Bazı geceler güneş gökyüzüne o kadar yakındır ki, neredeyse sabahtır.
Ama kafanı kaldırıp gökyüzüne baktığında gördüğün ne gündüz ne de gecedir; gördüğün bir alacakaranlık sonrası gökyüzünü boğmaya başlayan şafaktır ve bazı ruhlar, şafağın bir katil olduğunu bilir. Şafağın, gökyüzünün mavi damarlarında taşıdığı kızıl kanı yeryüzüne döktüğü zamanları izlediğim tan vakitlerinde, gece ile gündüzü birbirinden ayırdığı için onun bir katil olduğunu düşünürdüm.
Gökyüzüne bir diken gibi batar, göğün kanlı gözyaşlarını yeryüzüne akıtırdı.
Gece cennet, gündüz cehennem ise, şafak kesinlikle araftı ve cennet ile cehennem arafın onları ikiye ayırdığı o noktada hiç kavuşmazlardı. Şimdi bir şafak vaktinde araftaydım ve cennet de cehennem de buradaydı; güneş ve ay sonunda kavuşmuşlardı.
Dudakları benim soğuk iklimimde doğan beklenmedik bir yaz güneşiydi.
Elleri dağılmış saçlarıma kaymak için ensemden geçerken tenime cemre düşmüş gibi ürperdim ve güçlü parmakları saçlarımın arasında gezinmeye başladı. Beni daha sert öpebilmek için başımı avucunun içine alarak beni kendisine doğru çekti ve dudaklarım onun dudaklarına tutunma ihtiyacıyla aralandı. Efken’in dudakları dudaklarımı kendi mahzenine kapatmıştı, aklımın içindeki her şey dengesini kaybederek olduğu yere yığılmış, ben kendimi mantığın dışına atarak Efken’e sığınmıştım. Parmaklarım güçsüz bir hâlde onun saçlarının arasında ilerledi, düşüncelerine bir yılan gibi sızdı. Dokunuşum onu inletti, dudaklarının tavrı daha da ısrarcı olmaya başladı ve kendimizi kaybetmiş gibi birbirimize yaslanarak öpüşmeye devam ettik.
Beni mahvedeceğini biliyordum, buna hazırdım.
Mahvolmaya başlamıştım, bu umurumda değildi.
Üst dudağı iki dudağımın arasına yerleşince ayaklarımın altındaki karlar aleve dönüşerek elbisemi tutuşturdu ve gitgide daha da yukarı tırmanarak beni içine almaya başladı. Cehennem sadece kalbimin içinde değildi, cehennem artık öyle çok yerdeydi ki cenneti bile içine alıp kendine katmıştı.
Sanki Efken bir fırtınaydı, ben o fırtınada devrilmiş bir ağaçtım ve dallarımı kırarak oradan oraya savurmaya devam ederken o kadar savunmasızdım ki, hiçbir şey yapamıyordum. Üstelik ben öyle bir ağaçtım ki, beni mahveden bu fırtına şehri hiç terk etmesin, dallarımı koparıp beni yok etmeye başlasa bile hep yanımda kalsın istiyordum.
“Fıstığım,” diye fısıldadı, sesi bir şiirin şairin okuyanları intihara sürükleyeceğini düşünmesi sonucu silinmeye terk edilen son dizesi gibiydi. Dudakları dudaklarımdayken bu sahiplik eki almış kelimeyi ondan duymak beni hazırlıksız yakalamıştı. Bir adım daha atıp ona tamamen sokularak amatörce ama büyük bir istekle ona karşılık vermeye devam ettim. Yakınlığım hoşuna gitmiş olmalı ki, dudakları tam dudaklarımın üzerindeyken bir yılan gibi kıvrılarak küçük bir tebessüm doğurmuştu.
İşte orada, o tebessümde bir umut bulmuştum ve bundan sonraki hayatıma o umuda tutunarak devam edebilirdim.
“Yıkım Getiren,” diye mırıldandım dudaklarına doğru ve bu onun burnundan sert bir nefes vererek avucunu belime sertçe bastırmasına neden oldu. Diğer eli hâlâ saçlarımın arasındaydı, parmakları zihnimdeki kaosu sona erdirmek ister gibi saç diplerimde dolaşıyor, öpüşmemiz beni ne kadar dehşete düşürüyorsa, Efken’in dokunuşu o kadar huzurla dolduruyordu.
“Benimlesin,” dedi sertçe. Dudaklarımın arasına sızarak ruhuma dolan kelimesini özümsedim. “Bu Asreman buna şahit. Benimlesin, bensin, bendesin.”
Bir cevap vermeme bile izin vermeden beni öptü. Bir an doğrular doğru olmaktan, yanlışlar da yanlış olmaktan çıktı. Bin yıldır tabu olan doğrular bile artık gözümde yalandı; bin yıldır yanlış olan her şey artık tek doğrumdu.
Öyle yoğun bir his yaşıyordum ki, bu his göğsümü ve boğazımı sıkıştırıyordu. Bu his tıpkı bir taş kadar ağırdı ama bir madde değildi; oysa ne kadar da içimdeydi, vardı, kütlesini bile hissediyordum. Efken dudaklarıyla dudaklarımı, bana bir oya misali işlediği hislerle yüreğimi kapladı.
O olduğunu biliyordum. O benim Nigin Bağı ile bir kördüğüm hâline geldiğim adamdı, birbirimize dolanmıştık ve artık çözülmemiz neredeyse imkânsızdı. Geçmiş birden kafamın içinden uzaklaşmaya başlayınca panikleyerek parmaklarımı uzatıp onu yakalamak istedim ama bu panik, sadece öpüşmemizin hızını düşürdü; düşünceleri durduramadım, uzaklaşan geçmişe yetişemedim.
Dudaklarımız birbirlerinden ayrılırken şafağın kanattığı gökyüzü gümüş rengindeydi. Güneş silinmiş, dolunay yalnız kalmıştı ve ormanı ikiye bölen kızıllık tıpkı bir dalga gibi usulca geri çekilerek ormanı terk etmeye başlamıştı. Gözlerimiz kısaca gökyüzüne kaydı, kaybolup giden güneşin ardında bıraktığı ve gitgide silinerek ortamı terk eden kızıl ışığı izledik; bu sessizliği bozan tek şey, ciğerlerimizden boşalan nefeslerin sesleriydi.
Alnını alnıma bastırdı, ona yetişebilmek için çıplak ayakla parmak uçlarımın üzerinde duruyordum ama sonunda gücümü tamamen kaybettim ve ayak tabanım karlı zemine yaslandı. Şimdi aramızdaki boy farkı çok daha büyüktü. Bu farkı yok etmek istiyormuş gibi kafasını eğerek alnını alnıma bastırmaya devam etti. Sertçe yutkunduğunu duyduğumda kalbim patlayacakmış gibi doluydu. Yutkunurken boğazında oluşan kavisi ve hareket eden âdem elmasını hayal edebilmiştim. Gözlerimi yumarak tenimizin üzerine gerilen beyaz gökyüzünü ve onu hissetmeye başladım.
Kelimeler birbirinden farklı izler bırakırdı insanların ruhuna.
Şu an ruhuma iz bırakan şey kelimeler değildi, bizi dört bir yandan saran büyük bir sessizlikti.
Gökyüzünde var olan olayı düşünemiyordum bile. Dudaklarım sızlıyordu. Efken’in eli sırtıma, oradan da kayarak kavisli belime indi ve beni âdeta bir kafes gibi sararak kendisine bastırdı. Sanki o bir yaraydı ve ben de o yaranın üzerine bastırılan merhemli sargı beziydim. Nefes alıp verişleri artık daha düzenliydi, benimki ne âlemdeydi hiçbir fikrim yoktu. Burnundan verdiği her sıcak nefes yüzüme çarpıyor, gözlerimi örten kirpiklerim onun nefesinin sıcak yeliyle titriyordu.
O bir güneşti, tıpkı Mavi Yaka’ya binlerce yıl sonra uğrayan güneş gibiydi ama uğrayıp gitmemişti, içimde doğmuş ve beni ışığa boğmuştu.
O ve ben, ay ile güneş gibiydik ve şimdi ay ile güneş birbirine kavuşmuş, tutulma başlamıştı.
“Sen benim başıma iş açacaksın.” Yutkundu ve ben de yutkundum, bu sanki bizim var ettiğimiz bir dildi; birbirimiz uğruna, birbirimiz için yutkunmak… İçime nefes gibi dolan kokusu başımı döndürürken kirpiklerimin arasında doğan bir kanlı dolunay gibi parıldayan kızıl gözlerim onun üzerindeydi. “Öyle güzelsin ki…” Bakışları yüzümü delip geçtiğinde, o güneş şimdi içimde en parlak hâliyle ışıldıyor, sıcaklığıyla beni yakıp küle çeviriyordu. “Bu güzelliğin başıma iş açacak.”
O da tıpkı benim gibi ânın getirdiği bir şaşkınlık içindeydi. İkimiz de birbirimizin kalp atışlarını duyabiliyorduk. Göğsünün altında çırpınan kalbin sesi öyle net duyuluyordu ki, sanki göğsünün altındaki kalp onun değildi de benimdi.
Kıyametim olan uçurum mavisi gözlerinin içinde yaşıyordum, ölüyordum, diriliyor, var oluyor, yıkılıyor, savaşıyor, kazanıyor, yeniliyordum. Tümü onun uçurum mavisi gözlerine bakarken oluyordu.
“Gözlerini benden uzağa götürme, baktığın her yerde var olmak, baktığın ve benim olmadığım her yeri ateşe vermek istiyorum.”
“İstesem de yapamıyorum,” diye fısıldadım, fısıltımı dinlerken dudaklarının aralığından dökülen nefes yüzümü yaktı. “İstesem de senin olmadığın bir yöne bakamıyorum.”
İtirafım içimi ateşe vermişti, utanç ve başka bir duygu daha içimde keskin bir bıçak gibi ilerleyerek beni yaralıyordu. Geçmişi yeniden zihnimin derinliklerinin içine dalarak aradım ama bir süre öncesine kadar net olan her görüntü, artık parça parça ve eksikti. Geçmişin tamamını hatırlamıyordum, hatırladıklarım ise bana ne kadar yeterdi bilmiyordum; dudakları birkaç santim ötemdeydi ve şimdi geçmiş bile yok olabilirdi. Önemli değildi.
Zihnimin buz tutmuş duvarlarından sicimle akan kan, geride onun adının harflerini bırakıyordu. Son kan damlası da yere düştüğünde, artık o duvarda adı yazıyordu. Bu kan, onun adını benim zihnimdeki duvara kazıyan kan, düşüncelerimin kanıydı. Belki mantığımın… Belki de yok ettiğim son direnişimin kanıydı. Bir daha ona nasıl direnirdim? Bilmiyordum. Cevapları aramaktan yorulmuştum.
Kokusu bana her şeyi unutturmaya yetermiş gibi içime dolduğunda bir kez daha onun için dehşete düşüyordum. Gücüm yetseydi şu kokusunu ciğerlerime sabitlerdim.
Yavaşça, “Az önceki olay…” diye fısıldadığımda saçlarımın arasında asılı duran parmakları tıpkı ılık bir su gibi yüzüme aktı, çenemi kavrayan parmaklarının dokunuşuyla kasıldığımda çoktan kafamı kaldırmıştı bile.
“Az önce her ne olduysa oldu,” dedi umursamazca. Sanki onca zamandan sonra bu yakada yeniden güneşin görünmüş olması hiç önemli değildi. “Şu an sadece sen umurumdasın. Belki kıyamet kopuyordur, belki akılalmaz olaylar oluyordur, dinle beni, umurumda bile değil. Ne olursa olsun. Güneş parçalanıp şehre yağsın, dolunay eriyip aksın, hiç önemli değil. Hiç umurumda değil. Buradasın ve sadece sen umurumdasın.”
Bunlar ondan duymayı beklediğim cümleler değildi. O, bu dünya üzerinde bu tarz cümleler kuracak son insan bile değildi bana kalırsa ama karşımdaydı, dudaklarının izi dudaklarımdaydı ve sıcak nefesi tenimi ısıtıyordu. Kelimeler ona aitti, bir başkasına değil.
“Belki senin gözünde bir katilim, parmaklarımda senin için masum ya da değil, birilerinin kanı var ama…” Sustu, kelimeler diline batıyordu da kanayıp ağzının içini bir yara nehrine dönüştürüyordu sanki. “O adam ben olmalıydım,” dedi acı çekiyor gibi. “Bağlandığın adam ben olmalıydım.”
Bilmiyordu. Lanet olsun.
Bileğimizin iç kısmında, oluştuğunu bildiğim dövmeye bakmak için elimi aramıza soktuğumda kalbim şiddetle çarpıyordu. Uçurum mavisi bakışları bileğime kaydı ve birden gözleri aralandı. Etrafı sanki tutulan güneşin etrafını oluşturan kızıl halka gibi kızıl bir renk almış dövmeyi gördüğü an şaşkınlığı bir beden olup kenara geçmiş ve ikimizi izlemeye başlamıştı. Ben o dövmeyi görmeden hissetmiştim, o hissetmemiş miydi? Aynısının onda olduğunu da biliyordum. Nigin Bağı’nı da biliyordum. Ama o bilmiyordu. Onun o kişi olduğunu da biliyordum. Ama o, o kişi olduğunu bilmiyordu.
“Siktir!” Hiddetli bir şekilde bağırınca ona baktım, bileğimi avuçlarının içine alırken, “Bu da neyin nesi?” diye sordu.
“Bileğine bak,” diye mırıldandım.
Bileğini kaldırıp önümüze getirdiğinde, onun da nabzının tam üzerinde bir kar tanesi duruyordu. Boyutları aynı değildi ama şekilleri aynıydı, Efken’in kar tanesi biraz daha büyüktü. Gözlerinin derinliklerinde yükselen şaşkınlıkla, “Bu da ne?” diye sordu, sesi şiddetli bir kar fırtınası gibiydi.
“Bilmiyorum,” diye yalan söyledim.
“Peki bende olduğunu nereden biliyordun?” diye sordu, tamamen afallamıştı.
Dudaklarımda hâlâ onun dudaklarının tadı varken ve yaşananlar zihnimde bir cinayet sarmalının tamamlanmasına neden olurken sadece sessiz kaldım. Parmak uçlarımda ona dokunmak istememin sızısı devam ediyor, zihnim kelimeleri parçalayarak düşüncelerimin içine cesetlerini fırlatıyordu.
Parmakları tenime sürtününce gözlerimi kısarak ona baktım. Kalbim, göğsümün altında çetrefilli bir savaş vermeye devam ediyordu. “Bunun bir anlamı olmalı,” diye fısıldadı, dudakları dudaklarımın birkaç santim uzaklığındaydı ama nefesi dudaklarıma öyle sert çarpıyordu ki, sanki öpüşüyorduk ama bunun farkında değildik. “Nasıl olduğunu biliyorsun, değil mi? Biliyorsun. En başından beri bana hep bir şeyler yapıyordun, bendeki etkinin sadece ruhsal olmadığını, fiziksel olduğunu biliyordum.”
Kelimeleri kalbimin kapısını kırmak için omzuyla o kapıya baskı uygulayan zorba bir adam gibiydi ve kalbimin kapısı tam şu an hiç sağlam değildi. Alnını alnıma bastırınca kalbim göğsümün altında tutulan bir güneş gibi karanlığa gömüldü ama göğsüm için vakit hâlâ gündüzdü.
“Ben zorba, bencil, berbat bir adamım ama tam şu an, dedim ya sana, kıyamet kopuyor olsa bile buradan bir adım atmayacak, sana hiçbir şey sormayacağım. Kim olursan ol, ne olursan ol, istersen en tehlikeli insan, istersen yeryüzündeki en büyük düşmanım ol. Benimlesin.”
Onunlaydım.
Zihnimin içinde kaybolan geçmişe uzanıp o geçmişi tutamadım, gözlerimin önüne serilip bana her şeyi anlattıktan sonra birdenbire yok olarak bana anlattığı her şeyi unutturan anılara tutunamadım.
Efken’e tutundum çünkü tam şu an kalbim bile göğsüme tutunamıyorken, o benim tutunabildiğim tek adamdı.
Ona tutundum çünkü ona tutunmamak imkânsızdı ve biliyordum ki, ben ona tutunmamayı seçseydim de o beni zorla tutar, düşmeme izin vermezdi. Tam şu an kendi hayatının içinden hızla geçmişe düşen birinin tutulması gerekirdi çünkü yaşananlar, biliyordum ki ruhumun kemiklerini kıracak, benim kalbimi ufalayacaktı.
Efken beni tuttuğundaysa artık havadaydım; geçmiş ile şimdi arasında asılı duruyordum ve bir araftaydım.
Büyük avucu yüzüme kaydı, alnım alnının üzerindeyken onun alnında mı yoksa benimkinde mi bir türlü ayırt edemediğim kalın bir damar, düşüncelerimin üzerinde çarpıyordu.
“Asale,” diye fısıldadığımda kirpiklerinin titrediğini hissettim ama o da tıpkı benim gibi gözlerini açmadan bekledi. “Bana böyle seslendin, ne demek istedin?”
“Geldin,” dedi Efken sadece. “Seni bekliyordum ve sen bir çocuğun rüyasından çıkıp, bir adamın kâbusuna geldin. Sorular sorma. Susalım. Sadece böyle kalalım.” Tekrar ederken sesi oldukça zayıftı; tıpkı can yakan bir ninni gibi… “Benimlesin.”
Bir ruhun intiharının son mektubunda yer alan son iki satır gibiydik. Birimiz olmadığında, diğerimizin yarım olacağı, anlaşılmayacağı kesindi ve yine birimiz olmadan, diğerimiz sadece ölümdü; birlikteyken intihardık.
❄️
“Sonra gökyüzü ışığa boyandı, karanlığın damarları tıkandı. Kafamı kaldırıp baktığımda gökyüzünde hem güneş hem ay vardı, ikisi yan yanaydı.”
Yaren’in saf bir dehşetle anlattığı hikâyeyi dinlerken sessizdim, bu hikâye yaşandığında bizzat oradaydım ama sanki görmemişim, o an orada değilmişim, gözlerim buna şahit olmamış gibi yavaşça başımı salladım. Yaren verdiğim tepkiyle tatmin olmadı, yeniden, daha da abartarak anlatmaya başladı.
“Gerçekten görmedin mi Mahinev?” diye sordu sabırsızca, sesi bir çocuğun sesi kadar sabırsızdı; onu hayal kırıklığına uğratacağımı düşünmek boğazımın acımasına neden olsa da o gece olanları bilmemesi gerekiyordu. Başımı iki yana sallarken mutfak masasına bakıyordum, oturduğum sandalyede dikenler vardı da tenime batıyordu sanki. Kenarından gözyaşı gibi süzülen kahve lekesi, beyaz kupanın üzerinde var olmuş bir yol ayrımı gibiydi. Parmaklarımı kupanın kulpuna geçirip kahveden bir yudum aldığımda Yaren bana beklentiyle bakmaya devam ediyordu. Sonunda gözlerini devirerek mutfak tezgâhının üzerine çıkıp oturdu, bacaklarını sallayarak boşluğa bakmaya başladı.
“Gece felaketle sonuçlandı,” diye fısıldadı, sesindeki hayal kırıklığı duraksamama neden oldu. O geceyi, yaşananları bir bir hatırlayınca tenimdeki karanlık ürpertiyi durduramadım. İliklerimde ilerleyerek ruhuma saplandı. Gecenin bir yıkıma dönüşmesinin asıl nedeni bendim, Yaren bunu belki biliyor belki bilmiyordu ama ben bu gerçekle yaşamak zorundaydım.
“Peki şimdi ne olacak?” diye sorduğumda duraksadığını hissettim.
“Ne, ne olacak?”
“Bunu yapan kişinin peşine düşecek mi?” Onun ismini zikretme gücünü kendimde bulamasam da Yaren’in kimden bahsettiğimi anladığı kesindi.
“Bunu yapan kişinin kim olduğunu biliyor,” demekle yetindi, ben bu cevapla yetinemeyeceğimi anladığımda, gözlerimi kaldırdım ve sorgu, kızıl harelerime usulca yayılırken gözlerimi kısarak Yaren’e dikkatle baktım. Siyah, iri gözlerini benden kaçırırken, “Bundan sonrası ona kalmış, ne yapacağını bilmiyorum,” diye mırıldandı, ses tonunda bunu bana söylediği için pişman olacağını hissediyormuş gibi titreşen ürpertiler vardı.
“Semih diye birinden söz etti,” dedim kuru bir sesle, ölümün tadı hâlâ dudaklarımdaydı sanki. Soluk bir nefes verecektim ki Yaren’in esmer teninin birkaç ton açıldığını, neredeyse kireç rengini aldığını gördüm. Yanaklarının içi çökmüş, gözleri boşluğa doğru devrilerek yana yıkıla bir çare arıyorcasına kısılmıştı. Onu bu şekilde görmeye alışkın değildim, tüm o gotik görüntüsüne rağmen hayat doluydu ama şimdi ona baktığımda sadece karanlığın içinde çırpınan o küçük kızı görüyordum.
Karanlıkla tanıştığında henüz çok küçük olmalıydı.
“Bu konu hakkında konuşmamam daha doğru olacak,” diye geçiştirmeye çalıştığında çatlayan sesine içten içe lanetler okuduğunu biliyordum.
“Peki başı belaya girecek mi?”
“Onun başının belada olmadığı bir Allah’ın günü yok ki,” dedi Yaren bana gündelik bir durumdan bahsediyormuş gibi rahatça. Yine de gözlerinin altını gölgeleyen kirpiklerinden, gözlerine usulca süzülen ifadeden anladığım kadarıyla, kabul etsin ya da etmesin abisi için oldukça endişeleniyordu. Efken’in ne zamandan beri kelle koltukta yaşadığını merak etmeye başlamıştım. Yıllara dayanıyor olmalıydı. Üniversite okuduğu yılların da öncesine, belki lise, belki de ortaokul zamanına…
“Hayatınız hep böyle miydi?” Sorum, Yaren’i ürpertti. Hatırlamak istemediği anılar zihninin çarkında dönerek gözlerinin önüne serilmiş gibi kollarını bedenine sararak boşluğa bakmaya başladı. Sorduğum sorunun pişmanlığı damağıma acı bir tat gibi yayılırken, dilimi yavaşça ısırıp gözlerimi Yaren’den uzağa taşıdım.
“Ailemiz katledildikten sonra her günümüz karanlıktı. O zamanları hatırlamıyorum, henüz bir bebektim,” dedi. “Ama abim beni büyütmek zorunda kaldı, üstelik buna zorunda kaldığında sadece bir çocuktu. Beni büyütürken bir yandan da hâlâ varlığından emin olduğu bir tehlikeden ikimizi de korumaya çalışıyordu. Hâlâ bunun için uğraş veriyor.”
“Peşinizde birileri var,” dedim, sorudan uzak bir düşünceydi ama Yaren bunu kolayca onayladı. İçimde adım adım büyüyen kademsiz hissin tüm ağırlığıyla kalbime dolanarak kalbimi sıkmaya başladığını hissettim.
“Peşimizdekilerin kim olduklarını bilmiyorum ama varlıklarını biliyorum,” dedi Yaren. “Gerisini eğer anlatırsa, bir gün abim anlatır. Bana anlatmaz ama inanıyorum, sana anlatır.”
Neden buna inandığını ona sormaya cesaret edemedim.
Dış kapının açılırken çıkardığı gürültüyü duymamla, Yaren’in yerinden fırlayıp hole çıkması bir oldu. Poşetlerin sesini dinledim, bir süre sonra poşet sesleri kesildi ve üç farklı adım sesi holün ahşap zeminini ezerek bana doğru ilerledi. Birkaç saniye sonunda dalgalı kızıl saçlar görüş alanıma girdi, başını duvar kenarından içeri doğru uzattığı için saçları dalga dalga dökülerek kan gibi parlamıştı. Yeşil gözlerindeki canlılığı görünce, onu baloda bıraktığım hâlde görmediğime sevindim. Sanırım Efken ile aralarındaki sorunu çözüp, bir şeyleri tatlıya bağlamayı başarmışlardı.
Sezgi, üzerinde kalın bir mont, montun altında bordo yün bir elbiseyle içeri girdi. Yün çorapları, mini elbisesinin açıkta bıraktığı bacaklarını soğuktan koruyor olmalıydı. Bileklerinin üzerine kadar uzanan postallarının deri yüzeyine dökülmüş kar tanelerini gördüğümde onu baştan aşağı süzdüğümü yeni fark ediyordum.
“Senin için giyecek bir şeyler buldum,” dediğinde şaşırmadım, sadece başımla onu onaylayıp, minnet dolu gözlerimi yüzüne mıhladım. Gözlerimde her ne gördüyse, karşımdaki sandalyeyi çekip otururken yüzüne düşen kızıl saçları çekme gereği duymadan bana doğru eğildi. “Her şey yolunda mı?”
İçeriden Ceyhun ve Efken’in sesleri geliyordu, Yaren onlara bir şeyler anlatıyordu, muhtemelen bana anlattığı Asreman olayından söz ediyordu. Asreman… O olayın Efken’in dilinde şekil bulan ismiydi bu. Kalbimin atışları sersemledi ve kalbim, benden koparma gereği duymadığı o izni paramparça ederek sertçe gümlemeye başladı.
“Mahinev?”
“Evet,” dedim, bunu söylerken kekeleyip kekelemediğimi anlayamamıştım ama Sezgi gözlerini daha çok kısınca, kekelemiş olabileceğimi düşündüm. “Her şey yolunda, gerçekten.”
“Yangını mı sorun ediyorsun?”
“Birilerinin ölmesini sorun ediyorum,” dedim aniden kabaran bir öfkeyle ve bu Sezgi’nin afallamasına neden oldu.
“Ölmesi gereken öldü. İnsanların canına kıymaya meyilli her insanın cezası infaz olmalı,” dedi keskin bir sesle. “Bu yüzyıllardır böyle, böyle de kalmalı.” Beyaz, zarif ellerini masanın üzerine bırakırken yüzü ifadesizdi, sanki o kadar çok ölüm görmüştü ki, artık ölümler onu etkilemiyordu. Yine de Samuel’i Efken’den korurken gözlerine sinmiş korkuyu hatırlayınca, o gece gördüğüm kadınla şu an masada oturan kadının aynı kişiler olmadığını düşünmüştüm. “Her neyse. Bunları konuşmayalım,” diye mırıldandığında zaten sessizdim. “Asreman olayını gördün mü?”
“Hayır,” diye yalan söyledim, kelimenin anlamını sormamam dikkatini bir anlığına çekse de üzerime gelmemeyi tercih etmiş olacak ki sustu.
“Sanırım yaşanan olay seni sandığımdan daha çok etkilemiş,” dedi Sezgi sonunda, sanki yüzümdeki her bir oynamayı, renk kaybını, mimik kasılmasını izliyormuş gibi hissedince rahatsızlıkla olduğum yerde kıpırdandım. Rahatsız olduğumu hissedince yeşil gözlerini geri çekti ama duyduğum rahatsızlık saplandığı yerden geri çıkmadı. “Biraz dışarı çıkmak ister misin? Bu şehri merak etmiyor musun?”
Gözlerine ciddi olup olmadığını sorgular gibi baktım ve “Bu şehir benim için bir kâbus,” dedim, şaşkınlığı yeşil gözlerinde yanıp söndü ama aldırış etmedim. “Neden burada olduğumu bilmiyorum ve öğrenmek istiyorum.” Kaybolan görüntüleri düşündüm, parçalar kafamın içinden silinip gitmiş gibiydi. Soluk bir nefes aldım. “Bir şeyler gördüm ama…”
“Ne gördün?”
Sabırsız sorusuna karşılığım çok sakindi. “Bilmiyorum.”
“Anlamadım?”
“Bir şeyler gördüğüme eminim ama ne gördüğümü hatırlayamıyorum. Görüntüler kafamın içinde öyle dağınık ki… Resmin hangi parçası hangi diğer parçayla eş bulamıyorum. Karmakarışık, yapılmayı bekleyen beş bin parçalı bir puzzle yığınının önünde oturuyor gibi hissediyorum.”
“Ne zaman gördün?” Sorusuna neredeyse yakalanacakken, gözlerimi hemen ondan çekerek yere indirip, “Balodan sonra,” diye geçiştirdim. “Şafak vaktine yakındı.”
“Asreman gerçekleşirken yani,” dedi Sezgi, düşünceli sesi zihnime bir çentik daha bıraktı. Bir şeyleri kafasında yerine oturmaya çabalıyordu, çabalarken benden de bir yardım eli bekliyordu ama çabası da beklemesi de boşaydı, benim kafam karman çormandı ve ona yardım edemezdim. “Belki de bununla bağlantılıydı.”
“Neyle?”
“Asreman’la.” Gözlerimin içine öyle bir baktı ki, gerçeği biliyor olmama rağmen, bu gerçeğe bir defa daha inandım. “Bana çıldırmışım gibi bakmandan korkuyorum. Seni de zihnimle zehirlediğimi düşünmelerinden çok korkuyorum ama…”
“Ama ne?..”
Sezgi’nin ilahi güzellikteki canlı yeşil gözleri saplandığı yerden doğrulup benim kızıllarıma saplanınca, omuriliğimden yükselen o ürpertiyi ondan gizleyemedim. “Burada tamamlaman gereken bir görevin olduğunu söyleyen bir şey görüyorum,” dedi, irkilerek ona baktım; karnım öyle çok kasılmıştı ki, kasıklarımdaki deri bile yukarı çekilmişti. “Rüyalarımda,” diye toparladı. “Ama öyle… öyle gerçekçi ki!”
“Bazı semboller de gördüğünü söylemiştin,” diye mırıldandım.
“Evet ama… Asreman’dan hemen sonra daldığım uyku o şeyin sadece varlığını hissettirmedi, sesini de duyurdu.” Göz ucuyla arkasındaki kapıya baktı, kapı açık duruyordu, bir süre oluşan sessizliği dinledikten sonra, “Yaşlı bir kadındı ama yaşlı olamayacak kadar da güzeldi. Yani hem yaşlıydı hem de sanki sonsuz bir gençlikle taçlandırılmıştı,” diye fısıldadı. “Lütfen bunları Efken’e söyleme. Seni zehirlediğimi düşünmesin.”
“Bunu düşünmez, sadece yardım etmeye çalışıyorsun.”
“Efken’den bahsediyoruz,” diye mırıldandı.
“Bana kadını anlat.”
“Kızıl, büyülü badem gözleri vardı,” deyince sırtımda bir ağrı hissettim, devam etmesi için başımı aşağı yukarı salladığımda gözlerini masanın üzerindeki ahşap desenlere indirerek, “Hilâl gibi kaşları, ucu kalkık burnu, burnunun sol kanadında gümüş rengi bir halka, gözleri kendiliğinden sürmeliydi ama kalem de çekmişti, gözlerinin altındaki torbalara akan kalemi hatırlıyorum,” dedi, sesi öyle soluktu ki, sırtımdaki ağrı şiddetlendi.
“Bana birini hatırlatıyor,” dedim sadece.
“Güzel ellerini kaldırıp bana uzandı.” Sezgi başını ellerinin arasına alınca, kar beyaz ellerinin etrafına yılan gibi dolanan kan kızılı saçlarını izledim. Zehirli otlara benzeyen yeşil gözlerini yumdu ve göz kapaklarının üzerinde oynaşan mavi damar sarmaşıkları derisinin üzerinde ileri geri yaptı. “Bana, senin bir görevin olduğunu söyledi durdu. Adımı biliyordu, geçmişimi biliyordu, kim olduğumu biliyordu. Uyanman gerektiğini söyledi durdu.”
“Tasvir ettiğin kişi babaanneme benziyor,” dedim düşüncelerin esiri bir sesle, Sezgi ürpererek bana baktı. “Siyah şalı da var mıydı?”
“Evet, tülden, siyah bir şal takıyordu. Şalının tüllerinde simler oynaşıyordu.” Gözlerimin içine baktı. “Pullar vardı, simler, geceleyin gökyüzünde yanıp sönen yıldızlar gibi o kara çarşafa benzeyen tülde parıldıyorlardı.”
Bir süre bana baktıktan sonra kesin bir sonuca varmış gibi, “Aslında,” diye fısıldadı, “o yaşlı kadın bir şekilde sana benziyordu. Sanki kan bağınız varmış gibi.”
Yanılmıyordum. Bahsettiği kişi gerçekten de babaannemdi. Şaşkınlığım anlıktı, daha sonra her şeyin mümkün olduğu bu dünyada bunun mümkün olmama ihtimali olmadığının farkında bir şekilde, “Babaannemdi,” dedim. “Kesinlikle.”
“Bir tapınaktan bahsetti,” dedi Sezgi, bir an için sanki içsel olarak böyle bir şeyden haberim varmış gibi kafamı kaldırıp ona dikkatle baktığımda kafası karışmış gibi kaşlarını çattı. “O tapınağa gitmen gerektiğinden bahsetti.”
“Tapınak mı?”
“Tapınağın ismini de söyledi ama hatırlamıyorum. Ama elime dokunduğu anda bir şey oldu, rüyadaydım ve yeni bir rüyaya çekildim. Babaannen elime dokununca anlık olarak o tapınağa ait görüntüler belirdi, tapınağı izledim.”
“Gördüklerini tasvir etmek konusunda iyisin.” Hızla oturduğum yerden kalkıp Yaren’in benden öğrendiği birkaç gereksiz yemek tarifini not almak için kullandığı mavi pilot kalemi tarifleri geçirdiği defterin arasından aldım. “Bana o tapınağı anlatabilir misin?”
Sezgi’nin korkuyla irileşen yeşil gözlerini izlerken hiç olmadığım kadar kararlıydım, o da bunu fark etmiş gibiydi; o tapınağı çizebileceğimi biliyordu. Tapınağı ana hatlarıyla anlatmaya başladığı sırada kalemin ucunu masaya bastırdım ve mürekkep küçük bir noktadan büyük bir girdaba evrilerek genişledi. Ardından Sezgi’nin bahsini geçirdiği tapınağı çizmeye başladım. Büyük kolonlardan bahsetmişti. Tapınağının iç ve dış hatlarındaki kolonları çizerken kendimi işime öyle çok kaptırmıştım ki Sezgi birkaç kez babaannem hakkında sorular sorsa da onu duymazdan geldim. O da sonunda soruları bir kenara bırakıp bana tapınakla ilgili görsel bilgiler sunmaya devam etti.
Sonunda çizim bitti ve masanın yüzeyinde beliren o antik görüntüyü izlemeye daldım. Sezgi, “Çok benzedi,” dedi şaşkınlık içerisinde.
“Oldukça eski bir mimarisi olmalı,” dedim, kolonlara belli belirsiz kazıdığım motifleri işaret ederken, “Geldiğim yerde böyle motifli taşların değeri trilyonlar eder. Asırlar öncesine ait olduğunu düşünüyorum,” diye mırıldandım, düşüncelerimi durduramadığım için huzursuz hissetmeye başlamıştım. Sezgi’nin verdiği her ayrıntı beni daha büyük bir dehşete sürüklemişti.
“Burayı nereden bulacağız?” diye sordu Sezgi, sanki zihnimdeki soruyu tutup çıkarmış da bana ait bir soruyu bana göstermiş gibi hissederken ona çaresizlikle baktım.
Kokusu, gölgesinden önce geldi. Bakışlarımı kaldırmamla, onu mutfağa girerken görmem bir oldu. Gözleri gözlerime saplanıp kaldığında zamanın sessizliği çağlar atlayarak aramıza sızdı, birkaç saniye sanki birkaç dev asır gibi üzerimize yığıldı. Sezgi onun varlığını benden saniyeler sonra fark ettiğinde, sanki yıllardır orada bakışıyorduk da Sezgi bunu şimdi fark ediyormuş gibi hissetmiştim.
Nigin Bağı’nın bir yılanın kuyruğu ile başı gibi uzandığını ve o yılanın kuyruğunun onun, başının benim bileğime dolandığını hissettim ama o hissetmedi. Sezgi, Efken’in varlığıyla beraber sessizliğe gömüldü, bu konu hakkında hiçbir şey söylemedi, gözlerini masanın yüzeyindeki çizimden çekip Efken’in o çizimi görmesinden çekiniyormuş gibi panikle kendi ellerini izlemeye başladı.
Efken’in gözleri masaya indiği an, şaşkınlık bir ton olup cildine dağıldı ve esmer teninin anlık olarak kireç gibi beyazladığını gördüm. Hayalet görmüş gibi baktığı çizimde dikkatini çeken neydi bilmiyordum ama ağzını bile açmadan sadece çizimi izledi.
O gece, Efken’in sessizliği anbean büyürken, benim dilimin ucuna biriken sorular artık ruhuma ağır gelmeye başlamıştı. Lambaderin altındaki koltukta oturup dizlerimin üzerine koyduğum kitabın sayfalarını o kitaptaki cümlelere odaklanamadan, hatta okuma gereği bile duymadan gözlerimi dikmiş öylece oturuyordum. Işığın turuncu akisleri sadece beni aydınlatıyordu. Salon karanlığa gömülmüş hâldeydi. İçeri girdiğini hissettiğimde dizlerimin üzerindeki kitabın kapağını kapatıp bacaklarımı kendime doğru çektim ve diz kapaklarımı göğüslerime yaslayarak kollarımı bacaklarımın etrafına sardım. Karşımdaki tekli deri koltuğa oturdu, bir sigara yaktığını çakmağın ucundan fırlayan alev anlık olarak çehresini ateşe verdiğinde fark etmiştim. Sigarasının ucunda yanmaya başlayan alevi harlamak için sigaradan derin bir nefes çekti ve karanlığın içinden bıçak gibi geçen keskin gözleri yüzüme sabitlendi.
“Masaya çizdiğim tapınakla ilgili bir şeyler biliyorsun,” dedim sessizliği parçalamak için.
Kurduğum cümle sessizliğinin bir kat daha artmasına neden oldu, sigarasının ucundaki alevin hareketlerini izledim. Sigarayı dudaklarına yaklaştırıyor, nefesine zehir katıyor, dudaklarından uzaklaştırıyor, kolunu koltuğun deri kaplama kolçağına yerleştiriyordu. Gözleri bir anlığına parladı, mavi gözlerinin halkasını gördüm ama bu görüntü beni ürkütmedi. Yine de gözlerinin esrarını çözebileceğim bir gün olacak mı diye düşünüp duruyordum.
“Cevap vermediğine göre öyle.”
“Neden o tapınağı çizdin?” diye sordu, sesi ifadesizdi, bir duvarın arkasında o duvarı tırmalayan zayıf bir pençe sesi gibi geliyordu; güçlü, duygusuz ve uzak.
“Sana bunu anlatsam bile inanmazsın.”
“Anlatmayı dene.”
“O tapınağı rüyasında gören Sezgi’ydi,” dedim, bir süre bekledim ama ne beklediğim tepkiyi ne de herhangi bir tepki alamadım. “Ve rüyasında sadece o tapınağı değil, babaannemi de görmüş.”
“Babaannen olduğunu Sezgi’ye babaanneciğin mi söylemiş?” diye sordu Efken alayla ama sesinde var olan tek duygu alay değildi.
“Neye inandığın umurumda bile değil Karaduman,” dedim ters bir sesle. “Ama tapınak hakkında ne bildiğini söylemen gerekiyor. O tapınak nerede, biliyor musun?”
Ters konuşmamı umursamadığını hissettim, hatta bunun üzerinde bile durmadan direkt olarak, “O tapınağı o kadar detaylı çizebilmene şaşırdım,” dedi, sesi hâlâ mesafeli geliyordu. Sanki bana değil de kendine karşı bir duvar dikmişti; kendi ruhuyla iletişimi o duvarın ardından gerçekleşiyor, kendini ruhunu duymadığına inandırıyordu. “O tapınağı çocukluğumdan hatırlıyorum. Annemle beraber giderdik, en sevdiği yerlerden birisiydi. Kutsal günlerde Kızıl Yaka’ya gidip orayı ziyaret ederdik. Çok küçüktüm ama o moloz yığınını hatırlıyorum. Tozlu kokusu bile hâlâ burnumda.”
Onunla bir şekilde bir yerlerde yine birbirimize bağlanıyormuşuz gibi hissetmek tuhaftı. Kalbimde genişleyen huzursuzluk duygusunu ona göstermekten çekinmedim. Çehreme süzülen endişeyi görmüş olacak ki derin bir nefes aldı ama konuşmasına izin vermeden, “Oraya gitmeliyim,” dediğimde bana delirmişim gibi baktığını hissettim ama aldırış etmedim. “Sen bağırıp çağırmaya, öküz gibi anırmaya başlamadan önce söyleyeyim; buna engel olamazsın ve sen de bana yardım etmek zorundasın. Çünkü her sözün bir yemindi ve bana yardım edeceğine söz verdin.”
Meydan okumam onda nasıl bir etki yarattı bilmiyordum ama kendimi daha iyi hissediyordum. Sesimi çıkarmadan, uysal bir kedi gibi onun her dediğine uyup, onun bacağına sürtünerek istediklerimi bu şekilde elde etmeye çalışacağımı sanıyorsa yanılıyordu ve ben ona yanıldığını gösterecektim.
“Bana ne kadar meydan okursan, o kadar yenileceksin,” dedi metal gibi parlayan sert ve soğuk bir sesle.
“Sana meydan okumuyorum. Sana yapmam gereken şeyi söylüyorum, sen de bana söz verdiğin gibi yardım edeceksin,” dedim ve oturduğum yerden kalkıp kitabı göğsüme bastırarak, “Sezgi’nin rüyasına giren tapınaklar gerçekten varmış. Bu bile kafanı karıştırmaya yetmiyor mu? Senin bildiğin, çocukluğuna ait tapınağı rüyasında görüyor ve ben de o tapınağı çiziyorum,” diye homurdandım. “Hiç mi tuhaf gelmiyor sana?”
“Sezgi buralı, o tapınaklar hafızasında kalmıştır. Rüyalar bazen hafıza mezarlığı gibidir. Hangi eski anının bir rüyanın sırtına binerek uykuna konuk olacağını asla öngöremezsin.”
“Seninle konuşmak bir duvarla konuşmaktan farksız,” dedim derin bir nefes alarak. “Boş versene. Sadece beni o tapınağa götür. Senden başka bir şey istemiyorum.”
“Benden başka bir şey istemiyorsun?” Soru sorar gibi kurduğu cümleye aldırış etmeden karanlık koridora çıktığımda arkamdan geldiğini biliyordum. Adım seslerini dinledim, bu kalbimi hızlandırıyordu. “Benden başka bir şey istemediğini söylediğinde bunu nasıl algıladım, biliyor musun? Sadece benden başka bir şey istemediğini düşündüm, beni istediğini…”
Ahlâksız bir fısıltıyla kurduğu cümle dumura uğramama neden oldu ama durmadım. Odanın kapısının önüne gelmemle, kolunu yüzümün yanından geçirip büyük avucunu kapıya yaslaması bir oldu. Sırtım ona dönük hâlde kapı ile arasında kaldığımda tuttuğum nefesi yavaşça vermeye çalıştım ama kalbim sanki kriz ânındaymış gibi sıkışıp teklemeye başlamıştı. Yakınlığı benim için ne ifade ediyordu? Kanımda ilerleyen o aşırı hissin sonum olacakmış gibi gelmesi belki de bir öngörüden değil, gerçekten ibaretti.
“Kapıyı açıp içeri girmeyecek misin?” diye sordu ve sıcak, çölü anımsatan nefesi enseme akıp tüm omurumda tüy gibi dolaştı; titrememek için tırnaklarımı avuç içlerime birer soğuk mezar taşı gibi saplayıp gömdüm. “Söylesene Medusa,” dediğinde sesinde muzip bir tını vardı. “Üzerini bir gölge gibi örttüğümde neden ışığa doğru kaçmak yerine durup karanlığın altında benimle kalıyorsun?”
“Gitmeme izin vermediğin için,” dedim, yalanım dilimi ateş olup yaktı; güldüğünü hissettim ama gülüşünün yüzüne çizdiği renkleri göremediğim için bundan tam emin olamadım. Zaten konu oyken her şey o kadar ihtimaller üzerineydi ki, bir süre sonrasında asıl gerçeğin elinizden kayıp gitmesine göz yummaya başlıyordunuz.
“Çok yalancısın sinsi yılan.”
“Bana ha bire yılan diyorsun.”
“Hislerim en başından beri sana bunu söylemem gerektiğini fısıldıyor.” Nefesi yeniden enseme akınca göğsüm şiddetle kabardı; bunu görmediği için şanslıydım. “Yoksa dürtülerim mi demeliyim? Hem… Bir Mar olduğunu düşünen sen değil miydin kışkırtıcı, güzel Medusa’m?”
Kelimelerle bir cambaz gibi oynaması kanımı bile uyuşturmuştu. Ayaklarımdaki son gücü kullanıp kapıya bir adım daha attığımda o da arkamda bir adım attı ve birden tamamen kapana kısıldığımı hissettim. Titreyen elim kapının kulpuna gitti. Efken’in alaycı tavrı şiddetlendi, sanki gerçek bir dürtüye dönüştü ve bu dürtü garip bir biçimde benim içime de yerleşip ruhumda ciddi deformasyonlara yol açtı.
“Benden kaçıyor musun?”
“Hayır,” diye karşı çıktım.
“O zaman neden dönüp yüzüme bakmıyorsun? Ne o? Meydan okuman buraya kadar mıydı yoksa?”
“Benimle eğleniyorsun ve bu çok alçakça.” Yavaşça ona doğru dönmemle, tenlerimizin arasında vızıldayan yakınlığın farkına varmam bir oldu. Gözlerini indirip muzip bakışlarını esirgemeden bana bakmaya başladığında, çatık kaşlarımın altında alev gibi parlayan gözlerimle bakışlarına karşılık verdim. Ona meydan okumamdan keyif alıyor gibi bir hâli vardı.
Avucunu kapıya biraz daha bastırınca kolundaki adalelerin oynadığını, kas boğumlarının gerildiğini göz ucuyla da olsa görebildim. Yüzüme doğru eğilip, “Çok mu alçakça?” diye sordu, sinsi bakışlarına tutunan erkeksi sesi beni afallattı. Bu kadar kolay bir şekilde etkisi altına girdiğimi hissetmek işkenceydi. Bu hissi durdurabilmeyi ölesiye istiyordum.
“Evet.”
“Çok alçakça şeyler yaparsam beni cezalandırır mısın yoksa?” Soğuk bir gülümseme etli dudaklarına yayılınca kaşlarım daha da sert çatıldı; ılık nefesi kaşlarımın ortasındaki çukura doluyordu. “Bana meydan okuman bir şeyleri değiştirmeyecek, biliyor musun?”
“Değiştirebilir,” dedim. “Tüm bunları meydan okuma sanıyorsan, yanılıyorsun Karaduman. Çünkü ben henüz sana meydan okumaya başlamadım.”
Ciddiyetimi hissetmiş gibi baktı ama tepkisizdi, ne düşündü ya da o an ne hissetti hiçbirini anlayamadım. Yüzü her zaman olduğu gibi bir mahkeme duvarını anımsatıyordu. O mahkeme duvarının önünde oturan hâkim de oydu, savcı da oydu; bense bir suçlu gibi önünde durmuş işlemediğim bir suçun açıklamasını yapmaya çalışıyordum ve avukat koltuğunda da yine ben oturuyordum. Ama sanki avukat koltuğunda oturan benliğim dilsizdi, bana kendimi savunma şansı bile vermeyen adamın mavi gözlerine dalıp gittim.
“Şu kar tanesi,” dedi ve gözlerinin benim gözlerimden ayrılarak kendi bileğine kayışını izledim. Ben de yutkunup omzumun üzerinden kapıya yasladığı eline doğru baktım. Bileğinin iç kısmındaki dövmeye bakmamla, benim bileğimin içindeki kar tanesi dövmesi de sızladı sanki. “Diyelim ki Sezgi haklı, babaannen sana mesaj gönderiyor, bu kar tanesinin sırrını da çözebilir mi?”
“Babaannemin böyle bir sırrı çözebileceğine inanıyor musun?” diye sordum, gözlerim usulca ona çevrildiğinde artık çehresinde alay yoktu.
“Birinin rüyalarına giriyorsa, bir şeyleri de çözebilir,” dedi. “Bu kar tanesinin nedenini öğrenmek istiyorum. Sinirlerimi bozuyor.” Bakışları yüzümde yoğunlaştı. “Neden ikimizde de aynı anda böyle bir dövme oluştu? Sen hiç merak etmiyor musun? Neden her şeyi soran o seksi ağzın bununla ilgili sorular sormak için aralanmıyor.” Yüzüme eğilince tatlı nefesi cildimi uyuşturdu. “Yoksa bir şey mi biliyorsun Medusa?”
“Bilmiyorum.”
Biliyordum.
Bildiğime emindim ama her şey paramparçaydı. O an, güneş ve ay birbirine kavuşurken zihnime yerleşen tüm görüntüler parçalara ayrılıp tekrar farklı noktalara savrulmuş gibiydi. Bin parçalık bir yapbozu sonunda tamamlamışken, sanki bir rüzgâr tek bir dokunuşla tüm parçaları farklı kıtalara uçurmuştu. Parçalanmış camı anımsatan buz parçaları gibi zihnimdeki nehirde yüzen anılar, artık bir bütün değildi. Sadece biliyordum. İçimde bir yerde Nigin Bağı’mın esas sahibinin karşımda durduğunu biliyordum. Sadece anlamıyordum, Crystal neden bana o kişiyi bildiğini, onu güvende tuttuğunu öne sürdüğü bir yalan söylemişti? Belki de Crystal de o kişinin Efken olduğunu biliyordu; belki de Efken’i sevdiği için beni Efken’den uzaklaştıracak bir yalan söylemek zorunda hissetmişti. Boğazım tiksintiyle dolduğunda, Efken çenemi parmak uçlarına alarak kafamı kaldırdı ve uzun boyundan dolayı eşit durmayan yüzlerimizi bir araya getirdi.
“Merak da mı etmiyorsun?”
“Etmem mi gerekiyor? Benim merak ettiğim onlarca şey var. Bunu da merak ediyorum ama dillendirmiyorum,” dedim, bana inanmadığını hissettim ama her nedense eşelemedi. Yüzüklerin sardığı kemikli parmaklarının arasında duran çenemi biraz daha yukarı itince gözlerimiz birbirine uçları bilenmiş iki farklı bıçak gibi saplandı.
“Nedenini çözeceğim,” diye fısıldadı şeytani bir sakinlikle, “ve çözdüğümde, senin benden daha önce çözmüş olduğunu fark edersem, işte o gün kendine yeni bir bela edinmiş olursun.” Dudakları neredeyse dudaklarımın sınırına girince, işgal ettiği duygularımın bir alev topu olup içimde yuvarlanmaya başladığını hissettim. “Anladın mı güzel Medusa’m?”
Dudakları dudaklarıma dokunmadı ama nefesi beni sertçe öpmüş gibi hissetmeme neden oldu. Geri çekilip çenemi serbest bıraktı, gözlerini indirip bana baktığında, ona hissettiğim o kuvvetli çekimden iğrendim. Karşımdaki adamın ne sebeple olursa olsun bir katil olduğu gerçeğini kolayca göz ardı edemezdim. Bunu yapamazdım.
Eline, ruhuna, gözlerine, kelimelerine kanın kokusu sinmiş, rengi bulaşmış, ağırlığı çökmüştü. Ve ben o ellere, ruha, gözlere, kelimelere çekiliyordum.
Çekilmemem gerektiğini biliyordum.
Başımı yana çevirdiğimde şaşkınlığının üzerime yıkıldığını hissettim. Beni zorlayacağını düşünsem de bu olmadı. Anlayışlı bir tavırla bir adım geri çekilip özel alanımı azat etti.
“Şu dövmeler hakkında Mustafa Baba ile konuşacağım,” dedi uysal bir sesle. Kalbimin atışları hızlandı ama dönüp ona bakamadım. “Hadi gidip uyu.”
Tam sırtını dönmüş benden uzaklaşıyordu ki, buzdan ayın ışığı mavi bir gümüş gibi dökülerek ahşap zeminde ilerledi, bir nehirde yükselen dalga gibi usulca onun ayaklarına çarptı. Işık yavaşça bacaklarına tırmanırken bir an için durdu, omzunun üzerinden bana baktığındaysa gözleri yine parlıyordu. Mavi gözlerinden dökülen, şimşeği anımsatan ışıklara dikkatle baktım. Gözünü kırpıp geri açmasıyla ışık geri çekildi ve kayboldu; geride mavi gözleri kaldı.
“Nerede uyuyacaksın?” Sorum zamana tutunup ona çarptı, ben sorduğum sorudan dolayı pişmanlık duymak üzereyken onun gözlerinde birden beliren o duyguyu görünce, pişmanlık geldiği yolda yanarak küle döndü. Yutkunup, “Salonda mı?” diye mırıldandım.
“Başka bir seçeneğim yok gibi görünüyor.”
“Öyle mi?” Gözlerinin içine ısrarla bakmaya devam ettim. Bu onu gülümsetecek gibi oldu, sonra kaşları çatıldı ve çatık kaşlarının altındaki gözler daha ciddi bakmaya başladı.
“Yoksa beni kendi odama mı davet ediyorsun?”
“Öyle bir şey söylemedim.”
“Gözlerin öyle şeyler söylüyor gibi bakıyor yaramaz kız.”
Kalbimin verdiği karardan beni döndüren mantığıma tutunup, “İyi geceler,” diye homurdanıp kapıya doğru döndüm. Tam kapıyı açıyordum ki, tutulmanın etkilerini hâlâ kalbinde barındırıyormuş gibi iç çektiğini duydum.
“Salondaki koltukta da her yerim tutuluyor,” dedi kısık sesle. “Bu koca bedenle oradaki koltuğa sığmak oldukça zor.” Tamamen bana doğru döndüğünü hissettim. “Merhametli kalbin benim için acımıyor mu?”
“Geber,” diye mırıldansam da kapıyı açtığımda ve sırtımı yavaşça açılan kapıya yaslayıp ona davetkâr gözlerle baktığımda, aslında ne demek istediğimi biliyordu.
“Senin için mi?” diye sordu ve bir adım atıp kapının eşiğinde durarak omzunun üzerinden bana baktı. “Bilmem, belki bir gün.”
Kaşlarım çatıldı.
“Evet,” dedim patronluk taslayarak. “Benimle uyuyabilirsin dınkof adam.”
Dudağının kenarı cenneti çağrıştıran bir kıvrımla yukarı büküldüğünde, görüntüsündeki cennetin aksine o tebessümün cehenneme ait alevlerden geldiğini biliyordum.
“Dikkat et de bana tıpkı bir güneş gibi tutulma Medusa.”
Dalgın gözlerle onu çağırdığım, zaten ona ait olan inin içine sızışını izlerken yılan şeklindeki yelkovan, güneş tutulmasının ilk saniyesinin yaşandığını işaret edercesine öne doğru bir adım attı.
🎧: Before You Exit, Solar Eclipse