bana yaşattı.
“Çünkü kapının önünde durmuş bizi dinliyor.”
Kalbim şiddetle çarparken elimi hızla kapının tokmağından çektim, ikisinin de aynı anda kapıya baktığını, aramızda duran metal kapıya rağmen beni görüyorlarmış gibi hissederek utandığımda anlamıştım. “Lan bir de adımla seslendin, ya duyduysa adımı? Beni mi yakacaksın sen?” diye sordu Yener. “Sıralarım adlarınızı he.”
“Satılıksın, yaparsın,” dedi Zincir, ses tonundaki alay sanki Yener’e değilmiş de banaymış gibi yanaklarım yanarken kapının topuzuna uzanıp topuzu sertçe çevirerek kapıyı açtım ve karşılarında sanki hiçbir şeyi duymamışım gibi güçle dikildim.
Oysa her şeyi duymuştum, her şeyin farkındaydım, söylemese bile ucunda gölgeli bir ölümün benim için pusuda olduğunu bilirdim. Sorumluluktan bahsetmişti Zincir, benim onun sorumluluğu olduğumu söylemişti, çıkaracağım herhangi bir sorunda sorumluluğunu yerine getirecek ve belki de beni susturacaktı ama beni korkutan bu ihtimal değildi. Ben sadece normal bir insan olarak devam etmek istediğim hayatımın, bir gecede böyle bir kaosa dönüşmesinin korkusunu hissediyordum.
“Burada işim bittiyse, artık gidebilir miyim?” diye sordum, dudaklarımdan dökülen soru cümlesi ikisinin de bakışlarının fiziksel olarak değil ama ruhsal olarak çok ağır bir yüke dönüşmesine neden oldu. “Gitmeme izin vereceksiniz, değil mi?”
Yener tam ağzını açacakken, Zincir avucunu onun göğsüne bastırarak onu susturup bana baktı. Bakışmamız benim için bir şeyler ifade etmesin, ona bir yabancıya bakıyor gibi bakabileyim istedim ama gözlerimiz buluştuğu anda ânın içinden kan sızmaya başladı. Sanki şafak yerini güne bıraktığında ve bu yaşananlar gecenin karanlığına gizlendiğinde, aylar bile geçmiş olsa onu bir yerde görürsem, gözlerimiz buluştuğu an bu hissi yeniden tadacakmışım gibi geliyordu.
“Benimle gel, seni evine götüreceğim,” dedi lakabını aratmayan sesiyle; sanki o ses bir zincirdi ve bu gecenin yaşanan her dakikasında sırtımı o zincirle kırbaçlıyordu.
Bir an bana emirler vererek hareket etmesi sinir krizi geçireceğimi düşünmeme neden oldu. Yine de ağzımı bile açmadan bu gece tanıdığım bir diğer yabancı olan Yener’i arkamda bırakarak onu takip etmeye başladım. İsmini de yaşını da kim olduğunu da merak etmiyordum, burada olup biten hiçbir şey umurumda bile değildi; tek düşüncem, şu kapıdan çıkıp tekrar sıradan hayatıma karışmaktı. Ama Kestane… Koridorda attığım her adımda bir yanım bana sadakatini veren Kestane için ağrıyordu. Bana verdiği sözü tutup, Kestane’ye iyi bakacak mıydı? Ona ne kadar güvenebilirdim ki?
Yener’in tam köşeyi döneceğimiz sırada, “İçimden bir ses yeniden görüşeceğimizi söylüyor,” dediğini duydum, sesi alaycıydı ama her nedense, söylediği alayın ördüğü bir cümle değil, onun bildiği bir gerçek gibiydi. Beni huzursuz etmiş, ruhuma bir karabasan gibi çökmüştü ama adımlarımın önüne geçmemiş ve beni asla durdurmamıştı.
Bir süre tesisin bitmeyen yolunu tüketmeye çalışıyormuşuz gibi sessizce yürüdük, sonundaysa, “Kestane’yi öylece bırakmazsın, değil mi?” diye sordum, sormam gereken binlerce soru olduğunu biliyordum ama alacağım cevapların hiçbiri benim yaşadıklarımı değiştirmeyeceği için hepsini geri itmiştim.
O, bu gece benim içimde gizlenen o sıradan kızı, kalbinden bıçaklamıştı.
“Verdiğim söz, benim şerefimdir.”
Bundan sonraki tüm uykularımı kâbuslara verecektim artık. Tesisten çıktığımızda dağın kalbindeki karanlığı dağıtan şafak, yağmur bulutlarının gri dokunuşlarıyla gölgelenmişti. Dışarıda yağan sağanak yağmur tenime yeniden dökülmeye başladığı anda yüzümdeki makyajın akacağını anlayarak ellerimi yüzüme siper ettim. Zincir denen adam beni hızla arabaya yürüttü. Tam dev cipin kapısını açıp içeri girdiğim sırada, hemen yanımızda bir başka cipin durduğunu fark ettim. Cipin kapısı açılır açılmaz içeriden iri yarı bir adam ve bir de ince, adamın yanında küçücük duran ama normal şartlarda uzun denebilecek genç bir kadın çıktı. Kadının kucağındaki gri battaniyeye sarılı şeyin ne olduğunu bilmesem de kıpırtılarını görebiliyordum.
“Zincir?” dedi adam, gözleri cipin içine kaydı ve o an adamın yağan yağmura rağmen seçilen çakır gözlerine baktım. “Hallettiniz mi?”
Yanındaki genç kadın, “Ben içeri gidiyorum, Simi ıslanacak olursa önümüzdeki üç geceyi veterinerde geçiririz,” diyerek iri adamın yanından geçip gitti.
“Sayılır,” dedi Zincir, genç kadın kucağındaki battaniyeyle hızla tesise doğru yürümeye başladığında, diğer cipten inen iri adam hâlâ buradaydı.
“Kızı götürüyor musun?” diye sordu adam, gözleri yeniden cipten içeri sızdı, tuhaf bakan çakır gözlerini yüzüme sabitlediğinde yerini terk eden korku hissi yeniden göğsümün içinde sızım sızım sızlamaya başlamıştı. Adamın bakışları beni bıçaklarından geçirdiği sırada, Zincir, “Evet,” dedi. “Burada bir işi kalmadı.”
“Muşta da aynı fikirde, öyle mi?” Adam buna şaşırmış gibiydi, gözleri benden ayrıldı, asker tıraşlı kafasını saran damarlarından akan yağmur sularını görebiliyordum. Büyük elinin tersiyle burnundan akan yağmur damlalarını sildi. “Kız hepimizin yüzünü gördü, bu büyük bir sorun değil mi?”
“Muşta biliyor, gerisini geldiğimde konuşuruz,” dedi Zincir, ardından adamın önünü keserek cipin kapısını gürültüyle kapattı. Adamı görmemek için bakışlarımı önüme çekerek ellerime indirdim. Zincir, cipe binip aracın kapısını çarparak kapattıktan sonra motoru çalıştırdı ve motordan yükselen gürültü, kalbimdeki gürültüyü bastırarak beni düşüncelerin içinden sıyırıp çekti. Araç, dağın kalbine gömülmüş askeri tesisten uzaklaşmaya başladığında, diğer cipin önünde durup bizi izlemeye devam eden iri adam, gözümün önünden mesafeler yardımıyla silinene dek kalbimde aynı baskıyı hissetmiştim.
“Evin nerede?” diye sorduğunda, yaklaşık on beş dakikadır dağ yolunda ilerleyen cipin içinde süregelen sessizlik orta yerinden ikiye kırılmıştı. Ağzımın içindeki acı tat, göğsümün derinlerine gömülmüş tedirginlik hissiyle gözlerimi ellerime indirip, parmaklarımla oynamaya başladığımda adamın bana baktığını hissettim. “Evindeki herkesi tarayacakmışım gibi davranma. Seni evine bırakacağım ve sonra bir daha karşına çıkmayacağım.”
“Arkadaşlarına kalsa, yapman gereken bu zaten,” dedim zehir gibi bir sesle, tükürmek istiyormuşum gibi. İçimdeki zehri… İçimdeki zehrin, kanımın içinde kıvrıla kıvrıla ilerleyerek beni öldürme planları yaptığını, ağrıyan ruhumun derinliklerinde bile hissedebiliyordum. Zincir’in bana bakmaya devam ettiğini hissedince ben de omzumun üzerinden ona baktım. “Bu gece olanları var eden senken, neden tüm suçlusu benmişim gibi davrandılar?”
“Oraya gittiğinde bizim ne olduğumuzu anladın, değil mi?” diye sordu, yutkunup başımı salladım. Ela gözleri gözlerime perçinlenmişti ama elleri direksiyonu ustalıkla çevirerek tüm yolu ezbere biliyormuş ve hakimmiş gibi cipi kullanmaya devam ediyordu. “Bizim isimlerimizi duyarlar ama yüzlerimizi bilmezler,” dedi, o an ona neden Zincir dendiğini anladım ama kalbimdeki korku geri çekilmediği için sadece ona baktım. “Sen bu gece benim yüzümü gördün.”
“Senin yüzünü gördüğüm için mi arkadaşlarının gözünde ölümü hak ediyorum?” diye sordum, titreyen parmaklarımı bacaklarıma bastırıp sertçe yutkundum, korktuğumu görmesini istemesem de o kadar profesyonel görünüyordu ki, muhtemelen içimde barınan tüm hislerin farkındaydı.
“Ölümü hak ettiğin falan yok. Biz sizin güvenliğiniz için varız, geceleri rahat uyumanız için şafağın içinden çakal ayıklıyoruz.” Bakışlarını önüne çevirdi, direksiyonu tek bir hamlede çevirince cip bir an sarsıldı ve patika yoldan aşağı inmeye başladık. “Bu gece yaşanmaması gereken bir şey yaşandı, yapmamam gereken bir hata yaptım. Sonuçları çok ağır olabilecek bir şey. Yoksa kimsenin senin canında gözü yok. Yastığına salyanı akıtarak uyuyabiliyorsan, bunu canımda gözü var dediğin arkadaşlarıma borçlusun.”
“Neden yaptın?” diye fısıldadım, söyledikleri yüreğimde bir yara açacak kadar büyük bir fedakârlık darbesiydi ama yaptıkları… “Neden bir sivili öldürdün?”
“Kadına el kaldıran kim olursa olsun, dağdaki itten farksızdır benim için.”
Bir an için söyleyebilecek, onun yüzüne vurabilecek, onun vicdanına fırlatabilecek hiçbir kelime, hiçbir sözcük, hiçbir şey bulamadım… Gözlerim onun yüzüne takılıp kaldı, o ise bana değil, yola bakıyordu. Cip şehir merkezine inene dek konuşmadık, benim kelimelerim kayıptı, onun ise sesi. Risk alacak birine benzemiyordu, beni elleriyle özgürlüğe bırakıyor olması onun için büyük bir risk değil miydi? Anlamasam da bir an önce bu cipten inmek, onu geride bırakarak hafızamı tırnaklarımla kazıyarak parçalamak istiyordum.
“Evin ne tarafta kalıyor?” diye sorduğunda araç caddede ilerliyordu, gün çoktan ağarmış, insanlar duraklara yığılmaya başlamıştı.
Dalgın, acıyan gözlerimi kırpıştırıp, şakaklarımdaki ağrıyı gidermek istiyormuş gibi parmaklarımı şakaklarıma bastırarak, “Bağlar,” dedim kısık bir sesle.
“Üst tarafta mı?” diye sordu, sesinin pürüzlü ve boğuk olduğunu fark etmiştim; yorgundu ya da ses tonu böyleydi, bilmiyordum.
“Evet,” dedim, sesim artık o kadar cansızdı ki, sanki bu gece ölen o adam değildi de bendim.
Yüzü kaskatıydı, gözlerim ne zaman onun kemikli suratına dokunsa, teninin altına oturmuş karanlığın açık renk tenindeki yansımalarını görebiliyordum. Ona uzun süre bakamasam da gözlerim ne zaman çehresine kaysa, içimde o garip his beliriyordu. Bu his, bu adamın yeniden karşıma çıkacağı konusunda beni ve kalbimi ikna etmek için ruhumu kamçılıyordu.
Cipin Bağlar’da ilerlemeye başladığını fark ettiğimde, “Beni burada indir,” dedim, ardından bakışlarım yeniden onun kemiklerle örülmüş suratına kaydı; bu onu gün ışığında ilk görüşümdü. Kirpikleri, küllü kumral saçlarının aksine simsiyah duruyordu ama kaşları siyah değildi, saçlarının birkaç ton koyusuydu. Profilden düzgün duran burnu, onunla yüz yüze gelindiğinde biraz geniş ve erkeksi duruyordu. İnce dudakları çenesi ile burnu arasına gömülmüş bir tabut gibiydi, çıkıntılı duran çenesinin ortasında duran gamze ise tıpkı dibi karanlıklarla kuşatılmış bir kuyuya benziyordu. Cipi yavaşlattığında bakışlarımı ondan uzaklaştırdım, ilerideki dönemeç hemen sırtında arkadaşlarımla yaşadığım evi barındırıyordu.
Tam cipin kapısına uzanacakken, bir anda bileğimde hissettiğim el, gözlerimin iri iri açılmasına neden oldu. Ona şaşkınlığın mürekkep gibi dağılarak harelerimi boyadığı gözlerimle baktım. Gözlerinin elası, yangından çıkmış ağaçlara benziyordu. Çatık kaşlarının altına yerleştirilmiş bir çift ela göz, bir süre gözlerime çakılı hâlde bekledi ve sonra konuştu: “Zeliha,” dedi, bu onun boğuk ve pürüzlü sesinden adımı ilk duyuşumdu. “Bazen edeceğin tek bir kelime, bir hayata bedeldir. Bu gece hiç yaşanmadı.”
Kapıyı tek elimle yavaşça açtım, soğuk içeri süzülmeye başladığında uçları açık renk olan uzun saçlarım rüzgârın etkisiyle uçuşarak yüzümü kanatlarının arasına aldı. Yüzümü örten saçlarımın oluşturduğu parmaklıklardan görünen gözlerimle onun gözlerinin içine baktım.
“Bu gece hiç yaşanmadı, Zincir.”
Bu gece hiç yaşanmamalıydı, kurduğumuz cümleler belki verdiğimiz birer sözdü, o geceyi silecek kadar büyük olmasa da bazı hisleri silecek kadar büyüktü. Cipten inip arkama tek bir an olsun bakmadan, soğuğu iliklerimde hissederek ilerlemeye başladığımda, bugün havanın soğuğunun bile farklı olduğunu fark etmiştim. Yeryüzüne hâlen daha yakın duran yağmur bulutları, içinde azap dolu gözyaşlarını taşıyordu. Onun, bir geceyi kana bulayıp bir sabahı renklerine küstüren bakışlarını sırtımda hissetsem de dönüp bir kez bile arkama bakmadım.
Binanın güvenlik şifresini küçük kutucuğa nasıl tıkladığımı, nasıl binadan içeri girdiğimi, nasıl merdivenleri tırmanıp kendimi yaşadığımız dairenin önünde bulduğumu ben bile tam olarak hatırlamıyordum. Titreyen ellerimle defalarca kez anahtarı ayaklarımın dibine düşürerek verdiğim savaşlar sonucu içeri girebilmiştim, kızların uyuduğunu fark ettiğimdeyse içimdeki karmaşanın seslerini dışarı yansıtmadan hızla odama geçmiş, çekili perdelerin sırtında yaşayan ışığın duvarlarını biraz olsun aydınlatmadığı odamda saniyeler içinde çırılçıplak kalmıştım. Beni görmedikleri için şanslıydım, gecenin yükü bu denli ifademe yapışmışken birileriyle göz göze gelip, dimdik durabilecek gücü ruhumda bulamıyordum.
Bugün, cehennemi yaşamaya başladığım gündü; bundan sonraki günlerin hiçbirinde bir daha cennete ulaşamayacakmışım gibi hissediyordum.
Bir başkasının günahı sırtımdayken, alevlerin içine dalacaktım ve alevler usul usul ayaklarımdan başlayarak tenime tırmanmaya başladığında, bir daha yeniden doğamayacak olmanın gerçeğiyle çığlıklar atarak ruhumdan ayrılacaktım. İnsanların gerçeklerini, çocukların yalanlarına benzetiyordum; bir çocuğun yalanı olup bu gerçeği yaşamamışım varsaymak istiyordum. Titreyen ellerimi yüzüme örttüğümde, dökülmeye başlayan gözyaşlarım bir süre önü alınamaz hortumlara dönüşerek yüzümdeki ifadeleri yıkmaya, yerine korkuyu, acıyı, endişeyi, tüm dağınık hisleri örmeye başlamıştı. Yere oturup sırtımı bazaya bastırdım, dizlerimi göğsüme kadar çekerek yüzümü dizlerime yasladığımdaysa artık sessiz hıçkırıklarım dudaklarımdaki kayıp kelimelerin kalplerindeki huzursuzluğa dönüşmüştü.
Her şeyin daha sağlıklı ilerlemesi için dün başlayarak bugünün şafağına kadar uzanan anıları silmem gerekiyordu. Arkada bırakmalıydım. Ama bu çok büyük bir şeydi. Fondötenimin eriyerek yüzümde çizgiler oluşturduğunu, makyajımın akmaya başladığını hissettiğimde bile sıcak gözyaşlarım biraz olsun dinmediler.
Ben geleceğin hukukçusu, büyük ihtimalle mesleği için canını ortaya koyabilecek kadar güven veren bir avukat olacaktım. Şimdi ise geçmişimdeki o karanlık, ben ne zaman bir adliye koridorunda topuklularımı yere vurarak kendimden emin adımlarla ilerlesem bir anda kalbime çökecekti ve güvenim dağılarak o güvenin yerini susmayan vicdanımın çığlık çığlığa döktüğü gözyaşları alacaktı.
“Böyle olmasını istemiyordum,” diye mırıldandım gözyaşlarım usul usul şiddetlenmeye başladığında. “Ben sadece… Özür dilerim.”
“Zeliha?” Sesin sahibinin gölgesi odamın kapısının arkasındaydı, dişlerimi dizime daha sert bastırıp sesime güç yollamaya çalıştım. Kapım hafifçe tıklatıldı. “Zel, geldin mi?”
Çolpan… Sesimi duyduğu an bir şeylerin yolunda gitmeyeceğini anlayacak kadar iyi tanıyordu beni Çolpan. Çıkaracağım tek bir çıt sesi, kalbimdeki kırığın sesini duyurmuşum gibi onun aniden içeri dalmasına neden olacaktı. Konuşmasam da gireceğini biliyordum, her türlü ona yakalanacağımı bilmenin karın ağrısıyla burnumu çekip, “Çıplağım,” diye fısıldadım, duyduğunu biliyordum, kapıya dokunmasa da onun varlığının ağırlığını biraz ötemde hissedebiliyordum.
“Seni daha önce çıplak görmemişim gibi konuşuyorsun,” dediğini duydum, sesindeki tedirginliği içtim, gözlerim kan çanağıyken kapalı kapıya bakarak dişlerimi sıktım. Sadece gitse olmaz mıydı, beni bu ağır yükle yalnız bıraksa, beni söyleyemeyeceğim kelimelerin bana açtığı yaralarla hemen şurada öylece bırakıp gitse, olmaz mıydı? Konuşmak içimdeki hissi öldürmeyecek, besleyip büyütecekti.
“Üzerime bir şeyler giyip çıkacağım,” diye mırıldandım, ses tonumdan bir şeylerin yolunda gitmediğini anladığına emindim. Kıvırcık saçlarını kulağının arkasına sıkıştırmış, yüzünde tedirgin bir ifade ve kaşlarının ortasında o tedirginliğin oyduğu çukurla kapıya bakıyor, beni görebilecekmiş gibi tüm dikkatini kapalı kapıya veriyordu; biliyordum çünkü onu tanıyordum.
“Birinin götünü tekmelememiz mi gerekiyor?” diye sordu, sesine sinen huzursuzluk benim kalbimde daha büyük bir kardeşini saklıyordu. Kan çanağı gözlerimi kapıdan çekmeden sertçe yutkundum, şimdi kapının koluna dokunduğunu biliyordum çünkü kol, hafif bir açıyla aşağı doğru gerilmişti.
Sadece yalnız kalmak istiyordum. İnsanların yanında soğukkanlı görünmek, bir şeyler yokmuş gibi davranmak benim için belki doğru olandı ama yalnızken kendimi paramparça olduğuma inandırmaya, bunu kendime göstermeye de ihtiyaç duyuyordum. Şu an paramparça değildim belki ama ikiye bölünmüştüm. İkiye bölünen her şeyin, bir vazonun, bir aynanın, bir bardağın… Herhangi bir şeyin. Sonu paramparça olmaktır.
“Çolpan,” diye mırıldandım dudaklarım buruk bir gülümsemeyle yukarı kıvrılırken. “Bana sadece birkaç dakika ver.”
Bir şey söylemese de elini kapının kolundan çekerek uzaklaştırdığını fark ettim. Titreyerek oturduğum yerden kalkmaya çalıştığımda bir an dengemi yitirdim, bacaklarım beni taşıyamayacak kadar güçsüzleşti ya da bedenim bacaklarımın taşıyamayacağı kadar ağırlaştı, bilmiyordum. Avuçlarımı yere bastırıp kendimi yukarı ittiğimde gözlerimden akan yaşlar eğilmenin etkisiyle yanaklarımdan kaymak yerine yere damladı ve bu, bir an için benim ne kadar çok ağır bir duygu yaşadığım gerçeğini yüzüme çarptı.
“Ayna, ikiye bölünmezse patlar. İkiye bölündün, patlamayacaksın. Ayağa kalk.” Dişlerimi sıktım, bunu yavaşça fısıldamaya devam ettim. “Paramparça olacaksın ama artık patlamayacaksın, ayağa kalk.”
Çıplak bedenimle yatağımın kenarındaki duvarda asılı duran aynanın karşısında dimdik durduğumda, temeli balçığa gömülmüş bir bina olduğumu, içeri doğru çökmeye başladığımı biliyordum ama yine de dimdik duruyordum ve tavanım bataklığın içinde yok olmadığı sürece kimseye battığımı anlatmayacaktım. Elbise dolabına doğru ilerledim, dolaptan çıkardığım siyah, boğazlı badiyi iç çamaşırı giyme gereği bile duymadan üzerime geçirdim. Çekmeceden elime ilk geçen külotu bacaklarımdan geçirip, elbise dolabındaki askılıklarda asılı duran kotlarımdan birine uzandım. Buz mavisi mom jeani giydikten sonra kuruyup elektriklenmiş ama diplerinde hâlâ nemin varlığını hissettiğim saçlarımı kazağın içinden çıkararak omuzlarıma serdim.
Aynanın karşısına ilerlediğimde salon ile birleşik olan mutfaktaki takırtıları duyabiliyordum, su ısıtıcısının mekanik sesi de evin duvarlarına yayılmaya başlamıştı. Ayça, ayılmak için onu çarpacak bir kahve içmeden güne başlamazdı, ısıtıcıda kaynayan suyun sebebi bu olmalıydı. Yüzümdeki fondöten sıcak gözyaşlarıma ayak uydurarak yüzümü terk edip, patika yollar şeklinde izler bırakmıştı. Yüzümdeki morluğu şimdi yeniden net bir biçimde görebiliyordum ama o morluğa dokunduğumda, bu kez canım hiç acımadı.
Yüzümdeki makyaj kalıntısını bir ıslak mendil yardımıyla yüzümü ovarak kızartana, yüzümün ortasına oturmuş morluk sızlayana kadar bastıra bastıra sildim. Çekmecemden çıkardığım fondöteni yüzüme direkt bir duvardaki yazıyı örtmek için duvara yapıştırılan boya gibi yapıştırdığımda, ellerimin artık titrememeye başladığını fark etmiştim. Yüzümde buz gibi bir ifadeyle, cansız bakan gözlerimin takip ettiği suratımı fondötene bulayarak morluğu gizledim. Tıpkı duvara yazılmış, can yakan o cümleyi tek boya darbesiyle duvarın arkasına gizledikleri gibi… Oysa o yazı, o duvarda durmaya devam edecekti. Sadece artık kimse onun varlığını bilmeyecekti. Bir zamanlar okuduğunda içi sızlayanlar dışında…
Odadan yüzüme zoraki bir şekilde verilmiş renk, gözlerimin ardına gizlenmiş duyguların sessizliğiyle çıktığımda, Çolpan, L koltukta bacaklarını uzatmış, dirseğini koltuğun sırtına koyarak yaslanmış bana bakıyordu. Üzerinde hâlâ gece uyurken giydiği kısa şort ve askılı badisi vardı, kıvırcık saçları kabarmıştı ve gözlerinin altı da bir süredir hazırladığı ödev için uykusuz geçirdiği gecelerin getirisi olan şişliklerle sarılmıştı. Ayça, sırtı bana dönük bir şekilde durduğu tezgâhın önünde kahvesini karıştırırken omzunun üzerinden bana baktı ve o an ikisinin de yoğun bakışlarını üzerimde hissetmek, mideme kramp gibi saplandı.
“Neler oluyor?” diye sordu Çolpan çat diye, gözlerim yeniden ona kaydı, şimdi koltuğun üzerinde bağdaş kurmuştu. “Sen az önce ağlıyor muydun?”
“Yorgunum,” dedim hiç düşünmeden. “Benim de bir dayanma seviyem var. Bazen katlanamıyorum.” Yüzüme garip garip baktı ama o bakışlardan kurtulmak için zoraki bir şekilde gözlerimi devirerek odamın kapısının çaprazındaki masaya yaslandım. “Yorucu bir gece geçirdim. Telefonda anlatmıştım.”
“Yorucu bir gecenin sabahında da eve gelir gelmez makyaj yaptın, öyle mi?” Ayça’nın sorusu kalbimi yerinden zıplatsa da ifadesiz gözlerimi ona çevirip, hiçbir şey hissetmiyormuşum gibi düz düz ona baktım. Kalçasını tezgâha yaslamış, dört parmağını kupanın kulpundan geçirmişti; kahvesinden bir yudum aldı ve kızıl kahve gözleriyle bana sorgu dolu bir bakış gönderdi.
“Yorgunluğum belli olmasın diye,” dedim kuru bir sesle.
Çolpan, “Zeliha, çişini yapmaya üşendiğin için sabaha kadar çişini tutan bir insansın sen,” dedi, sesindeki iğneler beni bir adım geri gitmeye zorlasa da direndim ve bakışlarımı Ayça’dan ayırarak bu defa ona sapladım.
“Sabahın köründe konumuz benim suratıma sürdüğüm fondöten mi?” diye sordum. “Ne o, her sabah olduğu gibi size zorluk çıkarmadığım için mi sorun yaratmaya çalışıyorsunuz?” Gülmeye çalıştım ama yemin ederim dişlerimin döküleceğini hissettim.
Kalbinde huzursuzluk olan birini güldüreceğinize, onu öldürün.
“Seni hırpalayarak uyandırmadığım için kendimi eksik hissetmiyorum desem yalan olur,” dedi Ayça, gülmeden kurduğu bu cümleye gözlerimi kısarak baktım, omuz silkerek kahvesinden bir yudum daha aldıktan sonra boştaki eliyle yüzüne düşen turuncu saç tellerini kulağının arkasına itti. “Kötekten anlıyorsun, ne yapabilirim?”
Bizim sabahlarımız hep böyleydi. Ben uyanmamak için direnir, yattığım yeri bile toplamadan evden sıvışma planları kurardım ve Ayça, düzen takıntısı olan bir insan olduğu için benim pasaklılığıma katlanamaz, sabahları kavga kıyamet beni uyandırır ve zorla yatağımı toplatırdı. Çolpan ise elinde bir dilim salatalık, L koltuğa oturur bacaklarını uzatır ve bizi izlerdi. Şimdi başladığımız bu sabahın gecesinde uyku yoktu, günün devamında gülerken dişlerim dökülecek gibi hissedip belki de ağzımı bile açamayacaktım.
Yorgun hissediyordum. Bir süredir bıçağın bile acıtmayacağını düşündüğüm sırtım, aniden yüklendiği ağırlık yüzünden kırılacakmış gibi ağrıyordu.
“Bugün okula gidecek misin?” diye sordu Çolpan, oysa konuyu uzatıp ağzımdan onu tatmin edecek cevabı alana kadar geri çekilmezdi normalde, bir an durdum ve gözlerim arkadaşıma kaydı, birkaç saniye onu izledim ama dudaklarımın gerisinde bir cevap doğmadı. “Malum, o kadar yoruldun, bugün gitmesen daha iyi olabilir. Senin yerine imza atacak birini bulurum.”
“Yok,” dedim omuz silkerek. Okula gitmem, insanların arasına karışmam benim için daha iyi olacaktı, belki bir şekilde kendimi kalabalığa adapte eder ve gecenin kâbus gibi üzerime sinen ağırlığını bir nebze olsun hafifletebilirdim. Yine de pek umudum olduğu söylenemezdi. Çolpan’ın yüzünde eriyen ifadesizlik yerini şefkate devretti.
“Dersin saat kaçta?” diye sordu Ayça, ardından ekledi: “İstersen birlikte gidelim.”
Benim ağlamama çok da alışkın olmadıklarından üzerlerindeki gerginliği hissedebiliyordum. Kafalarını çalkalayan düşünceler vardı, bu düşüncelerin oluşturduğu teorilerin hiçbirinin kesin sonucu konuşturmaması canlarını da sıkmış olmalıydı. Sadece yorulduğum için ağlayacağıma inanmazlardı ama kesin bir şey vardı ki, insan bazen yorulduğu için de ağlardı. En güçlüsü bile…
“Sen asıl sümük akıtma nedenini söyleyene kadar konuyu açmıyoruz,” dedi ardından Ayça, cevapsızlığım onu yeniden konuşmaya itmiş gibiydi. Kahve kupasını tezgâha gürültülü bir şekilde bırakıp yeniden bana doğru döndü. “Eğer gece canını sıktıysa, okulu onun başına yıkarım.”
Onlara söylediğim yalanın uyuşukluğunu dilimin ucunda hissettim. Gözlerimi yorgun bir şekilde kapattım ve “Dersim 09:30’da,” diye mırıldandım. “Sadece ruhsal olarak yorulduğumu hissediyorum. Hepsi bu. Gözyaşlarıma sebep olan bir insan ya da bir olay değil; bir duygu.”
“Duyguları insanlar var eder,” dedi Ayça, keskin sesi bir tokat gibi yüzüme çarptığında, bu duyguyu içime bırakıp geçmişe karışan adamın kemikli yüzünü hatırladım. Duygularımın yansıması suya düşüyormuş ve herkes dalgalanan suda hissettiklerimi görüyormuş gibi endişeyle gözlerimi açıp boşluğa çevirdim. “Ama peki, sen ağzını bu konu hakkında açana kadar, bizim ağzımız bu konuya aralanmayacak.”
Benim hislerim, durulması zor, içine gemileri yutarak göğsüne gömen dev dalgalar gibiydi. Kayalıkları aşıyor, uçurumlara ulaşıyordu ve bazen o kadar büyüyordu ki, uçurumun başında intihar düşüncesiyle denizi izleyen o insana bile ulaşıp, intihar düşüncesini ondan silerken onu içine yutuyor ve onu ölümle tanıştırıyordu.
Ayça, benim aksime Batı Yerleşkesi’nde olduğu için ayrı otobüslere binmiştik ama evden durağa kadar birlikte yürümüştük. Yürüdüğümüz süre zarfı boyunca bir şeyler anlatmıştı, asla içine dâhil olmadığım konular zihnime uğramıştı ve yüz olarak tanıdığım ama seslerini bile bilmediğim insanların hayatlarından kesitleri bana sunmuştu. Hiçbiri umurumda değildi. Normal şartlarda irileştirdiğim gözlerim, dudaklarımda şaşkınlığın verdiği aralıkla Ayça’nın anlattıklarını dinlerdim, bugünü diğer günlerden ayıran Ayça’ya göre bendim ama aslında beni diğer günlerden ayıran yaşananlardı. Ne zaman onu dinlemediğimi fark etse duruyor, güneşte saçlarının renginde parlayan gözleriyle bana bakıyor ve sonra susup, bir süre sessizliğin ardından yeni bir şeyler anlatmaya başlıyordu.
Kampüs diğer günlere nazaran bugün biraz daha boştu, çoğunluğunun yüzüne bir kez olsun rastladığım için aşina olduğum insanlar etrafımdan gelip geçerken, bir süre olduğum yerde dikilerek karşımdaki binayı izledim. Güneş gökyüzüne tutunmayı başarmıştı ama sırtına gözlerini dikmiş, ardında haince ilerleyen soğuk, onu söndüreceği ânı gözlüyordu. Bir süre sonra bulutlar yeniden güneşin önünü örmeye başladı. Gök gürültüsünün sesi, Isparta’nın dağlarında atılmış bir çığlık gibi kampüsün içine yayıldığında, içimdeki huzursuzluk hissi büyüdü.
Kızın biri yanımdan geçerken orijinal deri çantasının kokusunu da rüzgâra emanet ederek ciğerlerime sundu. Yanındaki saçının bir kısmını kazıtmış, diğer kısmı uzun ve kızıl olan ince, uzun boylu kıza bir şeyler anlatıyordu ve kendini o kadar çok kaptırmıştı ki, el hareketleriyle anlattıklarının zeminini güçlendiriyordu.
“Bu arada duydun mu?” dediğinde sesi benden uzaklaştığı hâlde dibimdeymiş gibi yakından geliyordu çünkü bağırarak konuşuyordu. Zihnim bir an için tüm sesleri içine yutup bir dağ oluşturdu. “Cenan Kaplaner, Ceza Hukuku dersine girecekmiş bundan sonra. Gelişi çok ani oldu.”
“O kim yahu?” diye sordu kızıl saçlı kız, pek umursamıyor gibi görünüyordu.
“Nasıl tanımazsın? Ankara’nın en dişli avukatından bahsediyorum. Şu âna kadar tek bir dava bile kaybetmemiş. SDÜ için çok büyük bir fırsat. Ankara’dan böyle bir avukatın gelip yeni dönemde ders verecek olması, okulun da popülaritesini yukarı çekecek.” Kız kollarını sallayarak abartılı bir sesle konuşmaya devam etti: “Kadın bir avukattan ziyade, bir süper modele benziyor.”
“Cenan deyince aklıma yakışıklı bir avukat olabileceği gelmişti, kadın olacağını hiç düşünmezdim,” dedi kızıl saçlı kız, sinir bozucu kahkahaları kampüse yayılmaya başladığında çevredeki birkaç kişi onlara tıpkı benim gibi düşündüklerini belirten bakışlar attılar ama kızlar bunu önemsemedi.
Bugün Ceza Hukuku dersine gireceğimi hatırlayınca, kızların söylediği isim zihnime bir gölge gibi kuruldu ama üzerinde duramadım. Doğu Yerleşkesi’nde çok fazla arkadaşım yoktu, Ayça ve Gaye, Batı Yerleşkesi’ndeydiler, Çolpan da tıpkı benim gibi Doğu Yerleşkesi’ndeydi ama çok sık bir araya gelebildiğimiz söylenemezdi. Merdivenleri göğsüme bastırdığım tel dosyaya daha sıkı sarılarak tırmanmaya başladığımda tanıdığım birkaç kişinin beni görünce yüzlerinde açan gülümsemelere tepkisiz kalmıştım.
“Zeliha,” dedi arkamdan biri, tanıdık ses algılarımın açılmasına neden olunca duraksayıp omzumun üzerinden sesin sahibine baktım. Bu kişi Hüsrev’di. Hüsrev, üniversitenin uygulama hastanesinde stajyer olarak göreve başlamıştı, yine Süleyman Demirel’in Tıp bölümünden geçen sene mezun olmuştu. Bir an neden burada olduğunu anlayamadığım için ona şaşkınlıkla baktım.
“Derse mi gidiyorsun?”
“Evet,” diye mırıldandım, ona doğru döndüm, şimdi merdivenlerin en tepesinde duruyordum ve Hüsrev de beş, altı basamak kadar aşağıda duruyordu ama boyu uzun olduğu için aramızda çok bir fark yoktu.
Hüsrev’le, Gaye aracılığıyla iki yıl önce tanışmıştım, onları tanıdığımdan beri ikisi beraberdi ve yakında da evleneceklerdi. Hüsrev, yüzümdeki ışıltısız ifadeyi fark edince kaşlarını çattı, bu esnada etrafımdan geçip giden birkaç kızın Hüsrev’e olan hayran bakışlarını fark etmiştim. Hüsrev yakışıklı bir doktor adayıydı, gençti, başarılıydı ve her şeyden önemlisi bu üniversiteden büyük bir başarılıyla mezun olup, üniversitenin hastanesinde göreve başlamıştı. Kızların onun dibine düşmesi çok normal geliyordu bana.
“O surat da neyin nesi? Uykusuz bir gece mi geçirdin?” diye sordu, bana hafifçe gülümsediğinde ben de yavaşça omuz silktim. Açıklamaların hepsi kilometrelerce uzakta, bir cipin içinde ateşe verilmişti ve ben kelimeleri o yangının içinden sapasağlam çıkarmayı başaramamıştım. Şimdi avuçlarımdaki yanmış kelimelerle oluşturacağım hiçbir cümle, beni anlatmaya yetmeyecekti. Bendeki hisleri… Bende var olan tedirginliği.
“Evet. Tamamen kötü bir geceydi. Senin burada ne işin var?”
“Dekanı görmeye geldim,” dedi, bir an duraksayıp kaşlarımı kaldırdım.
“Bizim fakültenin dekanını mı?”
“Evet,” dedi Hüsrev. “Bu akşam Kafeler Caddesi’nde buluşuyoruz, geleceksin değil mi? Gaye, sabah evden çıkarken sana mesaj atacağını söyledi.”
“O kadar yoğun ki, mesaj atmayı unuttuğuna eminim,” diye mırıldandım, arkadaşımın koşuşturduğu o kadar çok şey vardı ki, bazen nefes almayı bile unuttuğunu düşünüyordum.
“Muhtemelen şu an yine birden fazla iş yapmaya çalışıyordur,” dedi Hüsrev gülerek. “Şimdi gitmem gerek. Akşam bize katıl, olur mu? Senin kızlara da haber verirsin.” Hüsrev’e zoraki bir şekilde gülümseyip başımı salladım, hızlı adımlarla merdiveni tırmanarak yanımdan geçip gitti ama ben bir süre olduğum yerde dikilip merdivenleri izlemeye devam ettim.
Merdivenler bir süre boş kaldı, kimse yukarı tırmanmadı; boşluk büyümeye başladı. Bir an düşündüm, tam şu an buradan aşağı yuvarlansam ve kafamı merdivenin sivri köşesine vursam, kanlar her yanı sarmadan hemen önce beni ilk kim görürdü? Bir topuklu ayakkabı tıkırtısı sesi duyduğumda, gözlerim hâlâ merdivendeydi, merdivenlerin dönemecinde önce bir gölge yere serildi, ardından siyah rugan stilletolar görüş alanıma girdi.
Stilettonun gerdiği baldırları incecik ve uzundu, tenini saran bir çorap olmadığını anladığımda ince ve uzun bacakların sahibinin merdivenleri tırmanmaya başladığını fark ettim. Pürüzsüz, kemikli diz kapaklarını siyah, pahalı bir kumaş olduğuna emin olduğum kalem bir etek örtüyordu, kalem etek fiziğinin kıvrımlı hatlarını sararak ince beline kadar yükseliyor ve eteğin içine sokulmuş beyaz gömleği bu görüntüyü devam ettiriyordu. Gömleğin ilk iki düğmesinin açık olduğunu gördüm, gömleğin içine doğru inen zincir boynunu sarmıştı ama gümüş rengi zincirin ucunda ne olduğunu göremiyordum; gömleğin içindeydi. Omuzlarına dökülmüş, uçları bukle bukle duran güneş rengindeki sarı saçları gördüğümde artık merdivenlerin neredeyse yarısını tırmanmıştı.
Dolgun göğüslerinin çizgisi cüretkâr bir şekilde görünüyordu, giydiği takım şıklığının altına atılmış imza gibiydi. Gözlerim yüzünü görmenin arzusuyla ona çevrildiğinde, keskin çenesini, yüzünün ortasında iki çukur açmış belirgin elmacık kemiklerini, ucu dolgun ama geniş duran kemikli, yüzüyle bütünlük sağlamış güzel burnunu ve yüzünün ortasına yerleştirilmiş bir çift koyu kahverengi, neredeyse siyah gözü gördüm. Alt ve üst dudağı aynı kalınlıktaydı, dışarı doğru dolgun duruyorlardı. Bir an badem gözlü kadının bakışları bakışlarımı yakaladı ve topuklu ayakkabısının sesi aniden patlayan bir silahın sesi gibi attığı son adımla birlikte kesildi.
Yüzünde küçük dağları ben yarattım ifadesinin yanında, elinin ne kadar ağır olduğunu vurgulayan bir de ters bir ifade vardı.
Hafifçe geri çekilerek bakışlarımı kopkoyu bakan kahverengi gözlerden arındırdım ama kahverengi gözlerin hâlâ bana bakmaya devam ettiğini hissedebiliyordum. Merdiveni çıkıp, durduğum son basamağa geldiğinde yeniden duraksadığını hissettim ama bu çok kısa bir duraksamaydı.
“Seni düşüreceğini bildiğin yerlere çok fazla bakarsan, düşersin,” dedi anlam veremediğim bir ses tonuyla, bu onun sesini ilk duyuşumdu ama her nedense sesindeki o tını yıllardır kalbimde yaşattığım bir hisse ait gibiydi. Huzursuzluk… Sesi çok güzeldi ve bu güzellik insana huzursuzluk veriyordu.
“Anlamadım?” diye fısıldadım, gözlerim yavaşça ona doğru çevrildi, bana omzunun üzerinden dik bir bakış gönderdi.
“Dikkatli ol,” dedi aynı hissettiren ses tonuyla. “İnsan bazen düştüğünde yaralarla kurtulmuyor, ölebiliyor.” Ardından gözleri beni eleğinden geçirdi. “Merdivenlerden aşağı yuvarlanmak istemezsin. Belli bir yaştan sonra kırıklar daha geç kaynamaya başlar.”
Ona bünyesinde barındırdığı tüm bu güzelliğe rağmen karman çorman bir insan olduğunu düşünüyormuşum gibi baktığımda, gözleri yavaşça benden ayrıldı ve aramızdaki boy farkının tam olarak o an farkına vardım. Kısa bir kız olmamama rağmen, yanımdan geçip giden kadın ayağındaki topuklu ayakkabıları saymadan bile benden uzun olmalıydı. Kendinden emin yürüyüşüyle sıkı ama şekilli kalçalarını sallaya sallaya koridorda ilerlemeye başladığında, yüzümün ortasına ateş gibi düşmüş soru işaretiyle kadının arkasından bakakalmıştım.
“Bütün garip insanları tanıma şansımı bugün mü kullanıyorum ben?” diye sordum kendi kendime, ardından kafamdakilerin beni tekrar girdap olup içeri çekmesine izin vermeden dersliğe gittim.
Ceza Hukuku dersine o kadının girmesini beklemiyordum, bu benim için büyük bir şoktu. Onun kapıdan girdiği ânı gördüğümde parmaklarımın arasında çevirdiğim kalem düşmüş, yuvarlana yuvarlana benden uzaklaşmıştı ama benim gözlerim, kadının yüzüne atılmış bir çapadan farksızdı ve gözlerimi uzun süre ondan ayıramamıştım.
Kadın, “Cenan Kaplaner,” demişti, kendisi hakkında verdiği tek bilgi buydu. Başarılarından, kazandığı zaferlerden, kendisinden bahsetmemişti. Övünmemişti, böbürlenmemişti, küçük dağları ben yarattım ifadesinin aksine, direkt adını söylemiş ve sonra kimseyi tanıma gereği bile duymadan ders anlatmaya başlamıştı.
Farkında olmadan ders boyunca kadının hareketlerini izledim. Benden en fazla bir iki yaş büyükmüş gibi dursa da fısıltılardan anladığım kadarıyla otuzdan fazlaydı. Ders sonuna doğru koyu kahverengi gözler sanki onun da elinde olmayan sebeplerden dolayı benim gözlerime çarpıp durdu, insanlar bunu fark etmese de ben onunla her göz göze geldiğimde onun kahverengi gözlerindeki ifade değişimini fark edebiliyordum. Benim onda gördüğüm şeyi, o da bende görmüş gibi dikkatle bakıyordu bana. Ders bitiminde sınıftan ayrılan ilk kişi Cenan Kaplaner oldu, onun arkasından çıkan ordu şeklindeki kalabalık, onu biraz daha fazla izleyebilme arzusuyla yanıp tutuşan öğrenci topluluğuydu ve bu topluluğun içinde hemcinsleri de vardı. Eğer duygusal olarak ortadan ikiye yarılmış bir aynaya dönmüş olmasam muhtemelen onu biraz daha fazla görebilmek için kalkışan grubun içinde ben de olurdum.
Telefonum dün geceden beri şarj etmediğim için kapanmıştı, birilerinin bana mesajla ya da arayarak ulaşamayacağını bildiğimden geride bıraktığım derslerin yorgunluğuyla okuldan ayrılıp Kafeler Caddesi’ne kadar giden otobüse bindim. Normalde yolu izlerken hayaller kuran ben, bu kez yolu izlerken dün geceyi düşünüp durmuştum. Aslında güçlüydüm, bunu şimdi daha net hissediyordum. Başka biri dün geceyi benim yerime yaşamış olsaydı, şu an ne hâlde olurdu düşünmek bile istemiyordum. Bense insanların arasına karışıyordum, dün gece hiç yaşanmamış gibi bir şekilde yaşamaya devam edebiliyordum. Ne kadar zor olsa da bunu başarabilmiştim ve bu benim uzun zaman önce keşfettiğim gücümdü; bazı şeyleri geride bırakamasam da hiç olmamış gibi numara yapmayı başarabiliyordum.
Arkadaşlarımla saat kaçta buluşmam gerektiğini bile bilmiyordum ama ayaklarım beni Kafeler Caddesi’ne geri getirdi; dün gecenin yaşandığı caddeye…
Dar aralardan birinde kafelerden yükselen müzik sesleri birbirine karışıyordu. Omzumdan aşağı sarkmış çantanın kulpunu yukarı çektikten sonra o araya daldım ve rengârenk ışıkların dışarı uzandığı mağazaların önünden geçerken gözlerim kafelerin teraslarında dolanmaya başladı. Henüz yeni yeni akşam oluyordu, gökyüzüne lacivert bir renk hakimdi ve bulutlar, tekrardan ağlayacaklarını bize hissettirmek ister gibi kararmışlardı.
Henüz Gaye’nin gelmediğini bilsem de Gaye’nin çalıştığı kafeden içeri girdiğimde rüzgâr çanlarının şangırtısı içimdeki huzursuzluğu kovmaya yetmedi. Gözlerim kasada duran sarışın çocuğa kaydı, beni tanıdığı için dudaklarında belli belirsiz bir kıvrım belirmişti ama iş ve okul çıkışı saatinde olduğumuzdan başı çok yoğundu, bu yüzden gülümsemesini kelimelerle taçlandırmadı.
Cam kenarındaki köşeye geçtikten sonra çantamı masanın üzerine koydum, ardından yanağımı da çantanın üzerine bastırarak dışarıda akıp giden kalabalığı bomboş gözlerle izlemeye başladım.
Kafenin önünden geçip giden bir yabancı olmak istedim; henüz kendim bile kimliğimde yazan ismi bilmiyorken, taşıdığım bedenin kimden, neyden, nelerden hoşlandığını bilmeden öylece kalabalığa karışmak… İçinde olduğum beden bana sırtımdan geriye doğru atmam gereken bir yükmüş gibi geliyordu.
İçimde, yaşadığım hislerle mücadele hâlinde iki farklı benlik daha taşıyordum. Biri her zaman ifadesizdi, ne hisler ne de içinde bulunduğumuz durum umurunda olmazdı; diğeri ise ağlak bir çocuk gibiydi, gözlerinden akan yaşlarla bana yalvarır, onu kurtarmamı isterdi.
Ben ise ikisinin aksine, tüm duyguları olması gerektiği gibi yaşardım. Gülüşlerimin altına gizlediğim gözyaşları da vardı, gözyaşlarımın arasında dayanamayıp patlattığım kahkahalar da… İçimde barındırdığım iki farklı karakterden daha insandım; bana kalırsa ben normaldim ve onlar işleri karıştırmaya çalışan iki yaramaz çocuktu.
Şimdi içimdeki ağlak çocuk, ifadesiz kadından azar yiyor, benim bacaklarıma sarılarak onu o kadından kurtarmam için hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
Oysa kadın olarak gördüğü o ifadesiz çocuğun da kendisi gibi henüz büyümediğini bilmiyordu.
Biri omzuma dışarıdan taşıdığı soğuğun yayıldığı parmaklarıyla dokununca, ruhum içine sığamadığı bedenin kuşatması altında titredi. Bedenim çok tepki gösteremese de gözlerime is lekesi gibi yayılan korkuyla bana dokunan parmakların sahibine baktığımda, Gaye’nin şaşkın bakışlarıyla karşı karşıya kaldım. Hemen arkasında Hüsrev vardı, başka birilerini göremeyecek kadar korktuğum için gözlerimi kırpıştırarak ikisine bakakaldım.
Gözlerim korkuyla lekelenmiş olduğundan arkadaşımın şaşkınlığı da hızla gözlerinden akarak yüzüne yayılmıştı. “Sis?” dedi soru işareti dolu gözleriyle yüzüme bakmaya devam ederken. “Allah kahretmesin, çok mu korkuttum ya?”
“Sadece dalmıştım,” diyebildim, gözlerim yavaşça camdan dışarı kaydığında ikinci bir şoku yaşadım; karanlık çoktan tüm sokağı sarmıştı. Şaşkınlığın dudaklarıma dokunmasıyla, “Daha az önce…” dedim ama cümlemi tamamlamadım, bakışlarım yeniden Gaye’ye çevrildi.
“Çok yoruyorsun kendini,” dedi Gaye hemen yanımdaki sandalyeye otururken, Hüsrev de karşımıza oturmuş, ikimizi dinlerken ifadesiz görünüyordu. Gaye, kolunu sandalyeme atarak bana yaklaştı. “Bir de bana diyorsun. Şu gözlerinin hâline bak… Dün gece uyumadın mı? Saatlerce ağlamış gibi görünüyorsun.”
Gözlerimi Gaye’nin gözlerinden kaçırarak masanın ortasına yıldırım gibi düşürdüm, onun bakışlarını profilimde hissedebiliyor olsam da o bakışlara verecek bir karşılık bulamadım.
Gaye, elini tekrar omzuma koydu, dokunuşu bu kez beni ürkütmedi. “Bu gece de yerime Hasan bakmaya devam edecek,” dedi kasadaki sarışını kastederek. “Hep beraber kafa dağıtalım diyorum? Çolpan ve Ayça’ya haber verdim, geleceklermiş ama sana ulaşamadıkları için biraz endişelilerdi. Mesajımı da almamışsın sanırım. Telefonunun şarjı mı bitti?”
Kurduğu tüm o uzun cümleleri bir kenara itip son sorusuna, “Evet,” diye mırıldanarak cevap verdim.
“Senin neşen sönmüş, bugün biriyle mi takıştın yoksa?” diye sordu yeniden Gaye, avucunu omzuma sürtünce gözlerim yeniden ona kaydı ve gözlerindeki merakın çemberinin içine girdim; çember dardı, etrafı soru işaretinden dikenlerle örülüydü. “Dün gece iyi görünüyordun.”
Kalbime batıp duran iğneye rağmen, dün geceyi hatırlayıp durmama rağmen ona hafifçe gülümsediğimde bana omzundan bir yükü kendi ellerimle kaldırıp yine kendi sırtıma eklemişim gibi baktı.
“İyiyim, sadece yorgunum.”
“Bugün ben de fark ettim suratının hâlini,” diyerek konuya girdi Hüsrev, onu doktor önlüğüyle görmeye çok alıştığımdan üzerindeki tişört ve deri ceket bir an yabancıya bakıyormuşum gibi hissetmeme neden oldu.
İçimden ikametgâhını bir an evvel almasını istediğim duygudan uzaklaşma arzusu, boğazıma yaslı duran ucu sıcak bir bıçak gibiydi.
“Kendini bu kadar yorma, Zeliha,” dedi Hüsrev, anlayışla çerçevelenen gözlerine baktım, ardından derin bir nefes alarak başımı salladım.
“Gitgide Gaye’ye benziyorum bana kalırsa,” diye takıldım hafif gülümsemem hâlâ dudaklarımdayken.
Gaye, okulda olanlardan, projelerden, yine üstlenmemesi gerekirken üstlendiği bir ton sorumluluktan bahsederken, Ayça ve Çolpan da bize katıldı. Çolpan’ın sabah kütüphanede işi olduğu için çok kalamayacağını biliyordum ama Ayça da baş ağrısı yüzünden yerinde duramıyordu ve Çolpan ile birlikte gideceğini söyledi. Bense biraz daha kalmak, kendimi odaya kapatmak yerine biraz olsun sohbet ederek o odadan da dün geceden de uzaklaşmak istiyordum.
Gaye, sonunda konuları dirseğiyle iterek, gözleri sık sık saate dokunan Ayça’ya döndü.
“Bu gece çok sakinsiniz, ne sen ne de Zeliha birbirinize bulaşmıyorsunuz, ne oluyor?” diye sordu alayla. “Yoksa artık iyi anlaşmaya mı karar verdiniz?”
Ayça, omuzlarını sergileyen krem rengi kazağının üzerine düşen turuncu saçlarını kulağının arkasına iterek, “Yaşadığı müddetçe benden kurtulamayacak,” dedi, ona kaşlarımı kaldırarak baktığımda bana göz kırptı ve ekledi: “Normalde çok iyi anlaşıyoruz ama sadece ev sınırları içerisinde değilken…”
“Aynı evin içindeyken kızın kapısına çelik kuvvet gibi dikiliyor,” dedi Çolpan alayla.
Masadakiler gülüşürken ben hâlâ cümlede geçen, bana polisleri ve askerleri hatırlatan o iki kelimedeydim ama renk vermemeye çalıştım. Bir ara herkesin güldüğü bir an Çolpan’ın çikolata rengi gözleri gözlerime kaydı ve aramızda beliren bakışmanın oluşturduğu köprüden kelimeler, köprünün üzerine kurulu olduğu cehenneme dökülmeye başladılar. Zayıf, kemikli suratında beliren tedirgin ifadeye çatılmış ve endişeyle şekil bulmuş kavisli koyu renk kaşları el uzattı. Bana hafifçe ‘ne oldu’ der gibi göz kırptığında, omuz silkerek sessizce ona cevabımı vermiş oldum.
Ayça ve Çolpan yanımızdan ayrılmak için masadan kalkarlarken, Çolpan kulağıma eğilerek, “Şu mevzuyu çok kurcalamıyorum şimdilik ama yanında olduğumu unutma,” diye fısıldadı, bir şey dememe fırsat vermeden geri çekildiğindeyse öylece ona bakakaldım. Bana cevap hakkı doğurmadan hızla masadan uzaklaştı ve kafeden çıktı.
Hüsrev, Gaye ve ben, kafenin kapanma zamanı gelene ve o uğursuz gecenin kendini tekrar ediyor gibi yeniden başladığı saate kadar aynı masada oturup sohbet etmeye devam ettik. Zaman aktıkça içimdeki huzursuzluk kaybolmuyordu ama biraz daha gevşemiş hissediyordum. Sonra tam masadan kalkarken Gaye’nin sorduğu soruyla ifadem bir bıçağın deriye saplandığı gibi karanlığa saplandı.
“Kestane nerede ya? Bugün hiç görmedim.”
Hüsrev, “Genelde buralarda olurdu,” dedi camdan dışarıya bakarak. “Nereye kayboldu, kim bilir? Çıkar gelir birazdan.”
“Ah canım ya,” dedi Gaye dudaklarını bükerek, masadan uzaklaştı, sandalyenin sırtına astığı ince hırkasını alırken gözlerini sokağa çevirdi. “Minnoş nereye kayboldu acaba? Hasan’a söyleyeyim de mamasını koysun sokağın başına.”
O güvende, dedi içimdeki ifadesiz. O artık iyi, dedi beni inandırmak ister gibi. Lütfen ifadeni toparla, unutma, dün gece hiç yaşanmadı.
O adamlar ona mama verir miydi? Ameliyat için açtıkları yara kolayca iyileşir miydi? Oradayken korkuyor muydu? Kestane, onların hiçbirini tanımıyordu ki, her gün başını okşayan birilerinin yokluğunda çok üzülmez miydi? Bir an gözlerim sokağa kaydı, sokağın sonunda sallana sallana bana doğru yürüdüğü anlar gözümün önünde can bulunca aniden dengemi kaybedecek gibi hissedip masanın kenarına tutundum ve o an Hüsrev’in koyu renk gözlerinin usulca bana saplandığı andı.
Onu yeterince korumadın, dedi içimdeki ağlak. Bir gün beni de öylece bırakıp, arkanı dönüp gidecek misin?
“Zeliha?” Hüsrev’in sesi sanki dudaklarının hareketinin gerisinden geliyordu. Ona karman çorman olmuş gözlerle baktığımda, Gaye kasaya doğru ilerliyordu ve artık olduğumuz yerde ikimizden başka kimse yoktu.
“İyiyim,” diyebildim. “Başım döndü. Gidip uyusam iyi olacak.”
Hüsrev bana yaklaşınca, kafamı kaldırıp ona soru işareti dolu gözlerle baktım. “Fondötenini tazelesen iyi olacak,” dedi, bir an bu söylediği o kadar anlamsız geldi ki ona bomboş gözlerle baktım ama sonra içimde bir alev ilerledi, göğsüme sıçrayıp kalbimin etrafını saran ahşap çitleri ateşe verdi. “Görünmesini istemiyorsan, daha iyi sakla. Açıklama yapmana gerek yok ama neler olduğunu anlatmak istersen, burada biz varız, unutma.”
“Hüsrev…”
“Ben bir doktorum, bir insanın içindeki kanamayı bile görebiliyorken, senin makyajın arkasına sakladığın bir yarayı göremeyeceğimi mi sanmıştın?” Gözleri omzunun üzerinden kasaya doğru kaydı, Gaye orada durmuş sarışın çocukla konuşuyordu. “Telefonum sabaha kadar açık olacak. Olur da anlatman gereken bir şey olursa, beni ara.”
Ne diyeceğimi bilememenin telaşıyla, “Ben…” diye mırıldandım ama Hüsrev bir şey söylememi beklemedi. Arkasını dönüp sevgilisinin yanına ilerlemeye başladığında, sırt çantamı tek omzuma asıp Gaye’ye el salladım ve kafeden çıkıp uğursuz gecenin şeklini çizen sokakta kendini terk etmiş bir yabancı gibi ilerlemeye başladım.
Korkularımla yüzleşmek, hislerimi bastırmak için yine o yokuştan aşağı, göğsümde paldır küldür çarpan kalbimle inmeye başladığımda, bulutların içinde tuttuğu gözyaşları usul usul yeryüzüne kaymaya başlamıştı.
Sokak bomboştu, ne bir araba geçiyordu ne bir insan vardı ne de tek bir hayvan… Yağmurun yere düşerek oluşturmaya başladığı su birikintisinde sokaktaki kırmızı ışığın yansıması vardı ve toprağın kokusu usulca havaya kalkarak içimdeki huzursuzluğun üzerine yağıyor, beni yatıştırıyordu.
Yüzüme gözyaşları çizen yağmur damlalarına gözyaşlarım eşlik ediyordu. Boş sokakta tam karşıdan karşıya geçecekken, rüzgârlarının bile beni sarsacağını düşündüğüm arabalar sanki yol tek şerit değilmiş gibi iki farklı yönden bana doğru ilerlemeye başladıklarında, olduğum yerde donup kaldım. Beş farklı cip, iki farklı yönden birbirlerinden ayrılarak ilerlemeye başladılar ve ardından tam yolun ortasında duran bedenim bu beş cipin arasında kaldı. Etrafımı sarmışlardı.
Bakışlarım hızla beş cipe de dokunma telaşıyla etrafımda gezinirken kalbim hızla çarpmaya, yağmur kalbimin atış seslerini hissetmiş gibi daha hızlı yağmaya başladı. Ciplerin zırhlı olduğunu fark ettiğimde içimdeki huzursuzluk hissi büyüdü; kalbim artık susturulmak istiyormuş gibi feryat ediyordu.
Cipler bir süre beni ortalarına almış şekilde beklediler, ardından ciplerden birinin kapısı açıldı. İlk kapıdan adının Yener olduğunu öğrendiğim asker çıktı, dirseğini cipin kapısına yaslayarak bana baktı. Hemen yan tarafındaki cipten iri yarı, esmer bir adam çıktı, o da tıpkı Yener gibi duruyordu. Bir an onun bahsettikleri Çivi lakaplı adam olup olamayacağını düşündüm. Gözlerim diğer cipe kaydı, bu cipten inen kişi tesisten çıkarken kapıda gördüğüm askerdi, dirseğini kapıya yasladığı an, diğer cipin kapısı gürültüyle açıldı ve gözlerim bu defa o cipe doğru çevrildi. Tesise ilk girdiğimde karşılaştığımız askerdi bu ve sonra tam önümde duran cipin kapısının açılmasıyla bakışlarım usulca önüme aktı.
Kapıdan çıkan kişi Zincir’di.
O an, karşımda duran Zincir’ken, ellerimi ve ayaklarımı sararak artık buradan ötesinin olmadığını bana gösterense gerçek bir zincirdi.