🎧: Kıraç, Ne Olur
🎧: Melike Şahin, Nasır
🎧: Solitude Is Bliss, 04:00 A.M.
🎧: Moğollar, Yolum Seninle
Bir insanı içinde öldürdüğünü düşünsen de bazen bir şarkıyla o insan yeniden kalbinde doğardı.
İçinde susturamadığın o küçük çocuğu yaşatmak için dilinin üzerine koyduğun kapsüller patlayıp masal olmuyordu. İlaçlar bir hastalığın üzerini nasır gibi örüyordu. Tıpkı bir kadının bir adamı tek gülümsemesiyle yaşatıp, sonra orada bir yara, o yarada bir nasır bırakarak gitmesi gibi. Bir gün hastalık seni öldürürdü ve o hastalığın geçeceğine inandıran ilaç, kopması zor bir nasır olarak yaşamının üzerinde kabuk gibi kalırdı. Ölürdün.
Birini sevince, yaşaması zordu.
Bazen bir adam, bir kadın ona her vurduğunda gülerdi, bazen bir adam bir kadını, kalbine en hakiki yumruğu o geçirdiğinden severdi.
Muşta’nın mavi gözleri, “Göğsümün içini parmaklarını diri diri sokarak deşip kalbimi çıkarsa, bir adım geri çekilip kalbimi kurtarmaya çalışmazdım,” der gibi bakıyordu. Sanki onun kokusunu solumuş gibi, sanki onu görmese bile var olmayan bir yel onun kokusunu yadına sıkıştırıp ona onu hissettirmiş gibi.
Oysa Hakan abinin asansörünün kapısı açılırken, Cenan’ın kapısı kapanmıştı; Hakan abi gelmiş, Cenan gitmişti.
Buradaydım. Roman sayfaları benim için çevriliyor, olmadığım birine dönüşüyor, sırların gömülü olduğu bir sandık gibi küfleniyor, olmaktan korktuğum her şeye usulca değil, apar topar dönüşüyordum.
Uzun boylu, mavi gözlerin sahibi adam, tüm ihtişamıyla koridorda ilerlemeye başladığında, dudaklarında geçmişin emarelerini taşıyan bir gülümseme belirmişti. Elinde içinde poğaçaların olduğuna emin olduğum bir kese kağıdı vardı, takım elbisesinin üzerine siyah, omuzlarını geniş gösteren uzun bir palto giymişti. Dizlerinin altına kadar uzanan paltosunun eteğine bakarken içimi deşen o his, yutkunmama engel oldu. Birkaç saniye sadece boşluğu izledikten sonra kafamı kaldırıp Hakan abiye baktım.
“Günaydın, Zeliş.” Gözlerini ayaklarıma indirince kaşları çatıldı. “Üşüteceksin yavrum. O hantal nerede? Beni kapıda karşılaması gereken o zamazingoydu.”
“Günaydın, abi,” dedim suçluluğun bir bedene sahipmiş gibi üzerime çöküp beni boğmaya çalıştığını iliklerimde hissederken. Bir adım geri çekilerek kapıyı ardına dek açtığımda, Gurur’un meraklı bakışlarının yüzümde olduğunu fark edip yavaşça ona baktım. Saçlarını karıştırıp göz kırptı, renk vermeden başımı iki yana salladım. Muşta evden içeri adım attığında, gözlerim karşımdaki kapalı kapıya dokundu.
Cenan, Hakan’ın nasırıysa, Dide en büyük yarası olacaktı.
Gurur, birden belime dokununca ürpererek gözlerimi ona çevirdim. Bakışlarımda rastladığı her ne ise, kaşlarını çatarak bana uzun uzun bakmasına neden oldu ama içimi ona açıp gösterme arzusuyla dolsam da bunu yapmadım. Bakışlarımı kaçırıp Hakan abinin sırtına çevirdim. Salona ilerlerken paltosunun yakasını düzeltiyordu. Birden bize doğru döndü.
“Çocuklar, gerilmeyin. Tesiste miyiz?” Sorusu kalbimin acısını iki kat arttırırken, “Zeliş, ayağına bir şey giy, hadi. Bu bina çok mu soğuk?” diye sorarak cam kenarındaki peteklere doğru ilerledi. Boydan camın çaprazındaki duvar kenarına yaslı duran peteklere dokundu. “Kapıyı kapatın, hasta olacaksınız.”
“Paltonu çıkarsana, baba,” dedi Gurur saygıyla, aralarında toplasan sekiz, dokuz yaş vardı ama ona baba diyorlardı, Muşta onların babasıydı. Tıpkı karşı evdeki Dide’nin de babası olduğu gibi. “Ben çayı koyayım,” diye mırıldandı Gurur gözlerini bana dokundurup, ikinci kez beni buz sıcağı gözleriyle sorgulayarak. “Sen de sehpanın üzerini boşalt istersen.”
“Olur,” dedim ona bakmadan.
Muşta paltosunu çıkarmadan önce elindeki kese kağıdını cam sehpanın üzerine bıraktı, bir süre camdan dışarıyı izledikten sonra paltosu ile takımının ceketini çıkarıp koltuğun kenarına bıraktı ve sadece gömleği ile pantolonuyla kalıp sehpayı boşaltmama yardım etmeye başladı. Beyaz gömleğinin kollarını dirseklerine kadar sıvamıştı, yüzü her zamankinden daha aydınlık görünüyor, ağır erkek parfümü kokusu teninden usulca kıvrılarak burnuma çarpıyordu. Kokusu şefkatliydi, baba figürünü hatırlatıyordu, beni gülümsetmişti.
“Kendi kendine mi gülüyorsun bakayım sen?” Avucunun içiyle başımın üzerini ezer gibi okşayıp, yanaklarının kenarlarındaki çizgiler belli olana dek gülümsedi. “Hastalandın sandım, bembeyazdın az önce. Ha şöyle gül. Bina görevlisini arayayım mı? Peteklere bir baksın.”
“Hayır, gerek yok,” dedim gülümseyerek. “Üşümüyorum. Kızlarla kaldığım ev daha soğuk oluyor, gerçekten.”
“Yazık, kızcağızlar üşümeseydi,” dedi düşünceli bir sesle. “Ev sahibinin ismini söyle sen bana, ben bir ararım.”
Gurur çayı getirdiğinde, hemen yanımda Gurur, çaprazımdaki tekli koltukta Muşta oturuyordu. Poğaçalar hâlâ sıcak olsa da bir iki lokmadan sonra lokmalar ağzımın içinde büyümeye, hiçbirini yutamamaya başlamıştım. Çivit mavisi gözleri bana çevrildiğinde, elindeki küçük parçaya böldüğü poğaçayı dudaklarından uzaklaştırıp kafasını omzuna doğru eğerek, “Çok mu yüklendik sana birden?” diye sordu tedirgin bir sesle. “Bu ev meselesi damdan düşer gibi oldu, değil mi?”
Gurur’un bakışlarının da profilimde merakla beni deştiğini fark ettim. Kalbimde buruk bir sancıyla, dudaklarıma çizdiğim gülümsemenin ışıldaması için çabaladım. “Hallediyorum,” diye fısıldadım dürüstçe. “Benim için çok fazla şey yaptınız, ben de sizin için bir şeyler yapmaya çalışıyorum.” Parmaklarımın arasındaki çay bardağına bakarken hâlâ gülümsüyordum ama Muşta parmağının ucuyla omzuma dokunsa, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlardım. “Kendimi bir şeylere zorunda bırakılmış hissetmiyorum.”
“En önemlisi bu, çocuğum,” dedi Muşta bir baba gibi şefkatle. Genç görüntüsünün arkasında gizlenen o şefkatli ruh üzerimi örtmüş gibi hissedince, gözlerime batmaya başlayan yaşların akmaması için içten içe dua etmeye başladım. “Bugünleri de geride bırakacağız.” Çivit mavisi gözlerinin benden ayrılmadığını fark edince, içimde cam kırığı gibi parlayan bir acıyla onun bakışlarına karşılık verdim. “Bir anda çok zayıfladın,” dedi düşünceli bir sesle. “Yemeden içmeden kesildiğin her hâlinden belli oluyor. Bundan sonra her gün seni arayıp ne yedin diye soracağım.”
Gülümsemem buruktu. “Tamam.”
Telefonum aniden çalmaya başlayınca, kalbim âdeta yerinden hopladı, titreyen parmaklarımla telefonuma uzanırken ikisinin de bendeki garipliği fark etmiş gibi beni izlediklerinin farkındaydım. Arama ekranındaki ismin babaannem olduğunu gördüğümde içime rahat bir nefes doldurabilmiştim. Telefonu açıp kulağıma yasladığım anda, “Zeliş,” dedi yankılı bir sesle. Tuvalette olduğunu anlamıştım. “Şu an demiri pas tutmuş aynanın karşısında rimel sürmeye çalışıyorum. Tuvaletteki aynanız pas tutmuş, pas!”
“Efendim, babaanne?”
“Babaanne ne? Babaanne ne? Sana kaç kez söyledim, Maria diyeceksin! Ay gözüme girdi, ay kör oldum! Of, çok acıdı çok! Salak, hep sen babaanne dedin diye oldu!” Patırtıları dinlerken alt dudağımı kemiriyordum ve Muşta ile Gurur’un da tüm olup biteni duyduğunu biliyordum. “Iy, bu fırça kimin? Löp löp saç dolmuş içi, bildim bu Ayça’nın, kıllar turuncu. Ay, saçları bu kadar dökülüyorsa nasıl kel kalmadı bu kız? Argan yağı alayım en iyisi ona bir şişe, biraz da doğum kontrol hapı kırarım içine yağın. Ama şimdi vücuduna gelirse ayı gibi kıllanma ihtimali de var. Neyse, kılsız tüysüz bir şey de değil zaten, büyük bir fark olacağını sanmam.”
“Babaanne,” diye mırıldandım utançtan yanan yüzümdeki renk değişimi fark edilmesin diye dua ederek. “Söylesene, ne oldu?”
“Ben seni neden aramıştım ya? Biraz balık yağı içsem iyi olacak, bebek kadar berrak hafızamda birtakım parazitlenmeler hissettim.” Rimelini aynanın önüne bıraktığını çıkan seslerden fark etmek mümkündü. “Simge geliyor. Beygirini de alıp onu almaya gidersin değil mi otogara? Benim o köşedeki Gülistan taksi durağının başında duran, çok konuşan kel herife kaptıracak beş kuruşum yok. O herif uzun yoldan gidip beş lira fazla alıyor. Bana tam dört kez oğluna istemeye gittikleri kızı ve ailesini anlattı. Her seferinde aynı heyecanla aynı hikâyeyi anlatıyor. Artık detayları ben veriyorum, unuttuğu atladığı bir yer olursa. Yine de susmuyor, camış gibi konuşuyor. Bence sırf sohbet etmek için yolu uzatıyor o papağan. Allah hanımına sabırlar versin, insanın ömrünü kısaltır o adam.”
Gurur, “Kimi?” diye fısıldadı diğer kulağıma doğru ama cevap veremedim, tenime akın eden sıcak nefesi bocalamama neden olmuştu.
Simge, amcamın Ankara’da çevirmenlik okuyan, birlikte büyüdüğümüz, benimle aynı yaştaki kuzenimdi. Her hafta iki kez görüntülü konuştuğumuz Simge ile son olaylardan sonra neredeyse irtibatımız tamamen kopmuş, ben bu olayların içine burnumun ucuna tek batmıştım.
“Tamam,” dedim. “Geleceğini bilmiyordum. Şimdi mi almalıyım?”
“Hayır hayır, şafak sökerken inecekmiş,” dedi Süslü Maria. “Şimdiden söyleyeyim, dizi izleyeceğim tüm gün. Unuturdum bunu söylemeyi…”
“Tamam,” dedim kısık bir sesle.
Telefonu kapatıp durumu Gurur’a anlattığımda Muşta’nın da mavi gözleri üzerimdeydi. Geçen birkaç dakikanın sonunda bir anahtarın kapının deliğine sokulduğunu duyup irkilerek omzumun üzerinden kapıya doğru baktım. Vural, “Uyanmamışlardır belki,” dedi ikilemde kalmış bir sesle. “Doğru olmaz, girmesek mi Yener?”
“Muşta kahvaltıya gelecekti bunlara. Uyanmadıysalar uyandırmak lazım,” dedi Yener. Kapının kilidini çevirirken, “Kaslarımı görüyor musun?” diye sordu muhtemelen Vural’a. “Sen kardeşimsin, sana elim kalkmaz ama bizim ekipteki herkesi var ya tek yumrukta bayıltırım ben.”
Gurur, kaşlarını kaldırarak kapıya doğru döndü ama kapı hâlâ kapalıydı. “Öyle yani,” dedi Yener, Vural sessizdi. “Muşta’ya da var ya, boyun kilidi atarım.” Muşta’ya baktığımda, tek kaşını kaldırmış sabırla kapının açılmasını beklediğini gördüm. Neredeyse Yener’e kaçması gerektiğini belli eden bir çığlık atacaktım ama Yener kapıyı açtı ve karşısında bizi görünce bir an donup kaldı. Gözleri önce bana, sonra Gurur’a, en son da eceline, yani Muşta’ya dokundu.
“Kim bu konuşan ya?” Yener, arkasındaki Vural’a doğru döndü. “Muşta, Gurur muydu kimdi o konuşan? Hayır yani sabahın köründe rahatsız oluyorum da ben.”
“Biz kimin konuştuğunu biliyoruz oğlum, gir sen içeri, gir.”
“Rahatsız oldum ya,” dedi Yener sahte bir ifadeyle kaşlarını çatarak. “Ayıp yani.”
“Terbiyesiz adam,” diye homurdandı Muşta. “Sen kime boyun kilidi atıyorsun lan yumurtanın pişmeyen beyaz sülüksü dokusu? Senin boyun bana boyun kilidi atmaya yeter mi lan yer elması?”
“Muşta ben bir şey demedim ki?”
“Oğlum duyduk lan,” dedi Muşta. “Yalatırım sana bütün alaturka tuvaletlerin taşlarını, ahlaksız herif.”
“Muşta ben konuşamam ki.” Bir an ona bakakaldım. “Muşta ben… Ben dilsizim.” Dilini dışarı çıkarınca, Gurur’la aynı anda tek kaşımızı kaldırdık ve dudaklarımız aralandı. Yener, “Eğv eğv eğv,” demeye başladı.
Vural, “Ben gerçekten o konuşmaya katılmadım bile Muşta, duymuşsundur, hiçbir katılımım olmadı,” deyince, Yener, “Adıma ikinci bir Sahibinden ilanı açılsaydı daha az satılmış hissederdim,” dedi hayal kırıklığı içinde. “Ayrıca sen konuşurken mesajları yazdığın gibi konuştuğunu hayal ediyorum ben.”
Muşta oturduğu yerden kalkarken, “Tesise dönmem gerek çocuklar,” dediğinde, ben de onunla beraber ayağa kalkmıştım. Kalbimin üzerine binen suçluluk hissiyle, bana şefkatini esirgemeden bakan mavi gözlere baktığımda, dudaklarındaki o tebessüm içimdeki acıyı katlayarak bir uçuruma dönüştürdü. “Sen otursana, kendim gidebilirim,” dedi gülümsemeye devam ederek.
“Olur mu öyle şey?” dedim kapıya doğru ilerlerken. Yener, sırıtarak bana bakıyordu.
“Bırak şovunu yapsın yeni gelin,” dedi Yener. “Yarın bir bakmışsın salonun ortasına çeyizlerini sermiş…”
Muşta, “Zevzeklik yapma, kilidi falan göstereceğim ben sana, boysuz cüce,” dedikten sonra arkamdan kapıya kadar geldi. Dış kapıyı açarken içime anlam veremediğim bir durgunluk çökmüştü. Muşta paltosunu kollarından geçirirken onunla beraber dışarıdaydım, kapıyı yarım şekilde kapatmıştım ama içeriden gelen sohbet seslerini net bir şekilde duyabiliyordum. Muşta, paltosunun yakalarını havaya kaldırıp omzunun üzerinden bana baktıktan sonra yakışıklı yüzünde beliren derin çizgileri bana sunarak kederli bir şekilde gülümsedi. “Mecbur bırakıldığın ne varsa, hepsi bir gün yüzünü güldürsün, Zeliş,” dedi. “Seni uyutmayan ne varsa, bir gün çekeceğin en derin uykuların sebebi olsun.” Kalbimin atışlarını yavaşlatan cümlesi, dudaklarımda hafif bir tebessümün çiçek vermesine neden olduğunda, elini omzuma attı ve yavaşça, babacan bir tavırla omzumu sıktı. “Sonra görüşürüz çocuğum.”
Ve sırtını bana dönüp, bir süre önce Cenan’ın içine girip ondan gittiği asansöre doğru yürümeye başladı. Saniyeler birbiri ardına yanan alevler gibiydi. Zamanın içinde büyüyerek Muşta’nın arkasından giden alevler, ona yaklaştıkça büyüyor ve Muşta, arkasında bir yangın bırakıyordu. Asansörün önünde durduğunda bana bakmadı ama asansörün ayna gibi parlayan metalinden yüzünü görebiliyordum.
Sonra birdenbire, asansör açıldı.
Kırmızı, boyundan aşağı akan tok kumaştan bir panço gördüm, pançonun önünden aşağıya sarkan iplerin uçlarında kırmızı ponponlar vardı. Siyah, düz saçları omuzlarına akan kız çocuğu, asansörün kapıları açıldığı an kafasını kaldırdı ve çivit mavisi gözleriyle karşısındaki adama baktı.
Kalbim dokuz farklı yerden parçalanmaya, keskin parçaları kaburgalarımdan içime dökülmeye başlamıştı. Boğazımın gerilerinde acı dolu bir çığlık, çaresizlikle boğulmuş bir hıçkırık, içimi delip geçen bir pişmanlık kendi kendini yakıp yok etti. Muşta’ya bakmak istemedim, yansımasında göreceklerimden bile korktum; Muşta’nın gözlerinin bu katı, bu binayı, bu şehri ateşe vermesinden korktum. Ama bunu yaptım, metal yansımalı aynaya düşen yüzüne baktım. Gözlerindeki yakıcı ifade, kirpik diplerinden gözlerine lav gibi akıyordu; o mavi gözler kırpıldığı an cehennemin ateşi sanki yanaklarına sızacaktı.
Dide, “Affedersiniz efendim,” dedikten sonra Muşta’nın yanından geçmek için bir adım attı ve elinde tuttuğu kırmızı parlak toka yere düştü. Muşta, yavaşça eğilip tokayı yerden aldıktan sonra, “Küçük Hanım,” diye fısıldadı içinde asla sönmemiş bir babalık duygusuyla. “Bunu düşürdünüz.”
“Çok teşekkür ederim,” dedi Dide, gördüğüm o soğuk kız yoktu, dudaklarına çizilen gülümsemeyi saklamadan Hakan abiye baktığında, Hakan abi dizinin üzerine çökmüş, dudaklarında içimi parçalara ayıran bir gülümsemeyle Dide’ye tokayı uzatıyordu. Muşta’nın avucundaki kırmızı tokayı alırken gözlerini kendisininkinin aynısı olan mavi gözlerden ayırmıyordu.
“Rica ederim,” diye fısıldadı Hakan abi.
“İyi günler, efendim.” Dide, tokasını avucunun içinde sıkıca tuttuktan sonra Muşta’ya sırtını dönüp bana doğru ilerlemeye başladı. Muşta, omzunun üstünden yavaşça Dide’ye doğru dönüp, kızın yavaş adımlarla ondan gidişini izlemeye başladığında, ruhumu yakan ağlama isteği gözlerime yoğun bir sis gibi çökmüştü.
Muşta ayağa kalkarken, kalkmasın istedim, orada dursun, Dide’ye bakmaya devam etsin, hangi eve gittiğini görsün, kimin kızı olduğunu bilsin istedim. Biliyordum, bazen istemek yetmezdi, bazen ne kadar istersek, o kadar olmazdı. Yine de istedim. Dide’nin kim olduğunu bilsin istedim. Ruhuma işkence eden bu sırrı eğer ona ben söylemeyeceksem, bir şekilde o bilsin istedim.
Ama Muşta bir süre sırtı Dide’ye dönük asansörlere baktıysa da tekrar Dide’ye bakmadı ve o asansöre binene dek, Dide evin kapısını açıp onu saklayan eve girmişti bile.
Muşta, bindiği asansörde bana doğru döndüğünde, kapılar kapanmadan hemen önce bana son kez gülümsemişti.
Kapılar kapandı, benim gözlerimden sessiz yaşlar akmaya başladı.
Avucumu yumruk yapıp dudaklarıma bastırdığımda, içimde dökülmeyi bekleyen gözyaşları olduğu gerçeğini daha fazla yok sayarak yaşayamazdım. Gözlerimi yakarak akan gözyaşları yanaklarıma, dudaklarıma yasladığım yumruğuma süzülüyordu. Sonunda derin nefesler alıp, sıktığım yumruğumu dudaklarımdan çekip gözlerimden akan sessiz gözyaşlarını sildim ve eve girip kapıyı kapatırken hızlı adımlarla hole doğru yürümeye başladım.
Gurur’un beni fark etmemesi imkânsızdı ama arkamdan geleceğini düşünmemiştim. Lavabonun kapısını sessizce kapatıp lavabonun tezgâhına yaslanarak gözlerimi yumdum ve kapalı olan gözlerimden bile akmayı başaran yaşların çeneme kadar ulaşmasını engelleyemedim. Birkaç saniye sonunda lavabonun kapısı tıklatıldı ama beni böyle görmesini istemiyordum. Kalbimde patlak veren sancının nedenini bilmesini istemiyordum.
“Zeliha,” dedi kısık sesle. “Bir şey mi oldu?”
Elimi kaldırıp yavaşça sallarken bunu neden yaptığımı bilmiyordum. Tek umduğum, sesimin biraz olsun iyi çıkmasıydı, ağladığımı anlamasını istemiyordum. O kadar uzun süre sustum ki, sonunda Gurur, “Zeliş?” dediğinde, dudaklarımı birbirine bastırdım ve boğazımdan bir hıçkırık yükseldi. “Zeliş?” Kapıyı yavaşça açmasının sebebinin hıçkırığı duyması olduğunu biliyordum. Kafamı hızla omzumun üzerinden diğer yana çevirdim ama Gurur çoktan banyoya girmiş, bana doğru ilerlemeye başlamıştı bile. “Siktir, bir saniye, bir şey mi oldu? Muşta mı bir şey söyledi?” Bu soruları bana temkinli bir şekilde ilerlerken soruyordu ama hiçbirine cevap veremedim. Omzumun üzerinden ileriye bakmaya devam ettim, gitse olmaz mıydı? “Zeliş…”
Gurur, beni dirseğimden tutup yavaşça kendine çevirince dizlerimdeki dermanın da çekildiğini hissettim ama kendimi tuttum ve düşmedim. Gözlerimden sicimle akan yaşları gördüğü anda, buz sıcağı gözlerine yayılan şaşkınlığı ve yüzündeki her zerreciği kaplayan dehşet yüklü merakı kalbimin derinliklerinde bile hissettim.
“Bakma yüzüme,” diye fısıldadım güçsüz çıkan, bana ait olmayan bir geçmişin altında kalmış titreyen sesimle. Gurur, dirseğimi tutmaya devam ediyordu ama öyle hafif tutuyordu ki beni, sanki kırılmamdan, paramparça olup elinde kalmamdan korkuyordu. Beni usulca kendine doğru çevirip yüzümü tamamen görebilmek için boşta duran elini kaldırarak yaşların ıslattığı yanağıma yerleştirdi ve büyük avucu yanağımı tamamen kaplarken kaşlarının sıkıntıyla çatıldığını gördüm. “Bakmanı istemiyorum, Gurur. Lütfen.”
“Neden ağlıyorsun, Zerdali? Ben mi bir şey yaptım yoksa?” Sesindeki tını, bir çocuğun kalbinin atışı gibi saf ve masumdu, gözleri ise bu gözyaşlarını var edenin kalbini sökebilecek kadar kararlı bakıyordu.
Ona yalan söylemek istemediğimi hissettim. Ne olursa olsun, hayatımdaki yeri ne olursa olsun, ona karşı dürüst olmam gerektiğini düşündüm; öyle olmasını istediğimi hissettim. Sanki o da bunu biliyor gibi gerçeği benden söküp almak istercesine buz sıcağı gözlerini gözlerime dikerek bakıyor, kalbimdeki acının katlanarak çoğalmasına, beni bertaraf etmesine neden oluyordu. Biliyordum ki ona bunun beni paramparça ettiğini söylesem, bir daha yapmazdı ama bunu bile söyleyemiyordum.
Dirseğimi tutan elini tenimden uzaklaştırdı, ardından o elini de diğer yanağıma yasladı ve yüzümü avuçlarının arasına alınca içimde şiddetlenen o duygu, gözyaşlarımın daha şiddetli bir şekilde akmaya başlamasına neden oldu.
Gözlerimden akan yaşlar çok sessizdi, tıpkı susmaya mahkûm ettiğim dilim gibi.
Gurur, bunu gördü, hissetti ve bu onu parçaladı.
Biz birbirimize iki yabancıyken, bir noktada buluşup birbirimizin olmuştuk.
Ondan korktuğum zamanlarda bile farkında olmadan onun kanatlarının arasına girmiştim. Şimdiyse ondan değil, içime dert olan bir sırdan korkuyordum ve bu, beni onun kanatlarının altına itse de bir yanım onun kanatlarına sığındığımda o kanatlara zarar vermekten ölesiye korkuyordu. Gurur, yanağımdan sicimle inen gözyaşlarını büyük avuçlarının altına alarak yok etmeye devam etti. O kadar uzun süre göz göze kaldık ki, gözyaşlarım durmadan yenilendi, onun avuçlarının içini ıslattı ve biz hiç konuşmadık.
“Ağlamak istiyorsan ağla,” dedi. “Ben sen ağlarken de yanında olurum. Seni ben mi ağlattım bilmiyorum ama eğer ben ağlattıysam, seni ağlattığım zamanlarda da yanında olurum.” Kelimeleri berraktı, gözlerinin içine bakarken kalbimin daha kaç parçaya ayrılacağını düşünüyordum. Bir gün bu gözleri görmezsem, o gün ben ne yapardım?
Gurur, benim için bir ihtiyaç hâline gelmişti.
“Sen bana bir şey yapmadın,” diye fısıldadım zayıf, titreyen bir sesle. “Hiçbir şey yapmadın sen bana.” Kaşlarını çatıp yüzümü avuçlarının içinde okşayarak havaya kaldırdı. Gözlerime batan yaşlar bir defa daha özgürlükle şakaklarımdan süzülerek kulaklarımın içine kadar hızla aktılar. “Seninle ilgisi yok. Gözyaşlarımın seninle hiçbir ilgisi yok.”
“Benimle ilgili olmaması beni rahatlatacak mı sanıyorsun? Senin gözlerinden yaş akması benim için büyük bir sorun. Akıtan ben olayım ya da olmayayım Zerda, senin ağlaman benim için çok büyük bir sorun. Hiç mi görmüyorsun sen beni?”
Yutkunduğumda boğazıma batan sadece sır değildi, Gurur da batıyordu; her bir kelimesi sanki onun dudaklarından dökülüyor ve sonra da benim boğazıma batıyordu. O kadar çok sarsıldım ki bunu avuçlarının içinde hissetti. Gözlerimi yumdum, geri açtığımda gözlerimden yeniden yaşlar boşaldı ve Gurur, derin bir iç çekerek yanaklarımdaki yaşları parmak uçlarında büyüttüğü tatlı okşayışlarla yok etti.
“Şöyle ağlayacağına keşke karşıma geçip şerefime, haysiyetime, gelmişime geçmişime sövseydin, Zerdali.”
“Öyle deme,” dedim burnumu çekip, dudaklarımı büzmemek için kendimi sıkarak. “Lütfen öyle de bakma bana.”
“Gözümü nasıl ayırayım? Gözlerin böyle ağlarken.”
“Bakma işte, ben biri beni ağlarken izleyince daha çok ağlamak istiyorum,” diye fısıldadığımda, “Bakmazsam ağlamayacak mısın? Ben bunu nasıl yapacağımı bilsem yemin ederim bakmazdım ama sana bakmayınca biri karnıma diziyle çok kötü vuruyor sanki,” diye karşılık verdi çocuk gibi.
“Çok mu kötü vuruyor?” diye sordum yavaşça.
“Evet, çok kötü vuruyor. Ben sana bakayım ama sen de ağlama. Olur mu?”
Başımı aşağı yukarı salladığım için büyük avuçları yanaklarıma sürtündü. Dudakları hafifçe titredi ama ne gülebildi ne de bir şey söyleyebildi. Gözlerini kısıp dudaklarını yavaşça alnıma bastırırken yüzüm hâlâ büyük avuçlarının içindeydi.
“Ağlama öyle bir daha,” diye fısıldadı. “Ağlayacak kadar dolmak yerine beni tekmele, küfret, ağzıma sıç ama böyle ağlama. Ne yapacağımı da bilemiyorum sonra. Dışarı çıkarayım mı seni?” Sesi alnıma yayılıyor, nefesi de sesiyle birlikte ilerliyordu. “Sohbet ederiz. Konuşacak birini bile bırakmadım değil mi sana? İçine batırdım o geceyi. Hiç sırdaşın da yok ki. Ben olurum sırdaşın. Her şeyin sebebi benim, biliyorum ama yemin ederim sırdaşın da olurum.”
Söyledikleri benim için bir idam noktasıydı. Konuştukça o ipe biraz daha yaklaşıyordum, konuştukça o ipi boynuma geçirmeleri için önüme koyulmuş taburenin önündeki basamakları tırmanıyordum. Ben söyleyemedim, o bilmedi ama içi benim gibi acıdı, belki benden çok delindi. Kollarımı güçsüzce kaldırıp onun beline sardığımda çenesini başımın üzerine koydu ve elleri yanaklarımdan ayrılarak enseme doğru kaydı. Boynuma sarılmasıyla beraber ben de onun beline sarıldım.
Kalın pazusunun hizasından arkasına baktım. Kapı açık duruyor, Yener holde şaşkın gözlerle bana bakarken ensesini ovuyordu. Gözlerimi kaçırmadan ona baktım. Gözlerimdeki yaşları görünce bana bir erkek kardeş, bir abi gibi gülümseyip göz kırptı ve dudaklarını yavaşça oynattı: “Sırdaş olarak, ben de buradayım.”
Gözlerimi yumup geri açtım ve bu bakışın anlamını bildiğini hissettim. Bana başıyla onay verdikten sonra yavaşça oradan gitti. Gurur bir süre daha sırtımı sıvazladı, bir süre daha beni sakinleştirdi, bir süre daha yarama merhem oldu; üstelik en büyük yaramı açan oyken yaptı bunu.
Daha sonra, “Seni bir yere götürmek istiyorum,” deyince, durulmuş gözyaşlarının gerdiği cildimdeki acıyla kaşlarımı çattım. Beni yavaşça serbest bırakıp yüzüme gelen saçlarımı parmaklarıyla geriye doğru tarayarak, “Hem biraz vakit geçirmiş olurduk,” dedi. “Tatlı sever misin?” Yorgundum, ağzımda acı bir tat, kalbimi sıkıştıran bir sır vardı ama başımı aşağı yukarı salladım. “Güzel,” dedi, buz sıcağı gözleri yüzümün her zerresinde dolaştı. “O zaman hazırlan, seni tatlı yemeye götüreceğim.” Ellerini üzerimden çekerken gözlerimin içine uzun uzun baktı. “Ve lütfen bir daha içimi sikme. Senin ağlaman bana çok çaresiz hissettiriyormuş.”
Geri çekildiğinde bana bir daha bakmadan banyodan çıktı.
Sarı bir kazak, siyah bir yağmurluk, siyah bir tayt ve dizlerimin altına kadar uzanan siyah lastik çizmelerimle Gurur’un park hâlindeki cipine doğru ilerlerken buz tutmuş zeminde az daha kayacaktım. Son anda dengemi toparlayarak evin anahtarlarını yağmurluğumun derin cebine attım ve aracın kapısını açan Gurur’a baktım. Kulağına yasladığı telefonla sessizce kapının önünde duruyordu, muhtemelen karşı tarafı dinliyordu. Önünden dolaşıp ön yolcu koltuğuna giden kapıyı açtığımda, “Şafak sökmeden hallederiz,” dedi ve karşı taraf görmeyecek olsa da kafasını sallayarak, “Tamam,” deyip telefonu kapattı.
Sürücü koltuğuna yerleştiğinde yavaşça attıran kar tanelerinin ön cama düşüşünü izliyordum. Aracın kapıları kapandığı an ısıtıcının uğultulu sesi içeriyi doldurdu ve emniyet kemerinin verdiği uyarı sesi kesilsin diye kemerimi hızla taktım. Gurur da benim yağmurluğum gibi uzun, kahverengi kaşe bir kaban giymişti, içinde beyaz, boğazlı kazağı vardı ve altına da buz mavisi bir kot pantolon giymişti. Ayağındaki postalların kulakları öne doğru düşmüştü. Aracın motorunu çalıştırırken telefonumu çıkardım ve WhatsApp grubundaki birikmiş bildirimlere baktım.
Yener Açıkgöz grubun ismini ÇAYELİNDEN YUKARİ olarak değiştirdi.
Vural Demirezen grubun ismini Gidlm yri yali olarak değiştirdi.
Yener Açıkgöz grubun ismini Evde Tek Kaldık olarak değiştirdi.
Vural Demirezen grubun ismini Ve sikildik olarak değiştirdi.
Yener Açıkgöz grubun ismini Ulan Hayatında Bir Defa Doğru Yazdın Onda da T olarak değiştirdi.
Yener Açıkgöz grubun ismini Alan Yetmedi Amk olarak değiştirdi.
Yener Açıkgöz grubun ismini Onda da Bizi Harcadın TR klavye kullan Sığır olarak değiştirdi.
Devran Soydere: Ne kafa siktiniz he
Devran Soydere: Zeliha da var grupta, salak saçma konuşturmayın beni
Girdap Demiralp: Konuşma o zaman Devran.
Devran Soydere: Sana noluyo Girdap
Girdap Demiralp: Hepinizi bıçaklarım
Girdap Demiralp: Her şeyi bıçaklarım.
Girdap Demiralp: Bildirim atmayın, telefonu bıçaklarım.
Yener Açıkgöz: Ponçiğim sana noldu
Yener Açıkgöz: Tabii her sabah şahane feysimi görmeye alışkın olduğun için ve sabah şekerini görmediğin için güne tatsız başlaman normal
Yener Açıkgöz: Bekle lavaboya gidip sana güzel bir nude çekip atayım da neşelen
Yener Açıkgöz: Cam duvarın önünde götümü çekip atardım ama Vural’ın bakışı bakış değil.
Vural Demirezen: Bnne snn gtnüden
Girdap Demiralp: Götünü bıçaklarım.
Devran Soydere: Girdap Bey biz size naptık ki
Girdap Demiralp: Bıçaklarım.
Hakan Basri Şenkaya: Okumuyorum sanıyorsanız yanılıyorsunuz dangalaklar
Hakan Basri Şenkaya: Ahlak fukaraları
Hakan Basri Şenkaya: Terbiye yoksunları
Hakan Basri Şenkaya: Salaklar
Hakan Basri Şenkaya: Zeliha var bu grupta.
Hakan Basri Şenkaya: İT OĞLU İTLER
Yener Açıkgöz: Baba
Girdap Demiralp: Bu Yener, sen it oğlu it dedikten hemen sonra baba dedi sana Muşta.
Yener Açıkgöz: Ulan pezevenk beni beni
Yener Açıkgöz: Yener’ini?
Hakan Basri Şenkaya: Suyun çok ısındı Yener.
Hakan Basri Şenkaya: Boyun kilidi atmayı hayal ederken boynuna tasmayı yeme dikkat et.
Yener Açıkgöz: Hav hav auuuuuv.
Hakan Basri Şenkaya: Dangalak.
Hakan Basri Şenkaya: Girdap, evlat neyin var?
Girdap Demiralp: Bıçağım.
Vural Demirezen: Nluo bna
Girdap Demiralp: Bçklarm sni
Vural Demirezen: Ylnz tkrçe knşursan svinrm
Girdap Demiralp: Sana mı soracaktım ne konuşacamı.
Vural Demirezen: Hyrdr grdp noliyr sna gtn mü klktı indrrm o gtnü biladr
Vural Demirezen: Bnm tersm çk pstr
Girdap Demiralp: Seni ters döner bıçaklarım. Hadi işinize bakın lan.
Girdap Demiralp: Sen hariç Muşta. Bakma bana sen. Bunların hepsini bıçaklarım. Zeliha da hariç.
Girdap Demiralp gruptan ayrıldı.
Adnan Bahtıvar: Biraz alttan alın onu.
Adnan Bahtıvar: Uyanır uyanmaz o kızın ultrason fotoğrafını gördü.
Yener Açıkgöz: Siktir ya
Yener Açıkgöz: Kötü olmuş
Tayfun Soydemir: Bu gece onun nöbetini ben devralayım Muşta. Tek kalmasın o karanlıkta.
Hakan Basri Şenkaya: Tamam. Tesise girdim, ben bulurum onu. Siz çok üzerine gitmeyin.
Hakan Basri Şenkaya: Konuyu şakaya vurmaya çalıştı ama olmayınca olmuyor, asabı bozuk çocuğun belli. Bu hafta bir eğlence gecesi düzenleyelim, moralleriniz düzelir.
Sessizce sohbetten çıkıp gözlerimi Gurur’a çevirirken, “Girdap’ın bir kızın ultrason fotoğrafını gördüğünü söyledi Adnan,” diye mırıldandım. Çoktan alt yola doğru inmeye başlamıştık.
Gurur yüzünü buruşturup, “Hadi ya,” diye fısıldadı.
“Önemli biriydi sanırım onun için,” dedim, sormaya korktuğum için havada asılı kalan bir cümle olmasını tercih etmiştim bunun. Bir yanım, bir insanın daha acısını hissetmeyi reddediyordu.
Gurur, “Seviyordu kızı,” deyince karnımda bir yumrukla gözlerimi ön cama çevirdim. “Kız da onu seviyordu ama olmayınca olmuyor.” Olmayınca olmuyor… “Ailesinin uygun gördüğü kişiyle evlendi. Ailesi bir komandoya kızını vermek istemedi çünkü bizim için ölümün ne zaman geleceği belirsizdir. Hoş, her insan için öyle ama bizim kelle koltukta dolaştığımızı düşünüyorlar. Kızın Girdap’ı unutması çok uzun sürmedi sanırım. Girdap öyle söylüyor. Tabii kız ne yaşadı bilemeyiz. Ben arkadaşımdan gördüğümü bilirim.” Derin bir nefes aldı. “Girdap’a bakma desek bile kızın hesabına bakıyordu. Umut kötü bir şey Zeliha, hele o umudun üzerinde bir çatlak varsa, kırılıp parçalanması çok kolay oluyor. Girdap’ın umudunda zaten bir çatlak vardı, şimdi o umut paramparça oldu.”
“Umudu parçalamak çok kolay,” dedim kuru bir sesle. “Üzerinde çatlak olsa da olmasa da. Umut çok kırılgansa, bunun suçunu düştüğü zeminin sertliğine bağlayamazsın.”
“Kırılacak olan, daha yere değmeden düştüğü sırada da kırılır,” dedi Gurur düşünceli bir sesle.
“Girdap için kötü olmuş.”
“Atlatacaktır.”
“İnsan her şeyi atlatabiliyor, değil mi?”
“Sanırım,” dedi ama bunu bana bakmadan söylemişti. Bir an, onun da buna inanmadığını düşündüm ve ona dikkatle bakmaya başladım. “Ne?” diye sordu yeniden bana bakmadan.
“Sen onun yerinde olsan atlatabilir miydin?”
“Öngörülen şeyleri bile yaşamadan bilemezsin,” dedi. “İhtimaller sadece karın ağrıtır.”
“Ama hep vardır.”
“Cevabımın ne olacağını hissetmeden bilemem. Tıpkı seni ağlarken görene kadar ne hissedeceğimi bilmediğim gibi.”
Bir kalp atışı kadar geçen o kısa süre zarfında ellerimi taytımın kumaşına sürterek gözlerimi onun profilinden ayırmadan bekledim. Gözleri omzunun üstünden usulca bana doğru kaydığında, bakışlarında yakalandığım deprem, beni içimden sarsıp temelimden çürüttü.
“Ama sen ağladığında şunu fark ettim,” dedi ve gözlerini benden ayırıp tekrar yola çevirirken devam etti. “Seninle öyle bir konumda olmak istemezdim. Bencillik diyebilirsin ama bencillikse de umurumda değil. Sen ağlarken hissettiğimi, Girdap o ultrason fotoğrafına bakarken hissetmemiştir.” Tek bir an sustu. “Herkes için her şey olabilir, Zeliha. Bir sürü acı olabilir, bir sürü şey… Olur işte. Ama benim için hiçbir şey senin bir damla gözyaşın etmez. O yüzden lütfen bir daha ağlama.”
Bana bakmadan konuşmasının nedeni, bana bakmadan hissettiklerini ifade etmesi daha kolay olduğundan mıydı yoksa bana bakınca her şey daha da çıkmaza sürüklendiğinden miydi bilmiyordum. İrdeleyemedim, bir yanım bilmeyi deliler gibi istedi ama ben yine de hiçbir şey söyleyemedim. Ellerimi dizlerimin üzerinde birleştirip, suçlu küçük bir kız çocuğu gibi öylece durdum ve altımızda akıp giden yolu izledim.
Cip köşe başındaki küçük bir pastanenin önünde durduğunda, kaldırımda ilerleyen yaşlı bir adamın elindeki ilaç poşetini izledim, adam yürüyor, bir sokak köpeği de arkasından ilerlerken poşeti kokluyordu. Sokak köpeği bana kaçınılmaz kaderimi hatırlattı, aynı zamanda bir ilaç poşetini koklaması da çaresizliğimle benzerliğini ortaya koyup beni yıktı. Emniyet kemerimi çözerek araçtan indiğimde Gurur da arkamdan inmişti.
Köpeğe doğru ilerlemeye başladım. Köpek beni fark edince adamın peşini bırakıp büyük, bronz renkli kuyruğunu sallayarak bana doğru gelmeye başladı. Yavaşça eğilip başının üstündeki soğuktan ve nemden sertleşmiş tüyleri okşamaya başladım. Büyük bilyelere benzeyen gözlerini kısmış keyifle kendini sevdirirken hissettiği açlığı unutmuş gibiydi.
Gurur bir süre aracın önünde durup bizi izledi, daha sonra köşede unutulmaya yüz tutmuş pastanenin cam kapısını itti ve rüzgâr çanlarının sesi etrafa dağıldı. Köpeği okşamaya devam ettim. Yanımızdan geçip giden insanlar hayatlarına kaldıkları yerden devam ediyorlar, köpek ve ben çaresizliği geride bırakmak ister gibi birbirimizle vakit geçiriyorduk. Bir dakika kadar sonra Gurur pastaneden elinde bir kese kâğıdıyla çıkıp yanıma geldi ve kese kâğıdının içindeki et kokan büyük börek parçasını köpeğe uzattı. Köpek heyecanla böreğin yarısını ısırıp çiğnemeye başladığında bakışlarım artık Gurur’daydı. Kese kâğıdının içi etli böreklerle doluydu. Bir süre yanımızdan geçip giden insanların yollarını kapatmıyormuşuz gibi öylece durduk ve köpek sonunda tıka basa doydu, bize kendini sevdirdikten sonra pastanenin kenarındaki içi su dolu yoğurt kovasının önüne gidip su içmeye başladı.
“Buranın sakinlerinden,” dedi Gurur köpeğe bakarken. “Konuştum, ara sıra poğaça ve börek yediriyorlarmış. Artık daha sık besleyecekler.”
“Onun adına sevindim,” dedim kader arkadaşımın benden önce kurtulmasına tebessüm ederek.
Gurur, gülümseyişime baktı ve bir süre sonra, “Bir daha ağlamayacağına söz ver, şehirdeki tüm köpekleri etli börekle beslemeye gideyim,” diye mırıldandı alaydan uzak bir sesle.
“Bu teklifi kabul ediyorum,” dedim sakince. Köpeğe son kez baktıktan sonra, “Hadi gel,” dedi ve büyük eli elimin içine kaydı, diğer elindeki içinde hâlâ börek olan kese kağıdını kenara bırakıp beni pastanenin kapısına doğru yürüttü. Kapıyı itip içeri girmem için kapıya yaslanırken, gözlerinde meraklı bir ifadeyle tepkilerimi izliyordu. Sanki onun inine giriyorduk ve tepkilerim bizimle ilgili şeyleri belirleyecekti.
Pastane taze poğaça, çikolatalı kurabiye, tatlı hamur işi kokuyordu. Alçak tavanlı, ahşap bir yerdi, dışarı bakan duvarlarının tamamı tıpkı kapısı gibi camdan oluşuyordu. Ahşap sandalye ve masalar vardı, sandalyelerin oturakları ve sırt kısımları nostalji hissi veren eski tip minderli kumaşlarla kaplıydı.
Gurur, “Ben bir ellerimi yıkayıp geleyim,” dedikten sonra cam kenarında sırtı duvara bakan masayı işaret etti. “Orası benim yerim. Geç otur sen, geleceğim hemen.”
“Senin yerin mi?” Buna bir cevap vermeden sırtını dönüp boncuklu perdelerin örttüğü tuvalete doğru gitmeye başladı. Bahsettiği masaya doğru ilerlerken gözlerim camdan dışarıya doğru kaydı. İçerisi sıcacıktı, bir odun sobası hemen pastanenin duvar kenarında gümbürdeyerek yanıyor, boruları uzun zikzaklar çizerek küçük bir delikten dışarı çıkıyordu. Dışarıda lapa lapa yağmaya başlayan karı izlerken yaşlı bir adamın meraklı gözlerinin üzerimde olduğunu hissedebiliyordum.
Omzumun üstünden türlü türlü tatlı ve pastanın içinde olduğu cam tezgâhın arkasındaki yaşlı adama baktığımda, beyaz olmasına rağmen dökülmemiş, fırça gibi olan yana taranmış saçları ve şirin yeleğiyle beni izleyen yaşlı adam şaşkınlığını bastırarak bana gülümsedi. Ben de ona gülümsedim. Boncukların çıkardığı sesle beraber Gurur artık buradaydı, adama elini kaldırarak selam verdikten sonra masaya doğru ilerlemeye başladı.
Tam karşıma oturduğunda benim sırtım duvara bakıyordu, onunsa sırtı hemen kapının çaprazındaydı. “Daha önce buraya hiç gelmediğini biliyordum.”
“Genelde Kafeler Caddesi’nde takılıyorum,” diye mırıldanarak tekrar omzumun üstünden adama doğru baktım. “Burada seviliyor gibisin.”
“Latif amca buraya gelen herkesi sever, herkesi torunu olarak görüyor.” Gurur, gözlerinde daha önce görmediğim bir ışıltıyla bana baktı. Tepede halatlara tutturulmuş bir sürü sarı lamba vardı ama sadece birkaçı yanıyordu. “Sana bir sorum var.”
“Neymiş?”
“Muhallebi sever misin?”
“Çok ciddi bir şey soracaksın sandım,” dedim gülerek.
“Gülme. Ciddi bir soru bu…” Bana uzun uzun baktı. “Ya da gül, evet, gülümse.”
Gözlerimi kaçırmamak için masanın altındaki ellerimi sıkıp tırnaklarımı avuç içlerime batırdım.
“Sever misin sevmez misin?”
“Çok aramam ama severim,” dediğimde dirseklerini masaya yaslayıp yüzünü büyük avuçlarının arasına alarak bana şirin, çocuksu gözlerle baktı.
“O zaman Zelihacığım, bundan sonra çok arayacaksın.”
“Hadi ya?”
“Aynen öyle canım.” Sırıttı, ardından gözlerini Latif amcaya çevirip, “Dedem,” dedi sıcak bir sesle. “İki sakızlı muhallebin ne güzel olur şimdi. Hem biliyor musun, bu hain kız hâlâ senin sakızlı muhallebinden yememiş.”
Latif amca kıs kıs gülerek, “Hemen getireyim kızıma,” dedi sıcacık bir sesle.
“Beni sakızlı muhallebi yemeye getirdin yani,” dedim geniş bir gülümsemeyle. “Sayın Gurur Mert Çalıklı, bunun bir adım sonrası evlilik teklifi…”
“Teklif mi bekliyorsun? Ben yıldırım nikâhı kıyarız diye düşünmüştüm.”
Bir an öyle ciddi baktı ki, gülüşüm yüzümde donup kaldı ve ben de onun parlayan gözlerine kilitlenip kaldım. Söyleyeceği bir şeyler varmış gibiydi ama bana bakarken söyleyeceği her şey donup kalmıştı sanki. Latif amca sakızlı muhallebileri önümüze bıraktıktan sonra Gurur’un omzunu sıkarak bizden uzaklaştı.
Yediğim muhallebi, daha önce yediklerimle uzaktan yakından benzemiyordu. Normalde sakızlı muhallebi sevmezdim ama bunun tadına bayılmıştım, ilk kaşıkta garip gelse de ikinci kaşıktan sonra o kadar lezzetli hâle geldi ki, Gurur dikkatle beni izlemiyor olsaydı tamamını iki kaşık darbesine sığdırarak mideye indirebilirdim.
Gurur, “Gelecek olan kuzeninle çok mu yakınsınız?” diye sordu, başımı salladım.
“Birlikte büyüdük. Her zaman en yakınımdı.”
“Nasıl biri?”
“Eğlenceli ama tuhaf,” dediğimde Gurur tek kaşını kaldırdı. “Değişik bir mizah anlayışı vardır.”
“Merak ettim.” Muhallebisinden bir kaşık daha alıp bana baktı. Aslında merak etmediğini, sadece kafamı dağıtmak için çabaladığını biliyordum. Bir süre kuzenimden bahsettim ona. Kuzenimle ilgili ayrıntıları dinlerken ara sıra gülümsemişti.
Sonunda, “Sevdin mi?” diye sordu önümdeki boş muhallebi kâsesini işaret ederek.
Gözlerim gözlerine tutundu. “Evet, çok güzelmiş.”
“Tekrar geliriz o zaman.”
“Olur,” diye mırıldandım sadece.
Pastaneden çıktığımızda kar durmuştu ama şehrin üzerine serilen beyaz örtü içinde binlerce kristal parçası varmış gibi parıldamaya devam ediyordu. Yolda ona Simge’yi almaya giderken benimle gelip gelmeyeceğini sorduğumda, şafakta bir işi olduğunu söylemişti ama ne işi olduğunu söylememişti. Simge’yi almaya giderken bana eşlik eden isim Devran olacaktı. Eve döndüğümüzde Yener salonun ortasında oturmuş, Pars ve Leon’la oynuyordu. Leon onun kucağına çıkıp onu eziyor, Pars ise Yener’in alnını yalıyordu. Yener bir çocuk gibi onlarla eğlenirken yağmurluğumu çıkarıp vestiyere astım ve daha önce inceleme fırsatı bulamadığım üst kata doğru tırmanmaya başladım.
Yatak odası kare şeklindeki holde, merdivenlerin hemen karşısındaydı. Merdivenlerin sol tarafı yine tamamen camla kaplı bir duvardan oluşuyordu. Birbirlerinden ayrı olarak yatak odasının çaprazında yan yana duran iki beyaz kapı, banyo ve tuvalete aitti. Üst katta başka bir oda olmaması dikkatimi çekmişti. Cam duvarın çaprazındaki sütlü badem rengindeki duvarda beyaz bir kitaplık vardı ama henüz içinde kitaplar yoktu. Cam duvarın önünde minder vardı, bu minderlerin Leon ve Pars’a ait olduğunu fark etmiştim. Aralık duran yatak odası kapısını itip gözlerimi içeriye çevirdiğimde beni karşılayan simsiyah bir oda oldu. Duvarlar dışında odada aydınlık renkte hiçbir şey yoktu. Duvarlar yine sütlü badem tonlarında hoş bir renkteydi fakat tam ortadaki yuvarlak yatak bazası ve nevresimleri de olmak üzere tamamen siyah ve oldukça koyu bir lacivertten oluşuyordu.
Aynalı elbise dolabı bir duvarın tamamını kaplamıştı, o da siyahtı. Tıpkı yatağın iki yanında duran komodinler gibi. Yavaşça odadan çıkarken karnımda bir ağrı hissettim. Bu yatakta elbette uyuma şansım olacaktı ama onunla mı uyurdum bilmiyordum. Merdivenlerin başında durduğumda, sabahki görüntü yeniden oradaydı; gözlerimin önünde, zihnimin içini parçalayarak durmadan kendini tekrar ediyordu. Hakan abi ve Dide’nin o ilk bakışması, ilk teması, birbirleri için kurdukları o ilk cümle…
Tekrar ağlamaya başlamamak için çok çaba sarf ettim.
⛓️
Akşamüzerine doğru, üzerimde bir battaniyeyle koltukta oturmuş dışarıyı izliyordum. Birkaç saat önce güneş yüzünü gösterdiği için tüm karları olmasa da birçoğunu eritmişti. Şimdi gökyüzü soluk, kederli hissettiren bir mavi rengindeydi. İlerideki büyük bir ağacın dallarında hâlâ varlığını koruyan kar taneleri esen rüzgârla beraber yere döküldü ve dallar uzun süre kıpırdanmaya devam etti. Bu süre zarfında babaannem üç kez, kızlar da birer kez buraya gelmiş, ben de yanlarına inip ne yaptıklarına bir bakmıştım. Kollarımı battaniyenin içine soktuğumda Gurur mutfağa giden holden elinde iki derin kâseyle çıktı. Krem rengi kâselerden birini benim önüme koydu, diğerini elinde tutmaya devam ederek ayakucuma oturup bakışlarını bana çevirdi. Meraklı gözlerinde nasıl olduğumun kontrolünü yapan şefkatli bir bakış vardı.
“Bu ne?”
“Noodle,” dedi Gurur. “En hızlı bunu yapabildim. Yener pratik zekâlı bir salak. Birkaç kutu noddle almış.”
“Bunu duysaydı bir saat açıklama yaparak salak olmadığını savunurdu,” diyerek yorgun bir şekilde güldüğümde, Gurur da gülüşüme başını sallayıp sırıtarak karşılık verdi.
“Hepsini tanımaya başladın, farkında mısın?”
“Evet. Bu benim açımdan pek iyi değil.” Dalgın gözlerimi noodle dolu kâsenin içine çevirip yutkundum. Gurur’un yoğun bakışlarını hissettim.
“Neden?”
“Size alışmam iyi mi sence?” Omzumun üstünden ona doğru baktım. “Bence değil.”
“Neden?”
“Sonuçta bir gün gideceksiniz.” Ona beklentiyle baktığımı, bu cümle dudaklarımdan dökülene ve onun gözlerinde kendi yansımama rastlayana dek fark etmemiştim. “Gideceksiniz, değil mi?”
Bir süre sustu. Neyle çatışıyordu, kendi içinde neye son vermeye çalışıyordu bilmesem de sonunda, “Belki,” dedi ama içindeki cevabın bu olmadığını hissettim. Acaba içindeki cevap daha keskindi de beni biçmesinden mi korkmuştu yoksa o cevap, beni değil, ilk önce onu mu kesip ikiye bölmüştü?
“Belki değil, bir gün gideceksiniz, biliyorum. Hayatımın bir gün eski düzenine döneceğini söyleyen sizdiniz.” Ona beklentiyle bakmaya devam ettim. Ne bekliyordum, neyi duymayı istiyordum? “Siz çekip gitmeden önce bana kendinizi affettirmeye çalışıyorsanız diye söylüyorum, keşke sizi bu kadar affetmeseydim.”
Gurur, elindeki kâseyi öyle sıkı kavradı ki, kâsenin parmaklarının arasında tuzla buza dönüşeceğini sandım. Bilmiyordum. Onun göğsünün coğrafyasından kovulmak istemiyordum. O iklimi terk etmek istemiyordum. Başka bir iklimde, bir başka coğrafyada nasıl yaşanırdı, artık bilmiyordum. Bana onlarla yaşamayı öğretmişti.
İçimden kendime değil, ona ait bir kan akıyormuş gibi hissettim. Kalbi yaralanan bendim ama kalbimden akan kan onun kanıydı.
“Neden öyle söylüyorsun şimdi?”
“Kendinizi affettireceksiniz, sizi seveceğim ve sonra da gideceksiniz.” Battaniyeyi yavaşça kucağıma çektim ve dizlerimi göğsümün üzerine gelecek kadar kendime sabitledim. Gurur, bu savunmasız hâlim karşısında ne yapacağını bilemiyor gibiydi. Bir yandan da kelimelerime ait dikenlerle dolu bir tarlada ilerlemeye çalışıyordu. “Sizi ilk gördüğüm günkü gibi hissetmiyorum. Şafak söküyordu. O şafak vakti hayatımın sonuna dek kâbuslarıma konuk olacağını düşündüğüm bir adam tanıdım. O adam sendin. Sonra onlar geldi, seninleydiler, çok kalabalıktınız ve hepinizden korkuyordum. En çok da senden. Her şeyin değiştiğini hissettim, o şafak vaktinden sonra hiçbir şeyin aynı olmayacağını biliyordum.” Gurur’a bakamadım çünkü anlattıklarımı yeniden içimde yaşamak bana ağır gelmişti. “Şimdi size bakıyorum ve korktuğum adamları görmüyorum. Ailemin üyelerine bakıyormuşum gibi hissediyorum. Sizi tam olarak tanıdığım söylenemez, hâlâ koca bir soru işareti olduğunuz noktalar var.” Battaniyenin içindeki ayaklarımı birbirine sürttüm. “Ama yanlış olduğunu bile bile size güveniyorum. Gitmenizi deli gibi isteyen ben, artık gitmenizden korkuyorum.”
Karanlık biraz daha çökerek şehrin üzerini gölgeledi.
Bazen bazı insanları nefretinle severdin. İçinde bir ağaç gibi büyüyen öfke, aslında sevginin tırmanıp içine yerleştirdiği kalbinin etrafını saran delik bir zırhtan ibaret olurdu. Bazen birini o kadar severdin ki, nefret kaçınılmaz olurdu.
Bazen birini öyle çok severdin ki, asla diyemezdin canım acıyor.
Canım acıyordu.
Ve Gurur, bunu görüyordu.
Belki onun da canı acıyordu.
Elindeki kâseyi sehpanın üzerine bırakıp, dizini koltuğa doğru çekerek bana doğru döndüğünde ona bakacak gücü bulamadım. Gücüm parmaklarımın ucunda sönmeye başlayan mumlar gibiydi. Geride yanık izleri bırakmıştı ama artık yanmıyordu.
“Gitmemden korkuyorsan bil, Zeliha. Beni gitmekten daha çok korkutan bir şey varsa, o da senin gitmemi istemen.”
Dizlerimi göğüslerimin üzerine iyice bastırıp ona baktım. Sanki o burada olursa, ölüm beni almaya gelmezdi; sanki o yanımda olursa, beni kimse öldüremezdi.
“Bir gün gitmem gerektiğini hissedersen, unutma Dağ Gelinciği. Bundan sonra bize günün tüm saatleri gecenin dördü olacak.”
Kelimeleri bana cayır cayır yanan bir soğukta kendimi vuracağım bir silahı aratıyordu. Çünkü biliyordum ki, kendimi vursam, daha az acı çekecek, durmazsam çok yavaş ölecektim. Birden dizine vurunca bakışlarım eline kaydı. “Gel,” dedi. “Seni hiç dizimde uyutmadım.”
Gözlerime batmaya başlayan yaşları durdurup, üstümde battaniyeyle yavaşça ona doğru kaydım ve Gurur, büyük ellerini saçlarımda gezdirdi. Battaniyeme sarılı hâlde bir cenin pozisyonu alıp Gurur’un dizine başımı koydum. Saçlarım onun dizlerine yayıldığında, parmakları saçlarımın arasındaki turuna kaldığı yerden devam etti. Cama yansıyan şehri, çöken karanlığı, tek tek yanmaya başlayan sokak lambalarını, erirken kendi içine göçen karları izledim.
Saat hep gecenin dördü olsun istedim.
Gurur hiç gitmesin istedim.
Bir de Muşta ve Dide birbirlerine sarılsınlar istedim.
Yanağım Gurur’un dizine yaslı hâldeyken şakağıma doğru akan gözyaşı onun dizine damladı. Gurur, saçlarımı okşadı. İçinde olduğumuz salon yavaş yavaş karanlığa gömülürken hiç konuşmadık. Dinlediğim kalp atışları bana kalan süremizi hatırlattığında, sessiz gözyaşlarım, yutkunup iç çektiğim sızlanmalara dönüştü.
Gurur, saçlarımı okşadı.
Ve her yer karanlığa boyandığında, onun dizinde, bizden çok uzaktaki sokak lambalarını izleyerek uykuya daldım.
Kilidinin yavaşça çevrilmesiyle çıkan ses, uykumun üzerine bir karabasan gibi çöktüğünde kirpik diplerimdeki acıyla dudaklarımı birbirine bastırdım. Dış kapı yavaşça açıldı, ardından holün ışığı yakıldı ve salona çarpan ışıkla beraber gözlerimi yavaşça araladım. Kirpiklerim sanki saatlerdir derin bir uykuda değilmişim de gözyaşı nöbeti tutuyormuşum gibi hâlâ ıslaktı. Telefonumun tuş kilidini kaldırıp ekrana baktığımda neredeyse şafağa doğru giden saati görünce kaşlarımı çattım. Boğazının gerisindeki bir öksürükle beraber varlığını belli eden Devran yavaşça salona girdi. Battaniye hâlâ kucağımdaydı, yavaşça doğrulduğumda da kucağımdaki varlığını korumaya devam etti. Yener de içeri girip kapıyı kapattı. Pars ya da Leon, kimin geldiğini anlamak için hızla merdivenleri inmeye başlamıştı.
“Gurur nerede?” Pürüzlü sesimle sorduğum soru Yener’in tek kaşını kaldırarak gülmesine neden oldu ama Devran ciddi bir sesle, “Sana işi olduğunu söylemiş sanırım,” deyince, bugün yaptığımız konuşmayı hatırlayıp başımı salladım. Ne işi olduğunu bilmiyordum ama Simge’yi almaya gelemeyecekti.
“Kaçta çıkmamız gerekiyor?”
Dağılan saçlarımı karıştırdıktan sonra, “Hemen çıksak iyi olur, bazen otobüsler perona erken yaklaşıyor,” dedim uykulu bir sesle. “Üzerime bir mont alayım, çıkalım.”
Yener, deri ceketinin yakalarını havaya kaldırırken, “Dışarısı epey soğuk, yollar buz tutmuş. Otogar da soğuktur, o yüzden biraz daha kalın şeyler giy istersen. Biz bekleriz seni,” dedi.
Yener’in hakkını yiyemezdim, dışarısı o kadar soğuktu ki, Devran’ın cipine binene kadar bir uzvum donup kopacak ve yere düşerek parçalanacak sanmıştım. Takırdayan dişlerim en çok Yener’i eğlendirmişti.
Ev, tepede kaldığı için olsa gerek, otogar sandığımız kadar soğuk değildi. Yine de nefesimden dökülen buhar öylesine fazlaydı ki, elime bakmayan biri benim sigara tüttürdüğümü düşünebilirdi. Buz tutmuş zeminde düşmemek için dikkatli adımlar atarak Ankara otobüsünün yaklaşacağı peronun önündeki banklardan birine oturduğumda, Devran ve Yener peronun önündeki kolona yaslanmış sohbet ediyorlardı. Donmuş parmaklarım hızla telefonun üzerinde kaydı ve ekran açıldığı an telefonuma düşen bildirimi gördüm.
Sevgilim: Otogarda mısınız?
Zeliha Özdağ: Evet, şimdi geldik.
Sevgilim: İçeride bekle, dışarısı buz gibidir.
Zeliha Özdağ: Hayır, değil.
Sevgilim: Yavrum
Sevgilim: İçeri gir
Sevgilim: Hava soğuk, üşüteceksin
Zeliha Özdağ: Şimdi gelir zaten otobüs.
Zeliha Özdağ: Giderken beni neden uyandırmadın?
Sevgilim: Uyurken seni izlemek çok keyifliydi, çok rahattın ve seni uyandırmak istemedim
Sevgilim: Bir de Allah aşkına Zeliha gözlerinin beyazı görünüyor uyurken, bir ara gerçekten ödüm koptu
Sevgilim: ABDGSAGSGSDHDHDHDHSGGSHGSGHSGSGSGSGHSGHS
Zeliha Özdağ: Domuz
Sevgilim: Muah
Sevgilim size bir çıkartma gönderdi.

Gönderdiği pembe renkteki şirin domuzcuk çıkartmasına bakarken, “Salak domuzcuk,” diye mırıldandım. Bilet gişesinde çalışan temiz giyimli bir adam, “Ankara otobüsü şimdi giriş yapacak,” dedi bana bakarak. “Yolcunuz vardı, değil mi?”
“Evet, teşekkür ederim.” Oturduğum yerden kalkarken elimi kabanımın ceplerine sokarak ağır adımlarla perona doğru yürümeye başladım.
“Geliyor mu?” Devran’ın sorduğu soruyu başımı sallayarak onayladım. Yener pek oralı olmadı, sigarasını içerken kolona yaslanmış Devran’a bir şeyler söylemeye devam ediyordu. Az ileriden dönüş yapan otobüs yavaşça otogardan içeri girdi ve Kâmil Koç’un logosun yavaş yavaş perona doğru yaklaştığı ânı sabırla izledim. Kırmızı ışıklarla yanıp sönen Ankara yazısını gördüğüm an, Simge’nin o otobüsün içinde olduğunu anlamıştım. Otobüs yavaşladı, perondaki yerini alarak durdu ve önce muavin, ardından da yolcular otobüsten inmeye başladı.
Yedinci inen yolcu, kafasında beyaz bir bere ve üzerinde altındaki eşofmanın zor seçildiği uzun bir palto olan kuzenimdi. Yumuşak görüntülü botlarının içine soktuğu eşofmanına, paltosuna ve beresine yüzümde silinmesi güç bir sırıtışla bakmamla, Simge’nin birden kucağıma zıplaması bir oldu.
“Seni çok özledim, sanki lanet bir salgın başlamış da iki senedir görüşemiyormuşuz gibi hissediyorum, kafanı komple ağzıma alıp seni yemek istemekteyim,” dedi hızlı hızlı, ardından boynumu kıracak kadar şiddetli bir şekilde beni sıktı. “Of, yemin ediyorum bolca sevgi sana ya. Keşke seni yiyip midemde saklasam herkesten.”
“Ben de seni çok özledim, çok özledim,” dedim dudaklarımı bükerek.
“Ağlarsan üzerimdeki tüm bombaları bu şehirle birlikte patlatırım. Şaka, ağlarsan ben de ağlarım ve şehri tsunami basar çünkü biliyorsun kötü ağlarım. Tsunami gibi.” Geri çekilip bana baktı, dudaklarımı büzdüğümü görünce, “Şu bakışa bak ya, şu bakışa bak ya,” dedi heyecanlı heyecanlı.
“Gebertirim seni sevmekten,” dediğimde, “Lütfen hemen olabilir mi bu?” diye karşılık verdi.
Yener’in, Devran’dan kısa süreliğine ayrılan gözleri beni kontrol etmek için önce bana, sonra Simge’ye çarptı ve bir dalga gibi geri çekilip Devran’a dönüyorken, daha büyük bir dalgayla alabora olarak yeniden Simge’ye çevrildi. Dudaklarındaki o gülümseme gözlerinden silindi ama dudaklarında hâlâ yaşam sürüyordu.
Kahverengi gözlerinde perona yaklaşan otobüslerden birinin far ışıkları amber renginde parıldadığında, gözleri hâlâ Simge’deydi. Simge kollarımın arasına girdi, kollarını yeniden boynuma doladı ve tanıdık kokusunu solurken bakışlarımı Yener’den ayırmadım. Simge’nin bana sarılması, kaşlarını yavaşça havaya kaldırırken, Devran’ın gülerek kurduğu bir cümle havada öylece asılı kaldı çünkü Yener’in yüzü artık bir taş kadar ifadesizdi.
İşkence gören bir suçsuzun yattığı hapis gibiydi gözleri. Bir göz kırpışıyla, bir ömür müebbete sürüklenebilir gibi bakıyordu. O âna kadar, Yener’in gözlerinde daha önce görmediğim o bakış, kendi sesinden korkan bir çocuğun karanlık bir odada hiç susmadan çığlık atması gibi içime işlemişti. Korktuğu bir şeye bakıyordu; gözlerini kaçırması gerekiyordu ama yapmıyordu.
“Seni çok aradım,” dedi Simge ve o an, o cümle, Simge’nin sesinde can bulmuş olsa da sanki başka bir kalbin içinden çıkıp gelmişti. “Çok özlemişim.”
“Ben de seni çok özledim,” diye mırıldandım parmaklarımı düz saçlarında gezdirerek. “Gidelim mi? Üşüdün mü? Yolculuk nasıldı?”
“Ön koltuktaki hıyar, koltuğunu kucağıma yatırdı, tam uykuya daldığı anda koltuğa öyle bir tekme koydum ki Allah’ına kavuşmuş gibi sıçradı. Uyuyor numarası yaptım, uyurken vurdum sanıp ses de edemedi,” dedi şen şakrak şakıyarak. “Bir saniye, sen zayıflamışsın.”
“İltifatını kabul ediyorum,” dedim ve ona tekrar sarılıp bir süre öylece bekledim. Üzerimizdeki kahverengi gözleri hâlâ hissedebiliyordum.
“Hadi seni eve götüreyim,” dedim heyecanla. Bakışları anlık yüzümde dolaştı, bir şeylerin ters gittiğini anlamış gibiydi ama sonra yeniden sıcak, samimi gülümsemesi ve ışıldayan yeşil gözleriyle yüzüme uzun uzun baktı. Simge ilk bakışta bana hem benziyor hem de hiç benzemiyordu. O esmer tenli, yeşil gözlüydü, burunlarımız ve dudaklarımız benzese de onun teninde tek bir pürüz yoktu, yine de bizi yan yana görenler kan bağımız olduğuna inanıyordu. Bakışlarımı Yener ve Devran’a çevirdiğimde, Devran elini kaldırıp gülümsedi, Yener parmaklarının arasında tuttuğu sigarayla pürdikkat bize bakarken kolona yaslanmaya devam ediyordu.
Simge, “Bunlar kim?” diye sordu kısık sesle, koluma girmişti ve muavin valizini çıkarırken öylece durmuş bekliyorduk. Simge’nin yeşil tekerlekli valizini sürüklemeye başladım.
“Anlatacağım,” dedim. “Arkadaşlarım onlar.”
Devran, dirseğiyle Yener’in boşluğuna vurunca, Yener dalgın gözlerini Devran’a çevirdi ve parmaklarının arasında külü uzayan sigarasının külü ortadan ikiye kırılıp yere düştüğünde, diğer peronda tıkırdayan topuklu botların sahibi sarışın kadın ağır bir parfüm kokusunu arkasında bırakarak bizden uzaklaşmaya başladı. Devran ona başını iki yana sallayarak, “Ne oluyor?” der gibi bir hareket yaptı ama aldığı karşılık hafif bir omuz silkme oldu.
“Okuldan arkadaşların mı?” Simge onlara bakmadan kulağıma doğru tedirgin bir tınıyla konuşuyordu. Bir şeylerin normal olmadığını fark edecek kadar zekiydi, ondan bir şeyleri gizlemem, kızlardan gizlemem kadar kolay olmazdı. Biz Simge’yle konuşmadan anlaşan insanlardandık.
“Bence bunun cevabını biliyorsun,” demekle yetindim, Devran elimdeki valizi alırken başını sallayarak Simge’ye selam verdi ama Simge’nin bakışları Devran’a öyle bir sertlikle saplandı ki, Devran’ı ürküttüğüne emindim.
“Merhaba,” dedi Devran ikilemde kalmış gibi. Ardından bana baktı. “Başka valiz var mı?”
“Yok, teşekkürler,” dedi Simge dikkatli gözlerle Devran’ı inceleyip, bakışlarını Devran’ın arkasındaki kolona yaslanan Yener’e çevirerek. Yener bize dikkatle bakıyordu. Arabaya doğru yürümeye başladığımızda Devran önümüzde, Yener arkamızdaydı ve Simge etrafını incelerken tek kaşını kaldırmış bir şey düşünüyor gibi dalgın görünüyordu. Karnıma ağrılar sokan sessizliğinin sonunda her şeyi öğrenene kadar üzerimdeki mezar toprağını kazacak olduğu gerçeğini bilmenin tedirginliği vardı.
Devran’ın cipinin arka koltuğuna oturduğumuzda, Yener elindeki sigarayı yere atıp sigaranın üzerinden botlarıyla geçti ve ön yolcu koltuğunun kapısını açıp içeriye az önce kesilen soğuğu taşıyarak bindi. Arabanın içi karanlıktı, otogarın arka kapısına bakan yola sıralanmış sokak lambalarından biraz uzakta olduğumuz için aracın içindeyken birbirimizi göremiyorduk. Devran emniyet kemerini bağladı, cipin motoru gürültüyle gümbürdedi ve kar taneleri karanlığın içinde parlayan beyaz bulut parçaları gibi yavaşça yeryüzüne dökülmeye başladı.
“Kar gören masum Egeliyim şu an. Ankara’ya da uğursuzluk mu götürdüm nedir ben oradayken değil, tatil için eve dönünce yağıyor,” dedi Simge kısık sesle ve ön cama doğru uzanmak için sürücü ile yolcu koltuğu arasına girerek ileriye doğru baktı. Siyah saçları Yener’in omuzlarına doğru dökülünce, aracın dış dikiz aynasına yansıması düşen Yener’in başını koltuğa iyice yasladığını gördüm.
“Bu şehri seveceğim aklıma gelmezdi.” Simge’nin cümlesi, Yener’in göz ucuyla omzuna değen saçların sahibine bakmasına neden oldu. Simge, ön camdan dışarıya bakarken, “Son geldiğimde kar yağmıyordu tabii,” dedi iç çekerek.
Yener’in gırtlağı kalkıp indi, bakışlarını tekrar ön cama çevirirken kafasını iyice koltuğa yasladı; bu hareketini tuhaf karşılamıştım çünkü benim kuzenim bile olsa, Yener’in Simge’ye üçüncü saniyeden askıntı olacağını düşünmüştüm. Ama sanki Simge’nin varlığı, Yener’i inanılmaz derecede bocalatmış, hatta germişti.
“Gidelim mi?” Devran soruyu anlayışla sormuştu. Simge başta ona saldırmaya hazır bir canavar gibi bakmış olsa da kar görmek onu yumuşatmış olacak ki gülümseyerek, “Tabii,” diye mırıldandı ve yerine oturup başını omzuma yasladı. Yener’in bakışlarının bu kez aracın güneşliğinin üzerindeki dikiz aynasından arka koltuğa kaydığını gördüm ama bana o kadar bakmıyordu ki, aynı aynadan onu izlediğimi fark etmemişti.
“Sizin eve mi yoksa tesise mi geçelim?” Devran bu soruyu sorarken cipi yavaşça geriye doğru sürmüş, ters bir c harfi çizerek ustaca cipi akıp giden trafiği var eden yola çıkarmıştı.
“Eve geçelim,” dedim, Simge’nin kaşlarını çattığını hissettim, başımı başının üzerine yaslarken soru sormadığı için ona minnet duyuyordum. “Gurur eve gelir herhâlde.”
“İşi çok uzun sürmez,” diye onayladı Devran.
“Tabii ya, bir de Gurur vardı,” diye fısıldadı Simge yavaşça. “Bana anlatmadığın, babaanneme attığım Trendyol linkindeki kamuflaj pantolonu görünce hatırlayıp bana varlığından söz ettiği şu Gurur.”
“Her şey çok hızlı gelişti,” diye mırıldandığımda, burnundan sert bir nefes vererek, “Sen hiçbir şeyi hızlı yaşamazsın,” dedi sertçe. “Yalanı bırak, neyse, bunu sonra konuşuruz. Geldiğim gibi kaynana gibi oraya buraya parmağımı daldırıp toz var mı diye kontrol etmeyeceğim.”
Sessizliğin kalbinin atışları, patlayacağını bildiğim bombanın geri sayımının sesiyle aynıydı. Yolun kenarına sıralanmış uzun sokak lambalarının turuncu parıltıları, araç ilerledikçe aracın içinde bir büyüyor, bir kayboluyordu. Devran, bozuk bir radyo frekansını geride bıraktıktan sonra istasyonlardan birinde durdu ve tam o esnada, elektro gitarın sesi aracın içine dolmaya başladı. Kıraç’ın şarkısını ânında tanıdım. Yener ön koltukta başını cama doğru çevirmiş yolu izliyordu, aracın dışındaki dikiz aynasına çarpan ışıklar onun yüzünde de parlayıp sönüyordu.
Simge elini karanlıkta yavaşça havaya kaldırıp, parmaklarını araladığı ve kendi ellerine bakmaya başladı. O sırada, Yener’in yan aynaya çarpan gözleri yeniden arkada koltuktaydı ama bende değildi; Simge’deydi.
Simge ayrılan parmaklarını birleştirip, elini yavaşça aşağıya indirdiğinde, Yener’in gözleri hâlâ dikiz aynasında asılı duruyordu. Sokak lambaları Yener’in ifadesiz yüzünü ateş gibi yakıyor, yine karanlık aynı yüzü soldurup altında yok ediyordu. Şarkı çalmaya devam etti.
Yener’in kaşlarını çattığını fark edince, benim de kaşlarım farkında olmadan çatıldı. Gözünü bile kırpmadan bakıyordu. Evin olduğu sokağa geldiğimizde, üzerime binen o ağırlığın da katlanarak arttığını, çoğalışının ruhumu boğmaya başladığını hissettim. Sanki tedirginlik suydu ve ben de bir çukurdum, yavaş yavaş içimde yükselen su beni tedirginlik ismi verilmiş bir okyanusa çeviriyordu. Simge, omzumdan kalkıp etrafına göz gezdirdi. Pahalı bir sitenin otoparkına girmeyi beklemediği her hâlinden okunuyordu. Bakışları bana çevrildiğinde ona bakmadım.
Asansöre bindiğimizde bile konuşmadı. Asansörde hemen arkamızda Yener ve Devran vardı, onlar da sessizlerdi, sanki yaklaşmakta olan fırtınayı öngörmüş gibiydiler. Hoş, bu fırtınayı sadece Devran da öngörmüş olabilirdi. Çünkü Yener son yarım saattir aramızda değil gibiydi.
Holdeki karanlık anlıktı, hemen karşımızda bir duvarı tamamen camdan oluşan salon, şehrin tüm ışıklarını içeriye topluyordu. Simge’nin valizini girişte bıraktık, lambaderin ışığı salonu daha parlak hâle getirdi ve Simge yorgun bir şekilde kendini L’nin üzerine bırakırken, “Kızlar nerede?” diye sordu. Muhtemelen kızlarla birlikte yaşadığımı sanıyordu, sanması normaldi çünkü çok değil birkaç gün önceye kadar gerçekten de öyleydi. Simge ince kaşlarından birini kaldırdığında, “Her şeyi anlatacağım,” diye açıkladım. “Ama şimdi değil. Önce biraz dinlen.”
Ne söyleyeceğimi bilmiyordum, bu sadece bir bahaneydi. Gerçekleri anlatırsam kaldırabilir miydi, düşünceleri ne şekilde olurdu hiçbir fikrim yoktu. Tanıdığım, güvendiğim, ağzımı açmadan düşüncelerimin özüne inebilen Simge, biliyordum ki ona doğru gelmese bile beni desteklerdi. Öte yandan, beni benden bile çok önemsediğini bildiğim için, tehlikede olduğumu düşünürse yapabileceklerini de tahmin edebiliyordum. Muhtemelen onun da durumla ilgili tahminleri vardı, tam olarak çıkarım yapabileceği bir ortam henüz var olmamıştı ama onun hislerinin kuvvetli olduğunu biliyordum.
“Karnım aç,” dedi Simge. Konuşmayı ertelemek istediğimi fark ettiği için konunun gidişatını benim sıkışıp kalmış gibi hissetmeyeceğim bir noktaya çevirmişti.
Yener kapıda duruyordu, Devran’ın da içeri girmeye niyeti yok gibiydi ama Yener, “İsterseniz dışarıdan yemek söylerim,” deyince, Simge tek kaşı havada yavaşça ona doğru dönüp, dirseğini koltuğun sırtına yaslayarak, “Demek konuşabiliyordun?” diye takıldı ona. Yener’in bakışları ona yaklaştı, gözleri gözlerine saplandı ama dudakları yeni bir cümle yaratmak için aralanmadı.
Devran, sabah olanları biliyor olacak ki, “Dilsiz o, eğv eğv,” dedi Yener’in kulağıyla oynayarak ama Yener buna karşılık vermedi. Sadece Simge’ye baktı, baktı, baktı…
“Belli oluyor,” diye mırıldandı Simge, Yener ve Devran’a enteresan bir şey görmüş gibi bakıyordu. Özellikle de Yener’e. Yeşil gözlerini yeniden bana çevirince, bakışlarındaki sorgu beni rahatlatmak istiyormuş gibi geri çekildi, yerini daha ferah bir ifade aldı. “Hamburger ve bira istiyorum,” dedi bir kedi gibi mırlayarak.
Yener, “Birayı online olarak alabilmek mümkün değil, ben gider alırım ama bu saatte hamburger bulunur mu bilmiyorum,” dediğinde, Simge göz ucuyla yeniden ona baktı ama bu kez Yener ona bakmıyordu. Sokak kapısına doğru dönmüştü.
Devran, sorgulayan gözlerle bizi izledikten sonra Yener ile birlikte evden çıktı ve kuzenimle havadan sudan konuşmaya başladık. Simge, okula Isparta ya da Antalya’da devam etmek istediğini, Ankara’daki okuldan memnun olmadığını, bu süreçte iki şehirde de şansını deneyip en çok hangisini severse orada öğretim hayatına devam edeceğini söylemişti. Kendisiyle ilgili ayrıntıların tamamını beni rahatlatmak için verdiğinin farkındaydım. Ben istemediğim sürece üzerime gelmeyeceğini zaten biliyordum ama şu an beni böyle gevşettiği için ona minnettar hissediyordum.
Devran elinde bira şişeleri ve hamburgerlerin olduğu kese kâğıdından bir torbayla eve döndüğünde Yener’in yokluğunu fark etsem de sorgulamadım. Devran biraları ve hamburgerleri bıraktıktan sonra bir şey söylemeden evden ayrıldı. Şafak nihayet tam anlamıyla sökmeye, gökyüzü kızıl bir deniz gibi dalgalanarak yavaş yavaş ağarmaya başlamıştı. Kar taneleri sık ve ince bir şekilde yağdığı için hemen aşağıdaki boş arazi yine beyaza bürünmüştü.
“Bu saatte hamburger bulacak kadar sağlam arkadaşlar,” dedi Simge bana takılarak, ardından birasından bir yudum alıp yeşil gözlerini bana çevirdi. Lambaderin ışığını söndürüp holdeki lambayı açmıştım, bu yüzden içerisi daha loştu ama birbirimizi görebiliyorduk; zaten çok değil yarım saate gün tamamen aymış olurdu.
“Anlat der gibi bakıyorsun.”
“Bir şey demiyorum. Biliyorsun, sana hiçbir zaman anlat demem çünkü anlatmak istediğinde anlatabileceğin tek insan olduğumu biliyorum.” Güven veren yeşil gözleri gözlerimdeyken birasından bir yudum aldı. “Yolunda gitmeyen şeyler olduğunu biliyorum, Zelluş, bunu kimse göremese de -buna yanındakiler de dahil-ben kilometrelerce ötede kalbimde hissediyorum.” Birasıyla birama yavaşça vurunca çıkan çınlama sesine gülümsedim. “Biliyorsun, ben de yargılama yok. Bana de ki dün birini öldürdüm, şu an kilerde saklıyorum cesedi. Bekle beni bir çuval bulup geliyorum derim.”
Kanımı büken cümlesi normalde gülmeme neden olurdu ama yapabildiğim tek şey donuk gözlerle ona bakakalmak oldu. O geceyi, yaşadığım dehşeti, kaderimin üzerine kan ile çizilen çizgiyi hatırladım.
“Bir saniye, kilerde bir ceset mi var?” diye sordu bana dik dik bakarak.
“Geldiğin an üzerine roket atılsın istemiyorum.”
“Zelluş, saçmalama istersen. Biliyorsun ki Amerika’yı tehdit eden deli Kuzey Kore lideri kankam olur.”
Hamburgerinden bir ısırık almak üzereydi ki, “Bir cinayete karıştım,” diye fısıldadım ve Simge dişleri hamburgere saplı bir şekilde öylece donup kaldı. Gözlerimi utançla yere indirdim. “Yani sebebi bendim.”
“Zel…”
“Anlatmama izin ver. Beni senden başka yargılamayacak kimse yok hayatımda.”
Ruhum öyle bir çıkmazdaydı ki, sanki tırnakları vardı ve içime batırıp beni çizerken özgür kalmak için çığlıklar atıyordu.
Bir ruhun sahibini istememesi müthiş korkunç bir olaydı, ruhum kendi içimde en büyük düşmanım hâline gelmişti. Suçluluğun kanı dudaklarımdan dökülmeye başladığında, yine o geceyi taşıyordum. Kelimeler suya yazılan yazılar gibiydi. Simge onları öğreniyordu ama asla bilmeyecekmiş, ne olursa olsun dilinin ucunda can vermeyecekmiş gibi bakıyordu. Tüm geçen günlerin yükü dilimin ucundan bana ait zehirli bir kan gibi aktı ve Simge o kanı kendi elleriyle temizledi. Beni dinledi, belki anladı, belki anlamadı ama ağzını açıp bir an olsun beni yargılamadı.
Her şey bitti ve gözümden bir damla yaş çeneme kadar aktı.
“Ve şu öğretmen bozuntusu avukat yüzünden de sevgili rolü yapıyorsunuz,” diye fısıldadı buz gibi olan hamburgerini sehpanın üstüne bırakıp bağdaş kurarak. Sesindeki tepkisizlik beni korkutmadı; o her zamanki gibiydi. Her zaman olduğu gibi.
“Evet,” dedim kuru bir sesle.
“Ama öğretmen bozuntusu avukat da her şeyi biliyor,” dedi doğrulamamı bekler gibi.
“Evet.”
“Ve buna rağmen sevgili rolünü sürdürüyorsun.”
“Evet.”
“Geçmiş olsun tabii.”
“Ne konuda?”
“Boş ver şimdi bunu. Kafanda o kadar dert varken bir de bunu düşünme.” Uzun, farklı renkte ojelerle süslenmiş tırnaklarını bira şişesine hafif hafif vururken gözlerini boşluğa çevirmişti. “Bu işin sonunda zarar görmeyeceğin konusunda sana teminat verdiler mi?”
“Evet.”
“O zaman bu onların sorunu. Senin başını ağrıtmadıkları sürece ne yaparlarsa yapsınlar, Zelluş.” Bira şişesini sertçe sehpaya koyup bana doğru döndü. “Böyle bir şeyi kendi içinde halletmeye çalıştın. Tek başına.”
“Mecburdum.”
“Arasaydın gelirdim. Sonuçta koltuğa yapışmış hâlde bir ülke yönetmiyordum.”
Çok puslu olsa da hâlâ içimde o şafak rengi gibi yanan anıları dinledi. Fikirlerini benimle paylaşmadı, yine de yeşil gözlerindeki düşünce yumaklarını görebildim. Beni şaşırtıp yolumun daha da çıkmaza girmesinden korktu ama kimsenin yapmadığını yaparak beni anladı; beni anlaması, bana yol göstermesinden bile değerliydi.
Simge, içime sinmiş o intihar düşüncesi kokan kelimeleri fark etmiş gibi, “Düşüncelerin çok ağır gelirse kafanı arkaya doğru düşür ve gökyüzüne bak, sonra o düşünceleri arkandaki zemine bırak. Belki arkanda bırakman gereken insanlar gibi, düşünceler de var,” dedi birasından bir yudum alırken. “Sana ait olmayan bir acıyı bile sen çekmek istiyorsun, başkasının acısına anne olamazsın ki. Başkalarının acılarına o kadar anne oluyorsun ki senin içindeki acı yetim kalmış.”
İçimdeki o boşluk büyüdü ve ben karanlıkta yüzmeye devam ettim. Her bir kulaçta benden bir parça koptu. Her bir su alışımda ruhum biraz daha boğuldu, içim biraz daha doldu.
Simge elini dizime koyup, “Bahsettiğin Hakan abi çok iyi birine benziyor,” dedi. “Ama sen onun geçmişinin ya da bu gününün sorumlusu değilsin. Hiçbir şey gizlemiyorsun Zelluş, gizleyen Cenan. Sen ne geçmişin ne de şu an yaşadıklarının ortağısın. Kendini suçlama. Bırak kader işlemesi gerektiği gibi işlesin. Atacağın herhangi bir adımın neleri değiştireceğini bilemezsin ama atacağın yanlış bir adım, küçük bir kızın da o kadının da hayatında ciddi yaralar açabilir. Zaten hepsi yaralı. Tampon olmaya çalışma, yara bandı olmak senin görevin değil, bunun acısını içinde besleme. Bilmeden atılan her adım boşluğa gider ve sen zaten o boşlukta boğuluyorsun. Biraz daha derine batma. Hiç kimse için değmez.”
“Deniyorum,” diye fısıldadım.
“Seni nasıl görmezler?” diye sordu buruk bir sesle. “Sen kaybolmuşsun.”
Başımı önüme eğdiğimde o arsız gözyaşları yeniden gözlerimi ısırdı. Ben kaybolmuştum, insanlar tarafından kaybedilmiştim.
“Bu işe girdiğimde kimse yoktu içimde,” diye fısıldadım boşluğa bakarken. “Şimdi o kadar kalabalığım ki, sonunda hepsini içime gömüp her gün mezarlarını ziyaret edeceğim.”
“Bu işin bitmesini istemiyor musun?”
“Onların gitmesini istemiyorum,” dedim. “Bunu istediğimin geçen sabaha kadar ben bile farkında değildim, Simge.” Simge’ye bakarken utanmadım, başkasına baksam utanırdım, bakamazdım. Gözlerimde o yakıcı gerçekliği görmesi beni utandırmadı. “Bu iş bitsin istiyorum ama onlar hiç gitmesin istiyorum.”
“Onlar?” Simge üç kez gülümsedi, iki kez dudaklarını büktü ve gözlerini yüzümden çekmeden konuştu. “Gurur bile diyemiyorsun. Onu tek başına istemekten bile korkuyorsun. Neyi fark ettim, biliyor musun? Konuşmanın başından beri onlar diyorsun, bir kez bile Gurur demedin. Onu kendi içine itiraf etmekten bile korkuyorsun.”
Ona bakakaldım.
“Kendine itiraf edemediklerini bana ederdin, onu bana bile itiraf edemedin.”
“Ne zaman gözümü karanlığa düşürsem, kendi gözünü bana verip al bununla ara diyorsun. Hiçbir zaman o gözü bana sen bulmadın ama o gözü bulmam için gözüm oldun. Sanırım bunun için en çok sana açabiliyorum kendimi. Senin yanında özgür ve korkusuz düşünebiliyorum, sessizce içime batmak yerine dışıma kanıyorum.” Elimi Simge’nin elinin üzerine koydum, eli soğuktu. “İyi ki geldin. Çok yalnızdım.”
“Birazdan küçük kafanı ağzıma tek lokmada atıp seni içimde saklamak zorunda kalacağım,” dedi dudaklarını bükerek. “Kilerde ceset yok değil mi bu arada…”
“Yok,” dedim gülerek.
“Teşekkür ederim, sağ olun, biraz içim rahatladı.”
“Biraz uyumak ister misin?”
“İstemem. Şey soracağım sana, çok önemli bir soru değil, pek ilgilendiğim de söylenemez fakat dilsiz olanın ismi Devran mıydı?”
“Ha? Yok, o Yener.”
“Yener mi gerçekten peki sence?”
“Ne?”
“İnce bir espriydi.”
Gözlerim gitgide daha da ağararak gri-mavi bir örtüyle canlanmış gökyüzüne kaydı. Gurur hâlâ gelmemişti. Simge’nin her şeyi bilmesi onun için nasıl bir sorun yaratacaktı bilmiyordum ama eğer şu an terazi ruhumu ölçseydi, ruhum son birkaç saat içinde olduğundan daha hafif çıkardı.
Öğlene doğru, Gurur hâlâ evde değildi. Süslü Maria’yı salonun ortasında yere yatmış, pembe parlak taytının ortasındaki yırtığı diktiği siyah iplikten dolayı oluşmuş ize aldırış etmeden aerobik yaparken bulmuştuk. Simge, babaannemin üzerine çıktığında, er meydanındaki yiğitler gibi yerde yuvarlanarak güreştiler, daha sonra Maria’nın kırmızıya boyalı uzun tırnağı kurtulamayacak bir noktadan kırılınca, Maria bizi kapının önüne koydu.
Binanın merdivenlerini indiğimiz sırada Simge, “Hâlâ haber yok mu?” diye sordu kafamın nereye takıldığının farkına varmış gibi.
Kabanımın cebindeki telefonumu avucumun içinde sıkıca kavrarken, “Geç kalmayacağını söylemişti,” diye mırıldandım.
“Arasana.”
“Telefonu kapalı. WhatsApp grubuna da hiç yazmadılar. Sanırım önemli bir iş…”
“Yener’i ara,” dedi Simge binanın sokağa açılan otomatik kapısını açarken. “Ya da boş ver, direkt tesise gidelim.”
“Nasıl yani?”
“Sen bu tesisin yolunu bilmiyor musun? Oturup haber bekleyeceğine, haberin kaynağına gidelim.” Simge bana öyle ciddi gözlerle bakıyordu ki, bunun bir ihtimal değil, yapılması gereken olduğunu fark edip direkt başımı sallayarak onu onayladım.
Eve döndük ve hazırlanmadan önce Pars ile Leon’u tuvalete çıkarıp sonra da mamalarını yeniledik. Taksi binanın önüne geldiğinde kar yeniden atıştırmaya başlamıştı. Saçlarıma ve kirpiklerime tutunan kar tanelerinin altında taksiye doğru ilerlerken, içimde kalbimi zonklatan bir merak duygusu canıma okuyordu. Taksi şehir merkezine indiği sırada sohbet grubuna düşen bildirimle yerimden sıçrayıp, parmaklarımı dışarıda bırakan kesik eldivenlerimin arasındaki telefonun ekranını yukarı kaydırdım.
Yener Açıkgöz: Gazetenin magazin sayfasındaki yeşil elbiseli kadının fotoğrafını çektim, Google görsellerde arattım ama sonuç bulunamadı. Yıkılmış hissediyorum. Keşke altına adını yazsalardı. Bir aşk başlamadan bitti.
Devran Soydere: Ünlü değil ondan yazmamışlar
Yener Açıkgöz: Sen tanıyor musun
Devran Soydere: Nereden tanıayacağum
Yener Açıkgöz: Vural’a bağladığına göre grup sınırları içerisinde Biricik var
Yener Açıkgöz: D:G:D:F:D:d
Zeliha Özdağ: Gurur’u gördünüz mü?
Yener Açıkgöz: Görevi biraz uzamış, telsizle bağlantı kuruyoruz telefonu o bölgede çekmiyor
Zeliha Özdağ: Ben oraya geliyorum
Yener Açıkgöz: E ben gelip alırdım seni
Zeliha Özdağ: Yok biz kendimiz geliriz
Yener Açıkgöz: Biz mi?
Zeliha Özdağ: Evet, Simge ve ben
Yener, bir süre yazıyor olarak göründü, ardından her ne yazıyorsa sildi ve sonra sohbet grubundaki tüm sesler kesildi. Taksi dağ yoluna girdiğinde Simge başını cama yaslamış, dışarıda uçuşarak yağan karı izliyordu. Onun her şeyi bildiğini bilmeyen ekip üyelerinin tavrı, düşünceleri nasıl olacaktı çok merak ediyordum. Gurur’un iyi olduğunu bildiğim için içimdeki o sıkıntı biraz olsun kalkıp gitmişti ama yine de onu görmediğim için üstümdeki ağırlığı henüz atamamıştım.
Tesisten biraz uzakta indik çünkü burası kimsenin bilmemesi gereken bir yerdi. Taksici bizi neden dağın başında indirdiğini sorgular gibi baksa da ücretini ödeyip ona yumuşak bir gülümsemeyle karşılık verdiğimde tek yaptığı hayretle başını sallayıp direksiyonunu ters yöne kırmak olmuştu. Dağ yolu taşlar ve kayalıkların ördüğü dik bir yokuş olarak yukarı tırmanmaya devam ediyordu ama tepede olduğumuz için kar yumuşak bir şekilde tutmuş, kayaların sivrilikleri kar yığınlarının altında kalmıştı.
İleride bir hayalet gibi beliren tesisi fark ettiğim an, Simge’nin şaşkınlıktan irice açılan gözlerini görmek için omzumun üstünden ona baktım. Tesisin önüne gelene, müthiş korunaklı kapısından geçip beyaz koridorlarından birinde ilerlemeye başlayana dek tek kelime etmedi. Daha önce hiç görmediğim zayıf, uzun boylu asker önümüzde ilerliyor, tek kelime etmiyordu. Simge bana bir iki adım daha sokulup etrafına kaçamak bakışlar atmaya başlamıştı.
Önümüzde ilerleyen asker kayboldu. Bir süre daha ezberlediğim koridorlarda sessizlik içinde ilerledik. Karanlık koridora girdiğimizde tam karşımızdaki boydan camın gerisinde karla karışık yağmur başlamıştı. Camın çaprazındaki karanlık duvarda yere çökmüş oturan askeri gördük. Gri gökyüzü onun bedeninin sadece bir kısmını aydınlatıyordu. Uzun boylu askerin altında kamuflaj pantolonu, üzerinde kısa kolu beyaz tişörtü vardı. Dizlerini çenesinin altına çekmiş, kollarını bacaklarının etrafına sarmıştı. Yağan yağmur ve karın ışığı onun üzerinde titreşen gölgeler gibiydi. Simge omzunun üstünden bakınca ben de ona baktım, yeşil gözlerindeki merak benim gözlerime de sıçradı. Ağır adımlarla koridorda ilerlemeye devam ettik. Biraz daha yaklaşınca, askerin kolundaki dövmeler dikkatimi çekti ve o kişinin Girdap olduğunu fark ettim. Postallarının bağcıkları açıktı, kafasını kaldırmadan öylece duruyordu. Kollarını kafasının üstüne çıkarıp yüzünü tamamen sakladığında alnının dizine yaslı olduğunu görebildim.
Sanki aklından geçenleri haykıramadığı için kendi içine çökmüş, kendi enkazının sesini dinliyordu. Ona doğru attığımız adımların seslerini bile duyamıyor gibiydi. Bir şimşek gökyüzüne belirgin mavi bir damar çizdi, ardından o damarın içinde çağlayan kanın sesini anımsatan gümbürtü yavaşça içeri sızdı.
Girdap’ın önünden geçtiğimiz sırada kafasını kaldırdı ve yüzünün yarısına çarpan ışığın altında beyazına kızıllıklar çöken içi iri kahverengi gözlerini gördüm. Beni görünce yaşadığı o anlık şaşkınlık birden yok oldu ve yüzünü tekrar kolunun içine gömüp gözlerini kolunun içine sildikten sonra kafasını kaldırarak yeniden bana baktı.
“Şey,” diyebildim, ne söylemem gerektiğini bilemediğim için tekrar onun kahverengi gözlerine daldığımda, başını aşağı yukarı sallayıp bana titreyen dudaklarının etrafını çizgilerle dolduran bir gülümseme bahşetti. Eğer acı bir gülümseme olsaydı, bu gülümseme o gülümseme olurdu.
“Gurur iyi,” dedi pürüzlü bir sesle, hâlâ gülümsüyordu ama gözlerinin içi gülümsemiyordu; gözlerinin içi tek bir damla yaş daha dökecek hâli kalmamış gibi bakmasına rağmen gözyaşlarıyla dolmuş bir nehire benziyordu. Ona bakarken boğazımın kuruduğunu hissettim. “Telsizle haberleşiyoruz. Bir iki saate kalmaz döner.”
“Teşekkür ederim.”
“Ne demek,” dedi dizlerini karnına doğru iyice bastırıp gözlerimin içine bakarak.
Simge’ye gözlerimle işaret yaptığım an başını sallayarak sırtını bize dönüp boş koridora doğru yürümeye başladı. Yüreğimdeki yükü hafifletmeyecekti ama yine de yavaşça, “Girdap,” diye fısıldadım.
“Biliyorsun,” dedi dudağının kenarı yukarı kalkarken. Birden bu gülümseme bana mutluluktan ve huzurdan öyle uzak göründü ki, dizlerimin üstüne çöküp onun yanına emekleyerek gitmek ve sırtımı tıpkı onun gibi soğuk duvara verip boşluğu izleyerek ağlamak istedim. “Bana öyle bir Girdap dedin ki, bu Girdap deyişinin altında her şeyi biliyorum cümlesi vardı. Bu Girdap, iyi değilsin demekti.”
“Üstüne geldiğimi düşünme sakın,” dedim korkarak.
“Senin üstüne toplanıp geldiğimiz zamanları hatırlıyorum, o yüzden üstüme gelsen de sorun değil, Zeliha.” Bir bacağı hafifçe öne doğru kayınca elini dizine bastırıp, bacağını kendine doğru çekip burnundan sert bir nefes aldı. Gözlerini yere indirirken dudakları sanki burnundan yeterli nefes alamıyormuş gibi aralık duruyordu. “Kafanı şişirmek istemiyorum.”
“Asıl ben senin kafanı şişirmekten korkuyorum,” dedim dürüstçe.
“Kafama üç el ateş etsen, öldüğümü bile fark etmem.” Parmaklarının arasında künyesini tuttuğunu fark ettim. Gözlerini gümüş renkli künyeye indirdi. “Bir süredir boşuna yaşıyormuşum gibi hissediyordum. Dün sabah kalktım, dünyam durdu, dünyam durunca ben de durup dedim ki, ben aslında yaşamıyormuşum da ulan.”
“Her şeye rağmen hâlâ seviyor musun onu?”
“Karnımdaki çocuk senin dese, eline bile dokunmadığım hâlde inanacak kadar seviyorum onu.” Alnını elinin üst kısmına bastırınca yüzü gözlerimin önünden kayboldu. “Kırk farklı dağda, kırk farklı parçamı, kırk ateşte yaksalardı keşke.”
O kadar sustum ki, bir an gittim sandı. Gittim sanıp kafasını kaldırdı ve yeniden yaşlarla dolmuş kahverengi gözlerini gözlerime mıhladı. “Avukat olacaksın, değil mi?” Sorusu kalbimi acıtsa da başımı aşağı yukarı salladım. “Bir insanın infaz kararını vermek de suç değil midir? O verdi.” Güldü ama neşeden uzak gülüşü içimde bir şeyleri söndürdü. “Onu o kadar çok atlatacağım ki, sonunda içimdeki en yüksek yerden atlayıp kendini içimde sonlandıracak.”
Sustu, bakışlarını omzunun üstünden Simge’nin ilerlediği koridora doğru çevirdi. Ben de onun gibi o yöne bakınca, Yener’in o koridorun diğer ucundan bize doğru ilerlediğini gördüm. Gözleri Simge’deydi, çok geçmeden bana ve sonra da yerde oturan Girdap’a kaydı, ona uymayacak kadar ciddi bir tavırla Girdap’ın tam önünde durup elini Girdap’a uzattığında, Girdap bir süre durup ona uzanan ele baktı ama sonra o elin bir kardeşin eli olduğunu fark ederek, Yener’in elini tutarak ayağa kalktı. Diğer ellerinin yumruklarını kaldırıp birbirlerine vurdular ve Girdap, Yener’e sarıldı. Yener de bir arkadaştan öte, bir kardeş, bir yoldaş gibi ona sıkıca sarılarak sırtını sıvazladı.
Simge, kollarını göğsünün üstüne toplamış sakince bu görüntüyü izlerken dudaklarımda yarım bir gülümseme belirdi.
Ama sonra koridordaki koşma seslerini duydum ve Devran birden bağırdı:
“Gurur’un telsizinden sinyal alamıyoruz!”
⛓️
GURUR MERT ÇALIKLI
Senin önüne çıkmak, yaralıyken elindeki silahı bırakıp, sürüne sürüne savaş meydanına çıkmak gibi. Sürünüyorum, dursam belki çektiğim acı geçmeyecek ama en azından aynı kalacak, durmasam sen beni bir defa daha vuracaksın. Silahımı da kendim bırakmışım.
Sen, vurulduğum o sokağa sırf sen varsın diye yine giren bana benziyorsun. Ben sana siktir olup gelmeyi öğrenirsem, sen beni nasıl siktir edeceksin? Gel yanıma çilli kızım, ben gelirsem gidemem ama belki sen gelirsen, gitmek istediğinde seni tutmam. Tutarsam beni bir daha vur. Ama ben sana kırk yerimden vurulsam, bir bağışıklık kazanamam.
İçinde adam olduğum dağın beyazı senin yüzün, nefesimdeki o soğuk buhar bana kızgın bakışların ve biliyorum, bir insanı içimde bu boyuta sokmak beni sadece bitirir. Yani geçeceksin, geçmek zorundasın, geçmelisin. Bilmem ne zaman. Geç ne olursun.
Devran’ın botlarının gıcırtısını tanıyorum artık. İçeri girerken kapıyı çekti, kulaklığın tekini kulağımın içine yerleştirdiğim sırada üstündeki beyaz tişörtü sıyırıp kıyafet yığınının içine atarak dolabına doğru ilerledi. Açtığı dolabın kapağında Biricik’in gülümsediği fotoğraf var, ne zaman o kapağı açsa sırıtıyor ve gördüğümü fark edince de kaşlarını çatıp ifadesini topluyor. Çocuğum gibi seviyorum hepsini. Seni de çocuğum gibi seviyorum. Belki bir adım sonrası sen annem, çocuğum, koruduğum toprağım, vatanımsın.
Zeliha, dertsiz başımın derdi yaptım ben seni.
“Bugün Zeliha çok üzgündü,” dedi Devran. “Bilmem fark ettin mi?”
Fark etmemem mümkün gibi. Kursağımda kirpiklerinin altında ışık gibi parlayan bakışları kaldı.
Başımı iki yana sallarken, “Hep mutsuz,” dedim kuru bir sesle. “Aldım kafesin içine tıktım onu. Dağdaki gelinciği alıp kafese koyacağını söylesen, tüfeğinden bir el ateş için sana yalvarır.”
Devran sustu. Çıplak göğsümü havaya kaldıran nefes içime yetmedi. Telefonu kaburgamın üzerine koyduğumda bir şarkının melodisi kaburgama baskı yapmak ister gibi içime akın etti. Başımın üstündeki ranza demirini izlemeye başladığımda koğuşlardaki ışıklar bir bir sönüyordu. Benimki de söndü.
Beni çağıran, dedi adam, uçurum oldu sevdan. Kaşlarım çatıldığında artık koğuşun içi yıldızları silinmiş bir gece gibi karanlıktı. Sonra adam dedi ki: Kaçmam.
Kaçmak istemedim senden, Zeliha. Beni sana yuvarlayan yokuştan aşağıya sana yuvarlanırken, sana daha fazla zarar vermemek için ben yokuşu tırmanmak zorunda kaldım. Kaçmadım, zorunda kaldım.
Yok saklanmam başından, sonundan, korur bizi zaman…
Önce nadiren gördüğüm gülüşün, sonra kar ışığının altında kahverengi, floresanların altında bronz, benim gözlerimin içine bakarken turuncu olan çillerini gördüm, Zeliha. Oradaydı. Demirden bir ranzanın karanlığa bürünmüş soğukluğunda, bana bakıyordun, yana çekilmiş ceylan gözlerinde kendimi gördüm. Benim sana dokunmam bir el mesafesinden az, dokunsam ziyan olur musun? Sana bakarken ellerimle oynayıp durduğumu fark etseydin, o bir el mesafesinin ne demek olduğunu anlardın.
Şarkı gözlerin oldu, çillerin, bakışların, dudağının üzerindeki ben gibi çil, ellerin oldu.
Kapatıyorum bu şarkıyı Zeliha’m, Zerda’m, Zerdali’m, içimdeki zelzelem.
Yoksa soluğu kapında alacağım. Hatta durmayacağım, belki kapında yatacağım.
⛓️
ZELİHA ÖZDAĞ
O an, bir otobüsün içindeydim bir tünele doğru ilerliyordum, tünelin içinde gözlerimi kör eden bir ışık beni içine kabul edeceği ânı bekliyordu. O an, bir tren istasyonundaydım, perondan uzaklaşan trenin dışında durmuş, trenin içinde duran pencerenin önündeki bana bakıyordum. Beni izleyen yansımamın gözlerimden yaşlar akıyordu, ellerimi kaldırıp yanaklarıma dokunduğumda, ağladığımı o âna dek fark etmemiş olmama rağmen benim de gözlerimden yaşlar süzüldüğünü anlıyordum. O an, karnımın üzerine sırayla tahta parçaları yerleştiriyorlardı, biri elindeki küreğin içindeki toprağı içinde yattığım çukura atarken son kez yüzüme bakıyordu; o kişi bendim. Kendi üzerime toprağı atıyordum. O an, küllerin kar taneleri gibi uçuştuğu ama yeryüzüne değil, gökyüzüne tırmandığı o ormanda, köz rengi almış ateşten karların içinde yalın ayak koşturuyordum, siyah bir at peşimdeydi ve rüzgâr o közlerin alevlerini güçlendirdiğinde yanıyordum.
Bir adım geri çekildim, sonra bir adım daha ve bir adım daha. Sırtım bir duvara vurduğunda, nefesim de içimdeki son ânını yaşamış gibi usulca sönerek dudaklarımdan dışarı döküldü. Havaya yaşadığım paniğin, şaşkınlığın ve dehşetin varlığı yayılıp bir ruh gibi dolanarak kendine en uygun bedeni aramaya başladı.
Yener’in sıçrayarak, “Ne diyorsun, Devran?” diye bağırmasıyla, kalbimin atışları da içimdeki o dalgın paniğe katılarak göğsümün içinde gümbürdemeye başladı. Beni bir bataklık gibi içine çekerek derinlerinde boğmayı isteyen o üzüntü öyle hızlı bir şekilde dört bir yanıma dağıldı ki, bacağı dört farklı yerinden kırılmış bir atın, önüne tüfekle çıkan sahibine baktığı gibi öylece onlara baktım.
Muşta’nın kükremeye benzeyen sesi tüm tesisin içine dalga hâlinde vurarak dağıldı. Dev bir dalga gibi duvarlara vura vura üzerimize gelen sesin içinde sadece öfke değil, içimi dağlayan bir tedirginlik ve korku da vardı. Kendimin karşısında duruyordum sanki. Kimse yoktu. Yüzümü dağa dönmüş, önümde duran camdaki dağa karışmış yansımama bakıyordum. Yansımam ağlıyordu, ben de ağlıyordum ve o koca cam duvar, gözlerimizden akan her bir damla yaşla beraber bir yerinden çatlıyordu.
Bir koşuşturma yaşandı. Simge’nin beni kolumdan tutarak çekiştirdiğini hissettim ama sesleri duyamadım. Dikkatimi hiçbir şeyin içine ya da dışına saplayamadım, boşlukta asılıp kalmış gibi öylece dondum. İçimde ömür boyu benimle kalacağını düşündüğüm o acının yarıklarının genişlediğini, yaralarının açılıp kanamaya başladığını hissettim.
Her şey anlıktı. Muşta’nın odasındaki camın dört parçaya ayrılarak yere yıkılması, Muşta’nın elindeki dart tahtası okunu hızla önündeki deftere tüm sayfalarını yırtacak şekilde saplaması, mavi gözler tek bir noktaya sabitli duruyorken elindeki telsize durmadan, “Oğlum,” demesi. Ve karşıdan gelen bozuk cızırtı sesi.
“Adnan! Kaldırın çocukları!” Muşta elindeki telsizi sıkarken öyle bir kükremişti ki, olduğum yerde sıçradım ve elimdeki telefon hızla yere düştü. Ekran dört parçaya bölündü. “Dağın her noktasına bakılması için acil hava ekibini devreye sokun.” Eline başka bir telsiz aldığında, diğer telsizdeki cızırdama sürüyordu. “Ne kadar kartal varsa, hemen şimdi.”
“Saat dolmadan yapamayız, efendim,” dedi telsizin diğer ucundaki ses.
“Hemen.”
“Efendim, belki telsizini düşürdü. Hemen yapamayız, buna yetkimiz yok.”
“O asla telsizini düşürmez,” diye hırladı Muşta. “Ya hemen yaparsınız ya bu telsizi yerine koyar, tesisten çıkar giderim.”
“Binbaşım.”
“Hemen.” Muşta, sertçe masasına vurdu. “Şimdi Gurur Mert Çalıklı’yı aramaya başlıyorsunuz.”
Yener, “Ben havayla çıkarım,” dedi sertçe. Üzerine kamuflaj ceketini geçiriyordu. “Ben giderim tamam mı?” Gözlerini bana çevirdiği anda bakışlarımız ortada çarpıştı. Yener dişlerini öyle bir sıktı ki, yüzündeki tüm kemikler derisini yırtıp dışarı çıkacak sandım. Ellerimi tuttuğu an, titreyen ellerimiz aramızda asılı kaldı ve o an, gözlerim ellerime kaydı. Titriyordum. Donuyor gibi titriyordum, ellerim benim ellerim değilmiş gibi titriyordum. “Gidiyorum hemen, tamam mı?” Sorusu o kadar netti ki, sadece iri gözlerle ona bakabildim. “Hemen gidiyorum.”
Yener, büyük elleriyle yanaklarımı sildiğinde, iri gözlerimden yaşlar aktığını bilmiyordum.
“Hemen,” dedi. “Şimdi gidiyorum.” Elini enseme kaydırıp gözlerimin içine baktı. “Birazdan onunla döneceğim. Tamam mı?” Ve sonra gitti.
Gitti.
Her şey anlıktı. Yağmur ve karın dövdüğü dağda yükselen hava kuvvetlerini gördüm. İki helikopterdi, birinin içinde Yener de vardı. Her şey anlıktı. Yener’in gidişi, helikopterlerin yağmur ve kara rağmen sallanarak yükselişi, camın önünde öylece durmuş gözlerimi kırpmadan dikilişim, sesimin çıkmayışı, gözlerimden yaşların akıp boynuma kadar kayıp gidişi, helikopterlerin gözden kayboluşu, telsizlere arka arkaya düşen sesler… Tamamı anlıktı.
“Güney temiz, askerden ize rastlanılamadı,” dedi geçen bir saatin sonunda telsizden gelen yabancı bir ses. “Ormanlık alana alçalıyoruz.”
Dizlerimin üzerine çöküp camdan dışarıyı izlemeye devam ederken kollarımı bedenime sarmıştım, artık gözlerimden yaş akıyor muydu bilmiyordum, sadece bomboş bir suratla karlarla kaplı dağları izliyordum.
“Binbaşım. Yener Açıkgöz merdivenle uçuruma inmek istiyor. Mağaralara. Engel olmak zorundayız, bu hayati bir tehlike yaratacaktır,” dedi telsizin diğer ucundaki ses. “Bunu yaparsa hakkında tutanak tutmamız gerekecek.”
“Sen beni kapının dışına da koysan Serkan, ben oraya ineceğim,” dediğini duydum Yener’in. “Hadi beni durdur.”
“Zincir asla telsizini kaybetmez.” Muşta o kadar sakin konuştu ki, Simge’nin omzumda duran elini itip hızla Muşta’ya doğru döndüğümde, mavi gözlerini yumup derin bir nefes aldı. “Çekiç’i de kararından kimse döndüremez. Sorumluluk benim, asker. İndirin merdiveni.”
“Bu… Bu tehlikeli değil mi?” Simge birden Muşta’ya baktı. “Mağaradan kastınız…” Bana baktı, yüzümdeki o donmuş dehşeti gördüğünde susup bana tekrar yaklaştı.
“Muşta,” diye fısıldadım telsizin sesi anlık olarak kapandığında. Ama Gurur’un telsizindeki cızırtı odayı doldurmaya devam ediyordu. “Ona bir şey olmaz ki.”
“Elbette,” dedi Muşta içinde miras gibi taşıdığı suçluluk duygusunu gizleyemeden.
“Şaka yapıyordur size,” diye fısıldadım cılız bir sesle.
Eylül’ün sesi bir kurşun gibi zihnime girip çıktı. Sonra her şey yıkılmaya başladı. Ben de yıkıldım. Çığlıklar her yerdeydi. Eylül’ün sesine bir yabancının sesi eklendi, daha önce duymadığım o erkek sesi hızla üzerime geldi ve olduğum odanın içinde haykırdı: “Abim nerede?” Gözlerim ona çevrildiğinde, Gurur’a bir kopya gibi benzeyen o genç çocuğu gördüm.
Cesur.
Cesur’a bakarken fısıldadım. “Gurur nerede?” Sonra birden başımı iki yana sallarken öyle güçlü bir çığlık attım ki, ardımdan yükselen Eylül’ün çığlığı sanki bana ait bir yankıydı. “Gurur nerede?”
Dizlerimin arkasına geçirilmiş bir tekmeyle yere yıkılmışım gibi avuçlarımın üzerine düştüm. Saçlarım yüzümün iki yanına salındı, gözyaşlarım özgürce değil, yüzüme mahkûm edilmişçesine akmaya başladı. Avuç içlerimi yere bastırıp kendi çığlığımla sağır olana kadar bağırdım ve sonra her ses, her görüntü usul usul gözlerimin önünden silinmeye başladı. Biri beni bileklerimden kavrayıp yerden kaldırmaya çalıştı ve bunu başardı da ama bedenim havaya kalktığında durmadım. Biri beni kucakladığında kendimle, ruhumla, içimde patlayan o volkan gibi beni dolduran ateşle savaşmaya başladım. Tekmeler savurdum, ellerimi yüzüme kapatıp öyle çok çığlık attım ki, sonunda sinir krizi geçirdiğimi fark etmeleri çok uzun sürmedi.
Beni tutan Cesur’du, ben seslere sağır, görüntülere körken ve tekmelerim kendimeymiş gibi her yere çarpıyorken, savaşım henüz yeni başlamışken beni kucağında sabit tutmaya çalışıyordu. Bu duygu içimi deşmiyordu, içimden bir kılıç gibi geçiyor, karnımdan girip sırtımdan çıkıyor, karnımdan girip omuzlarıma kadar tırmanıyor ve boynumdan çıkıyordu.
“Kızım,” diyordu Muşta. “Zeliha. Bana bak.” Tekmelerim durmadan bir bedene çarptı, birkaç bedene… Saçlarımda duran ellerimin beynim sökülüyormuş gibi acı çekene dek saçlarımı yolmak için orada olduğunu bilmiyordum. Devran, ellerimi büyük avuçlarının içinde ezerek tutup saçlarımı bırakmam için bağırıyordu ama nefesim yavaşça hafiflediğinde geri çekildi. Bir an tekmelerim havada asılı kaldı, kollarım boşluğa düştü.
“Mert nerede?” diye fısıldadım ve sonra bilincim karanlık bir su olup beni içine alarak her şeyi dışarı çıkardı. Artık orada değildim.
İnsan düşmekle ölmez, insan düşmeyi intihar sayarsa ölür. O geçmişin içinde, bir zamanlar olduğum kızdan uzak ama onun yaşadıklarına aşina bir kalple ilerliyordum. Bir yanım yangınlar, bir yanım beni tek bir kabarışta yutacak hırçın dalgalarla kaplıydı; bir yanım öyle kaybetmişti ki, kendini bile bulamıyordu ama bir yanım öyle tamamlanmıştı ki artık arkasına bakmak istemiyordu. Bir kitap okumuştum, unutmaktan bahsediyordu; bir insanı, bir şehri, bir aşkı unutmaktan. Unutmakla ilgili birçok cümle duymuştum, çoğu kitapta unutmanın farklı şekilde yorumlandığını görmüştüm. Unutabilir miydim? O boşlukta, o alevlerin, o soğuk suların içinde ilerlerken düşünüyordum. Ben bir gün onu unutur muydum?
Babam bir keresinde unutmanın bir şuur bozukluğu olmadığını, kalbin hastalığını atlatması olduğunu söylemişti.
Babamın karşısına geçip çığlık atarak, “Baba!” demek istedim. “O benim kalbimin hastalığı, şuurumun bozukluğu değil, kalbim dursa, zihnim sussa bile o toprağa karışmış her zerremde var olsun istiyorum.”
Gurur’u gördüm. Yükselen o dağın uçuruma kavuştuğu yerde durmuş, kurusun diye asılan beyaz çarşaflar rüzgârla uçuşurken çarşafların arasında bir görünüyor bir kayboluyor, orada beni izliyordu. Kar taneleri yavaşça saçlarıma tutunuyordu, kar taneleri yavaşça saçlarına yerleşiyordu. Çarşafları itiyor, yavaşça ona doğru ilerliyordum, çarşaflar her havalandığında, görüntüsü başka bir noktada beliriyordu.
“Gurur,” diye fısıldadığımda başını omzuna doğru eğdi ve bana gülümsedi.
“Zeliş,” dedi. “Buradan düşsem, ölürüm değil mi?”
Bir adım geri gitti, kalbim yerinden oynadı. Ona doğru bir adım atıp elimi kaldırdım, çarşaflar aramıza girdi, Gurur’un gözlerinde son kez kendimi gördüm ve sonra kendini o dağın uçurumundan aşağı bıraktı. Çığlığım kulağımı sağır ederken şimdi karların arasında bir ormandaydım, yalnızdım ve yerde kar lekeleri vardı. Kar lekelerinin oluşturduğu o yolda, kalbim son kez atacakmış gibi korkuyla ilerliyordum; yalın ayak ve perişandım.
Bir ağacın kalın gövdesinin arkasında durmuş o gövdeye yaslananın o olduğunu anladım. Kamuflaj ceketini çıkarıp yanına koymuştu, omuzları hızla inip kalkıyordu, kan lekeleri tam da o noktada kesiliyordu.
“Gurur?” diye fısıldadım.
Onu gördüm, göğsü zar zor inip kalkıyordu; yağan karın altında olmasına rağmen alnı terden sırılsıklam parlıyordu. Göğsünden dört kurşun yemişti, beyaz tişörtünün önünde dört farklı delik vardı; kanı hâlâ sıcaktı, tüm canlılığını orada yitirmesi gerekiyormuş gibi hızla akarak onu terk ediyordu.
“Zerdali,” diye fısıldadı son bir nefesin öncesinde. “Dört kurşun yesem, ölür müyüm?”
Gözlerimi açamadım ama attığım çığlıkları duydum. Biri dirseklerimin iç kısmına öyle şiddetli bastırıyordu ki, sadece ayaklarımı oynatabiliyor, yattığım yerde havaya tekmeler savurabiliyordum. Cildimi delen iğneyi içindeki ilaç damarıma salınana dek fark etmedim; ilaç damarımı yakarak hızla ilerledi. Gerçeklik algım dördüncü kez parçalara ayrılırken gözlerimi araladım ve başımın üzerinde yanan beyaz floresanı gördüm. Sesleri duydum.
Nabzım yavaşlamaya başladı. Kalbimin atışları yavaşladı. Gözlerimi yeniden yumarken gözlerimin kenarından akan yaşlar, şakaklarımdan kayıp kulaklarımın içine girdi.
Gözlerim kapalı uzun uzun sesleri dinledim. Ne kolumu kaldıracak hâlim kalmıştı ne de tekmelerimi savurabilecek. Her şey puslu duyuluyordu. Sanki koca bir dalga şehrimize vurup bizi altına almış, suyun altında konuşmayı öğrenmek zorunda kalmıştık; öyle çok boğuluyorduk ki, artık hiçbirimiz birbirimizi anlayamıyorduk.
Bir ölü gibi öylece uzandım. Öylece… Gözlerimden yaşlar aktı ama hareket edemedim. Babaannemin sıcak ellerini hissettim ama ne zaman geldiğini soramadım, sadece burada olduğunu anladım. Ayça avuçlarını bileklerime bastırarak nabzımı kontrol ederken sadece dinledim. Muşta’nın bazen odaya girdiğini, beni sorduğunu duydum ama cümleleri anlayamadım. Çünkü hepimiz boğuluyorduk.
Gözlerimi yavaşça araladığımda, Yener oradaydı. Karşımdaki sedyede oturuyordu, yüzü yara bere içindeydi; kir ve kan içindeydi. Konuşmuyordu. Bana bakıyordu. Çıplak pazusunu beyaz bir bezle sarmışlardı, öylece bana bakıyordu. Onu bulamamıştı. Getirememişti. Yaralanmıştı ve Gurur’suz dönmüştü. Gözlerinin içine bakarken o kadar zor doğrulup oturabildim ki, Yener başını önüne eğmek zorunda hissetti. Bir çocuk gibi, suçlu bir erkek çocuğu gibi gözlerini yerden çekemedi.
“Yener,” diye fısıldadım çatlayan bir sesle.
“Eylül ve Cesur, Muşta’nın odasında,” dedi Yener yere bakmaya devam ederek. “Lütfen oraya gidelim.” Gözlerini kaldırıp bana baktı. “Özür dilerim.”
“Yener.” Babaannem omzuma dokundu ama yavaşça kalkmama engel olamadı. Çıplak ayaklarla fayansa basarak yavaşça Yener’e doğru ilerledim. “Ama gelir, değil mi? Yener, o gelir ki.”
Yener’in kahverengi gözlerinin içindeki yansımamın titrediğini gördüm. Gözlerinin beyazı kan yüklü damarlarla dolduğunda, bakışlarını benden kaçırmadan, “Zeliha,” diye fısıldadı. “O Zincir. Dönmüş olması gerekirdi.”
“Ama sen demiştin ki…”
“Vereyim silahımı, alnımın ortasına yasla ve tetiği çek ama sakın o cümlenin devamını kurma Zeliş, ne olursun,” diye yalvardı Yener.
Çenemi dikerken ona öyle bir baktım ki, Yener’in gözleri doldu. “Hiçbir şey olmadı ona,” dedim titreyen sesime rağmen havada duran çenemle. “Hiçbir şey olmadı.” Ayça’nın belime dokunmasıyla onu itmem bir oldu. “Siz ne bilirsiniz ki bir de onu tanıyorsunuz, tanımıyorsunuz. Gelecek. Hiçbir şey olmadı ona.” Gözlerimden yaşlar akıyor, çenem dimdik dururken dudaklarım bükülüyordu. “Geri gelecek.”
“Gelecek tabii,” dedi bir ses kapının diğer ucundan. Omzumun üstünden kapıya baktığımda, Cesur’un gözleriyle karşılaştım. “Her zaman gelir. Bakma sen onlara.” Bana elini uzatırken gülümsüyordu. “Gelsene. Muşta Baba’nın yanına gidelim biz.”
Kaşlarımı çattım ama çenem titriyor, gözlerimden yaşlar boşalıyordu. Başımı yavaşça salladım. Babaannem, “Gelecek tabii,” diye fısıldadı. “Gerçekten gelecek.” Omzumu okşadı. “Gelecek Zeliş’im. Kocaman o, hiçbir şey olmamıştır.”
“Olmadı zaten,” diyebildim Cesur’a doğru yürümeye başladığımda. “Ne olacakmış ki?”
Cesur’un elini tuttuğum an hissettiğim şeyin adı güvendi. Beni usulca o beyaz odadan çıkarıp Muşta’nın odasına kadar yürüttü. Tüm koridorlar karanlıktı. Sanki onun yokluğu tesisin üzerine gece olup çökmüştü. Hiçbir askerin kalbi bile atmıyordu. Hepsinin kalbi onun kalbi için susmuştu. O gelene kadar, buradaki hiçbir asker yaşıyorum demeyecekti.
Simi, karanlık koridorda havlayarak koşmaya başladı. Acıyla havladı, uludu, küçük patileriyle fayans zemini kazıdı ve Nihan gözyaşları içinde onu kucaklayana kadar durmadı. O kadar çok bağırdı ki, onun bağırışlarıyla beraber, tesisteki tüm köpekler havlamaya başladı. Uludular, acıyla havladılar ve Simi, Nihan’ın ceketinin içinde ağlar gibi inlemeye başladığında, tesisteki tüm köpeklerin havlaması iniltilere dönüştü.
Vural kolunu omzuma atarak beni odaya soktu, elim hâlâ Cesur’un elinin içindeydi. Floresanın altındaki tavan vantilatörü ağır ağır dönüyor, gölgesi ceviz masanın üzerindeki dosyaların üzerinden kayıp gidiyordu. Gözüm duvardaki Atatürk fotoğrafı basılmış saate kaydığında titreyen elimi Cesur’un elinden kurtarıp yutkundum. Saat 3:45’ti.
Şafağa gidiyorduk. Gurur gelmiyordu. Telsiz masada dimdik duruyor, artık hışırtı bile çıkarmıyordu.
On dört dakika süren o ölüm sessizliğiyle beraber, başımı önüme eğdim ve o an, kalabalık odanın içinde bir hışırtı sesi yükseldi. 04:00… Telsizin kırmızı ışıkları yandı ve acıyla kaynayan kısık, ıslıklı bir ses, telsizin diğer ucundan cızırtılar hâlinde fısıldadı:
“Muşta.”
“Oğlum.” Oturduğu sandalye duvara çarparak devrilirken Muşta yerinden öyle hızlı kalkmıştı ki, bakışlarım telsize dikildiğinde ve tüm vücudum titremeye başladığında, içerideki kalabalıktan umutla dolu çığlıklar yükselmeye başladı.
“Abi!” diye bağırıyordu Eylül zıplayarak Cesur’un kucağına doğru koşarken, Nihan artık öyle şiddetli ağlıyordu ki, sanki herkesi sakinleştirme görevi ondan kalktığı için artık yıkılma sırası onundu.
Telsiz cızırdadı. “Zeliha,” dedi titreyen bir sesle. “Zeliha’yı eve bırakın. Evimize geleceğimi söyleyin. Gülistan Bayırından iniyorum. Konumum Gülistan Bayırı. Bir araba lazım. Muşta.” Telsiz cızırdadı. “Görev tamamlandı.”
Önce Simge sarıldı bana, görmediği birinin kurtuluşunu kollarımda kutladı. Eylül sarıldı, Adnan kemiklerimi kıracak gibi sarıldı, tesiste kardeşim olan tüm ekip üyeleri sarıldı ama en çok Yener sarıldı. Bana öyle bir sarıldı ki, kollarım ona dolanırken yeniden ağlamaya başladığımın farkında bile değildim.
Babaannemi ve arkadaşlarımı Tayfun, beni ve Simge’yi de Girdap eve bırakmıştı. Yener, yaralı olmasına rağmen Gurur’u almak için Devran ile yola koyulmuştu. Ne kadar tesiste kalmak istesem de bana sarılıp alnımdan öpen Muşta, eve gitmem için o kadar ısrarcı olmuştu ki, sonunda direnmeyi bırakmıştım. Taksi durağının önünde arka arkaya duran büyük iki ciplerin içinden indiğimiz sırada, durakta oturan yaşlı amcaların bakışları bizdeydi. Üzerimde Yener’in kamuflaj ceketi vardı, bedenimi cekete iyice sararak babaanneme doğru yürümeye başladım. Çolpan ve Ayça’nın renkleri soluktu, şoktan ağızlarını bile açamıyorlardı. “Onu bekleyeceğim,” dedim babaannemin gözlerinin içine bakarak. “Simge de sizde kalsın. O gelene kadar tek kalmam lazım. İyi hissetmiyorum.”
“Nasıl istersen,” dedi babaannem, yanağımı yavaşça okşadı ve gözlerini Simge’ye çevirdi. “Birazcık yalnızlık iyi gelecektir.”
“Evet,” diye fısıldadı Simge.
Her ne kadar yalnız kalmak istesem de beni binaya sokan Girdap oldu. Asansörde hiç konuşmadık ama oturduğumuz kata geldiğimizde, “Geleceğini biliyordum,” dedi bana güven veren bir sesle. “Senin beklediğini biliyordu. Kimse için gelmese, senin için yine gelirdi, Zeliha.”
“Benim için gelmeseydi, beni geride bıraksaydı, ben kendime gelmezdim, gelemezdim.” Bilinçsizce, acının getirisi bir şekilde dudaklarımdan akan cümleleri kontrol edemedim. “Onun benim için ne anlama geldiğini fark edememişim.”
Girdap, bana yan gözle bakıp, “Bunu söylemesen bile tüm tesis, ailen bile anladı,” dedi yavaşça. “Üç sakinleştirici vurdular sana, Zeliha. Bir fil bile o kadar iğneden sonra ayakta kalamazdı. Sen o kadar çırpındın ki.”
“Biliyor musun, fillerin kalbi kırılınca ölürlermiş,” dedim dalgın bir sesle. “Yener öyle söylemişti. Şaka mı yaptı bilmiyorum tabii. Yine de… Benim kalbim çok kırıldı ama ölmedim.” Yutkundum. “O yüzden o sakinleştiriciler bir fili bile devirir ama beni deviremez.”
Girdap gülümsedi ama gülümseyişi kırgındı. Buruk bakışlarını ileriye çevirince bir an duraksadı, sonra da bana, “Sanırım seni bekleyen biri var,” diye fısıldadı. Kafamı kaldırıp koridorun diğer ucuna baktığımda, açık duran kapısının önündeki duvara yaslanmış endişeli bakışların sahibini gördüm. Cenan bana öyle büyük bir endişeyle bakıyordu ki, şaşkınlığımı gizleyemedim. “Siz konuşun. Ben gideyim.”
“Teşekkür ederim, Girdap,” dedim pürüzlü, içimde yok edemediğim acıyı dışarı vurgulayan bir sesle.
Girdap arkasını dönmeden önce bir an tereddütle bana baktı. Sonra elini omzuma koyup, “Benden küçüksün ama inan, bugün bana ablam gibi hissettirdin,” dedi ve sonra gitti.
Bir süre, koridorun ortasında, düşük omuzlarla dikilip beni izleyen Cenan’a baktım. Bana doğru bir adım atarken kararsızdı. Ama attığı üçüncü adımdan sonra hızlandı ve tam önümde durup elini çeneme koyarak kafamı kaldırdı. Gözlerim yeniden doldu. Engel olamadım. Bu Gurur için kaçıncı ağlayışımdı? Bana hiçbir şey yapmadan nasıl böyle acılar verebilirdi?
“Hocam,” dedim kısık bir sesle. “Bende bir sırrınız var.”
“Evet, güzelim,” diye fısıldadı Cenan parmakları hâlâ çenemdeyken.
“Benim de sizde bir sırrım olabilir mi?”
“Tabii ki,” dedi, siyah gözleri beni anlıyormuş gibi yaşlarla parlıyordu.
“Ben âşık olmamam gereken birine âşık oldum, Cenan.” Cenan gözlerini bir kez yumup geri açtı ve açmasıyla, sol gözünden bir damla yaş çenesine dek hızla kaydı. “Ben şimdi ne yapacağım?”
“İyi olacak,” dedi güçlü bir sesle ama ağlıyordu. Cenan Kaplaner, ağlıyordu. “Sen de iyi olacaksın ablam.”
“Abla,” diye fısıldadım iki gözümden de aynı anda yaşlar kayarken. “Ben şimdi ne yapacağım?”
Soruma cevabı yoktu. Biliyordum.
Tek yaptığı, beni omuzlarımdan tutup, kendine çekip sıkıca sarılmak oldu.
O kadar uzun süre Cenan’a sarıldım ki, o kadar uzun süre öyle kaldım ki… Ondaki şefkati ilk kez böyle net bir şekilde, en saf hâliyle tattım. Gurur ile ilgili öğrendiği şeyleri, arama ekiplerinin radyoda duyurduğu o ânı, her şeyi bana anlattı. Beni aradığını, ulaşamadığını, eğer korkmasa, eğer Hakan’ı görmekten korkmasa, çok korkmasa, korkudan ölüyor olmasa tesise bile geleceğini söyledi.
Ben eve girerken kapıda durup öylece beni izledi. Kapıyı kapatamadım, bir süre Cenan’ın gözlerinin içine öylece baktım. Sonra kapıyı kapatmam için başını hafifçe sağa doğru büktü ve gülümsedi. Artık karanlık evin içinde yalnızdım.
Titreyerek koltuğun üstüne çıkıp dizlerimi boynumun altına kadar çekerek çenemi diz kapağıma yasladığımda, gökyüzü şafaktan hâlâ uzaktı, yağmur çiseliyor, kar taneleri altında kaldığı yağmurun baskısıyla usulca eriyordu. Ne kadar öyle durduğumu bilmiyordum ama sonunda gökyüzünde lacivert bir yarık oluştuğunda, şafağın kanı o yarıktan akıyordu.
Kabul etsem de etmesem de onu seviyordum. İçime yerleştirdiği sevgi karşılıklı olsa da olmasa da kalbimin derinliklerinde boy veriyordu. Hiçbir şeyin bizim için asla tam olarak olması gerektiği gibi olmayacağını, hiçbir zaman istediğimiz gibi olmayacağını biliyordum ama içimdeki umut, ölüm döşeğinde olmasına rağmen ölmüyordu.
İnsanlar kalbini bir yerde bırakır ve sonra onu hiç aramazdı. İnsanlar sevmek isterdi, ait olmak, sahip olmak, acı çekmek ve sonunda mutluluğu yaşamak. Ben hiçbir şeyi isteme lüksüne sahip değilken acıyı ve mutluluğu onda yaşamıştım, insanların bırakıp bir daha aramadıkları kalbimin peşinde öylece koşmuş ve sonunda kalbimi onun ellerinin arasında bulmuştum.
Kapı yavaşça tıklatılınca, dizlerim neden çenem üzerindeyken morardı diye düşündüm, kalbim neden ayaklarım gibi sancılarla doldu? Gelen o muydu? Anahtarı vardı, kapıyı bile açamayacak hâlde miydi? Titreyerek kapıya yöneldiğimde Pars bacaklarıma dolandı ama ona bakamadım bile. Kapının kulpunu çevirdim. Sanki o, düzümü tersime çevirdi.
Kapı açıldı. Onu gördüm.
Beyaz, yuvarlak yaka tişörtü kir, pas, kan içindeydi. Bileğine dolanmış zincirin ucu aşağıya sarkıyor, pazularından akan kan, zincirle birleşiyordu. Gözlerim buz sıcağı gözlerine takıldı ve yorgun bakışları benim paramparça gözlerimle buluşunca yumuşadı.
“Anahtarım vardı, Zerda’m,” dedi alnından akıp elmacık kemiğinde kurumuş kanla bana bakarken. “Kapıyı sen aç istedim.”
“Gurur.”
Kapının eşiğinden girerken dudaklarımdan dökülen ismiyle beraber, elindeki zincir şangırdadı ve gözlerini indirip yüzüme beni yıllardır görmüyormuş gibi öyle bir baktı ki, elimde olmadan elim ona uzandı. Beni sertçe belimden kavradı, elindeki zincir belime hafifçe çarparken kollarımı kaldırıp onun ensesine, boynuna doladım. Kapı arkamızdan kapandığında, ateş gibi nefesi saçlarıma, boynuma, tenime akıyordu.
Kan kokuyordu, teni sıcacıktı ama buz gibi kokuyordu. Belimi öylece sıkı sardı ki, onun için ona bölüneceğimi sandım. Sırtım holün duvarına yaslandığı an ellerim ensesinden saçlarına kaydı ve kendi kanıyla ıslanan saçlarının arasına gömdüğüm parmaklarımı başının derisine bastırdım. Dudakları hızla boynumdan kayıp geçti, çeneme tırmandı ve çeneme küçük bir baskı bıraktıktan hemen sonra dudaklarıma mühürlendi. Beni öyle büyük bir duyguyla öpmeye başladı ki, parmaklarım saçlarının arasına gömülü hâlde yanaklarımdan akan yaşlarla ona karşılık verdim.
Dudakları dudaklarımdayken, “Ne yapardım,” diyebildim bilinçsizce. “Ben sensiz ne yapardım?” Tutamadığım kelimeler aramızda kül olup içimize yağarken, o küllerin belki de sonsuzluk uzunluğunda bir zaman boyunca kalbimize çökmüş hâlde daima var olacağını biliyordum. Dudaklarını dudaklarıma öyle şiddetle bastırdı ki, konuşmasa bile sorduğum bu sorunun cevabını almıştım. Onsuz kalmak istemediğimi bilsin istiyordum, sonunda elimde parçalanmış gururumla gözyaşları içinde onu aramak zorunda kalsam bile, ben istiyordum; Gurur beni bilsin istiyordum.
Beni birden kucağına aldığında bunu yadırgamadım. Bir tüymüşüm gibi, hiç ağırlığım yokmuş gibi beni kucağına aldığında sadece saçlarına dokunarak onun yüzüne sarıldım. Yüzüne sarılırken onu öptüm, onu öpmekten ilk defa hiç korkmadım. Onu öperken ilk defa ondan hiç saklanmadım.
Bacaklarımı beline sardığımda o zincir onun bileğine sarılı hâlde sallanıyordu. Merdivenleri tırmanırken beni öpmeye devam etti. Bir yere tutunma gereği duymadı, kucağındaki bedenime sarılıp kurumuş kanla kaplı parmaklarını sırtımda, omuzlarımda, belimde gezdirirken beni deli gibi, susamış gibi, dipteymişiz ve dipte olmak birlikteyken güzelmiş gibi delice öptü.
“Ne yapardım?” Sesi dudaklarının arasından bir dua gibi dökülünce dudaklarım dudaklarına yaslı hâlde gözlerimi yumdum. Alnını alnıma bastırdığında artık üst kattaydık. “Ben sensiz ne yapardım?”
Odanın kapısı bir tabutun kapağı gibi açıldığında ellerim saçlarına tırmandı ve Gurur, kızıl ışığın yayıldığı lambaderi açtıktan sonra beni yatağa yatırıp dizini yatağa bastırarak üzerime çıkarken gözlerinin içine baktım. Karanlığa rağmen oradaydı, gözleri gözlerimdeydi.
“Gözlerini kaçırma,” dedi kesik bir sesle. “Senden yiyeceğim son yumruğa hazırım artık ben.”
“Sana bakmadan duramıyorum,” diye fısıldadım başımı yavaşça sallayıp altımdaki çarşafın bozulmasına neden olurken.
“Beni kabul edeceksin.” Üzerimdeki ceketi ve kazağı tek seferde çıkarıp yere attı ve sonra kan leş içindeki tişörtünü çıkarıp üzerime eğildi. Bileğine dolanmış zincirin soğuk dokusu iki göğsümün arasına sarktığında ona bakıyordum. “Gitgide karanlığa gömülüyoruz.”
“Neden yanındayım sanıyorsun? Mecburiyetten mi?” Kızıl ışığın gölgelediği çıplak tenine, sonra da rengini ışığın varlığıyla kaybetmiş gözlerine baktım. “Buraya sığındım. Sana sığındım. Anlamıyor musun?”
“Peki sen…” Bana doğru biraz daha eğilince, zinciri bir yılan gibi yavaşça göğsümün ortasına dolanarak çöreklendi. “Sana bakarken, senin yanındayken, konu senken dişlerimi köklerinden, yerinden oynatarak sıktığımı biliyor musun?”
“Sorduğun her soruyla beni kendine zincirliyorsun,” dedim gözlerimin kenarlarından yaşlar taşarak şakaklarıma akarken. Bunu izlerken yutkundu ve gırtlağı kalkıp indi; âdem elmasının tenine bıçak gibi sivri bir şekilde çizdiği kavisi gördüm.
Zincirini göğsümün ortasından alıp kendi bileğime yavaşça doladığımda gözlerini ağır ağır yumup geri açtı ve birbirine zincirlenmiş ellerimize baktı. Daha sonra, birkaç saniye süren ama bana saatler sürmüş gibi gelen o süre zarfında diğer elimi kaldırıp iki elimin bileklerini birleştirdi ve zincirle diğer bileğimin de üzerinden geçti. Tek bileğine bağlı zinciri havaya kaldırmasıyla benim kollarım da havaya kalktı ve Gurur büyük avucunu arkamızdaki duvara yaslayarak kollarımı havada asılı bıraktı.
“Her seferinde reddetmekten, Zeliha…” Dudaklarını alnıma sürtüp yavaşça yanağıma indirirken avucunu hâlâ duvara bastırıyor, kollarımı zincirlerle bağlı şekilde havada tutuyordu. “Her seferinde kaçmaktan, Zerda…” Dudakları boynuma indiğinde çenemi kaldırıp ona daha fazlası için yer ayırdım ve ateş gibi yakan dudakları boynuma sertçe sürtündü. “Her seferinde seni içimde yok saymaktan, Zerdali…” Dudaklarını nefes boşluğumdan iki göğsümün arasına kadar indirdi ve bu tüm bedenimi ürpertti. “Ben vazgeçtim. Artık iki adım ilerine kaçıp, üç adım sana dönmek yerine ben, direkt senin üzerine geleceğim. Kaç benden, kovalarım. Dur ya da. Her ne istersen onu yap, ben artık durmayacağım.” Gözlerini kaldırıp iki göğsümün arasından bana baktığında sertçe yutkundum. “Benim gücüm sana yetmiyor.”
“Benimle savaşma.”
“Ben sana teslim oluyorum,” dedi boğazından gelen güçlü bir sesle. “İster kurşuna diz, ister hakimiyetin altına al.” Dudaklarını çıplak karnıma kaydırırken fısıldadı: “Zelzele’m. Sen bir nasır oldun, içimi bağladın. Yaraladım seni. Ben o nasırın üzerine açtığım yaraya teslim oluyorum.”