Her kalbin atış eşiğinde ölü bulunmuş bir korku duygusu vardı.
Yirmi bir yaşıma gelene kadar birçok şeyden korkmuştum. Karanlıktan, gök gürültüsünden, boyumu aşana dalgalardan, cızırdayan floresanlardan, rüzgârsız ortamda sallanan ağaç dallarından… Şimdi yirmi bir yaşındaydım ve bir adamdan korkuyordum.
Yaklaşık iki saattir burada, onun inindeydim. Sokağın başındaki o yazıyı gördüğüm andan itibaren mantığım da dahil olmak üzere bana ait olan her şey buz tutmuştu ve elini tutup kendime çekemediğim düşünceler, o buzun üzerinde kayarak benden uzaklaşmaya devam ediyorlardı.
Kızıl gözlerimi kaldırıp ona baktım, bana bakarken mürekkep mavisi gözlerine yayılan o vahşi ifadede herhangi bir değişim yoktu. Hemen karşımdaki deri koltukta oturuyordu. Çenesini dikmiş, pek de güvenli hissettirmeyen karanlık bir ifadenin arkasından beni izliyordu.
“Sen kimsin?” Sorusu çok net ve keskindi, sesine ölümü örmüştü ve başımdan aşağıya kurşunlar yağıyormuş gibi hissettirmişti. “Ve neden kartımı çaldın?”
Bu soruyu durmadan, her defasında sesini daha da sertleştirip içimdeki korkuyu şiddetlendirerek soruyordu bana. Fakat mantığım, bir kâsenin içindeyken devrilmiş ve etrafa yayılmış boncuklar gibi darmadağın olmuştu. Şu an zihnimde her yer her yerdeydi. Sessizliğim onun daha da gerilmesine neden oldu.
Gözlerindeki pençeler derinleşti. O pençeler tenime dokunsa, tenimi hiçbir dikiş tutamazdı.
“Bak, ben hiç sabırlı bir adam değilim, anladın mı?” Sesi sertti, öyle sertti ki kalbimin atışları yeniden hız kazanmıştı. “Son kez soruyorum, sen kimsin ve bu kartın sende ne işi var?”
“O kartı bana babaannem verdi,” diye fısıldadım.
“Babaannen mi?” Yüzünde allak bullak bir ifade çağladı. “Hayatımda daha kötü bir yalancıyla karşılaşmamıştım. Karşımda altına işeyen adamlar bile bu kadar saçma yalanlar söylemez.”
“Sana yalan söylediğim yok benim.” Ellerime baktım, o ise beni izlemeyi sürdürüyordu. “Burada olmamam gerek,” dedim tıpkı çıldırmış gibi. Kafam almıyordu bir türlü, anlamlandıramıyordum. En son olduğum yeri hatırlıyordum, beni aksine inandırabilmesi için bir doktorun hafızamı kaybettiğimi söyleyip bunu belgelerle resmileştirmesi gerekirdi. En son o kitabın kapağını açmıştım ve tabeladaki o yazıyı aynı el yazısıyla kitabın ilk sayfasında okuduğuma yemin edebilirdim. “Burada olmamalıyım.”
“Ama buradasın,” dedi sertçe. Gözlerimi ona çevirdim.
Belirgin çene kemiği sert bir kavis eşliğinde dışarı doğru vurgu oluşturmuştu. Yüzünde karanlık bir güzellik mevcuttu. Oturduğum yere iyice sinerek ona bakmaya başladım. Kendimi bir labirentin ortasında, yanlış yolu izliyormuş gibi hissediyordum. Yanlış yol, oydu. Ve çıkışı bulmak hiç bu kadar zor görünmemişti gözüme.
Oysa kapı hemen oradaydı, kapıyı çarpıp çıkıp gidebilirdim ama hemen karşımda durmuş, gözlerini dikerek beni izleyen bu adam, bunun hiç de göründüğü kadar kolay olmadığının bir kanıtı gibi duruyordu.
“Ama buradayım,” diye mırıldandım onu taklit ederek.
“Papağan gibi aynı şeyleri tekrar etmeyi kes ve bana neler olduğunu anlat,” dedi, sesinden aldığım enerji beni konuşmak yerine daha çok susmaya itiyordu. “Konuşacak mısın?” Sesi tehditkârdı. “Yoksa seni konuşturanın bizzat ben olmasını ister misin?”
Kekeleyerek, “Ne?” diye sordum, adam burnundan sert bir nefes verip başını geriye doğru attı ve tavana sabır dilenen mavi gözlerle baktı. Bu açıdan kirpikleri ormanın derinliklerinde üzerinde kar taşıyan karanlık dallar gibi görünüyordu.
“Diyorum ki, eğer kendiliğinden çözülüp konuşmazsan, seni konuşturan ben olacağım ve inan, bunu istemezsin.”
Karşımda duran adamı bir kez daha inceleme gereği duydum. Suratında duyguya ait tek bir iz dahi yoktu. Keskin, belirgin çenesi kasılmış, öfkeli mavi bakışlarınınsa hedefi hâline gelmiştim.
Her şeye rağmen çok güzeldi.
Ne o gözlerini benden çekti ne de ben gözlerimi ondan ayırabildim. Loş ışığın altında parlayan gözleri mezar toprağı gibiydi, üzerime döküldüğü an beni öldüğüme inandırabilirdi. Yine o gözlerin bir de vahşi bir tarafı vardı, ölümü kirpiklerinde taşıyordu sanki. Avını parçalamak için pusuda bekleyen bir yırtıcıdan onu ayıran tek fark, büyüleyici bir güzelliğe sahip oluşuydu bana kalırsa.
“Bak,” diye fısıldadım, bana olan bakışları derinleşti ve bu, oturduğum yerde iki büklüm olmama neden oldu. “Seni kesinlikle tanımıyorum, kartın sana ait olduğunu bile bilmiyordum çünkü bu kartı bana babaannem verdi. Üstelik neden tek tarot kartı sana aitmiş gibi konuştuğunu da anlamıyorum, bu kartın senin olduğu nereden belli?”
“Bu kart destesi dünya üzerinde tek,” dedi adam hiç düşünmeden. “Senin o kartın sahibi olduğuna inanmaktansa, senin bir Tanrı olduğuna bile inanırım. O kart benim ve sen bir hırsızsın.”
“Ben hırsız değilim,” dedim kısık sesle. “Bak, anlamıyorsun…”
“O zaman anlat.”
“Ne söyleyeceğimi bilmiyorum,” diye itiraf ettim, oysa konuşmaya, anlatmaya, buradan kurtulmaya ihtiyacım vardı. “Sadece… Ben sadece tüm bu olanların bir rüya olmasını diliyorum, çünkü her şey çok mantıksız.”
Ani bir hareketle ayaklandı ve hesap etmesi imkânsız bir süre içinde dibimde bitti. Ben daha onun hızına akıl sır erdirememişken, beni büyük bir hızla oturduğum yerden kaldırdıktan sonra arkamdaki duvarla arasında kalmamı sağladı. Nasıl bu kadar hızlı hareket etmişti hiçbir fikrim yoktu ve gözlerim yuvalarından fırlayacak gibi kocaman açılmıştı. Uçurum mavisi gözleri doğrudan benim kızıl gözlerimin içine mühürlenmişti. Nefesi yüzüme her sindiğinde, ömrümden bir gün siliniyormuş hissi içimi dağlıyordu.
Korkuyla, “Benden uzak dur,” diye fısıldayabildim sadece. Dikkatle ona baktım, çenesi seğiriyordu. Bakışlarındaki kana susamışlığı, ölüme açlığı görmek, zaten kalbimde var olmuş korkunun büyümesine ve cesaretin cesedinin önüme savrulmasına neden oldu. “Ne yaptığını sanıyorsun?” Kekeliyordum. Lanet olsun. Tam şu an belki de kendimden ödün vermem, ona yalvarmam, ayaklarına kapanıp beni bırakmasını dilemem gerekiyordu, bunun farkındaydım. “Bana böyle davranamazsın.” Gayet de davranıyordu. Tekin bir adama benzemiyordu. Tek bir hareketiyle çok rahat bir şekilde boynumu bedenimden ayırabilirmiş gibi bir hâli vardı.
Gücünü öfkesi mi besliyordu?
“Nasıl davranamam? Bir hırsıza nasıl davranılması gerekiyorsa, sana öyle davranıyorum,” dedi, nefesinden gelen sigara kokusuna karışmış ferah koku doğrudan ciğerlerime saplandı. “Canını yakarım,” diye fısıldadı dişlerinin arasından, sesi tüyler ürperticiydi. Gözlerinden yükselen o mavi alevler gözlerimin kızıl taşından akarak o taşı ortadan ikiye yarıyordu. Sertçe yutkundum. Artık bacaklarım titriyordu. “Dışarıda kendini tehlike zanneden o pezevenklerin tehlikesiyim ben,” dedi cehennem uğultusunu anımsatan bir sesle. “Asıl tehlike dışarıda değil, bu evin içinde ve sen tehlikenin kollarının arasındasın.”
Bir an duraksadım. Kendinden tehlike olarak bahsettiğine göre o gerçekten korkunç bir insan olmalıydı. Üstelik bahsettiği insanlar kimlerdi? Kolumu kopartacak gibi sıktığı için mi yoksa içinde bulunduğum karmaşadan dolayı mıdır bilinmez ağlamak istiyordum. Ama durdum, dimdik durdum ve bu isteği yok saymaya çalıştım.
“Kolumu bırakır mısın?” Sesim sakin olsa da onun gözlerine öfkeyle bakmaya başlamıştım, bakışları yüzümde derinleşti ama parmakları gevşemedi. “Canım acıyor,” dedim üzerine basa basa. “Bir pislik gibi davranmayı bıraksan iyi edersin. Karşındaki bir kadın. Hayvan mısın?”
“Kadın mı? Karşımdaki bir hırsız.” Durdu. “Hem sen bana hayvan mı dedin?” Gür, biçimli, simsiyah kaşları tedirginliğimin artmasına neden olacak bir şekilde çatıldı. Kolumu biraz daha sıkı kavradı ama bu defa canımı acıtmadı, beni kendine doğru çekti, gözleri gözlerime sanki aynı çukurdalarmış gibi yakın duruyordu. “Henüz hayvani tarafımla tanıştırmadım seni,” dedi tehlikeli bir ıssızlıkla. “Yerinde olsam bu hayvan kışkırtmazdım.”
“Ne olduğun umurumda bile değil!” diye tısladım öfkeyle. “Bırak beni!”
Bir an gözlerinde tuhaf bir ifade belirdi, kolumu tutan avucu tutuşunu gevşetti, bedeninin kasıldığını hissettim. Ardından tekrar daha bir biçimde kolumu kavradı.
“Bana kim olduğunu söylemeden…” Beni yavaşça duvara bastırıp, bedenini bedenime yasladı. “…hiçbir yere gitmene izin vermiyorum.”
“Uzak dur benden,” diyebildim, sesim bir tıslama sesi gibi yükselmişti ama kelimelerim kayıptı, daha fazlasını veremiyordum ona.
“Eğer bana kim olduğunu, neden hırsızlık yaptığını ve amacının aslında ne olduğunu söylemezsen inan bana, canın daha çok acıyacak.” Gözlerinde bu söylediklerini destekleyen bir ifade vardı.
Ondan korksam da gözlerinin içine baktım. Göğsümün göğüne çöken bulutlarda yağmayı bekleyen soru işaretleri vardı. Acaba denesem onun kollarından kurtulabilir miydim? Ya da bir şekilde onu etkisiz hâle getirip buradan kaçabilir miydim? Şu zamana dek birçok kez kavga etmiştim ama kavga ettiğim herkes benimle aynı kulvarda yarışabilecek bir bedene sahipti. Onun gibi güçlü ve iri değillerdi. Birinin canını yakmanın ne olduğunu iyi biliyordum ama söz konusu karşımda duran tehlikeli kas kütlesi olduğundan elimden bir şey gelmezmiş gibi hissediyordum.
“Ben buraya ait değilim,” dedim kendime yabancı bir sesle. “Beni bırak, gitmem gerekiyor.”
“Ne saçmaladığını sanıyorsun?”
“Buraya ait değilim.” Kafamı tedirginlikle iki yana sallayıp kaşlarımı çattım. “Benim İstanbul’a gitmem gerek. Türkiye’de Varta ya da Mavi Yaka diye bir şehir yok. Anlasana. Ben buraya ait değilim.”
“Sen çıldırmışsın.” Bunu söylerken gözlerine düşen gölgelerde bana inanmadığını resmeden bir ifade vardı. Ama sanki onu da şüpheye düşürmüştüm, kafası karışmış gibi duruyordu.
“Ne olduğu konusunda hiçbir fikrim yok ama söylediğim gibi, ben buraya ait değilim. Ben odamdaydım, tamam mı? Odamdaydım ve o kıytırık kitabın kapağını açmıştım. Gerisini hatırlamıyorum. Gözlerimi açtığımdaysa buradaydım. Senin yanında.”
Birkaç saniye yalnızca gözlerimin içine baktı.
“Senin tedaviye ihtiyacın var.”
“Bana inanmıyor olabilirsin ama gerçek bu,” diye üsteledim. Elini geri çekti, sonra da benden uzaklaşıp salonun diğer ucuna yürümeye başladı. O yürürken dikkatimi çeken bir diğer ayrıntı son derece uzun olan bacakları olmuştu. Şimdi koşup kaçmaya çalışsam sadece iki adım sonra beni yakalar, enseme binerdi. Kendi kendime kaşlarımı çattım.
“Gitmem gerek.” Yavaşça duvardan ayrılarak koridora ilerledim. “Bir an önce gitmeliyim,” diye fısıldadım. “Kart sende kalabilir. Şimdi gidiyorum.”
“Orada dur!” Sesindeki keskin emrin namlusuna takılan bıçak âdeta sırtıma saplanmış gibi olduğum yere çakılıp kaldım. “Sakın hareket edeyim deme. Kartı bırakınca yaptığını affedeceğimi mi sanıyorsun? Seni buraya, benim inime kimin yolladığını söylemeden, amacını anlatmadan bu kapıdan dışarı adımını atamazsın.”
Gözlerimi kapıya diktim, kalbim endişe denizinde yüzerken atmayı unutmuştu sanki.
“Bırak, gideyim. Kimseye bir şey anlatmam.”
Bana doğru yürüdüğünü hissettim. “Hiçbir yere gitmiyorsun,” dedi keskin bir sesle, tüm damarlarım üst üste bindi. “Ben izin vermediğim sürece hiçbir yere gidemezsin.”
“Sen kimsin ki ya!” diye bağırdım şiddetle. Aniden ona doğru döndüğümde yüzüm göğsüne sürtündü, irkilerek geri çekildim. Hemen önümde dikilen uzun boylu adama kaşlarımın ortasında bir öfke çukuruyla dik dik baktım. “Gideceğim, anladın mı? Beni burada zorla alıkoyabileceğini mi sanıyorsun? Eğer öyle sanıyorsan, yanılıyorsun. Korkmuyorum senden.” Dişlerimin arasından konuştum: “Hem tüm bunların senin bir oyunun olmadığını nereden bileyim? Varta falanmış, hadi oradan. Organ mafyası mısın sen?”
Bir an yüzündeki ifadeler sarsılır gibi oldu, güleceğini düşünmüştüm ama yüzü hâlâ buz gibi görünüyordu. İşaret parmağını kaldırdı, hareketleri çok yavaştı. Kaldırdığı işaret parmağını aramıza soktu, kaşlarını kaldırıp tehdidi bakışlarına mürekkep gibi dağıtarak, “Sesini kıs,” diye fısıldadı. “Yoksa o kalın dudaklarını birbirine dikerim.”
“Düzgün konuş benimle!” Elimi göğsüne koyup onu itmeye çalıştım. Kendimi tüm korkularıma rağmen cesur hissettiğim bu küçük ânın ölüm fermanım olacağını nereden bilebilirdim ki? Bileğimi gözlerime sığdıramayacağım hızdaki bir refleksle sertçe kavradı, ince bileğim onun güçlü parmaklarının arasında kayboldu ve bir an bileğim kül olup onun parmaklarının arasından yere dökülecek sandım. “Bir kadına karşı nasıl bu kadar nezaketsiz ve kaba olabiliyorsun?”
“Seni kırk farklı parçaya ayırıp kırk farklı dağa gömmemi istemiyorsan bana her şeyi anlat,” dedi şeytanın gölgesi üzerime devrilmiş gibi hissettirerek. “Kim gönderdi seni buraya?”
Bileğim onun avucunun içindeki kan akışının zonklamasıyla ağrımaya başlamıştı. Acıya meydan okuyup kaşlarımı çattım. Bu adam ne saçmalıyordu? Gerçekten biri tarafından gönderildiğimi düşünüyor olamazdı herhâlde? Nasıl bir şeyin ortasındaydım bilmiyordum ama öfke, damarımda ilerleyen kandan farksızdı şimdi.
“Hiç kimse,” dedim sinirle. “Sen akıl hastasısın bence, başka bir açıklaması olamaz bunun.”
“Düzgün konuş benimle. Sana inanmıyorum.” Bir anda sırtımı ona dönmemi sağladı, dirseğini hafifçe kırarak boynumu dirseğinin arasına aldı ve sırtımı göğsüne yaslamamı sağladı. Her şey birkaç saniye içinde meydana gelmişti. “Ölümün elimden olur, güzel sürüngen. Ötmeye başla.”
Kalbimi kangren eden korkuyla sertçe yutkundum. Üzerime karanlığın gölgeleri devriliyormuş, evin duvarları başıma yıkılıyormuş gibi hissetmeye başlamıştım. Karşımda duran kapıya baktım, kendimi o kadar çaresiz hissediyordum ki, kapı hemen dibimde duruyordu ama ben ayaklarım tutuyor olmasına rağmen oraya yürüyemiyor, basıp gidemiyordum.
Bazen önünde duran şeyleri yalnızca izlerdin.
“Lütfen,” diye fısıldadım. “Gitmeme izin ver.” Bu kırık cümle, dilimden Tanrı’nın zoruyla çıkmıştı. Ona boyun eğdiğim için kendi boynumu kesmek istiyordum ama kurtulmam için başka çarem de yok gibi duruyordu. Boynumu saran kolu sıkılaştı, nefesinin enseme akışını hissedebiliyordum.
Ecelin kollarının arasındaydım.
“Bana bak.” Sesi soğuk bir mızrak gibi zihnime saplandı. “Seni o orospu çocuğu Semih mi gönderdi?”
Nefes alabilmek için kolunu tutup çekmeye çalıştım, gücüm ona yetmeyince de öfkelenip dişlerimi sertçe kas ve damardan semsert olan koluna geçirdim. Adam hırlayarak kolunu geri çekti, bu da rahat bir nefes almama yetmiş oldu. “Ne Semih’i?” diye sordum şaşkınlıkla. “Sen klinikten falan mı kaçtın?”
“Sen beni mi ısırdın?” Adam dehşet içinde yüzüme bakıyordu. “Salağa yatma,” diye mırıldandı. “Aklınca beni güzel bir kadınla mı kandıracak? Ne bu? Beni yeni yetme falan mı sanıyor?”
Hızlıca ondan uzaklaşarak, “Ne bahsettiğin kişiyi ne de seni tanımıyorum ben,” dedim. Bana doğru uzanıp, beni kollarımdan tutarak kendine çekti ama bu kez canımı acıtacak bir şey yapmadı. Her ne kadar hareketi tehditkâr olsa da canımı yakmıyordu.
“Semih’in küçük fahişelerine benzemiyorsun,” dedi düşünceli bir sesle. “Aklınca masum bir tip göndererek beni kandıracağını sanıyor sanırım.”
“Mantıklı ol,” dedim, sesim titriyordu. “Eğer o bahsettiğin adamın gönderdiği birisi olsam, neden gitmek isteyeyim ki?”
“Çünkü amacına ulaşamadın. Çaldığın kartla yakalandın.” Yüzümü ezberlemek ister gibi dikkatle bakıyordu bana. “Fark ettiğimi anladın, şimdi de kaçmak istiyorsun. Çünkü her zavallı insan gibi senin de canın önemli. Canını kurtarmak istiyorsun, değil mi?”
Ona düz düz baktım. “Sen senarist misin?”
Tek kaşını kaldırdı, gözlerinde tehlike hâlâ vardı ama biraz önceyi baz aldığımda daha sakin görünüyordu.
“O kart ne zamandan beri sendeydi?”
“Kartının ne zamandan beri ortalarda olmadığını bilmiyorsun yani?” diye sordum ona meydan okuyarak.
“Benimle oynamaya çalışma,” diye hırladı. “Her şeyin daha da berbat olmasını istemiyorsan, söyle. Bu kart ne zamandan beri sende ve onu nerede buldun?”
“Bunu bana babaannem verdi diyorum!”
“Ya başlatma şimdi babaannene!” Dişlerini gıcırdattı. “Beni çıldırtmak niyetinde misin sen? Kimin karşısında olduğunu da mı bilmiyorsun?”
“Ya seni tanımıyorum diyorum,” dedim üstüne basa basa. Aslında onun değil, benim ona sormam gereken birçok soru, söylemem gereken tonlarca cümle vardı ama o, ölümün gölgesi üzerime düşmüş gibi hissettiren mavi gözlerini yüzüme dikmiş, benim yapmam gereken her şeyi sanki buna hakkı varmış gibi kendisi yapıyordu.
“Kartı nereden bulduğunu söyle, seni salayım,” dedi. “Kimden aldın?”
“Sana kartı kimden aldığımı söyledim,” dedim, artık gerçekten kafam kaldırmıyordu bu tantanayı. “Ya bırak gideyim ya da ara polisi, polislere anlat derdini. Hırsızmışım ya ben, söyle polislere, alsınlar beni.”
“Aynasızları arayacağıma inanacak kadar safsın yani,” dedi kaşlarını kaldırarak. “Onlarla iyi anlaşamadığımı bilirsin.”
“Nereden bileyim ben? Dedim ya, seni tanıdığım falan yok. Olaylar tam olarak sana anlattığım gibi gelişti, anlıyor musun? Ne bir eksik ne de bir fazla.”
Bu kartın olayının ne olduğunu gerçekten merak etmeye başlamıştım. Adam aniden elini boynuma koydu, avucunu damarımın üzerine bastırdı ve bu ani hareketi şok içinde onun gözlerine tutunmama neden oldu. Boynumu sıkmıyor ya da canımı acıtacak herhangi bir şey yapmıyordu, yalnızca boynuma dokunuyordu. Parmaklarındaki metal yüzüklerin ısındığını fark etmiştim, teni nasıl yanıyorsa yüzükleri de ısıtmıştı.
“Ne yapıyorsun?” diye fısıldadım, etrafımda bir çember genişliyormuş hissi kara bir bataklıktan farksızdı, bir an bedenim panik dalgasıyla sarsıldı ama hareketlerim içine paniği ememedi. Avucunu boynumdan çekmedi, sadece bekledi, beklerken gözlerimin içine bakmaya devam etti.
Kapının kilidinin çevrilme sesiyle ikimiz de irkildik, boynumdaki elini çekmeden arkamda duran kapıya baktı ve onun gözlerinin kapıya dokunmasıyla eş zamanlı olarak kapı birdenbire açıldı.
“Ceyhun?” Boynumdaki elini çekmeden arkamdaki adama bakmaya devam etti. “İşin erken bitmiş.”
“Evet.” Sesin sahibini göremiyordum ama tehlike sayısı bir anda ikiye çıktığı için kalbim yine korkuyla çırpınmaya başlamıştı. “Bu da kim?”
Boynumdaki eli yavaşça kayarak tenimden ayrıldı, çemberin bir duman gibi dağıldığını hissettim. Omzumun üzerinden sesin geldiği yöne baktım. Açık kahverengi gözlere sahip, kumral saçları dağınık bir adam hemen karşımda duruyordu. Gözleri yavaşça beni odağına aldı, sonra bakışları beni es geçerek beni Semih diye bir adamın gönderdiğini sanan deliye çevirdi.
“Bu kız kim, Efken?” diye tekrarladı sorusunu. Bir an duraksadım. Efken… Efken onun adı mıydı? Daha önce hiç eşine rastlamadığım bir isimdi bu ama tuhaf bir şekilde de zihnimde hep var olmuş bir isim gibiydi. Bir tanıdıklık hissi, onun hissiyle birlikte zihnimi ve kalbimi yoklamıştı.
“Ben de bunu çözmeye çalışıyordum,” dedi Efken, sesi öfkesinden bir şeyler kaybetmemişti. Beni sol bileğimden yakaladı. “Ve kendisi aynı zamanda pek de profesyonel olmayan bir hırsız. Ben Semih’in bir oyunu olduğunu düşünüyorum.” Beni sertçe itince panikle gözlerim irileşti. Bir an dengemi kaybettim, itilmenin etkisiyle dizlerimin üzerine düştüm. Siyah, ışığı emdiği anda aralarında kızıl teller beliren uzun, gür saçlarım yüzümün önünü örterken gözlerimi hırsla yumdum. Canım acımamıştı ama kendimi çok aşağılanmış hissetmiştim. Dişlerimi sıkarak ağzımın ucuna gelen çığlığı bastırdım çünkü o çığlığı savurarak arkamdaki adama saldırmak istiyordum ve bunu yapmamam gerektiğinin de farkındaydım.
Ceyhun’un adımlarının bana yaklaştığını fark edince hızla geri çekilmeye çalıştım, Ceyhun anında durdu, saçlarımın arasında oluşan parmaklıklardan onun gözlerinin içine baktığımda, onun da benim gözlerimin içine baktığını görmüştüm. Sorgulayıcı bakışları daha fazla korkmama neden olmuş olsa da bu korkunun rengini ona göstermeye niyetim yoktu.
“Semih’in mi?” Bu soruyu sorarken açık kahverengi gözleri gözlerimdeydi. “Emin misin?”
“Tam sayılmaz,” dedi Efken, sesi düşünceliydi. Kaşlarını çattığını onu göremesem de hissedebilmiştim. Hırçın bakışları sırtımı kırbaçlıyor olmalıydı.
“Bundan emin olmadan neden kızı itip kakıyorsun?” Ceyhun’un sesi sert çıkmıştı. Yavaşça elini uzattı, gözlerimin içine bakarken başını beni rahatlatmak istiyormuş gibi ılımlı bir şekilde salladı. “Kalk.”
“Sana onun bir hırsız olduğunu söylüyorum,” dedi Efken. “Neyi çaldığını tahmin bile edemezsin.”
Ceyhun’un gözleri kısaca Efken’e dokundu: “Paranı mı çaldı? Eğer öyleyse, bırak gitsin, çünkü zaten tüm şehri zengin edebilecek kadar çok paran var.”
“Sana neyi çaldığını tahmin bile edemeyeceğini söylemiştim,” dedi sadece Efken.
Ceyhun başını iki yana sallayarak bana baktı. Kendimi aslanın avı olan ceylan gibi hissediyordum ve iki tane aslanın ortasında durmuş, onlar tarafından kıstırılmış, öylece ölümü bekliyordum. Ceyhun’un bana uzattığı eline, ardından da açık kahverengi gözlerine baktım. Onun da tıpkı benim gibi aklı karışmış görünüyordu.
“Korkma,” dedi, sesi sakindi. “Sana zarar verecek değilim.”
Cevap vermedim, sadece bakıyordum ona. Çok korkuyordum, bu elimde değildi, bu korkuyu durduramıyordum. Kalbim şeytanın elindeymiş, şeytan gözlerimin içine bakarak kalbimi avucuna hapsediyormuş, sonra da kalbimi sıkarak toz ediyormuş gibi hissediyordum. Bu korkuyu onun geçirebilmesinin imkânı yoktu. Babam olsaydı, ona sarılırdım ve bu korku buhar olup uçar giderdi.
Ama babam yoktu.
Bir an babamın karanlıkta yaptığı konuşma zihnime bir düğüm gibi oturdu, çözülmesi zor bir düğümdü ve büyüdükçe beni kendisine karıştırarak allak bullak ediyordu.
“Bırak şunu,” dedi Efken. “Boynunu kıracağım yoksa. Sinir etti beni.”
Ceyhun, Efken’e oranla daha güvenilir görünüyor olsa da bir yanım ondan da korkuyordu. Sanırım bu korkunun temelini kalbimde ur gibi büyüyen his atmıştı.
“Bir kadına nasıl davranacağını hâlâ öğrenemedin!” diye bağırdı Ceyhun. “Nasıl korkmuş, görmüyor musun? Ne biçim bir adamsın ya?” Bir kez daha güvenli gözlerle yüzüme baktı. “Kalk.”
“Sezgi’nin senin canına okumasını istiyorsun sanırım,” dedi Efken. Başımı yavaşça Efken’e doğru çevirdim, bana değil, büyük bir dikkatle Ceyhun’a bakıyordu.
Ceyhun’un gözlerini devirdiğini fark ettim, elini yavaşça salladı. Tam güvenip elimi onun eline uzatacağım sırada, “Dokunma ona!” diye gürledi Efken, zehirli bir yılanı dudaklarının arasından ortamıza bırakır gibi. “Kendi kalksın.”
Ceyhun sabır dilenir gibi tavana baktıktan sonra, “Kusuruna bakma sen bunun,” dedi. “Mağarasından çıkmak gibi bir alışkanlığı yok. İnsan görünce böyle tepkiler verebiliyor.”
Bakışlarım yabaniydi, bir süre sadece ikisini izledim. “Eh, yeter be!” dedi Efken sert bir sesle, hemen ardından eğilerek kolumu kavradı ve beni yukarı çekerek ayağa kaldırdı. “Kim olduğunu anlat, yalan söylemeden. Yalan söylediğini hissedersem o güzel kafanı bedeninden ayırırım.”
“Efken!” diye bağırdı Ceyhun, sesinde uyarı vardı.
“Sen karışma, o şu an bana ait.” Uçurum mavisi gözlerini yüzüme dikti. “Söyle. Kimsin?”
Korku, tıpkı içinde zehir taşıyan bir iğnenin ucu gibi derime saplandı, damarımı yakaladı ve kanıma karışmaya başladı. İçime karışan duygu öylesine yoğundu ki, gözlerimi güzel gözlerine diktim ve bu güzelliğe lanet ettim.
“Mahinev,” diye fısıldadım, sesim titriyordu. “Adım Mahinev.”
Mavi gözleri bir okyanusun dibine çökmüş ölüm gibiydi.
Okyanusun bile aşamayacağı kadar çok dalga bedenime çarpıyormuş da, bedenim her göğüs gerdiği dalgada ölüme biraz daha yaklaşıyormuş gibi hissediyordum. Uçurum mavisi gözlerinde daha önce hiç önüme çıkmamış, zihnime uğramamış cümlelerin silik harfleri uçuştu. Beni kendine doğru çekerken yüzündeki ifadesizlik, kan dondurucu bir katilinkinden farksızdı. “Adın bu mu?” diye sorarken sesi kelimelerin öldüğü bir roman sayfası gibiydi ama yüzünde zerre kas oynamıyordu.
“Evet,” dedim, sesim çatlamıştı. Efken gözünü bile kırpmadan yüzüme bakmaya devam ediyordu, öyle dikkatli bakıyordu ki sanki ruhumu görüyordu. Bakışlarımı başka yöne çevirme isteği kafamda dikilen, ölmemi bekleyen bir Azrail gibiydi, dayanamadım ve içimde biriken korkuyu açığa bırakarak gözlerimi ondan uğurladım.
“Anlamı ne?” Sorusunun arkasındaki gizemi koruyan gözleri beni izlemeye devam ediyordu ama ben ona bakmıyordum. Aramızda on santim kadar bir boşluk vardı, sıcak nefesi yüzümün her köşesine siniyordu.
“Yeni ay,” dedim. Titreyen nefesimi yavaşça dışarı verdim, ona bakmam gerektiğini fark ettim ve bakışlarımı ona doğru çevirdim. “Anlamı, yeni ay.”
Gözlerimin içine sanki ruhum, uzun yıllar önce çürümeye başlamış da ben bu çürümeyi henüz şimdi fark ediyormuşum gibi hissetmeme neden olacak bir yoğunlukla bakmaya başladı. Ceyhun’un gözleri de ikimizin üzerindeydi, hissedebiliyordum ama ben çürümüşüm gibi hissettiren gözlerden ayrılamadım. Efken usulca kolumu bıraktı, bana sırtını dönerek salonun diğer ucuna doğru yürüdü. Sırtı, okunu savurmak için gerginleşen bir yaya benziyordu.
Ortam sakinleşmiş sanıyordum ki, Ceyhun, “Kızı ne yapacağız? Hem neyi çaldığını da söylemedin,” dedi. Benden bahsettiği için gözlerim dehşetle açıldı, Ceyhun’a korkumu gizleyemeden baktım.
“Şimdilik yapacak bir şey yok,” dedi Efken, sırtı hâlâ bize dönüktü, yüzünü göremiyordum ama içimden bir ses onun da benim gibi düşünceli olduğunu söylüyordu; belki de düşünceler zihnini aşıp, ruhuna dökülmeye başlamıştı. “Amacının ne olduğunu anlayana kadar göz önünde tutacağım. Hiçbir yere gidemez.”
“Bu basbayağı birini alıkoymak,” dedim pürüzlü bir sesle. Ceyhun burnundan sert bir nefes verince, bakışlarım onu buldu. Kollarını göğsünün üzerinde katlamış, sırtını kapıya yaslamış sessizce beni izliyordu. Eğleniyor gibi bir hâli vardı.
“Burada işler böyle ilerliyor,” dedi Ceyhun. “Ayrıca Efken’in eline düşmen zaten senin tam bir şanssız olduğunu gösteriyor. Seni kırk parçaya bölüp kırk farklı dağa gömmediği için dua etmelisin.”
Son kurduğu cümle Efken’in biraz önce kurduğu cümleyle aynı olduğundan kanım donmuştu. Böyle bir şeyi yapabilecek olmasını düşünmek bile olduğum yerde buz tutmama neden olmuştu. Beynime bir ok saklanmış ve düşüncelerimi kana bulamış gibi yavaşça, “Ne?” diye kekeledim. Ceyhun’un dudaklarını rehin alan alaycı sırıtış genişledi. Bu daha da ürpermeme neden oldu.
“Kes şunu,” dedi Efken, deri koltuktaki yerini almıştı. Uzun, ince sol bacağını sağ dizinin üzerine koydu. “Benim küçük avımı ürkütüyorsun.”
Av mı demişti o?
Ceyhun gülerek başını iki yana sallarken ensesini ovuyordu. “Cidden bombokluğun tam ortasına düştün.”
Dudaklarım endişeyle titredi. “Ne söylemeye çalışıyorsun?”
“Senin gerçekten kim olduğunu ve amacının ne olduğunu öğrenene kadar sana istediği her şeyi yapacak…” Duyduklarım gözlerimin yerinden çıkacak gibi irileşmesine neden olmuştu. Ceyhun gözlerimin içine acıyarak baktı. “Her şeyi…”
Birden tüm dünyam karardı, bilincimin bir nehrin içinde sırtüstü yüzerek benden uzaklaştığını hissettim ve tüm sesler kesildi.
❄️
Bedenim hiç rahat değildi.
Gözlerimin üzerinde mum erimiş gibi hissediyordum. Sanki gözlerim açıktı ama gözlerimin önünde, harelerimin etrafına dağılarak donmuş bir mum kalıbı vardı. Gözlerimi defalarca kez açmaya çalıştım, bu bir savaşa dönüştüğünde ise bu savaşın mağlubu olacağımı anlamıştım.
Ne kadar sırtım yumuşak bir yere serilmiş olsa da dikenli bir şeyin üstünde yatıyormuşum gibi hissediyordum. Olmam gereken yerde değildim.
Ruhum hiç rahat değildi.
Birinin içinde olduğum odanın zeminine düşen adım seslerini duydum. Kalbim şimdi yeniden doğmuş bir bebeğin kalbi gibi atışlarını kazanmıştı ama öyle şiddetli atıyordu ki, sanki vücudum kalbimi nasıl kullanması gerektiğini bilmiyordu. İçimdeki bütün cesaret sığınakları Efken tarafından ateşe verildiğinden, tüm korkularımla yüzleşip, korkularımın kanatlarının altına girmiştim.
Yüzümde dolaşan bakışları hissettim.
“Bu kim kim?” diye sordu bir kadın, sesi çok genç ve güzel geliyordu, onu göremesem de sesinden yola çıkarak güzel bir kadın olduğunu düşünmüştüm. Ses zihnime ulaşmayı başardığında rahatsızca kıpırdandım, beni izlediğini biliyordum ve bu bedenimdeki ağrının şiddetlenmesine neden oluyordu.
“Tanıştırayım, Efken’in yeni oyuncağı,” dedi tanıdık bir ses, zihnime girip çıkan birkaç bıçak darbesi sonunda bu sesin Ceyhun’a ait olduğunu anlamıştım. “Zavallı kız. Eğer kendini aklayamazsa, Efken onu mahveder. Ona gerçekten acıyorum.”
“Gerçekten hırsızlık mı yapmış?” diye sordu aynı nazik kadın sesi. “Hiç inanasım gelmiyor. Yüzüne baksana, hiç öyle taraklarda bezi olan birisi gibi durmuyor.”
“Bana da öyle geldi,” dedi Ceyhun, sıkıntılı bir nefes verdi. “Efken onun neyi çaldığını söylemiyor ama kızın neyi çaldığını düşünüyorsa, sanırım bu şey çok önemli.”
Kart… Kart onun için neden bu kadar çok önemliydi ki? Sanırım Efken haklıydı, benimle oynamıyor, bu kartı gerçekten çaldığımı düşünüyordu.
“Efken’in onu mahvetmesine izin veremeyiz, öfkelendiğinde nasıl birine dönüştüğünü iyi biliyorsun,” dedi genç kadın sesi, kelimelerine endişenin mürekkebi bulaşmıştı.
İrkildim. İnsanlar tıpkı benim gibi korkuyor muydu ondan? Kalbim yine aynı korku hissiyle gümbür gümbür çarpmaya başladı. Kemiklerime balyozla vuruluyormuş gibi hissetmeme neden olan bu hissin karnıma açtığı delik öylesine derindi ki, sanki biri beni karnımdan bıçaklamıştı. Sessizce onlara kulak vermeye devam ettim. Gözlerimin önündeki karanlığı alışmıştım, seslerin geldiği yönü takip ederek zihnimi aydınlatmaya çalışıyordum.
“Efken bu işin Semih’in başının altından çıktığını düşünüyor, kıza yazık etmese bari,” dedi Ceyhun.
“Gerçekten Semih’in gönderdiği bir kadın olamaz, değil mi?” diye sordu kız tedirginlikle. “Hiç onun yanında dolanacak birine benzemiyor. O herifi son gördüğümde yanında şişme bebekleri vardı.” Kızın sesindeki tiksinti dikkatimi bir hayli çekmişti.
“Bence de Semih’le bir alakası yok.” Ceyhun’un yüzümü incelediğini hissettim. “Semih’in erişebileceği, yanında tutabileceği türden bir kadına benzemiyor. Paralı asker olabilecek bir kapasitesi yok gibi.”
“Bence de,” dedi genç kadın. “Efken’in de Semih’in ilgisi olmadığının farkında olduğunu düşünüyorum. Belki de kızı çok beğendi ve kendine sakladı.”
Kalbim endişeyle sıkıştı.
“Efken’den bahsediyoruz,” dedi. “Asla bir kadını beğendiği için alıkoymaz, hiçbir kadını da kendine saklamaz. Daha farklı bir şey var…”
“Haklı olabilirsin ama en nihayetinde Efken’in de bir erkek olduğunu unutmamak gerek,” dedi genç kadın, bakışlarını bana çevirdiğini hissettim. “Onu uyandıralım mı? Zavallı, ne zamandan beri aç acaba? Yüzündeki kan çekilmiş.”
“Efken gibi biriyle birkaç saat geçirmek bile ölüm gibidir,” dedi Ceyhun gülerek. “Uyandığında bir şeyler yer. Sonra da olup bitenleri bir de onun ağzından dinleriz.”
“Bu kız ne söylerse söylesin, Efken kafasına bir şeyi koyduysa, onu hiçbir şey kararından döndüremez,” diye fısıldadı genç kadın, sesindeki ümitsizlik beni kış ayında çırılçıplak kalmışım da kar taneleri tenime tutunuyormuş gibi hissetmeye itti. “Umarım her şey iyi olur.”
“Her neyse,” dedi Ceyhun konuyu değiştirmek istiyor gibi. “Biz karışmasak iyi olacak. Bu arada Yaren hâlâ gelmedi mi? Onu göremedim.”
“Hayır,” dedi genç kadın, sesi hâlâ tedirgin geliyordu. “Sanırım yine İbrahim’in yanında. Efken öğrenirse Yaren’i de İbrahim’i de mahveder.”
“İbrahim’in kötü niyetli olmadığını biliyor aslında,” dedi Ceyhun derin bir nefes alarak. “Sadece sorun şu ki, İbrahim çok yanlış bir kişiye tutuldu.”
“Efken’i hiç anlamıyorum.”
“Anlamaman normal. Söz konusu, Kalpsiz Kral,” dedi Ceyhun gülerek. “Onu aşka inandırmak, deveyi hendekten atlatmaktan daha zor. Hatta imkânsız.”
“İbrahim’den öğreniyorsun sen şu garip deyimleri,” dedi kız gülerek. “Bazen gerçekten İbrahim’e inanacak gibi oluyorum. Ne tuhaf laflar biliyor…”
Ceyhun’un tekrar güldüğünü duydum, hiçbir şey anlamamıştım. Bilincim yeniden karanlık bir girdabın içine çekilmeye başladı, kelimelerim o koca hortuma kapıldı, mantığım sürüklenerek benden uzaklara gitti ve bu kez karşı koymadım; kendimi o karanlığa teslim ettim.
“Ne çok uyuyorsun.” Zihnimin ışıklarını yakan bu sesin sahibiydi. Gözlerimi yavaşça aralamayı başardığımda odağıma giren ilk şey, odanın karanlık tavanı olmuştu. Ağzımın içinde acı bir tat dolanıyordu, dişlerimin köklerinin bile ağrıdığını hissediyordum. Bakışlarım tavandaki karanlıktan yıldız gibi kayarak sesin geldiği yöne aktı. Başta bulanık olan görüntü usul usul netleşti. Kızıl saçları yüzünün iki tarafından akarak omuzlarına inen, yeşil gözleri ateş gibi parlayan, bembeyaz tene sahip güzel bir kadın karşımda belirdiğinde donup kalmıştım. Kadın tıpkı bir tanrıçaya benziyordu.
“Günaydın,” dedi geniş gülümsemesini kaybetmeden.
Sesi bir an çok tanıdık gelmişti. Daha önce duymuşum gibi… Bir süre uyku esiri gözlerle kızı inceledim. Sonra yavaşça doğruldum ve sırtımı yatak başlığına yaslayarak şakaklarımı ovuşturmaya başladım.
“Sabah mı oldu?”
“Öğlen,” dedi kız neşeli bir sesle. “Sanırım Efken seni fazla yordu, ha?”
“Ne?”
“Bilirsin…” Sırıtışı yüzüne dağılarak genişledi. “Çok yordu mu seni?”
Ne demek istediğini bir türlü anlayamadığımdan kıza alık alık baktım. Kaşlarını kaldırıp dudaklarını büzerek, “Aoov!” diye fısıldadı. Tıpkı saçları gibi hafif kızıl tonlarındaki biçimli kaşları çatılmıştı ama yine de gülümsemeye devam ediyordu. “Her neyse! Bir şeyler yemek ister misin?”
Kurt gibi aç olsam da başımı olumsuz anlamda iki yana sallayıp, kızın yeşil gözlerine dikkatle baktım. “Burası neresi?”
“Dün neredeysen, bugün de oradasın.”
Başıma şiddetli bir ağrı saplandı, kızın söylediği de bu ağrının üzerine baskı uygulayınca kaşlarımı çatıp parmaklarımı alnıma bastırdım. “Tam olarak hangi şehirdeyiz?” diye sordum başıma baskı uygularken. “Hangi il, hangi ilçe? Lütfen, gerçekten delirmek üzereyim. Gerçek bir cevaba ihtiyaç duyuyorum. Saçma sapan şeyler düşünmeye başladım ve bu çok korkutucu.” Ağrıya rağmen büyük bir panik hâlinde söylediğim bu sözler, kızın yüzünün ortasındaki şaşkınlığın bir çiçek misali yapraklarını açmasını sağladı. Kaşlarını kaldırarak bana baktığı sırada duraksamıştı.
“Sakin ol,” diye mırıldandı.
“Sakin falan olamam ben,” dedim aniden yükselerek. “Neredeyiz, bilmek istiyorum.”
Kız allak bullak bir ifadeyle, “Varta,” dedi. “Varta şehrindeyiz.”
“Siz kafayı mı yediniz?” diyerek yataktan fırladım, ellerimi saçlarımın arasına daldırıp hafif yağlanmış saçlarımı çekiştirerek odanın içinde volta atmaya, telaşla bir ileri bir geri yürümeye başladım. “Ne Varta’sı? Mahallenizin adı mı Varta? Ne bileyim, semtinizin falan? Türkiye’de Varta diye bir şehir yok! Mahalle ya da semt bile olduğundan şüpheliyim. El birliğiyle beni delirtmek mi istiyorsunuz siz?”
“Öncelikle sakin olur musun?” Kız bana sert bir ifadeyle bakıyordu, şaşkındı ama bağırıp çağırdığım için o da gerilmişti. “Ayrıca ne Türkiye’sinden bahsediyorsun? Bence senin bir doktora görünmen gerek. İbrahim’de olan psikolojik problemin aynı sende de var sanırım.”
Duraksadım. “Biz Türkiye’de değil miyiz?” diye sordum, parmaklarım saçlarımın arasında donup kalmıştı.
“Türkiye?” Bana tuhaf tuhaf baktı. “Türkçe konuştuğumuz için kafanızdan bu dile uygun Türkiye diye bir şehir falan mı çıkardınız siz? İbrahim’in akrabası olma ihtimalin mi var senin?”
“Türkiye şehir değil,” dedim. “Ülke. Neden bilmiyor gibi konuşuyorsun? Üstelik evet, Türkçe konuşuyorsun. Neler oluyor?”
“Türkçe konuşuyorum, çünkü dilimiz Türkçe. Sırf Türkçe diye bir dil kullanıyoruz diye ondan türettiğiniz isimden bir ülke mi yarattınız kafanızda?”
“Neden benden çoğul biriymişim gibi konuşuyorsun?” diye sordum dehşet içinde.
“Sendeki sorunun aynısından bir arkadaşımızda daha var. Ya gerçekten Semih’in maşasısın ve İbrahim’in durumunu bilip bizimle oynuyorsun ya da sana diyebileceğim tek şey, bir doktora görünmen gerekiyor.” Kız bana korku dolu gözlerle bakıyordu. “İyi değilsin.”
“Arkadaşın kim?” Ona tıpkı onun da bana baktığı gibi korkuyla bakıyordum. “Neler oluyor? Nasıl bilmezsin…”
“Burası Varta,” dedi kız bana aptala anlatıyormuş gibi yavaşça konuşarak. “Farklı bir ülkeden misin? Birçok ülke ismi biliyorum ama haritada Türkiye diye bir ülke yok. Seni anlayamıyorum.”
“Varta mı?”
“Biz Varta şehrindeyiz şu anda. Bulunduğumuz şehre Mavi Yaka da deniyor. Haritanın mavi kalan kısmındayız. Sen dış ülkeden mi geldin?”
“Ha?”
“Cidden beni ürkütmeye başladın.”
“Asıl beni ürküten sensin,” dedim sertçe. “Mavi Yaka ne ya? Şirinler falan da var mı? Avatarlar, mavi insanlar falan?”
Kız, “Söylediklerinden hiçbir şey anlamıyorum,” dedi ve ekledi: “Yoksa seni İbrahim falan mı yolladı? Efken’e böyle küçük şakalar yapmayı çok sever.”
Sırtımı kapıya dönüp, geri adımlarla yürürken başımı iki yana sallıyordum. “Siz aklınızı kaçırmışsınız,” diye fısıldadım, korku şimdi her yerdeymiş ve attığım her adımda daha da büyüyormuş gibi hissediyordum. Aniden sert bir cüsseye çarpınca durmak zorunda kaldım. Çarptığım cüssenin sahibi Ceyhun’du. Ondan hızla uzaklaşarak, “Bana burada neler olduğunu söyleyin!” diye bağırdım şiddetle.
“Hey!” Kız bana doğru yürüdü, ellerini havaya kaldırarak beni sakinleştirmek ister gibi anlayışla gözlerimin içine baktı. “Sakinleş, tamam mı? Neler olduğunu anlat bize.” Gözleri Ceyhun’a kaydı. “Türkiye diye bir yerden bahşediyor. İbrahim gibi.”
Ceyhun duraksadı.
“Burada olmamalıyım,” dedim başımı iki yana sallayarak. Alnımı kırıştırdım. Ağlamak üzereydim. “Burada yanlış giden bir şeyler var, anlıyor musunuz beni? Ben buraya ait değilim. İstanbul’da olmadığımıza emin misiniz?”
“İstanbul?” Ceyhun’un sesi ilginç bir şey duymuş gibi şaşkın çıkmıştı.
“Evet?” dedim hızla ona doğru dönerek. “İstanbul?”
“Sen oradan mı geldin?”
“Evet!”
“Ne bağrışıyorsunuz amına koyayım, uyku uyutmadınız!” Efken’in gür sesi kendinden hemen birkaç saniye önce odayı doldurdu. Gözlerim Ceyhun’dan hızla ayrılıp kapıda beliren adama kaydı. Uykulu bakan mavi gözlerinin beyazı kan rengini almıştı. Siyah kavisli kaşları çatık görünüyordu, sert bir ifadeyle doğrudan bana bakıyordu. Altındaki siyah eşofman dışında üzerinde tek bir kumaş parçası bile yoktu. Karnında dilim dilim duran derin kas kütlesi gözlerimin orada bir süreliğine esir kalmasına neden olmuştu. Gözlerimi hızlıca ondan kaçırdığımda yanaklarımın baskıyla yandığını hissetmiştim.
Ceyhun’a, “Oraya nasıl gidebilirim, biliyor musun?” diye sordum hızlıca.
“Birader,” dedi Ceyhun, sesi tuhaftı. “Bu kız İstanbul diyor.”
“Bana da dedi dün.” Efken gözlerini kısıp beni süzerek konuşmuştu. “Ne bu İstanbul muhabbeti?”
“İbrahim İstanbul’dan geldiğini söyleyip durmuyor muydu, Efken? Türkiye muhabbeti falan…”
Bir an gözlerimin önünde umudun ışığı parıldadı. İbrahim bu umut ışığını yakan kişiydi ama onu tanımıyordum. Kimdi? Beklenti dolu gözlerim Ceyhun’a sırtında bir yalvarış yakarışla bakıyordu. Efken derin bir nefes alıp alaycı bir şekilde gülerken ben Ceyhun’a doğru ilerliyordum.
“İbrahim kırığın teki,” dedi Efken, sert sesi kurşungeçirmezdi, alayıyla insanı vuruyordu. “Bunun da ondan farkı yok gibi. İkisi de deli.”
Onu umursamadım. Şu an tek çarem bahsettikleri adam olmalıydı. “İbrahim kim?” diye sorduğumda tüm gözler üzerimdeydi.
“Sezgi,” dedi Efken, hemen yanımda duran kızıl saçlı kıza. “Bu kıza bir şeyler yedir. Biz dışarı çıkıyoruz.”
“İbrahim kim dedim!” diye cırladım ve bu Efken’in bakışlarının mekanik bir hareketle beni bulmasına neden oldu. Gözlerinin dibindeki uçurumda öldürdüğü insanlarla karşılaştım. O insanlardan biri de ben olabilirdim. Gözlerinin içinde bana doğrulttuğu siyah namluyu görmüştüm.
“Sesin çok çıkıyor,” dedi, sesindeki tehlike bir iki adım geri atmama neden oldu. “Canını yakarım ve inan bana, senin canını yakmaktan alacağım zevkin haddi hesabı yok.”
“Hiçbir şey yapamazsın,” diye meydan okudum, bunu neyime güvenerek yapıyordum bilmiyordum ama beni öldüreceğini de bilsem ona boyun eğmeyi kabul edemezdim. Beni gerçekten öldürebilir miydi? İşte bunu bilmiyordum. Gözünü kırpmadan birini öldürebilecek birisi gibi görünüyordu.
Parmağını tekrar kaldırdığında, şimdi ellerine daha dikkatli bakabilme şansına sahiptim. İlk dikkatimi çeken şey güçlü, uzun ve damarlı görünen ellerindeki dövmeler olmuştu. Tam yumruğunun üzerindeki eklemlerin biraz üzerinde büyük harflerle GEBER yazıyordu, parmaklarındaysa küçük minyatür bir elmas, tuhaf harfler, minyatür bir terazi, yine terazi ve elmas gibi minik şekilde kar tanesi, su damlası, hançer ve birkaç şeklin daha oluşturduğu karmaşık ama estetik görünen dövmeler vardı. Diğer elinin aynı yumruk eklemi kısmında da YAŞA yazıyordu. Ve tabii ki dövmeli parmaklarını saran kaba yüzükleri vardı…
Teni esmer olduğu için dövmeleri o loş ortamda seçememiş olmam normaldi, üstelik onu ilk gördüğüm anda büyük kum torbasını yumrukluyordu ve parmaklarının bir kısmını örten eldivenler takmıştı. Vücudunda elleri dışında bir dövmesi olmadığına neredeyse emindim, belki bacaklarında bazı dövmeler olabilirdi ama üst kısmı tam anlamıyla boştu.
“Senin sesin çok çıkıyor,” dediğinde gözlerim usulca dövmeli parmaklarından uzaklaşarak onun elmas mavisi gözlerine tutundu. “Benim sabrımı fazla zorluyorsun. Zor kızı oynamayı bırak ve sana denileni yap.”
“Bu zamana kadar senin söylediğin her şeyin olmasına alıştın sanırım,” dedim aniden kendimi tutamayarak. Başım dönüyordu, midemde derinlemesine inen bir ağrı vardı ve ensemin de sızladığını hissediyordum. Efken’in bakışları aniden mürekkep misali dağıldığı noktada sert bir cümle oluşturarak bana çevrildi. Öyle çok içime işleyen bir bakış göndermişti ki, elimde olmadan olduğum yerde bir adım gerileyerek sertçe yutkundum.
“Şunun sesini kes, Sezgi,” dedi Efken gözlerini gözlerimden ayırmadan. “Aksi takdirde, ben susması için ağzını doldurmak zorunda kalacağım.”
“Kurşunla mı?” diye sordum gözlerimi yüzüne dikerek.
Dudakları zehirli bir kıvrımla yukarı çekilir gibi oldu ama bu anlık bir çekilmeydi, ardından ifadeleri gözlerine tutunamayarak düştüler ve yüzü buz gibi bir duvara dönüştü. “Beni tanımıyorsun,” dedi, sesinden dökülen tehlike yüreğimi ağzıma getirse de bakışlarımdaki gücü kırmaya yetmedi. “Tanısaydın, ağzını neyin dolduracağını iyi bilirdin.”
“Sen tanımak istediğim son kişi bile değilsin,” diye mırıldandım, beni duyduğunu biliyordum ama korku ne kadar şiddetli olsa da kanımda da bastıramadığım bir öfke akışı vardı.
“Bırak da buna zaman karar versin,” dedi sadece, sesi şiddetli bir rüzgâr gibi saçlarımın arasından geçerek düşüncelerime sızdı ve zihnimde taşıdığım kelimeleri taşa çevirdi.
Eğer kaçmak gibi bir girişimde bulunursam canıma okuyabilirdi. Bunu yapabileceğini biliyordum. O karanlığın pençesi gibi boğazıma saplanan mavi gözlerinde görmüştüm bunu. Sessizce yüzüne baktım, yutkunmamak için kendimi sıkıyordum. Mavi gözleri bir müddet daha yüzümde oyalandı, bakışlarındaki tehdit karnıma ağrılar saplanmasına neden oluyordu. Korkak görünmek bu hayatta isteyeceğim son şey bile değildi. Evet, cesaretin cesedini önüme fırlatıp atmıştı ama içimde bir yerlerde hâlâ nefes alan korkusuz bir taraf olmak zorundaydı.
Adının Sezgi olduğunu öğrendiğim kızıl saçlı kız beni yavaşça kendine doğru çekerek, “Ona aldırış etme,” diye fısıldadı. “O her zaman kaba bir mağara adamıdır.” Sadece ikimizin duyabileceği tonlamaya indirdiği sesi bana güven vermeye hiç yetmiyordu.
Efken ve Ceyhun birlikte odadan çıktıklarında, evden ayrılacaklarını bilmenin umuduyla bakışlarımı Sezgi’ye çevirdim. Yeşil gözleri yüzümün ortasına ekilmiş bir çiçek gibiydi, benden ayrılmıyordu. Beni bırakmasını istesem, bunu yapar mıydı? Gitmem gerekiyordu, suçlu falan değildim, beni burada tutmasının anlamı yoktu ve bence Sezgi de içten içe bunun farkındaydı. Göz göre göre böyle bir adamın tutsağı olmama izin vermezdi, değil mi?
Bakışlarımdan işkillenmiş olacak ki, “Unut bunu,” diye fısıldadı, gözlerinde tedirgin gölgeler uçuşuyordu. “Lütfen bana zorluk çıkarma, olur mu?” Dış kapının kapanırken çıkardığı sesi duydum, içimde bir özgürlük alevi yanmaya başlamıştı ve tek ihtiyacım olan, Sezgi’nin o ateşin içine bir çıra bırakmasıydı.
“Benim gitmem gerekiyor, bana yardım edemez misin?”
“Hayır,” dedi Sezgi başını iki yana sallayarak. “Bunu yapamam, sonum olur.”
“Neden? Sen onun arkadaşı değil misin? Kaçtığımı söylersen buna inanır.”
Sezgi birkaç saniye gözlerimin içine baktı, kararsız gibi duruyordu. Hem bana yardım etmek istiyor gibi bir hâli vardı, hem de başını belaya sokmaktan korkuyor gibiydi.
“Nereye gideceğini bile bilmiyorsun, seni nasıl bırakırım?” diye sordu içtenlikle. “Efken karanlık bastırmadan seni bulur. Nasıl bir iz sürücü olduğunu bilmiyorsun. Seni bulduğunda her şey daha kötüye gidebilir. Bu defa suçsuzluğuna onu Tanrı bile inandıramaz.”
“O adamın gözlerindekini görmedin mi?” diye sordum dehşetle. “O adam Tanrı’ya bile inanmaz.”
“Doğru,” diye fısıldadı Sezgi, bu cevabı tenimden buz gibi bir ürpertinin kayıp gitmesine neden olurken ona bakakalmıştım. Sezgi beni arkasında bırakarak yavaşça odadan çıktı, nereye gittiği konusunda bir fikrim yoktu ama dış kapının kilitli olduğunu biliyordum. Belki pencerelerden birini kullanıp dışarı sıvışabilirdim ama aşırı yorgundum, birkaç metre koştuktan sonra yüzüstü yere düşerdim ve Sezgi de beni kolayca yakalardı. Belki Sezgi’yi alt edebilirdim ama Ceyhun ve Efken’in nereye gittiklerini bilmiyordum. Belki de çok yakınlardaydılar ve Sezgi’nin tabiriyle çok iyi bir iz sürücü olan Efken beni anında enselerdi.
Dişlerimi gıcırdatarak yatağın üzerine çıktım, bağdaş kurup oturduğumda başımdaki ağrı biraz azalmıştı ama midem hâlâ bulanıyordu. Kafamda cevap bulamamış binlerce soru vardı, ne yapacağımı bilmiyordum, buradan nasıl kurtulacağımı bilmiyordum. Muhtemelen evdekiler yokluğumu fark etmiş olmalıydı, belki de babam polislerle birlikte beni aramaya başlamıştı bile. Babamın güvenli kollarına öylesine ihtiyaç duyuyordum ki… Ama şimdi buradaydım, babamın gölgesinin üzerine öldürücü bir karanlık devirerek babamın gölgesini silen ve üzerime gece gibi çöken bir adamın kollarında.
“Baba, neredesin?” diye fısıldadım, yatağın kenarındaki pencerenin yarısını örten siyah, kalın perdeye bakarak. Dışarıdaki orman karlar altındaydı, çok geçmeden karların dokunduğu yeryüzüne yağmur düşmeye başladı. “Nasıl bir şeyin içine düştüm ben? Nasıl kurtulacağım buradan? Bu adamdan?”
Yağmur damlaları usul usul pencerenin camından kaymaya başladığında, yağmur damlalarının yanaklarımdan akmaya başlayan gözyaşları olduğunu düşünmüştüm. Oysa ağlamıyordum. Ağlamak istemiyordum. Yavaşça yorganın altına girerek yatağın içine sindim. Yağan yağmurun karların içine düşüşünü görebiliyordum. Ormanın içini tam olarak seçemememin sebebi sisti. Aniden gök gürüldeyince yatakta yavaşça sıçradım ve bu korku, yatakta daha da küçülerek cenin pozisyonunu almama neden oldu. Yaşım yirmi birdi ve bu korku, şu an kaç yaşında olursam olayım beni terk etmeyecek gibiydi.
Sezgi odaya elinde gümüş gibi parlayan bir tepsiyle girdi. Kalkmadan ona baktım, kaşlarını kaldırarak yüzüme baktığı sırada elindeki tepsiyi komodinin üzerine bırakmıştı.
“Bir yerin mi ağrıyor? İyi misin?” diye sordu, sesi ilgiliydi.
“Hayır,” diye mırıldandım gök gürültüsünün uğursuz sesi kulaklarımda çınlarken. “Hiçbir şey yok.”
“Yaren geldi,” dedi, tepsiye baktı. “Bir şeyler yesene.”
Kâsenin içinde dumanı tüten çorbaya baktım, bu görüntü iştahımı açmamış, midemin bulantısının daha da katlanmasına neden olmuştu. Karnım açtı ama sanki tek bir lokma yiyecek olursam, hem her şeyi çıkaracaktım hem de ağlamaya başlayacaktım.
“Yaren kim?”
“İbrahim’in sevgilisi,” diye fısıldadı. “Hani şu bahsettiğimiz adam.”
Gözlerim birden umutla iri iri açıldı. “Onu görebilir miyim?”
“Tabii,” dedi Sezgi kısık sesle. “Durumunu biliyor, senin için çorba yaptığım sırada biraz özetledim. Bu arada ismin nedir?”
“Mahinev.”
“İlk kez duyuyorum,” dedi şaşkınlıkla. “Tuhaf ama güzel bir isimmiş.”
“Teşekkürler,” diyebildim, aklım karman çormandı. Bana yardım etmeyeceğini bildiğimden Sezgi’ye karşı öfkeli hissediyordum ama o, benim aksime öyle içtendi ki, bana karşı yaklaşımı ona öfkeli hissetmemi engelliyordu. Yine de o adamın arkadaşıydı işte. Ne beklenebilirdi ki?
“Şimdi çorbanı iç, dünden beri hiçbir şey yemedin. Güçsüz düşmeni istemem.”
Yüzüne uzun uzun baktım. Canım hiçbir şey istemiyordu ama yine de Sezgi’nin içtenliğine daha fazla duvarlarla karşılık vermek istemediğimden çorbadan birkaç yudum içtim. Midem bulandığı için çorbayı içmek benim için bir eziyetten farksızdı, yine de kusmadığım ve ağlamadığım için şanslıydım.
Odadan Sezgi ile birlikte çıktığımız sırada uzun tırnaklarımı avucumun içine saplayıp, avucumun içinde hilal desenleri çıkarmaya başlamıştım. Çok gergin hissediyordum. Sınıfa yeni gelen o kız gibiydim, sanki hem arkadaşım yoktu, hem de sınıftaki tüm kızların bir numaralı düşmanıydım. Dar, karanlık koridoru aşıp salona girdiğimde, koltuğun kenarında oturan siyah saçlı, tıpkı saçları gibi kopkoyu renk gözleri olan esmer, zayıf kızı görünce bir an irkildim.
Yabancı insanlara karşı anında duvar örmek gibi bir huyum vardı, yüzümdeki ifadeler geri çekilirken kıza soğuk gözlerle baktım. Kendimi tedirgin hissettiğimi anlamış gibi dudaklarına hafif bir tebessüm çizdi. Sanki bana benim düşmanım olmadığını ifade etmeye çalışıyor gibiydi. Sezgi’nin yönlendirmesi doğrultusunda kızın tam karşısındaki deri koltuğa oturdum. Koyu renk gözler yüzüme mıknatısın artı kutbuna yaklaşan eksi kutbu gibi yapışmıştı.
“Gerçekten de İstanbul’dan mı geldin?” Yaren bunu sorarken sesindeki ilginin büyüklüğü beni şaşkına uğratmıştı. Neden İstanbul’dan peri masalında duyduğu bir yerden bahsediyormuş gibi heyecanla bahsediyordu ki?
“Evet,” diye mırıldandım, gözüm isteğim dışında kapıya doğru kaydı. Şimdi kapıya koşsam, çıkıp gidebilir miydim? Acaba kapı şu an kilitli miydi? Yaren eve geldiğinde sokak kapısını kilitlemeyi unutmuş olabilirlerdi. Derin bir nefes alarak tedirgin bakışlarımı kızın koyu renk gözlerine çevirdim. “Aslında gelmedim, gözlerimi açtım ve buradaydım.”
Sezgi ve Yaren’in kısaca bakıştıklarını gördüm. Yaren huzursuz bir şekilde, “Aynı İbrahim’e olduğu gibi,” dedi. “Tamamen aynısı.”
“Ona da mı bana olanın aynısı oldu?” diye sordum panik içinde. “Onu da mı Efken kaçırdı?”
Yaren’in donup kaldığını fark ettim, Sezgi ise resmen kahkahayı basmıştı ama benim mimik oynatacak hâlim bile yoktu; Sezgi’ye kötü kötü baktım. Yaren başını iki yana sallarken, “Benim abim kimseyi kaçırmaz,” dedi, sesindeki kesinlik beni duraksattı.
“Efken senin abin mi?”
“Evet,” dedi Yaren. “Onun bu dünyadaki tek akrabasıyım.”
Sezgi, “Aslında kuzenler ama öz kardeş gibi büyüdüler,” dedi yavaşça.
Tek kaşımı kaldırdım. “Başka kimsesi yok mu? Senden başka?”
Yaren’in keyfi aniden kaçmış gibi duruyordu. Dolgun dudaklarını yalayıp top şeklindeki küçük burnunu çekti ve başını iki yana salladı; artık bana bakmıyordu. “Ailelerimiz bir suikasta kurban gitti,” diye mırıldandı. Koyu renk gözlerini yavaşça bana çevirdi, bakışlarındaki cam kırıkları sanki bana batmış gibi canımı yakarken yavaşça yutkundum. Onun koyu renk gözlerine bakarken, o an acının aslında yalnızca bana özel olmadığını bir defa daha anlamıştım. Acı, her eve uğrardı. “Abim ve ben şans eseri kurtulduk.”
Sezgi, “Bunu bir yabancıya anlattığını öğrense, seni keserdi,” dedi yavaşça, sonra da güldü. “Efken birilerinin onun hakkındaki yaralayıcı şeyleri bilmesinden nefret eder.”
“Üzüldüm,” diye fısıldadım. Efken’e acıdığım söylenemezdi ama benden küçük olduğu her hâlinden belli olan Yaren’e gerçekten üzülmüştüm.
“Sorun değil, biz bu şekilde yaşamaya alıştık.” Oturduğu yerden neşeli bir ruh hâline bürünerek kalktı, kollarını esnetti, Sezgi’nin omzuna hafifçe vurarak sırıttı. “Onu İbrahim’le görüştürmemiz gerekiyor. Burada da devreye sen giriyorsun. Biliyorsun, benim İbrahim ile buluşmam yasak. Eğer gizli gizli görüştüğümüzü öğrense beni eve kapatır, İbrahim’i de öldüresiye döver. Ve bu kez yaşa yazan yumruğuyla değil, geber yazan yumruğuyla vurursa, İbrahim kendi deyişiyle ‘Hakk’ın rahmetine’ kavuşur.”
Bir an Yaren’in boynuna atlayacakmışım gibi hissetsem de bunu yapmak yerine, ona minnet dolu gözlerle baktım. Sohbetimiz kısa sürmüştü ama yine de İbrahim hakkında bir şeyler öğrenmiştim. Üç yıl önce aniden buralara geldiğini, hiçbir şey bilmediğini ve tıpkı benim gibi konuştuğunu anlatmışlardı. İbrahim’e olan merakım katlanarak çoğalıyor, Yaren her onunla ilgili bir şey anlattığında deyim yerindeyse kulaklarımı dikerek Yaren’in anlattıklarını dinliyordum.
“Birazdan gelirler,” diyerek yerinden kalktı Yaren, bakışlarını bana çevirip kısaca beni inceledi. “Duş almak ister misin? Sana temiz kıyafetler verebilirim.”
Kızın benimkinin yarısı kadar olan ince fiziğine baktıktan sonra gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Çok kısa bir an için her şeyi unutup gülebilecekmişim gibi gelmişti. “Senin kıyafetlerinin bana olacağını sanmıyorum,” diye fısıldadım.
“Doğru,” dedi Yaren acımasızca. “Memelerin benimkinin iki buçuk katı falan olmalı…”
Yanaklarım anında ısınmıştı, bu Yaren’i gülümsetti.
“Dolgun kalçalar, büyük göğüsler ve ince bel her kadının hayalidir bence, özellikle benim gibi sopa yutmuş kadınların…”
“Gayet güzel bir fiziğin var,” diye mırıldandım.
“Çok kadınsı değilim, abimin de işine geliyor bu durum,” dedi Yaren, yüzü bir bebeğin yüzü kadar güzeldi ve kesinlikle fiziği de yediklerini çıkararak fit kalan mankenlerinkine taş çıkarırdı.
Sessizliğin kalın kumaştan yapılmış paltosu omuzlarımı örttüğünde dış kapının açılırken çıkardığı sesi duymuştum. Bakışlarımı yavaşça kaldırıp koridora baktım, gelenin o olduğunu biliyordum. Kadrajıma ilk giren Ceyhun oldu, üzerindeki lacivert montun kumaşı yağmur damlaları ve kar taneleriyle doluydu. Hemen arkasından Efken salona girdi ve bakışlarım onun mavi gözlerine takılıp kaldı.
“Sorun çıkardı mı?” diye sordu Efken, sesi demirden daha soğuk ve sertti, bakışlarını benden ayırıp Yaren ile Sezgi’ye çevirmişti.
Dişlerimi sıktım. “Kızın hiçbir şey yaptığı yok, Efken,” dedi Sezgi. “Abartıyorsun.”
“Bu hırsızın her an ne yapacağı belli olmaz,” dedi Efken, bir an ona gözlerimden ateşler fışkırıyormuş gibi öfkeyle, durduramadığım bir nefretle baktım ve o da bunu hissetmiş gibi gözlerini gözlerime mıhladı.
“Ben hırsız falan değilim!” dedim üzerine basa basa. “O kartı bana kimin verdiğini söyledim, bana inanmayan sensin. Üstüne üstlük bir de beni rehin aldın. Şu an yasaları göz önünde bulundurursak, suçlu olan tek kişi var, o da sensin.”
“Yasalar mı?” Efken bana acıyarak baktı. “Yasaları ben belirlerim, adaleti ben sağlarım. Nefes aldığım hiçbir yerde benden başka hiç kimse adaleti sağlayamaz.”
“Adaletsiz herifin teki mi söylüyor tüm bunları?” Efken, kurduğum soru cümlesinin üzerine bana beni felç edecek kadar kuvvetli gözlerle baktı. Birden sustum. Onun bakışları bir kum fırtınası gibi boğazımı doldurarak beni nefessiz bırakırken oturduğum yerden kalktım, onun yanından geçerek koridora doğru ilerledim ve evin kapısının önünde durduğumda bomboş gözlerle kapıya baktım.
Efken’in birdenbire arkamda belirdiğini hissettiğimde, kalbim öyle hızlı çarpıyordu ki… Beni bileğimden yakaladı, kendine doğru çevirdi. “Aklından bile geçireyim deme,” dedi, sesi sert, gözleri derindi. “Sakin görünüyor olabilirim, sana dokunmuyor olabilirim, boş boş konuşmana izin veriyor olabilirim ama tek adım daha atacak olursan, ecelinle tanışmış olursun.”
“Öldürür müsün?”
“Öldürürüm,” dedi gözlerimin içine kesin gözlerle bakarak. Sanki gözlerinden dökülen duygularla yeni bir ben büyütüyordu ve bu büyüyen ben, tüm geçmişini elinde tuttuğu ateşle yakıp kül edebilecek kadar güçlü ve gözü kara biriydi.
“Ailem beni arıyordur,” dedim kendimden emin bir sesle. “Eğer burada yaşanan her şey bir oyunsa, eğer beni alıkoyup benim aklımla dalga geçiyorsanız, hepinizi hapislerde sürüm sürüm süründürürüm.”
Efken başını iki yana salladı, kafasını eğip yüzünü yüzüme yaklaştırdığında aramızdaki o korkunç boy farklı bir miktar da olsa kapanmıştı. Burnundan verdiği sıcak nefes yüzüme çarpıyor, gözleri gözlerime ölümler asıyordu.
“Ya gerçekten delinin tekisin,” dediğinde gözlerini gözlerimden ayırmıyordu. “Ya da çok berbat bir yalancısın.”
“Ben yalancı değilim,” dedim dişlerimin arasından.
“O zaman delisin?”
“Burada olanların açıklamasını biraz daha bulamazsam, delireceğim, bu doğru,” dedim hırıltılı bir sesle.
“İçeri gir,” dedi Efken, yüzü yüzümle baş döndürücü bir yakınlık içerisindeydi.
Onu itmek istedim ama bunu yapamadım, çünkü benden çok daha güçlüydü ve bana karşı aşırı öfkeliydi; onu itecek olursam, bu defa o da bana fiziksel bir karşılık verebilirdi, bu da benim ölüm fermanımın altını imzalamış olmam demek olurdu. Yanından sıyrılıp geçerken içimde kalmaması için ona hafifçe çarparak geçmiştim ve bu bile onun boğazından derin bir hırıltı sesinin yükselmesine neden olmuştu.
Uyandığımda olduğum odaya döndüm, yanımda kimse yoktu, başımdaki ağrı yine kafamın her yanına dağılmıştı ve karanlığın bastırmasıyla korkular gün yüzüne çıkmıştı. Zaman hızla akıyordu, Sezgi ve Ceyhun’un evden ayrıldıklarını duymuştum ve gece, ortalığı inleten bir sessizlikle sinsice koynuma kıvrılmıştı.
Efken’in varlığının karanlık gölgesini hissedebiliyordum ama şu an bu odada olmadığı için biraz daha rahattım. Onun karanlık gölgesinin elleri boğazımda değilken, nefes alabilmek daha mümkün geliyordu. Dünden bu yana şu yaşıma dek hissetmediğim ne kadar ağır duygu varsa hepsini bir bir hissetmeye başlamıştım. Duyguları tüketmekten korkuyordum. Gecenin geç saatlerine kadar olduğum yerde oturup düşünmeye devam ettim. Birkaç kez sızıp uyuyakalmıştım ama uykularım o kadar hafifti ki, koridorda küçücük bir tıkırtı olsa anında gözlerimi açıyordum.
İçerisi soğuktu, şafak söküp gökyüzünü eceli hatırlatan soluk bir mavi rengine boyadığında yine kısa süren uykularımın birinden uyanmıştım. Avucumun içiyle gözümü ovuşturarak yavaşça doğrulup kalktım. Yavaşça odanın çıkış kapısına ilerlemeye başladığımda hafif bir nefes sesi zihnimi yokluyordu ama sesin çıkış noktasının neresi olduğunu kestiremiyordum. Odanın kapısını açmamla, koridora düşen şafağın renginin üzerime devrilmesi bir oldu.
Şimdi nefes sesleri daha yakından geliyor, sanki benim ciğerlerime aitmiş gibi içimi huzura buluyordu. Bakışlarım omzumun üzerinden kayarak koridorun diğer ucuna çevrildi, olduğum yerde çakılıp kaldığımı hissettim. Koridorun tavanındaki ahşap kirişe tutunmuş kendini yukarı çeken sırtı dönük adamın Efken olduğunu biliyordum. Bacaklarını dizlerinden kırmıştı, altındaki kot pantolonun bağlardı gergindi, üzerinde hiçbir şey yoktu ve kendini yukarı çektikçe sırtındaki kaslar dalgalanarak kasılıyor, kıvrımlar iç gıdıklayıcı kavisler oluşturuyordu. Sırtından sicimle inen ter damlaları belinin oyuntusundaki derin çukurlara gözyaşı gibi akarak giriyor, belindeki gamzeler teriyle dolup küçük su kuyuları oluşturuyordu.
Dudaklarım şaşkınlıkla aralandı. Birçok kez Miraç’ın da mutfak kapısının kirişine tutunarak yaptığı bu harekete aşinaydım ama Miraç, Efken kadar profesyonel yapamıyordu. Efken’in bedeni barfiks çekerken öyle garip bir uyum ve estetikle yukarı kalkıyordu ki, görüntüsünün korkunçluğunun aksine, kalıplı bedeni sanata ait bir dal gibi estetik görünüyordu.
Dudaklarının arasından, “İki yüz yirmi altı,” döküldü. Nefesini usulca geri bıraktığı esnada irkilerek bir adım geri attım, ayağımın altındaki ahşap parke attığım adımın etkisiyle gıcırdadı. Efken kendini yukarı çekti, çıkardığım gıcırtıyla eş zamanlı olarak o an orada öylece donup kaldı. Dikkat kesilmişti. Kalbime çarpan korku dalgası duygularımı boğmaya başladığında sadece onun sırtına bakıyordum.
“Orada kal.”
Sesindeki emir nasıl olmuştu bilmiyordum ama bedenimi resmen bağlamıştı, kıpırdayamıyordum. Sanırım bunun asıl nedeni içimi istila eden korkuydu. Efken kendini yavaşça aşağı bıraktı, bir kez daha yukarı çekti ve ben de kaslarının kasılışını izledim. Ardından yavaşça yere indi, ayakları yere bastığı an bakışları büyük bir şiddetle bana çevrildi. Yüzünün yarısı aydınlıkta, yarısı karanlıktaydı. Yüzünün aydınlıkta kalan kısmından gözyaşı gibi akan ter damlalarını görebiliyordum.
Gözlerinin rengi, şafağın rengiyle hemen hemen aynıydı.
Duvara dayalı olan ahşap sandalyenin sırtına gelişigüzel serilmiş el havlusunu alıp ensesine bastırırken, adımları bana doğru düşmeye başlamıştı. Onun attığı her bir adımda, kalbim ağrıyla yalpalıyor, korkuyla çarpıyor, göğsüm acıyordu. Çıplak, kemikli ayaklarının ahşap parkeye bıraktığı adım sesleri midemin kasılmasına neden olmuştu. Aramızdaki mesafe tamamen sıfırlandığında kafasını eğmeden, yalnızca gözlerini indirerek gözlerimin içine baktı. Bakışları, içimdeki korkuyu tetikliyordu. Kaşının hemen üstünde, şakağına doğru yatay duran dikiş izine baktım, erimiş, oldukça eski olduğu her hâlinden belli olan bir izdi; o izin oluşturduğu çukura takılan ter damlası bir türlü aşağıya akamıyordu.
Bir an dokunmak, o teri silmek istedim ama bunu yapamadım.
Ona bakarken göğsümden yıldızlar kayıyordu ve ölen her yıldız, hançer olup karnıma saplanıyordu.
Efken işaret parmağını kaldırdı, kalbimin atış sesini duymasından ölesiye korkuyordum. İçimden, beni öldürsün, diyordum. Öldürsün, ama kalbimin nasıl attığını duymasın.
İşaret parmağını burnumun ucuna yaklaştırdı ama parmağı burnuma temas etmedi. Gözlerimi işaret parmağına değil, doğrudan kılıç mavisi gözlerine dikmiştim. Parmağı yavaşça sus çizgime indi, duraksadım, parmak ucuyla sus çizgime dokunduğunda ayak bileklerim titriyordu. Gözlerini gözlerimden bir an olsun çekmeden parmağını üst dudağıma indirdi, geri çekilmek istiyordum ama adım atamayacak kadar büyük bir şoktaydım; sanki taş kesilmiştim. Bedenim karlar altında kalmış gibiydi. Bana uzattığı parmağının bağlı olduğu bileğinden yükselen nabız sesini duyabiliyordum ve bu, çok garipti.
Dudaklarımda alevi hissettim.
Parmağını yavaşça dişime sürtünce tepki veremedim, algılarım bir boşluğa saplanmıştı. “Isırıyorsun,” dedi karanlık bir fısıltıyla. Korku, yerini çok daha karanlık, onun bakışlarını hatırlatan bir duyguya bırakırken, alt dudağımı ısırıyor olduğumu fark ettim ve yavaşça dişimi, sapladığım dudağımdan çekip ağzımı sıkıca kapattım. Efken parmağını geri çekip, gözlerimin içine çok daha yoğun, iç ürpertici bir ifadeyle bakmaya başladı.
“Korkuyorsun,” dedi, sesi zehirli bir yılanın dişlerinde taşıdığı öldürücü zehir gibiydi, bense onun kelimelerinin her tadına bakışımda, ölümün tadına biraz daha bakıyordum.
“Korkmuyorum,” diye yalan söyledim.
Keskin bakışları kısa bir anlığına yalanı taşıyan dudaklarıma dokundu, ardından yeniden gözlerimdeki yerini aldı.
“Korkuyorsun.”
“Hayır,” diyebildim.
“Benden korkuyorsun,” diye diretti, sesindeki kurşungeçirmez tını, göğüs kafesimin sarsılmasına neden oluyordu. Evet, korkuyordum. Tüm korkularımla yüzleşmişim gibi hissediyordum. Tüm korkularım karşımda duruyormuş ve bir adamın gözlerinin içinden beni izliyormuş gibi…
“Hayır.”
Bana doğru bir adım daha atınca, çıplak ayak parmaklarının, ayakkabılarımı çıkardığım için çıplak kalan ayak parmaklarıma temas edişini tüm bedenimde hissettim. İrkildim. Geri çekilmek için bir hamla yapacağım sırada büyük eli belime kaydı, ondan uzaklaşmama engel olurken bana dokunmuş olması her şeyin allak bullak olmasına neden olmuştu. Büyük bir dalga bana sertçe vurarak beni kıyı boyunca sürükleyip, kayalıklara çarpmış gibi hissediyordum.
Canı istediğinde bana dokunamazdı, öyle bir dünya yoktu.
Gözlerine baktım, gözlerinde içinde şeytanı yakan ateş yanıyordu. Şafağın mavisine gri gölgeler indiren yağmur, bardaktan boşalırcasına yağmaya başladı.
“Korkuyorsun,” diye fısıldadı erkeksi bir sesle. “Ve tam şu an, sana dokunan ölümü bile kandıracak kadar masum görünüyorsun.”
Kelimeleri…
Bir kaldırımda yan yana yürüyen, birbirini tanımayan iki insanın ruhu gibiydi kelimeleri. Anlık göz göze gelen o iki insanın düşüncelerinden birbiriyle ilgili bir şeyler geçiyor, adımları ileri atılıp birbirlerinden uzaklaştıkça düşünceler bir daha hiç hatırlanmayacak eski anılara dönüşüyordu. Sadece bir anlığına, o kaldırımda yanımdan geçen yabancının gözlerinin içine bakmışım, o yabancıyla ilgili bir şeyler düşünmüşüm ve sonra da onu arkamda bırakıp tüm düşünceleri zihnimden kapı dışarı etmişim gibi hissettiriyordu. Ben onun için bir yabancıydım ve kurduğu cümle, bir yabancının gözlerinin içine baktığında anlık oluşan düşüncelerinin eseriydi. Beni bıraktığı an, bu düşünceden arınacak ve bir daha bunu hiç hatırlamayacaktı.
“Madem masum görünüyorum, o zaman neden beni özgür bırakmıyorsun?” diye fısıldadım, yakınlığımıza aldanan sesim titriyordu.
“Sana güvenmiyorum,” dedi, sesi buzdandı, bakışları ve teni ise ateş gibi yakıyordu.
“Kartı ben çalmadım,” dedim. “Yemin edebilirim.”
“O karta öylece ulaşabilme imkânın yok.” Bakışları, tıpkı dokunuşu gibi derinleşti. “Tam şu an seni öldürmek istiyorum, biliyor musun?” diye fısıldadı ruhsuz bir sesle. Kalbim birden duracak sandım, yutkunamamış, nefes bile alamamıştım. Beni öldüreceği düşüncesi… Nedense onu hiç tanımıyor olsam bile kafamda netleşmiş bir düşünce vardı: Bu adamın eline kan yakışırdı.
“Öldürecek misin?” diye sordum, ardından sesimi güçlendirdim ve ona meydan okuyan gözlerle baktım. “Öldür.”
Dudaklarımdan dökülenler, mantığımın korku dolu bir çığlık atarak köşeye saklanmasına neden oldu. Ruhumsa, öylece durmuş döktüğüm cümlenin havada uçuşan kırık harflerine baktı.
Kaşlarının havaya dikildiğini gördüm. Dikiş izi, kaşlarının hareketi doğrultusunda derin bir kuyu oluşturdu ve ter damlası aniden şakağına doğru kaydı. Bir insanın sahip olamayacağı türden esrarengiz bir güzelliğe sahipti. Ona baktığımda kusur göremiyordum; bu korkunçtu. Kaşından şakağına uzanan dikiş izi bile yalnızca ona özeldi sanki, onu kusursuzlaştıran bir başka parçası gibi görünüyordu. Burnu ve gözleri, dolgun dudakları bir sanatçının yıllarını vererek yarattığı o çok konuşulan ünlü şaheseri gibiydi. Dudakları gerçekten kalındı ama üst dudağı, alt dudağından biraz daha dolgundu ve dışarı doğru vurgulu görünüyordu.
“Medusa,” dedi yavaşça, birden anlamlandıramadığım bu kelimesi, gözlerimin gözlerine takılıp, bakışlarımın bileğe bağlı bir serumdan damlayan son ilaç gibi düşerek kanına karışmasına neden oldu.
“Ne?”
“Artık ismin Medusa.”
Kalbimin susmasını istiyordum.
“Ben senden bir isim değil, özgürlük istiyorum.”
Bana baktı, baktı ve baktı… O kadar uzun bakmıştı ki, Tanrı’ya bile yüzümü unutturabilirdi ama o yüzümü asla unutmazdı.
“Bundan sonra özgürlüğün, baktığın her yere diktiğin taşların arkasında ve sen, o taşların içinde benim yanımda tutsak kaldın.”
🎧: Metallica, Turn The Page