Yıkım.
Onun adının anlamıydı bu.
Yeşil bir damarda yüzüyordu mavi, ölümcül bir zehir. Zaman sırtüstü düşmeye başladığı uçurumun dibini bulduğunda, takvim yaprakları uçurumun dibinde alev almıştı; zaman yanmaya başlamıştı. Yıkım, eski bir dostun arkasına sakladığı elinde tuttuğu sapı kan ile yıkanmış bir bıçaktı ve ben o dosta sarılırken, o bıçağın sırtıma saplanacağını biliyordum. Buna rağmen ona sarılıyordum.
Ve o, yıkımı benim kalbime getirmişti.
O bir yıkım getirendi.
Bir uçurumun başındaydım. Kucağımda kanlı beyaz bir çaput ile kundaklanmış bir bebek tutuyordum; bebeğin yüzüne bakmıyordum ama çıkardığı sesleri duyuyordum. Uçurumun eteklerine okyanusun dev dalgaları çarpıyor, çarptığı yerde daha da büyüyen dalgalar acıyla pişmiş bir kız çocuğunun kadına evrildiği o an gibi, şiddetli bir hortuma dönüşüyordu. Gözlerimi yavaşça bebeğe doğru indiriyordum, bebeğin alnındaki hilal işaretini gördüğümde alnımdan akan soğuk ter bir anda donuyor, donduğu yerde alarak bedenimi bir anda kızgın bir ateşin içine çekerek cayır cayır yakmaya başlıyordu.
Kimsesiz bir gecede usul adımlarla yürüyen siyah bir kurdun gölgesi ormanın içinde büyüyor, devleşiyordu; kurt kafasını kaldırıp onu içine alan karanlığa baktığında, tepede yanan buzlu dolunayda bir kadının sureti beliriyordu ve kurt, başını göğe dikip dolunaydaki sureti izleyerek ulumaya başlıyordu.
İşte bu, zamanın gözlerimden gözyaşı olup taşmaya başladığı andı.
Bir tasa zaman doluyordu, rakamlar sayılara dönüşüyor, sayılar birbirlerine bıçak gibi saplanıyor ve taşındaki zaman kanıyordu.
İçim kanıyordu.
Tıpkı kalbim gibi büyük bir yangının eleğinden geçen orman kül kokuyordu. Yelkovan, yanık ağaçların kovuklarına dokunuyor, akrep kül kokusunun içinde ağır ağır hareket ediyor ve bir kurt sürüsü usul usul ay ışığının altında ilerliyordu.
Efken oradaydı, Efken yoktu; Efken buradaydı, Efken uzaktaydı; Efken mürekkep gibi dökülüp etrafa yayılıyor, Efken zaman olup içinde olduğum ânı sarıyordu. Bir kitabın kapağı açılıyor, sayfalar hızla çevriliyor, bir çift uçurum mavisi göz sayfaların içindeki kelimeleri takip eden meraklı gözleri izliyordu.
Bu, yıkımın bir okuyucuyla göz göze geldiği andı.
Ondan yaklaşan bir dalganın altında kaldığım için bir sonraki dalgadan dalga henüz denizin üzerinde kabarmamışken kaçmaya başladığım gibi kaçmaya başladığımda, artık odanın çıkış kapısının önünde duruyordum. Bedenim titriyor, gözlerim gözlerinin içine mıhlanmış, binlerce soruya ev sahipliği yapıyordu.
“Beni dinle,” deyince yerimden sıçradım. Bir başkasının kanı saçlarımda, bir başkasının kanı yüzümde, bir başkasının kanı tenimdeydi. Bir başkasının kanı az daha dudaklarımda olacaktı. Zaman başımın üzerinde parçalanan bir meleğin halesine ait parçalardan biriyle damarını kesiyordu; zaman intihar ediyordu. Evet, belki bu en başından beri aklımda olandı ama tüm kan bedenimdeyken düşünmek artık imkânsızdı. Korku öyle çok yerdeydi ki… En çok da kalbimdeydi.
Saniyeler, tavanı akan bir evden damlayan su damlaları gibi zemine dökülüp zeminin yüzeyinde bir nehir oluşturmaya başladığında hızla bana doğru yöneldi. Elimi kaldırıp onu durdurmak için yutkunduğumda, parmaklarıma bulaşan kanı gördüm ve titredim.
Nigin’i düşündüm. Bir gün benim için böyle kan dökeceğini söylemişti, şimdi yine benim yüzümden ya da değil, sebep olduğum bir baloda birinin kanını dökmüştü. O bir katildi, bu kaçınamayacağım gerçeğin hazin sonuydu ve bundan daha fazla saklanamazdım. Bunu zaten biliyordum.
Titredim.
“Beni dinle Medusa,” dedi sakince, sesi sakin olsa da uçurum mavisi gözleri tedirginliğini ele veriyordu.
Bakışlarımı kandan uzaklaştırmaya çalıştım. Ona baktım. Uzunca bir süre.
Sustu.
Bu da uzunca bir süreydi.
Gözlerim yüzünü taramaya devam ediyordu ama bakışlarım her ne kadar sadece uçurum yanığı gözlerinde olsa da ruhunda yazan kelimeleri görebiliyordum. Biri ölümün harflerini parçalara bölmüş, parçalardan akan kanla onun ruhunu yazmıştı sanki. Bir yazar, onu ölümden kopardığı parçalardan dökülen kanla var etmişti. Roman sayfaları şimdi bir mezarlığın içindeki onlarca mezardı.
“En başından beri bunu yapabileceğini biliyordum,” diye fısıldadım, sesim titriyordu. Efken paramparça görünüyordu. “Yani senin… birini öldürebileceğini, hatta belki onlarca kez bunu yaptığını biliyordum.”
“Öyleyse neden kaçıyorsun? Bu seni korkutuyor mu? Hani benden korkmuyordun?” Bana yalvarır gibi baktı. “Ben kimseyi öylesine öldürmem. Ben bunu yapmam.”
“Sorun birini öldürmen bile değil şu an,” diyebildim, kulaklarıma inanamıyordum. “Hatta sorun bir yabancının kanı parmaklarındayken saçlarıma, yüzüme… tenime dokunman da değil.” Gözlerim acıyordu, artık ağlamak istemiyordum. Sanki biraz daha ağlarsam artık kör olacaktım.
“O zaman ne?” diye sordu isyan eder gibi, bana doğru bir adım daha atınca bir adım geriledim.
“Sorun benim. Sorun bunun sebebi olmam. Sorun bu gecenin sebebi olmam.”
“Sen benden kork-”
Birden öfkeyle, “Senden korkmuyorum!” diye bağırarak kestim onu. Efken Karaduman duraksadı, zaman da onunla birlikte duraksadı. Anlam veremediğim duygular, göğsümün iskelesinden bir bir aşağı bırakıyordu kendini ve kapkaranlık sularımda kaybolmaya başlıyorlardı. Bir süre sonra o duyguların cesetlerinin suyun yüzeyine çıkacaklarını düşündüm. “Anlasana,” diye fısıldadım. “Bu gece benim yüzümden insanlar zarar gördü. Kabul etsen de etmesen de bu baloyu benim için yaptın. Bağlandığım kişiyi bulmak için…”
“Bağlandığım kişi deme ona!” diye bağırdı, gözü dönmüş gibiydi ama buna aldırış etmedim. Nefes alıp verirken göğsü yerinden sökülecek, kaburga kemikleri önüme serilecekti sanki.
“Dahası var,” diye fısıldadım ruhsuzca gözyaşı dökerken. “Eğer bu gece yaşanmasaydı, eğer Nigin Bağı koptuğu an eve dönebilecek olsaydım, sana birini öldürtecektim. Düşünsene, ben buna sebep olacaktım. Bir masumun ölümüne…” Birden donuklaştım. “Tıpkı şimdi olduğum gibi.”
Bana yaralarla dolu bir ruha sahipmiş gibi bakıyordu.
Yaralarını iyileştirmek istiyordum ama o kadar karmaşık hissediyordum ki bir türlü ne yapmam gerektiğini çözemiyordum.
Şeytanın yeryüzündeki gölgesini taşıyan mavi gözlerini gözlerime öyle bir sapladı ki, sanki soluk boşluğuma keskinlikten parlayan ucu bile zift gibi kapkara bir bıçak saplamış gibi öylece kaldım.
“Kes sesini,” dedi, kaşlarımın ortaşımdaki çukurun derinleşmesiyle yutkundum. “Sen hiçbir şey yapmadın. Duydun mu? Bunların sebebi sen değilsin. Benim mayamda var bu. Ben birilerini hep öldürürüm.”
“Ama öylesine değil.”
“Oradaki adamı öylesine öldürmedim, orayı kundaklayan adamdı ve ben de cezasını kestim.”
“Benim için bunu yapmasaydın o adam orayı kundaklamayacak, doğal olarak şu an hayatta olacaktı.”
“Sen saf mısın?”
“Ben saf değilim Efken, sadece çok üzgünüm.”
“Buna sebep olan benim,” dedi. “Seni yine güldüremedim.” Gözlerime acıyla baktı. “Yine o kişi olamadım.”
“Senden beni güldürmeni hiç istemedim, bunun için uğraşmana gerek yoktu. Hiçbir şey yapmasan da sana gülümserdim.”
Durdu, zaman da onunla birlikte durdu.
“Yıkım Getiren,” diye fısıldadığımda durup uzun uzun bana baktı. “Sen busun. Ama ben senin ölüm kadar güzel olduğun gerçeğini kendimden bile gizleyemedim.”
“Suçsuzsun,” dedi. “Sen günahsızsın. Yemin ederim.”
“Sen yemin etmezsin, zaten her sözün bir yemindir, değil mi?” diye sordum.
“Evet ama şu an yemin de ederim. Ne istersen onu yaparım,” dedi, sesi ölümdü ve ölüm benim gölgemdi.
“Biraz hava alacağım.” Geri çekilerek boş odadan geçtim, tam koridora çıkıyordum ki arkamdan geldiğini duydum.
“Gidiyor musun?” diye sordu.
“Geri geleceğim. Sadece nefes almak istiyorum.”
“Buna inanmalı mıyım?”
“Sen kimseye inanmazsın.”
“Evet ama sana inanmak istiyorum,” diye fısıldadı. “Hatta bazen bu istek olmaktan çıkıyor, bir ihtiyaç hâline dönüşüyor ve kendimi sana inanırken buluyorum.”
“Efken,” diye fısıldadım ve sonra düzelttim. “Hayır, Yıkım Getiren. Ben sana güveniyorum. Bu ne bir istek ne de bir ihtiyaç. Bu benim zavallı kaderim.”
Bir şeyler söylemesine göz yummadan yavaşça evden çıkıp verandaya doğru yürüdüm. Veranda soğuktu ama tenim soğuğu içine emmeyecek kadar yanıyordu. Gözlerimin kenarları hâlâ ıslaktı. Efken’in hâlâ koridorda dikildiğini, kapattığım sokak kapısına baktığını ve içeri girmemi beklediğini biliyordum.
“Bu benim değiştirilemez kaderim,” diye fısıldadım kendime, benliğime, ruhum ve kalbime.
Kalbimin atışları birdenbire zayıfladı.
“Nāc,” diye fısıldadı boşlukta biri. Gel.
Yabancı olduğum dile rağmen ne demek istediğinin farkındaydım.
Zihnime gizlenen Medusa, içinde kızıl parıltılar olan koyu renk saçlarını savurarak karanlıktan çıkıp düşüncelerime doğru yürümeye başladı. Tam şu an en çok kendime uzaktım. En çok kendimi öldürmüştüm.
Medusa benimleydi.
Kendi cinayetimi kendim üstlenmiştim.
Birdenbire alnımda bir sıcaklık hissettim. Zaman etrafa yayılıyor, kar taneleri usul usul göğün bağrını delmeye devam ederek yeryüzünün koynuna uzanıyordu.
O ses âdeta yardım ister gibi inledi.
“Lūdzu nāc.” Lütfen gel.
Alnımdaki sıcaklık çoğaldı. Ayağımdaki topukluları bir kenara fırlatıp, çıplak ayaklarımın karların içine gömülmesine aldırış etmeden verandanın basamaklarını inerek kar dolu çayıra doğru yürümeye başladım. Elbisem görünmez bir rüzgârın dokunuşlarıyla arkaya doğru uçuşuyor, kollarımdan aşağı sarkan kumaş parçaları arkamda bir bayrak gibi dalgalanıyordu.
“Nodziedi man šūpuļdziesmu.” Bana ninni söyle.
Bu gecenin bir şeylere gebe kalacağını biliyordum.
Karanlık ruhumu yutmaya başladığında, ilerideki kurulukta kurtların sesi ciğerlerime nefes gibi inip korkumu ateşledi ama sonra o ses beni dinginleştirdi. Başta ürkek olan bakışlarım, gözlerim sökmek üzere olan şafağa alışmaya başladığında birden keskinleşti ve gücü harelerinden taşırdı. Bakışlarım buz tutmuş dolunaya dokundu, kalbim bir mahşer ateşiyle doldu. Bir ninni zihnimi ele geçirmeye başladı. İki kelimeden oluşan, devamlı tekrar eden, fısıltıya benzer bir ninni… Bu ninni benim sesimden mırıldanılıyordu. Dolunayın etrafından dökülen kar taneleri Kar Ormanı’nın içine düşerken ölümü resmeden bir kar küresinin içindeydim sanki.
Bakışlarımı alacakaranlıktan sıyrılarak şafak vaktine kırılan ormanın içine düştü. Adımlarım benden kopup kendi iradesini oluşturarak koruluğa doğru düşmeye başladı.
Başta kalp atışlarım sessizdi, korku sanki kalbimi bir damar misali sarmıştı ama çok sonrasında, koruluğa sadece bir iki adım kaldığında, birden kalbim gümbürdeyerek vurmaya başladı. Dudaklarım aralanmış, bir ninni dudaklarımdan dışarı taşmaya başlamıştı.
Nana nana nanana…
Gülümsedim, gözlerim kapandı, açıldı ve artık etrafı mavi değil, kızıl görüyordum. Birden kanım dondu, sonra çözüldü, kalbim dondu ama bu çözülmedi. Efken’in arkamdan seslendiğini hayal meyal duyar gibi oldum; karşılığı bende olmayan bir şeydi. Arkamdan geliyordu. Gelmemesi gerekirdi.
Ninnime devam ettim.
Kar taneleri görkemle başımdan aşağı düşerek saçlarımı saniyeler geçmeden beyaza boyadı. Sanki gök yarılıp başıma düşüyordu.
“Medusa!”
Kurtlar uludu.
Durmadım, onu dinlemek istemedim, sadece ninnimi mırıldandım.
Nana nana nanana…
“Medusa!”
Nana nana nanana…
Kurtlar bir defa daha uluduğunda artık koruluğun içindeydim. Saçlarımda bir gelinin duvağını taşıyordum ve ben ölümün geliniydim.
“Medusa, bekle beni!”
Koruluğun kalbine yöneldim, bir zamanlar kalbimin olduğu açıklığı geride bırakmıştım ve koruluk, bir zamanlar kimsenin bulamadığı cesedimi içinde onlarca yıl gizlemişti.
Nana nana nanana…
Yılanın gölgesi, saklandığı karanlığın içinde koyu bir iz bıraktı.
Yılan, saklandığı yerden çıktı.
Nana nana nanana…
Beni birden bileğimden kavrayıp kendine doğru çevirmesiyle, alnımdaki yangın söndü; gözlerim birden yine her yeri şafak vakti maviliğinde görmeye başlamıştı. Saçlarıma duvak ören kar taneleri yere dökülürken, gözlerimde harelerime bulaşmış bir güç parlıyordu. Efken gözlerimin içine bakakaldı.
Artık maskesi yoktu.
Benim ise maskem hâlâ gözlerimin önünde asılı hâldeydi.
“O mırıldandığın şey…” Efken bu cümleyi hür iradesiyle yarım bıraktı. Şimdi sessizdik. Birbirimizin gözlerinin içine bakıyorduk. Kar taneleri saçlarımıza, kirpiklerimize, tenimize tutunuyordu. “Uyumak istiyorum.”
Birden bu cümleyi kurması, bana ninniyi neredeyse unutturacak sandım ama ormanın derinliklerinde ninni sanki benim sesime ait bir yankıymış gibi fısıldanıp duruyordu. Kurtların ulumaları artık yoktu.
“Ne yapmış olursam olayım, senin kollarında uyuyunca ben hep o adamım,” dedi, bir an anlam veremediğim için sadece yutkundum. “Senin kollarında uyuyunca, ben hep annesinin kalp atışlarını dinleyen o küçük çocuğum.” Yutkundum, yutkundu. Ninni ormanın derinliklerinde kaybolmadı ama zayıfladı. “Senin kollarında uyuyunca, ilk cinayetini işlemeden bir gece önce kimsem, ben oyum.”
Kalbim, göğsümün tümseğinde tökezledi.
“Benimle uyur musun?” diye sordu, sesi zayıftı ama her bir harf içimden bıçak gibi geçecek kadar keskindi.
Ona her şeyi anlatacaktım. İnansın ya da inanmasın.
“Seninle zaten uyuyorum,” diye mırıldandım.
“Hep ama,” dedi Efken ve o an ikimiz de birbirimizin gözlerinde durmuş bir saate döndük. “Daima.”
“Hep.”
“Günahlarıma alışabilecek misin fıstığım?” Sorusu içimde buzdan bir çiçek gibiydi; soğuğa kokusunu vermişti.
“Sebebi ben olduğumda bile,” dedim açıkça.
“Yine ağlıyorsun,” dediğinde irkildim. “Kahretsin.”
Zincirler hep vardı. Gözyaşlarım, onun bileklerini saran zincirler gibiydi. Onu bana tutsak ediyor, beni karanlığa kurban ediyordu. Ninni yeniden bir fısıltı gibi ormana yayıldı. Kar taneleri artık daha hızlı, döne döne düşüyordu.
“Ağlama.” Yanağıma dokundu, diğer eli saçlarımın arasına kaydı ve maskenin ipini çözdü. Maske kayıp düştüğünde, akmış makyajımla tam karşısındaydım. “Ağlama Medusa.”
Yüzü ansızın yüzüme yaklaşmaya başladığında, göğün rengi kızıllaşmaya başlamıştı. Birden bunun nedenini anlayamadım. Yoksa yine sadece ben mi etrafı kızıl görüyordum. Kalbim kasıldı. Yakınlığı içimi dağladı.
“Sen binlerce yıllık Kızıl Yaka’yı bir şafak vakti Mavi Yaka’ya taşıyan kadın,” diye fısıldadığında ılık nefesi dudaklarıma aktı ve o an ne olacağını anladım. Yüzümü avuçlarının içine aldı; gökyüzünün yarısı kızıl, yarısı maviydi ve dolunay gümüş renginde parıldıyordu.
Kirpikleri usul usul gözlerini örterken, uçurum maviliklerini son kez görecekmişim gibi acıyla kıvrandım. Bakışları gitgide kısılıyor, gözleri güneş gibi batıyordu. Sertçe yutkundu. Yutkunurken boğazında oluşan kavisi düşündüm. Tek bir nefesiyle kül olacağım sandım, parçalanıp yok olacağım sandım. Elim usulca onun yanağına kaydığında, başkasının kanıyla damgalanmış parmaklarımız artık birbirimizin yüzündeydi. “Dönüşü yok,” diye fısıldadı ve o an roman sayfaları hızla çevrilmeye başladı. “Başına bela sardın beni.”
Üst dudağı iki dudağımın arasına yerleştiğinde, orman alevlere esir düştü sandım çünkü artık altında durduğumuz gökyüzü kızıldı. Zaman bizim için akarken sol bileğimden kalbime hızla tırmanan tren tüm hisleri içinde taşıyordu; yolcular kalbime vardıklarında artık onu öpüyordum.
Efken Karaduman’ı öpüyordum.
Bir anda bir benzin istasyonunun alev alması gibiydi. Alev alevdi.
Dudaklarının altında atan nabzı hissetmek beni çok zayıf bir yerimden vurmuştu. Nefesini hissedebiliyordum. Şifa veren nefesi dudaklarımın arasından sızıyor, yüzyıllardır tek ihtiyacım olan şeye kavuşmuşum gibi hissettiriyor, beni yaşamla taçlandırıyordu. Medusa maskesinin karlara saplı durduğunu biliyordum. Bir elim onun kemikli yüzündeyken, diğer elim omzuna kaymıştı ve omzunda duran elim bu defa ensesine tırmandı; sonra da onun gür, alabildiğine gece siyahı saçlarına dokundum. Dudaklarım dudaklarının altında eriyordu.
Sol bileğimin iç kısmında bir alev topu dolanıyormuş, tenimi ateşten bir demir çiziyormuş gibi hissettiğimde bile dudaklarından çekilemedim. Acı tenime yayıldı, öpüşmemiz güçlendi ve bir düğüm çözüldü.
Geçmiş kumdan bir kale gibi önüme yıkılmaya başladığında, uzun zamandır susturduğum gücümün aslında ne kadar büyük olduğunu fark ettim. Görüntüler zihnime buz gibi çağlayan bir şelale gibi akmaya başladı.
Kılıç seslerini duydum.
Her yerdeydi.
Karların içinde koşuyordum, yetişmek istiyordum. Ona yetişmek zorunda hissediyordum. Ona yetişmeliydim. Görüntü sık sık değişiyordu. Ağaçlar hızla var oluyor, kayboluyor, bedenim yaydan fırlamış bir ok gibi hızla hareket ederek öne doğru atılıyordu.
Efken oradaydı, bir şövalye gibi giyinmişti. Onu gördüğüm an tanımıştım. Bağırıyordu.
“Öl dersen ölürüm, öldür dersen öldürürüm demiştim! Öldün, yaşayamıyorum!” Kılıcını ona uzatan adamın sırtı bana dönüktü, yüzünü göremiyordum, zamanın içinde saydam bir görüntü gibi öylece, çaresizlikler içerisinde koşuyordum. Kılıcı tutan adamın elini saran deri bir yılanın derisiydi, parlak yeşil bir yılan derisi… “Bu yaşam beni içinden kan gibi tükürüyor Azize!”
Zaman, bir tarot falının içinde şekilleniyordu.
Bir soyun lideriydim.
Hatırlıyordum.
Zehrin özünü kanımın içinde taşıyor ve kanı taşıyan damarı sahibi olmama rağmen bu zehir tarafından öldürülmüyordum. Ben zehrin sahibiydim. Atasıydım. Var oluş nedeni, özü, tohumuydum. Ben zehrin kanıydım. Sütüydüm. Annesiydim.
Ben zehrin kuluydum; ben gerçektim.
Kafamı kaldırıp zehrimle büyüttüğüm yılan sürüsüne baktım.
Efken orada değildi.
Göğüslerimden ağızlarını dayayıp içerek intikam için güçlenecekleri sütün kanı akıyordu.
Efken dudaklarını dudaklarıma daha da bastırdı, görüntüler daha da şiddetli akmaya başladı. Bir buzun yüzeyi çatladı, buz parçalarının cam parçaları gibi yüzdüğü nehrin içinden yüzeye çıktım ve suyun ağırlığıyla simsiyah olan saçlarımın uçlarında siyah yılanlar gerindi; suyun içinde yüzmeye başladılar.
İlerledim, artık nehirde değildim; karların altındaydım.
Sonra onu gördüm.
Kalbimi.
Buzların içindeki siyah kalbi izlemeye başladığımda artık her şey pürüzsüz ve netti.
Buzların içindeki siyah kalbin üzerine beyaz bir kar tanesi tutundu.
Bu kalbin kimin kalbi olduğunu biliyordum.
O kalp benim kalbimdi.
O bendim.
Bütün bendim.
Asale bendim.
Azize bendim.
Nigin beni ona geri getirmişti, onu bulmuştum; şimdi bu bağın birer damgası sol bileğimizin iç kısmında belirmişti. O kar tanesi, kalbimin üzerine düşen kar tanesi…
Artık bağlandığım adamla bileklerimizin iç kısmında, nabzımızın hemen üzerindeydi.
Efken fısıldadı.
“Ağlama Asale’m, seni buldum. Ağlama şifam.”
🎧: Ahmak, Yanmam lazım