🎧: Mavi Gri, Altüst Olmuşum
🎧: Nilüfer & Feridun Düzağaç, Kavak Yelleri
Tanrı, göğsümün içindeki kalbi çıkarıp, yerine bir vurgun koymuştu.
Bazı hisler, kalbim hedef alınarak sıkılmış kurşunlar gibiydi. Hislere yönü şaşırtıp sağ göğsümü vurmalarına neden olduğumda, bilmediğim şey, kalbin aslında sol tarafta olmadığıydı. Kalp, sağ ile solun kavuştuğu yerdeydi, sağdan ne çok uzaktı ne de sağa aitti; ne sola aitti ne de soldan vazgeçmişti.
Ilık nefesini hissettim. Bir bebeğin ciğerlerini ilk defa yakan oksijen, kalbimin içine dolmuş, kalbim ciğerlerimi fethetmesi gereken nefesle alev alırken öylece vurgun yemiştim.
Uzun, soğuk parmağıyla çenemi kavrayınca bir elinin uyluk kemiğimden ayrıldığını ancak o zaman fark edebilmiş oldum. Gözlerimi kırpmadan karanlığın saldırıp sildiği yüzünü izlemeye çalışıyordum ama gözleri bile karanlığın gerisinde kalmış beni seyrediyordu. Her nedense ben onu göremesem de onun beni iliklerime varana dek gördüğünü düşünüyordum. Çenemi hafif bir baskıyla kaldırdı, dudaklarım dudakları uğruna sızlamaya başladı ama bunu yediremediğim için gözlerimi yavaşça yumarak bu hissin kaybolmasını bekledim. Kaybolmadı. Gözlerimi tekrar açtığımda alkol kokan nefesi içime doluyor, tek yudum içmemiş olmama rağmen beni sarhoş ediyordu.
“Ona benze,” dedi tekrardan, bu kez ismimi söylemedi ama zihnime kazınan sesi tekrardan bana sahiplenici bir şekilde adımı mırıldandı. “Bunu hiç sevmedim.” Kelimeleri alkolden yalpalıyordu ama tutuşu, tüm adamları yenebilecek kadar güçlü olduğunu hissettiriyordu. Ona baktığımda herkesi yenebileceğini düşündüm. Gurur, sadece babamı yenemezdi. “Seni hissedememeyi hiç sevmedim. Naz’ı hiç sevmedim.”
“Ben hâlâ benim,” diye kekelediğimde başını şiddetle iki yana salladığını gördüm. Karanlıkta hareketleri bir gölgeye ait gibiydi; bana söylediği şeyi hatırladım, kalbim sızladı. O benim gölgemdi.
“Şu an değilsin. Ne çillerini görebiliyorum ne gözlerini.” Tüm bunları ciddiyetle seslendirmesini beklemiyordum. Beni gafil avlamıştı işte. Gözlerimi kırpıştırdım. Lens, gözümün içine batıyordu. Haklıydı, şu an kendim gibi görünmüyordum.
“Aslında,” dediğinde tekrardan konuşmasını beklemiyordum. “Kafam bok gibi.” Duraksadım, belli etmemeye çalışsa da hızlı gitmiş olmalıydı. “Ama buna rağmen,” diye fısıldadı. “Sen kafamda hâlâ çok güzelsin.”
Açık sözlü yaklaşımı kalbimi yerinden oynattı. Kanımı taşıyan damarların çekilmesine sebebiyet verecek bir hissin büyük bir hızla kalbime fırladığını hissettim. İşte şimdi gerçekten kalp krizi geçiriyor olabilirdim. Gözlerimi kırpıştırarak baktığımı görüyormuş gibi burnundan sert bir nefes vererek güldü.
“Sik kafalı gibi konuşuyorum, değil mi?” Sorusu beni az daha gülümsetecekti ama hislerim, gülümseyişimi dudaklarıma çizmeme engel oldu. “Neden bilmiyorum.” Çenemi yavaşça kaldırıp kafamı aynaya yasladı. “Ama senin yanında olunca, durmadan konuşuyorum. Çenem düşüyor lan.”
O gece Devran’ın ona şakayla karışık söylediği şeydi bu, belki de şaka bile değildi. Yine de kendimi bu tür bir şeyin içine sığdıramıyordum. Tuhaf bir belirsizlikle gözlerimi kıstığımda, yüzünü görmeyi ölesiye dilediğimi fark etmiştim.
“Benim varlığımsa seni suspus ediyor,” diye fısıldadı, alkol kokan nefesi yüzüme yayılıp karnıma ağrılar saplanmasına neden oldu. “Bize bunu yapan ne?”
“Bilmiyorum,” diyebildim.
“Sana bunu yapan, bana neler yapmaz, biliyor musun?” Bu sorusuna anlamlar yükleyecekken kalbimi durdurup susturdum; bakışlarım karanlık silüetine yem oldu. “Yıkayalım yüzünü,” dediğinde yutkundum. “Lenslerini çıkaralım.” Gözlerim kısıldı, gözlerini kıstığını hissettim. “Bana Zeliha’yı geri verelim bu gece.”
“Sen farkında değilsin,” dedim dürüstçe, şaşırdığını hissettim. “Benden ne istediğinin farkında bile değilsin.”
“Ne istiyorum?” Bu soruyu gerçekten merak ettiği için sorduğunu anladığımda sustum.
Kısa bir sessizlik, zamana zehir misali yayıldı.
“Bak, şu an ne ben Zerda’yım ne de sen Mert’sin,” diye fısıldadım anlayışlı olmak için çabalayarak. “Şu an ben Zeliha’yım, sense Gurur’sun ve sarhoşsun.”
“Sarhoş zırvalığı mı sanıyorsun?” Elini çenemden çekip, kafamın hizasındaki duvara yasladı. Kafamı aynaya biraz daha bastırıp ona bakmaya çabaladım. “Ben zırvalamam. Hem sana söyledim, kimi istediğimi söyledim. Kim olmanı istediğimi söyledim.”
“Zeliha’yı mı?”
“Evet,” dedi sertçe. “Bunda anlaşılmayacak ne var?”
“Lensler gözüme batıyor,” diye fısıldadım konuyu değiştirmek ister gibi ama istediğim ışığın açılması, onun yüzünün gözlerime kapanmasıydı. “Çıkarabilir miyim?”
“Elbette. İstediğim zaten bu.”
Açık sözlülüğü boğazımı yaktığından konuşamadım. Geri çekilmesini bekledim ama sanki bedeni bedenime mecburmuş gibi tam önümde durmaya, yolumu kapatmaya devam ediyordu. Kirpiklerimin altından ona ısrarcı gözlerle baktığımda, karanlığın tutunduğu yüzündeki ilgiyi fark ettim. Ben onu her ne kadar göremesem de ilgisi çok hissedilir bir biçimde benim üzerimdeydi. Kelimeleri bulmak için dilimi yoklasam, parmak uçlarıma kan bulaşacaktı sanki. Bunu bildiğimden mi yoksa olduğum yerde duyduğum memnuniyetten mi bilinmez, öylece durup bekledim.
Nefesi yüzüme akın ettiğinde, “Zeliha,” diye fısıldadı adımı söylemek onun için bir zevkmiş gibi. “Lensleri çıkaracaktın.”
“Karanlık,” diye mırıldandım. “Gözümü mü oyayım istiyorsun?”
“Hayır,” dedi ciddi bir şekilde, afalladım. “Elbette bunu istemiyorum.”
“Gerçekten sarhoşsun.”
“Değilim,” dediğinde şaşırdım ama çaktırmamaya çalıştım. Bir adım geri çekilerek bana yürümem için bir alan açtı. Karanlık hole doğru yürüdüm, dar bir koridor hol boyunca uzanıyordu. İçerisi karanlık olsa da duvarların açık renk olduğunu algılayabiliyordum. Muhtemelen beyaz ya da fildişi renginde olmalılardı.
Ayaklarımda sadece çoraplarım olduğundan attığım adımlar yerle buluşunca konforum bozulmuyordu, yine de tabanlarımda geceyi geçirdiğim sivri burun topukluların ağrısı dolanmaya devam ediyordu. Nereye gideceğimi bilemeden öylece holde ilerlemeye başladım ama elim ayağım birbirine girmiş gibiydi. Işıkları açmayacak mıydı? Ya da bu yüce görevi bana falan mı bırakmıştı? Omzumun üzerinden ona doğru dönmemle, karanlıkta bir gölge gibi asılı duran koca bedenine çarpmam bir oldu. O kadar sessiz bir biçimde arkamdan gelmişti ki, ona çarpana dek onun arkamda olduğunu bile anlamamıştım. Nabzımı taşıyan damarlar, beni öldürmek isteyen bir idam ipi olarak ruhuma dolandı.
“Beni korkuttun,” diyebildim, şimdi kekeliyordum. Onunla yalnızdım, muhtemelen tek başına da olsa bir şekilde günlerini geçirdiği, evim dediği dört duvarın arasındaydık ve sarhoştu. Ellerinin uyluk kemiğimdeki hareketlerini hatırladığımda da her nedense göğsümün kafesi alevlere teslim oluyordu.
“Seni korkutmak istemedim,” dedi, sesi boğuktu, bir yangının yalazasını taşıyor gibiydi. Tenimde nefesinin sıcak dokunuşları gezinince, birden evin gerçekten sokağa oranla bir fırın gibi sıcak olduğunu fark ettim. Ya da belki de bunun sebebi Gurur’un nefesiydi. Nefesinin beni heyecanlandırmış olmasıydı. Kaşlarımı çattığımda bunu görüp görmediğini bilmiyordum, esasen bu umurumda da değildi. Düşüncelerim canımı sıkmıştı.
Bana yakınlığını azaltmak için geri adım atacağım sırada üzerime gelince kalbim tekledi. Başımın üzerine dikilmiş fırtına bulutları gibi hissettiren gözlerinin yüzümü sıyırıp geçtiğini hissettim. Atkuyruğum göğsümün üzerine serilmişti, saçı alıp omzumun arkasına doğru iterken yüzümü incelemeye devam ediyordu. Karanlığın ısrarcı kollarına rağmen onun bakışlarını hissetmek, başımın hızla dönmesine neden oluyordu.
“Zeliha,” dedi, sesi bir uğultu olup zihnimi çıkmaza sürükledi ve anılarım birdenbire çırılçıplak kadın bedenleri gibi önümde uzanıp, hassas bedenlerinde ojeli tırnaklarını dolaştırmaya başladılar. Her kadının ten rengi farklıydı, kilosu ve fiziği, cildi farklıydı; bu bana her bir anımın farkını gösteriyordu ama hepsi zihnimde yer edindikleri için aslında bir o kadar da aynı sayılırlardı. Birden odadaki karanlık daha da büyümüş, Gurur karşımdan bir gölge bile olamayacak kadar silinerek yok olmuştu.
Tırnak diplerimde yazılmamış kelimelerin sızısıyla gözlerimi yumup zamanın benim için uzattığı yanık kollarından birine tutundum; zaman beni yukarı çekti, bir girdabın içine girdik ve geriye doğru sarılan bir kaset gibi geçmişe doğru savrulmaya başladık.
“Zeliha,” diyordu gözlerimin içine yalanlardan sıyrılıp gerçekleri giyinerek bakarken. “Seni seviyordum.”
Bir adım geri çekildiğim anda önümde bir kadın belirdi; sırtı bana dönük kadının içinden geçmiştim sanki. Uzun, kahverengi saçları, üzerindeki lise formasının beyaz okul gömleğine doğru akıyordu. Bir an durdum ve arkasında durduğum kadının kendim olduğunun farkına vardım.
Ojeli tırnaklarım, uzun, belime kadar dökülen saçlarıma doğru uzandı. Bu ânı hatırlamak, ciğerlerimi umulmadık yaralarla doldurdu. Bileğimdeki siyah lastik tokayla düz, kahverengi saçlarımı ensemden başlayan bir atkuyruğu şeklinde toplayıp, “Boş versene,” dedim, demedim, dedi. Sesimdeki hayal kırıklığının üzerinden yıllar geçmiş olmasına rağmen sanki yine aynı hisle dolmuşum gibi gözlerimi yumup geri açtım. Geçmişte duran Zeliha’ya bakmaya başladım. “Geçmiş zamanı önüme seren cümleler kurmandansa, hayatımdan sessizce çıkıp gitmeni tercih ederim.” Bu kelimeler dün gibi zihnimin içinde, bir yara kabuğunun altında hâlâ kanlıydı.
“Seni hâlâ…”
“Kürşat,” diye inledim sıkıntıyla ve o an sesimden duyduğum isim, kalbimin ağrısının katlanmasına neden oldu. “Ben bu yalanı duymak istemiyorum, ben bu yalana artık inanmak istemiyorum.” Lise üniforması içindeki Zeliha’nın, yüzünü bir türlü göremediğim o adama doğru ilerleyişini izlerken, birkaç adım gerileyerek sınıftaki beyaz tahtanın önünde durdum. Projeksiyondan yansıyan ışık yüzüme yayıldı, tenim aydınlandı ama ne Zeliha ne de o, beni görmediler. Zeliha’nın elini kaldırdığını gördüm, yani elimi kaldırmıştım; elini yani elimi onun göğsünün üzerine bastırdı ve yüzünü görmüyor olmama rağmen o ânı tekrar yaşadım. Onun göğsüne dokunduğum o ânı hatırladım. “Seni seviyordum dedin, seviyorum demedin. Geçmiş zaman önümüze duvar gibi dikildi, şimdi istersen bana geleceği anlat, hiçbir şeyi değiştirmeyecek. Onunla yattın, en yakın arkadaşımla.” Sesim titriyordu, kırılgandım; tam şu an, üzerinden yıllar geçmiş olmasına rağmen hâlâ kırılgandım.
“Onu sevmiyorum,” dedi hatıralarımdaki ses. “Bir hataydı. Ben hep seni…”
“Sevdin,” dedim kırılgan sesimle. “Geçmiş zaman.”
“Hayır, Zeliha. Beni dinle.”
“Onunla yattın,” diye inledim acıyla. “O en yakın arkadaşımdı. Bunu yaptın, doğum günümdü.”
“Lütfen,” diye yalvardı, onun da canı acıyordu. “Sandığın gibi olmadı.”
“Yattın. Sandığım bu değildi, gördüğüm buydu.”
“Zeliha…”
“Kürşat,” dediğimde sırtım bana dönük olsa da gülümsediğimi biliyordum. Bu ânı hiç unutmamıştım. “Benden sana inanmamı bekleme. Benden artık kimseye inanmamı bekleme.” Ağlamıyordum ama biliyordum ki, Kürşat sınıftan çıktığında duvar kenarındaki sıraya geçecek, yüzümü pencereye doğru çevirip bulutların arkasına gizlenen güneşi arayarak ağlayacaktım. “Bana bu hayatta kimseye inanmamam gerektiğini öğrettin.”
“Zeliha?” Ses beni özüme çekerken, gözlerimde şaşkınlıkla karşımdaki adama bakıyordum; ışığı açmıştı. Açık renk saçları, koridorun tavanından sarkan küçük cam bir kavanozu anımsatan avizenin içindeki sarı ışığın etkisiyle parlıyordu. Gurur, bana temkinli bir adım daha attı ve o an, zamanın içindeki yolculuğumun son bulduğunu fark ettim. Akrep durması gerektiği rakamın üzerinde duruyor, yelkovan ise olması gerektiği hızda dönüyordu.
Gözlerim bende saplı duran buz sıcağı gözlerinden uzaklaşarak yan tarafımdaki fildişi rengine boyanmış duvara kaydı. Duvarda Pink Floyd grubunun bir fotoğrafının demir bir levhası asılıydı. Levhaya baktım. PARK CENTER yazısı büyüktü, hemen altında daha küçük bir puntoyla ama yine büyük harflerle CHARLOETTE yazıyordu. Yan tarafta büyük, kırmızı harflerle yazan tarihe baktım. FRI. MAR. 23 – 8:00 pm PINK FLOYD. Gözlerimi kıstım. Bu bir konser afişiydi, levhaya düzgün bir şekilde basılmıştı. Dikkatimi başka bir şeye vermek uğruna bir levhaya saplamıştım. Gurur’un sarhoş olmasına rağmen dikkatli bir şekilde beni izlediğini hissedebiliyordum. Demek konser bileti sadece beş dolardı, şaka olmalıydı.
“Vay be,” dedim. “Sadece beş dolar mıydı?”
Gurur’un baktığım yöne baktığını hissettim, bir süre sustu, sonra da “Öyleymiş,” dedi, bana garip garip baktığını hissedebiliyordum ama bakışlarına karşılık vermek yerine demir levhayı incelemeye devam ettim. “Lensleri çıkaracaktın.”
Hatırlatması üzerine kanın kokusunu alıp kıyıya yaklaşan bir köpek balığının yüzeyde beliren yüzgeci gibi zihnimde beliren bir farkındalıkla hızla başımı aşağı yukarı salladım. “Banyo ne tarafta?”
Bana göstermesini beklemiştim, beni birden kolumdan yakalayıp mümkün olduğunca fazla dokunuşuna maruz bırakarak banyonun kapısını açıp içeri itmesini değil. Pekâlâ, itti diyemezdim, sadece içeri sokmuştu ama hazırlıksız yakalandığım için çorba gibi olmuş bir suratla ona bakakalmıştım. Kirpiklerime bulaşan şaşkınlığı umursamadan beni içine soktuğu banyoya koca cüssesiyle girdi ve öylece ona bakakaldım. Banyonun lambası zayıf bir ışık vererek yandı ve siyah mermerlerin var ettiği lüks ama küçük sayılabilecek kadar dar bir his yaratan banyo aydınlanmış oldu. Banyoyu küçük bulmamın sebebi, içeride Gurur kadar büyük bir cüsseyi taşıyor olması da olabilirdi.
“Eğer çıkarsan…”
“Çıkmam,” diyerek lafı ağzıma tıktı, kelimelerin kırık harfleri dilimin ucuna battığında ne diyeceğimi bilemedim. “Lensler?”
Ona sabrımı zorladığını göstermek ister gibi baksam da kanındaki alkolün miktarından mıdır bilinmez, bunu hiç umursamadı. Lavabonun önündeki aynaya doğru ilerledim, gözlerinin bende olduğunu bilsem de aldırış etmemek için içimden bir şeyler mırıldanıp duruyordum. Zar kadar ince olan lensleri gözümde yavaşça kaydırıp güçlükle onlardan kurtuldum. Lanet lensler gözlerimin içini bir çöl kadar kurak hâle getirmişti. Renkli zarı anımsatan lensleri peçetenin içine koyup, peçeteyi avucumun içinde küçücük hâle getirdikten sonra çöp kovasının içine attım.
Uzun takma kirpikleri çıkarıp lavabonun kenarına koydum. Birden lenslerden ve kirpiklerden kurtulduğum için inanılmaz hafiflemiş hissetmiştim kendimi. Yüzümdeki makyajı çıkarmak için suyu açıp avucumun içini suyla doldurduğum sırada, Gurur’un omzunu aynanın yan tarafındaki siyah mermer duvara yasladığını gördüm. İlgili gözlerle beni izlediğini bilmek, karnımdaki krampların daha da artmasına neden oluyordu.
Suyu birkaç defa yüzüme çarptım, sonra da makyajımı ovmaya başladım ama ne pamuğum ne de makyajımı temizleyebileceğim bir ürünüm olmadığı için parmaklarıma çamur gibi bulaşan boya midemi bulandırıyordu.
Sonunda Gurur, “Boşa uğraşıyorsun,” dedi homurtulu bir ses çıkararak. “Şu an yüzünü keselemek istiyorum.”
“Nihan bana bir makyaj yapmamış, yeni bir deri yapmış. Çamurdan bir deri, şuraya bak, avucuma kil gibi dolan makyaja bak,” dedim dehşet içinde parmaklarımı işaret ederek.
“Çok büyük sahtekârlıklar dönüyor,” dedi Gurur başını sallayarak. “Kendinize yeni yüz yapıyorsunuz…”
“İstersek yüzümüzü komple istediğimiz şekle sokarız, istersek hiç makyaj yapmayız, size ne?” Ona cins cins baktığımda gözlerini benden çekmedi ama bakışlarına bir hayret bulaşmıştı. “Sanırsın her şeyi sizin için yapıyoruz. Sahtekârlıkmış. Siz kimsiniz ki biz sizi kandırmak için bir şeyler yapalım? Kendimizi nasıl iyi hissediyorsak onu yapıyoruz çünkü bu keyif ve hayat bizim.”
“Başladı yine taramalı tüfek.”
Elimdeki makyajı suyun altında eritirken, “Bir şey söyledin, bana da cevap hakkı doğdu,” diye homurdandım omuz silkerek. İçimde sessizliğimi yitirmeme neden olacak bir heyelan vardı, kelimelerin toprağı göğsüme kayıyordu. Haykırma isteği bende uzun zamandır konağı olduğum bir virüs gibiydi; öksürsem, hastalığımı saçacak belki de kurtulacaktım ama bu haykırış içimde beni tüketmek için dolaşarak beni zehirlemeye devam ediyordu.
Gurur birden beni bileğimden kavrayınca irkildim, avuçlarının soğuğunu tenime resmetti. Beni kendine doğru çekmesini beklemiyordum, avuç içlerimi anlık bir korunma dürtüsüyle göğsüne bastırdım, bileklerimi kavradığı için gücümü veremedim. Gözlerini indirip yüzüme bakmaya başladığında ben de ona bakmıştım. Elleri bileklerimdeyken beni birden çevirdi, yüzlerimiz hâlâ birbirine bağlı duruyordu ama artık sırtım aynaya doğru değil, küvete dönüktü. Bir yumurtayı anımsatan siyah küveti işaret edince, omzumun üzerinden küvete bakma şansım oldu. Bileklerim hâlâ avucunun içinde duruyorken küvetten gözlerimi ayırmak istediğimde birden hiç beklemediğim bir atağa geçerek beni küvete doğru ite ite yürüttü.
Onun bana dokunuşlarına kayıtsız kalmak, çok derin bir uykudayken birinin ismimi seslenmesi gibiydi. Uyku o kadar tatlı geliyordu ki, kalkmam gerekse de gözlerimi açamıyordum; dokunuşları o kadar sahici hissettiriyordu ki, geri çekilmem gerekse de bunu yapmak konusunda çok büyük zorluklar yaşıyordum.
Kalbim, dallarından zehrini salarak kendi kökünü kurutan bir ağaç gibiydi. Ona karşı bir şeyler hissediyor olmak, bile bile kendi kalbimi damarlarım kapakçıklarından sarkıyorken alevlere tutmak gibiydi; damarlara sıçrayan ateşler yukarı tırmanıyor, kalbimi içine alarak yakmaya başlıyordu.
“Ne yapıyorsun?” diye kekeledim, hislerimin kurbanı olmak en son isteyeceğim şeyken, hislerim birleşip tek bir beden hâline gelmiş, o bedene ait avucun içinde tuttuğu silahı şakağıma yaslamış, parmağını tetiğe yaslamıştı.
“Benim küvetimde,” deyince gözlerinin içine bakakaldım. “Kendini burada temizle.”
Ben daha ne olduğunu anlayamamışken, beni belimin kenarlarından yakaladı ve hiç beklemediğim bir anda üzerimde kıyafetlerimle birlikte beni yumurta şeklindeki küvetin içine koydu. Küvetin mermeri soğuktu, bakışlarım yüzünde saplanıp kaldığında çoktan suyu açmıştı ve üzerimde kıyafetlerim varken, su usul usul yükselmeye başlamıştı.
Suyun üzerime doğru akarak yavaşça yükselmeye başlamasıyla birden paniğe kapıldım ama bu panik anlıktı, sanki tüm damarlarım birbirine bağlanmış ve hislerim, sakinleştirici iğneler tenime saplanıp aniden tüm etkisini vücuduma yaymış gibi yatıştılar. Hiç tepki vermeden kafamı kaldırıp, başımın önünde dikilen adama baktım. Su küvete doldukça bedenim yavaş yavaş suyun altına gömülmeye başlıyordu. Yüzüme doğru eğilmesiyle, nefesindeki alkolün kokusu bir çığ gibi üzerime yıkılarak beni beyaz bir düşün içine hapsetti.
Elleri önce atkuyruğuma gitti, ben daha nasıl olduğunu anlamadan, alkolün etkisine rağmen hızlı bir şekilde atkuyruğunu saçlarımdan ayırdı. Saç diplerimdeki acının hemen arkasından koyu renk saçlarım özgür bir şekilde gevşeyerek omuzlarıma döküldü ve saçlarımı sıkıca saran tokayı da çıkardığını anladım.
“Şimdi,” diye fısıldadı ve karanlık nefesi içkinin özünü de beraberinde taşıyarak yüzüme yayıldı, “işte şimdi o saçları görebiliyorum.” Yutkunmak istesem de yapamadım, gözlerimi kaldırıp yüzüne baktığımda biraz daha eğildi; su gitgide yükseliyordu. “Müthiş çillerini de görebiliyorum ama hâlâ tam olarak açığa çıkmadılar. Oysa şimdi o kehribarları görmeye ihtiyacım var, tam şu an…” Sesinin yankısı kalbime dağılırken nefesimi tuttuğumu fark ettim ama nefesimi geri bırakacak gücü kendimde bulamadım. “Gözlerini görebiliyorum, karnelyan taşına benzeyen gözlerini…” Kirpiklerim gözlerimi örtmek istedi ama yapamadım. Kelimeleri karşısında dilsizdim. “Kırmızı, koyu bir karnelyan taşına benzeyen gözlerini…” Parmaklarını saçlarımdan geçirerek yüzüme biraz daha eğilince burnu burnuma sürtündü ve kafamı kaldırarak ona bakmaya çalıştığımı o an anladım. “Mükemmel karnelyanlarına bakmak istiyorum.”
Sen bir zebercet taşı olsan, o seni zümrüt sanır…
Babaannemin sesinde can bulan bu cümle, geçmişin içinden çıkıp şu âna saplandığında, ruhumu astığım boşlukta bir güneş doğdu.
Gözlerinin içine durduramadığım bir dikkatle baktığım anda, alnını alnıma bastırarak, “Öyle bakma,” dedi bu kez tutarsız bir tonlamayla.
“Karnelyan taşı nedir?” diye sorabildim.
“Kırmızı akik,” diye fısıldadı, sesinin rüzgârına kapılıp şehir şehir uçarak sokaklarda savrulan bir roman sayfası olduğumu hissettim. Sanki o yazarın kalbinde ne var olmuşsa, kelimeler o var olanı anlatmak için vardı ve ben, o var olanların kelimelere dökülerek var ettiğiydim. O yazarın kalbini düşündüm, kalbinin derinliklerinde gizlediklerini, gözlerinin daldığı boşlukta kafasının içinde fink atan o kelime yığınını düşündüm.
Dudaklarının dudaklarıma yakınlığı, o yazarın kelimelere olan yakınlığından bile fazlaydı. Tek bir nefes alıp verişe sığabilecek bir öpücük tam ortamızda durmuş, birbirine dokunmayan dudaklarımızın derisine saplanmıştı. Gözlerimi gözlerinden alamadım çünkü bir insan, gözlerini ondan kolayca alamazdı. Gözlerini çalıyordu insanın.
Kendime bile inanma cesareti gösteremediğim o anda, gözlerimin içine bakıyordu ve ona güveniyordum.
Su, göğüslerimin üzerine kadar tırmandı. Boğazımı içine alacak kadar yukarı çıkamazdı ama küvetin sınırına gelmek üzereydi. Sonunda Gurur elini kenara uzatarak vanayı kapattı. Kıyafetlerimle içinde durduğum su tamamen soğuk değildi ama ılık da sayılmazdı; içimde bir ürperti gibi hareket eden hisse bir isim koyamadım. Bir eli yavaşça yanağıma kayınca, kirpiklerim gözlerimin üzerine süzüldü ve bu ânın içinde kaybolmaya başladığımı hissettim.
Gurur’un ılık nefesi dudaklarıma ılık bir meltem gibi aktı. Küvetin içinde kalan kollarımı havaya kaldırıp, ıslak parmaklarımla onun yüzüne dokundum. Bu dokunuş onu şaşırtır sanmıştım ama şaşırmadı. Dudakları dudaklarıma dokunmak istiyormuş gibi sınırlarımı kolaçan ediyor ama asla dudaklarımla temasa geçmiyordu. Sanki izin bekliyordu ama o izni ona dokunarak zaten çoktan vermiştim.
Birden, “Senin için yanlış adam olmamın hiç mi sakıncası yok senin açından?” diye sordu, sesindeki ciddiyeti başta anlamlandıramadım ama sonra dudakları dudaklarıma dokunmadan geri çekilince kavrayabildim. Gözlerini gözlerime diktiğinde hâlâ başımın üzerinde bir güneş gibi dikiliyordu ve kaç akşam yaşarsak yaşayalım, o güneşin batacağına hiç inanmıyordum. “Bana o karnelyan taşı gözlerle bakma,” diye fısıldadı ısrarcı bir isyanla. Sesine bulaşan o yakarışı dinlerken kalbimin atışları göğsümün derinliklerinde sönmüş bir dilek feneri gibiydi. Oysa bir zamanlar o dilek fenerine bağlanmamış mıydı en büyük umutlar?
“Seninle bu kadar yakın olmam yanlış,” diye kabullendiğimde, şaşkınlık bir yıldız yağmuru gibi onun göğünden benim yerime düşmeye başladı. “Biliyorum.” Kaşlarımı çattım, gücümü bıraktığım yerde bulamadığım gibi, artık hangi taşın altını kaldırırsam kaldırayım hiçbir yerde olmadığını biliyordum. Sanki benden umudunu kesmiş, pılını pırtını toplamış ve çekip gitmişti. “Biliyorum,” diye fısıldadım yeniden, çaresizlik bir kelime değil de bir ses tonu olsaydı, çaresizliğin melodisi ilk benim dudaklarımda can bulurdu. “Yalnızca sarhoşsun,” dedim kendimi avutmak ister gibi. Islak parmaklarımı yanağına bastırdım. “Hepsi bu.”
“Zeliş’i göster,” dedi, sesi sanki benden duyduğu her şeyi kafasında sonlandırmak istiyormuş gibi. Kelimelerimin celladı olmak istiyordu çünkü o kelimeler eğer onların celladı olmazsa, onun Azrail’i olacaklardı. “Ben bütün gece sadece Zeliş’i görme isteğiyle kavruldum. Şimdi suyun içinde durmuşsun, yangınımı görmüyorsun. Bana Zeliş’i göstermemek zalimlik değil mi?”
Yutkunurken boğazımdan kayan her kelime, ettiğim sessizlik yeminini ateşe veren kibritler gibiydi ve öyleydi ki, tükürüğüm de benzin olmalıydı.
Bu yaşıma dek, insanların beni anladığını düşünmelerini sağlayarak ama aslında hiç anlamadıklarının farkında bir şekilde yarım yamalak yaşamıştım. Gurur ise beni anlamadığını düşündüğü zamanlarda bile muhtemelen beni anlayan tek insan olmayı başarmıştı.
“Zeliş’i görmek istiyorsan, gör.”
Gurur, hiç beklemediğim bir anda dizini küvetin içine yerleştirip, koca cüssesiyle küvete girince, sular yükselerek mermerin kenarlarından taşıp banyonun zeminine akmaya başladı. O, dalgayı yaratırken kalbimde mızrağıyla nöbet tutan Poseidon gibiydi. Ellerini ıslanan mermer taşın kenarlarına bastırıp, iki bacağımın arasına yerleşerek yüzüme doğru eğildi ve o an, nabzım damarlarımdan taşarak dökülmeye başladı. Büyük avucunun birini mermerden uzaklaştırdı, ıslak elini göğüs kafesimin tam ortasına bastırdı ve suyun içinde kayarak küvetin içine doğru gömülmemi sağladı. Suya temasıyla çok daha koyu bir renge dönüşen saçlarım, derisinde yaralarını taşıyan bir yılanın kıvrıldığı gibi kıvrılarak suyun içinde yüzmeye başladılar. Kulaklarımı ve yanaklarımın bir kısmını içine alan su, küçük bir dalga şeklinde yavaşça yüzümü yıkayıp geri çekiliyordu.
Gurur, avucunu göğüs kafesimden çekmeden dudaklarını alnıma bastırıp, “Su bizi duru yapsın,” dedi, anlam veremedim ama onu dinledim. “Birbirimizi ilk kez gördüğümüz o gece olduğu gibi, iki yabancı olduğumuz o anda birbirimizle ilgili hiçbir fikrimiz olmadığı gibi… Su bizi o an olduğu gibi duru yapsın.”
Yüzüm suya gömülmeden birkaç saniye öncesinde, onun dudaklarında biten bir melodiydi bu cümleler. Müziğin sesi kesildi, suyun uğultusu kulaklarıma doldu ve aldığım son nefes benimle birlikte suyun içine gömüldü. Gurur’un da yüzünün suya soktuğunu, suyun içinde açılan gözlerim gözlerine takıldığında anladım. Dudakları doğrudan dudaklarıma hücum etti, ben daha ne olduğunu kavrayamamışken ayağıma dolanan zincirler ellerime de dolandı ve zamanın içinde kelepçelenirken dudaklarımız birbirine temas etti. Dudaklarımı aralamaktan korksam da ağzının içinden akan nefesi hissettiğim an dudaklarım aralık kazandı.
Gurur’un ıslak saçlarını kavradım, dudaklarım aralık kazandı, nefesi oluk oluk içime akarken suyun içinde de nefes alabildiğimi anladım. Çünkü bana bu nefesi veren oydu. Israrcı öpüşmemiz suyun yüzeyine çıkmamızla daha da şiddetlendi ve Gurur hırlayarak mermer kenarı tutup avucunun içinde toz parça edecekmiş gibi sıktı. Yüzümüzden sular akarken artık onun kucağındaydım, su devamlı olarak taşarak zemine akmaya devam ediyordu. Suyun sesini duyuyordum, kıyıya vuran serin dalgaları hatırlatan bir sesti bu ama soğuyan suya rağmen sanki cehennemin içinde yanıyormuşum gibi geliyordu.
Uzun tırnaklarımı derisine bastırarak ellerimi onun yüzüne yerleştirdim, kemikli yüzünü avuçlarımın içine aldım. Tırnakların derisini çizdiğini hissettim, o da hissetti ama bu onu sadece inletti. Zamanın içinden bir kuş tüyü gibi yavaşça süzülerek düşüyordum. Parmaklarım yüzünden sıyrılıp saçlarına gitti, ıslak saçlarının içinden geçti. Ağzını büyük bir parçayı dudaklarının arasına yerleştirmek için araladıkça, dudaklarım onun ağzının çıkmazında kayboluyordu.
Birden eli bedenimi saran kazağın eteklerinden içeri süzüldü, soğuk ve ıslak ellerini zaten buz tutmuş tenimde hissedince gözlerim aralandı ve ona baktım. Doğru da yanlış da bir yerde durmuş bana soruyorlardı: Asıl istediğin ne, Zeliha? Artık durmak zorundaydık. Bunu biliyor olmama rağmen bir takvim yaprağı gibi onun senesine ait hissediyor, koparılmaktan korkarak o duvarda asılı duruyordum. Parmakları büyük bir hızla belimden yukarı tırmanarak sütyenimin klipsine kadar tırmandığı o kısa süre zarfında, gözlerimiz birbirine çarptı. Dudaklarımız küçük bir mesafe yaratarak birbirlerinden ayrıldıklarında bile nefeslerimiz birbirine karışmaya devam ediyordu. Birbirimizin gözlerinin içine baktık ve o küçücük an, büyüyerek altında kaldığımız çığ oldu.
Birden elleri yavaşça aşağıya kaydı, tenimden ayrılmadı ama dokunuşlarındaki isteği söndürmeye çalışır gibi parmaklarını daha az bastırdı. Birbirimize bir karmaşayla baktık. Bir bulmacaya, çözülmesi zor hatalı bir matematik problemine, anlaşılmayan bir paragraf sorusuna bakıyor gibiydik. Buz sıcağı gözlerine bakarken göğsümün hızla inip kalkmaya başladığının farkında bile değildim. Bunu fark ettiğimde gözleri nefesimi ölçmek ister gibi boynum ile gerdanım arasına düşmüştü. Tekrar bana baktığında ne yapacağını bilemiyor gibi bir hâli vardı. Biz ne yaptığımızı sanıyorduk?
“Üzgünüm,” dedi, şok olmuş gibiydi sesi. “Ben birden…” Gözlerimin içine gerçeği saklamak istemiyormuş gibi baktı. Sanki gözleri şöyle diyordu: Susmazsam gerçekleri söyleyeceğim, susmalıyım ama gözlerime bak ve anla; beni anla.
“Sarhoşsun,” dedim sadece, sesim ifadesiz gibi çıkmış olsa da onun da gözlerimden gerçeği parça parça kopardığını biliyordum. An bir çıkmaza girerek kendi labirentinde tutsak olduğunda sadece küvetin ortasında oturmuş birbirimizin suların aktığı yüzlerini izliyorduk. Saçları şu an neredeyse simsiyahtı çünkü çok ıslaktı.
“Evet,” diye kabullenince bir an şokla sarsılsam da yüzümden bunu anlayamaması için en sahte ifademle ona baktım. Bana birden sokulup, aramızdaki mesafeyi yok ederek yüzünü yüzümün sınırına sokunca kalp atışlarım göğsümden firar etmek ister gibi göğüs kafesimi yıpratmaya başladı. “Sana dokunacaksam kafamın dupduru olduğuna inandığın bir anda dokunmalıyım ki sarhoşsun bahanesinin arkasına saklanamayasın.”
Bana pürdikkat bakarken, sanki ruhumun derinliklerine gömdüğüm her hezeyanı görüyordu. Yüzünden damlayan su tanelerini izlerken sessizdim ama ruhumda çığlıklar vardı; o çığlıkları duyduğunu düşünmek beni kaskatı etmişti. Keskin çenesine akan bir damla su, çenesinin kavisinde bekledi ve sonra birden o kemikli kavisten kayarak küvetin içindeki yüksek su birikintisine damladı. Gözlerini kısaca yumup geri açtığında tekrar bana bakıyordu.
Birden bana bakmak onun için zorlaşmış gibi hırıltılı bir nefes vererek ellerini küvetin iki yanındaki mermerlere yasladı. Ayağa kalkmasıyla birlikte binlerce su damlası üzerinden küvete döküldü ve bazıları da taşarak zemine yayıldı. Uzun bacaklarıyla hiç tereddütsüz küvetten çıkıp, suyu arkasında taşıyarak, “Senin için kıyafet getireceğim,” dedi, bu buradayken kurduğu son cümle gibiydi. Kapıyı arkasından kapatarak çıkıp gittiğinde bile damlayan suyun sesini dinlemeye devam ediyordum.
Düşünmek için kendime vakit tanımak istedim. Dizlerimi karnıma çekerek, suyun içinde küçülebildiğim kadar küçüldüğümde bakışlarım bir noktaya saplanıp kalmıştı. Ne kadar geçmişti bilmiyordum. Sonunda tekrar banyoya döndüğünde üzerinde beyaz, göğüs kaslarını ortaya seren dar bir tişört, o tişörtün üzerindeyse gri, ona bile bol gelen bir hırka vardı. Altına basit bir kot pantolon giymiş, ıslak saçlarını geriye doğru taramış ve muhtemelen bunu parmaklarıyla yapmıştı. Onu daha önce hiç görmediğim bir hâldeydi; küvetin içinde oturmuş omzumun üzerinden ona bakarken düşüncelerim sadece görüntüsüyle alakalı olmuştu.
Elinde tuttuğu katlanmış temiz kıyafet yığınını banyonun köşesindeki uzun dolabın üzerine koyduktan sonra bana doğru kısa bir bakış atarak, “Aç mısın?” diye sordu. Birden başımı salladım ama bunu yaparken sorusunu düşünmemiştim bile, sanki sadece bir tepki vermem gerekiyordu ve bu tepki öylece çıkıp gitmişti. Başını yavaşça sallayarak banyodan çıktı.
Onun benim için getirdiği kıyafetleri üzerime geçirirken üzerimdeki sakinlik beni bile rahatsız etmişti. Kahverengi uzun kazağı bedenime bir elbise gibi olmuştu ama bunun nedeni benim çıtı pıtı olmam değildi, ben vücudu dolgun bir kızdım ve buna rağmen onun kazağının içinde küçülüp kalmıştım; çünkü o oldukça iri ve uzun boyluydu. Boyunu göz önüne alırsak muhtemelen yüz kilodan fazlaydı. Bacaklarımdan Eylül’e ait olduğunu düşündüğüm bol eşofmanı geçirdim. İç çamaşırlarını da kız kardeşinden aşırıp vermişti ve Eylül’ün göğüslerinin ne kadar büyük olduğunu anlama şansım işte tam da o zaman olmuştu. Benimkilerden bile büyüktü. Vay canına, ailecek dev gibiler.
Gurur’un geniş omuzlarına tam oturan kazağın omuz kısmı benim tek omzumu dışarıda bırakıyordu. Islak çamaşırların içinde kalan mikrofonları ve kameraların hepsi kullanılmaz hâldeydi ama biliyordum ki bir önemi yoktu. Kaç paralık zarara girilmiş olursa olsun, alınması gereken görüntüler alınmış, kaydedilmesi gereken sesler kaydedilmişti. Islak kıyafetleri bir bütün hâline gelecek şekilde toparladım. Bu gecenin yankısı her ne olursa olsun, Biricik’in hayatında artık özgürlük olacaktı. O bunu hak etmiş ve sonunda almıştı. Durgun bir şekilde banyodan çıktığımda, beni bu defa karşılayan daha loş bir koridor oldu. Koridorun tavanındaki avizenin lambası yanmıyordu ama mutfak olduğunu düşündüğüm açık duran kapının arkasından ışık sızıyordu. Bir süre banyonun kapısının önünde ne yapacağını bilmeyen biri gibi öylece dikilip bekledim.
Bir hırıltı sesi duyduğumdan emin olduğumda, bakışlarım omzumun üzerinden yavaşça koridorun sonuna yöneldi. Damarlarımdaki sakinlik usul usul beni terk etmek için ayaklandığında, bir an gözlerim iri iri açıldı. Koridorun sonunda uzun, ince siyah bir köpek oturmuş beni izliyordu ama oturuşu bile tehditkâr görünüyordu. Kimliğimi sorguluyormuş gibi bakan köpeğin sivri kulaklarına, uzun ve köşeli yüzüne baktıktan sonra güç bela yutkundum.
“Gurur,” diye fısıldadım, sanki sesimi biraz yükseltirsem orada oturan uzun, adaleli canavar beni parçalamak için ayaklanacaktı. “Şey, Gurur…” Sesim cılız çıkıyordu. Köpeğe yeniden baktım ama onunla göz kontağı kurmak ne kadar doğruydu bilmiyordum. Aynalı vestiyerin önünde oturmuş beni izleyen canavarın boynunda kendisi gibi siyah, gümüş sivri çivileri olan şık bir tasma vardı. Canavar oldukça asil görünüyordu. “Gurur!”
Birden canavar ayağa kalktı ve bana koşacağını anlayıp koridorun ortasına doğru fırladım. Kalbim yerinden çıkacakmış gibi çarpıyordu. Tam mutfağa girecekken, Gurur mutfaktan çıktı ve bedenlerimiz mıknatısın birbirine çekilen iki farklı kutbu gibi birbirlerine yapıştığında, kafamı kaldırıp ona korku dolu gözlerle baktım.
Buz yanığı gözleri doğrudan bendeyken, “Pars!” dedi hararetli bir sesle. “Sakin ol oğlum, o dost.”
Köpeğin komut dinler gibi durduğunu hisseder hissetmez, omzumun üzerinden Pars’a doğru baktım. Pars, onu ilk gördüğüm andaki gibi oturmuş, sakince bana bakıyor, sivri kulaklarını oynatıyordu. Yine de ürkütücü göründüğü kesindi. Ona dikkatle baktım, muhtemelen o bir doberman olmalıydı. Sonra birden, Pars daha yeni sakinleşmişken, aynı ona benzeyen ama rengi kahverengi olan bir köpek daha açık duran kapılardan birinden fırladı ve bize doğru koşmaya başladı. Eğer korkudan donup kalmamış olsam, Gurur’a bir direğe tırmanır gibi tırmanırdım.
“Leon!”
“Yirmi bir kez bismillahirahmannirahim yemin ederim ki Mathilda’yla bir alakam yok!” diye bağırdım panikle. “Lütfen hoşt ya.”
“Hoşt falan, hiç hoş değil,” dedi Gurur, sesinin neşeli geldiğini geç fark ettim çünkü hâlâ büyük bir korku içerisindeydim. Pars ya da Leon bana saldırırsa onların elinden kurtulma şansım yok gibi geliyordu çünkü bu koca çocuklar, eminim ki iki patisinin üzerine kalktıkları an benden daha uzun oluyorlardı. Ki ben bir yetmiş bir boyunda, pek de kısa sayılmayacak -Gurur’un ve ekibinin yanında bit kadardım- bir kızdım ve buna rağmen o havalı canavarların ayaklarının üzerinde benden uzun olacaklarına neredeyse emindim. Gurur’a biraz daha sokulduğumda, dudaklarından dökülen alay dolu gülüşü duyup kafamı kaldırarak ona baktım. İki metrelik koca asker, kafasını indirmiş bana keyifli gözlerle bakıyordu.
“Leon ve Pars onlara hoşt denmesinden hoşlanmazlar,” dedi. “Seni ilk defa gördükleri için yadırgadılar, bu kadar korkmana gerek yok. Onlar zararsız, uslu çocuklardır. Sen bu dostları çok seviyordun, neden korktun ki?”
“Siyah olan,” dedim, sonra düzelttim. “Yani Pars. Birden üzerime doğru koşmaya başladı ve ben…” Islak saçlarım yüzüme yapışmıştı, Gurur parmağını ıslak saçıma yaklaştırıp kalın saç telini kulağımın arkasına götürdüğü anda sustum; göz gözeydik. “Yani…” Toparlamaya çalışır gibi bir homurtu çıkarıp gözlerimi yere indirdiğim sırada, parmağını yanağıma hissettirmek istiyor gibi sertçe sürterek elini geri çekip indirdi. “Elbette severim ama sadece bir an için korkutucu geldi.”
“Pars ve Leon uzun zamandır benimle,” dedi. “Burada olamadığım zamanlarda, yani zamanın büyük bir kısmından bahsediyorum, bakıcıları onlarla oluyor. Cesur da yanlarına uğruyor, Eylül zaten onlara âşık, Eylül’ü koruyorlar.” Bunlar sesindeki alkolden sıyrılarak ayık bir şekilde kurulmuş düzenli cümlelerdi. Gözlerini onlara çevirdiğini fark ettim ama kafamı kaldırıp ona bakmadım. “Pars, Leon, ben de sizi özledim çocuklar ama bu küçük kızı biraz ürkütmüşsünüz. Özür dilemeyecek misiniz?” Güldüğünü duyunca kafamı kaldırıp benden yüksekte duran yüzüne baktım. Gülümsemesiyle birlikte tüm mimik çizgileri bir uçuruma dönüşerek yüzüne güzel hatlar çizmişti.
Pars ve Leon’un bize yaklaştıklarını hissedince, gözlerimi mükemmel gülüşünden ayırarak onlara çevirdim. Pars etrafımda dolanıp, düşmanca olmayan ama kesinlikle masum da bakmayan büyük gözlerini yüzümde gezdirdi. Leon ise daha hiperaktifti, daha canlı hareketler sergiliyor, beni kokluyordu. Sonunda onlara dokunabilecek kadar cesur hissettiğimde uzanıp önce Pars’ın başının üzerine dokundum. Sıcak tüyleri bakımlıydı, aynı zamanda tüylerinden temiz bir koku da yayılıyordu. Sakince durdu, sivri kulaklarının ortasındaki çukurda dolaşan ellerimi büyük bir ifadesizlikle karşıladı. Onu okşamam bittiğinde Leon’a doğru döndüm ve hevesli kahverengi gözleriyle karşılaştım.
Leon’un da tıpkı Pars gibi siyah, gümüş renkte ayrıntıları olan şık bir tasması vardı. Muhtemelen kardeş olabilirlerdi, ikisi de erkekti ve renkleri farklı olsa da ikisi de aynı cinsti. Biri kahverengi, diğeri siyah… Karizmatiktiler, evet, tam olarak böyleydiler işte. Eğilip Leon’un başına dokunduğum an, bir dobermandan beklenmeyecek kadar neşeli bir karşılık aldım ve başını avucumun içine iterek gözlerimin içine baktı. İkisinin de karakter olarak birbirinden tamamen farklı olduklarını fark etmiştim.
“Memnun oldum, beyler,” diye fısıldadım, sesim bu gece ilk kez keyifle duyulmuş olmalıydı. Yaşanan ağır gecenin izleri orada, kapının eşiğinde duruyordu ve bu evin duvarları üzerime kapanmışken ben kapı eşiğine gidip o izleri geri almayı düşünmüyordum.
Geri çekilip, tedirginliği tamamen yenerek Gurur’un yanından geçtim ve çekingen bir tavırla da olsa mutfağa girdim. Mutfak büyük, temiz ve ferahtı. Bembeyaz mutfaktaki farklı renk, gri renkte olan çift kapılı buzdolabı, gri bulaşık makinesi ve fırınlı ocaktı. Ortadaki ada tezgâh bile beyazdı, hatta mutfak dolapları ve sebzelik olduğunu düşündüğüm altı raflı dar dolap da öyleydi.
İçerideki kokuyu başta alamamıştım ama mutfağın zemininde ilerlemeye başladığımda koku yavaşça içime sindi. Fırınlı ocağa yöneldim, kaynar suyun içinde fokurdayan patatesleri ve yumurtaları gördüğümde kaşlarımı kaldırarak Gurur’a doğru döndüm. Hırkasının uzun kollarını avuçlarının içine doğru çekmiş, omzunu buzdolabına yaslamış sakin gözlerle beni izliyordu; tüm ağırlığı sağ bacağının üzerindeydi.
“Patates salatası sever misin?” Bu soruyu sorduğunda hareket eden sadece dudaklarıydı, yüzü hareketsizdi; hatta gözleri bile. Doğrudan bana saplanmış bir bıçak gibi keskin gözlerini kırpmıyordu bile.
“Evet,” diye mırıldandım ve bakışlarımı ada tezgâhın olduğu tavandan sarkan askıya benzeyen şeye çevirdim, ne olduğunu bilmiyordum çünkü daha önce hiç kullanmamıştım ama her bir askısında bir şey asılıydı. Geniş tavalar, kepçe türü şeyler, klasik mutfak gereçleri… Oraya baktığımı fark edince gözleri kısaca baktığım yere dokundu ama sonra tekrar bana bakmaya başladı.
“Güzel.” Bunu söyledikten hemen sonra koluna baskı yaparak kendini ileri doğru itti ve buzdolabından uzaklaştı. Hırkasının kollarını dirseklerine kadar sıvayıp, askıya benzeyen yere uzanarak oradan bir doğrama tahtası aldı. Ada tezgâhın üzerine bıraktığı doğrama tahtasının yanına büyük bir bıçak çıkardığında, bıçağın sokulduğu kabzadan çıkarken etrafa dağıttığı ses tüylerimi ürpertti. Gurur bana bakmadan eğildi, filelerin içinden bir büyük soğan çıkardı. Soğanı tezgâha bıraktıktan sonra buzdolabına doğru yürüyüp omzunun üzerinden bana baktı.
“Ne içersin? Sormayı unuttum, kusura bakma.”
“Su,” diye mırıldandım sadece.
“Peki.” Buzdolabını açıp içine doğru eğilince onun ne kadar uzun olduğunu bir kez daha anlama fırsatım olmuştu. Bir demet maydanozu bir cam şişeyle birlikte çıkarıp tezgâhın önüne geri döndü. Büyük cam bir bardağa buz gibi suyu doldururken tekrar omzunun üzerinden beni bulan gözlerinde saf bir merak vardı. “Bu gece senin için kötü değil miydi?” Sorusunu duyduğum an, kafasında ne hissettiğimi tartmaya çalıştığını anladım.
“Aslında evet.” Ona doğru yürüyüp bana uzattığı bardağı aldığım anda parmaklarıma soğuk yayıldı, ürpererek ona baktım. “Teşekkür ederim,” diye fısıldadım. Sudan aldığım yudumu gözlerinde kesintisiz bir merakla izlemişti. “Kötü bir geceydi.” Dürüstlüğüm ona ne hissettirmişti bilmiyordum ama benim kalbim allak bullaktı. “Korkmaktan çok, o adamdan iğrendim. Yani başıma bir şey gelmeyeceğinden neredeyse emindim ama onun yanında olmak rahatsız ediciydi. Eğer bir bıçağım olsa herhâlde ona saplardım. Ondan öyle çok iğrendim ki.” Gözlerini kırpmadan bana baktığı esnada büyük avuçlarını ada tezgâhın kenarlarına yaslamıştı. Elimdeki su bardağını iki elimle kavradığımda omuzlarım sarsıldı ve derin bir nefes aldım. “Onun Biricik’e yaptığı her şeyi hayal ettim. Çünkü bana bunları anlattı. Bunları anlatırken bile zevk alıyordu. Onun gibilerin ölmesini istiyorum. Bu beni zalim yapar mı?”
Gözlerimin içine daha dikkatli bakarken, “Bilmem,” dedi. “Yapar mı?”
“Sana sormuştum.”
“Bence yapmaz ama senin standartlarını düşününce, yapabilir.”
“Seni suçladım,” diye fısıldadım kuru dudaklarımı yalayarak ıslatıp, gözlerimi ada tezgâha çevirerek. “Oysa hiç suçun yoktu, Gurur. Tek yaptığın beni savunmak, Kestane’yi kurtarmaktı ama ben…” Gözlerimi kaldırdığımda kirpik diplerim pişmanlığımın esiriydi. “Sana katil dedim, senden korktum ama seni katil yapan bendim, benim varlığımdı. O gece, eğer ben sana durman için yalvarmasam zaten yaşanmayacaktı.”
“Bunların önemi yok, kendini yorma,” deyince şaşırdım ama çaktırmadan ona bakmayı sürdürdüm. “Kendini ilk kez öyle bir olayın ortasında buluyordun. Herkes öyle düşünürdü herhâlde, bilmiyorum. Hiç senin konumunda olmadım. Kendimi yerine koymayı denedim ama olmadı. Sonuçta sen ve ben farklı insanlarız, aynı şeyleri hissetmemiz mümkün değildir, değil mi?” Gözlerimin içine bu soruyu benden değil, kalbimden duymak istiyormuş gibi bakıyordu. “Yani sonuçta sen ve ben hiç aynı şeyleri hissetmeyiz, değil mi?”
Kalbim, göğsümün içine aitmiş gibi olduğu yerde duruyordu ama atışları, tüm bedenimin içinde hızla koşuyordu. Telaşlı adımlarını hissediyordum, sanki kaçıyordu, sanki kalbimin atışları kalbimden kaçıyordu; sanki gittikleri sonu bildikleri için o sondan korkuyorlar ve ondan kaçıyorlardı. Gözlerimiz birbirinden ayrılamadı. Buz zehri gözlerinin yüzeyinde yansımamı görüyordum. Parmaklarımın arasında tuttuğum bardak her an parmaklarımın arasından kayacak, yere çarparken tüm cam parçaları geçmiş gibi etrafa saçılacaktı sanki.
Bir adım geri çekilerek su bardağını ada tezgâhın üzerine bıraktıktan sonra kafamı kaldırıp Gurur’a baktım.
“Bu doğru değil,” dedim açıkça, birden bunu söylememi beklemiyormuş gibi kaşlarını çatarak baktı ama ben sakin görünüyordum.
“Doğru olmayan ne?”
“Seninle öylece öpüşemem,” dediğimde bana şok olmuş gibi bakakaldı ama mimiklerini ustaca gizleyebiliyordu. Ben de bunu açıkça dillendirmeyi beklemiyordum, sanırım yerimde başkası olsa bu kadar kolay söyleyemezdi ama ağzımdan çıkıvermişti. Gözlerinin içine bir cevap bekler gibi baktım ama o gözlerin kuyusunda benim için cevaplar yoktu. Sonunda konuşmayacağını anlayıp, “Sen ve ben, sadece ortağız,” dedim, sesim bunun kesin bir şey olduğunun altını çiziyor gibiydi. O da gözlerinde bunu anladığını resmeden bir ifadeyle bana baktı. “Öylece birbirimizi öpemeyiz.” Küvette olanları hatırlayınca, “Öylece birbirimize yaklaşamayız,” dedim birden.
“Öylece,” dedi omuz silkip, bu elinde değilmiş gibi çaresizce bana bakarak.
“Öylece,” diye fısıldadım kabullenerek.
“Ben öylece seni öpmekten başka bir şey yapmıyorum.” Sustu, yutkundu ve konuştu: “Bizim için öylece.”
Bizim için öylece…
Gözlerinin içine pürdikkat bakarak, “Ama bu doğru değil,” diye fısıldadım, benim de sesime çaresizlik tutunmuştu. “Sen ve ben… Öpüşemeyiz.”
“Sen ve beniz diye mi? Biz değiliz diye mi?” Sorusu birden çok açık geldiğinden gözlerinin içine bakmak dışında bir şey yapamadım. Kaşlarını çatmış, kalkıp inen göğsüne sakladıklarını merak etmeme neden olacak nefesler alarak bana bakıyordu. “Öylece öptüm seni,” dedi birden bana doğru bir adım atarak. Geri çekilemedim, kafamı kaldırıp ona daha dikkatli baktım. “Öylece sardım.” Gözlerini yumup gülümseyince, dudaklarının etrafında ve yanaklarında oluşan çizgileri izledim. “Öyle sıkı, öylece…” Gözlerini açınca bakışlarımız çarpıştı. Bana doğru bir adım attı. “Öylece tuttum seni, kendime doğru bastırdım; aldım seni yatağıma, uykularıma.” Gözlerimin içine baktı. “Yalnızca, öylece.”
Lapa lapa yağan karın altında durmuş, kendi etrafımda ağır ağır dönerken üzerimde incecik bir elbise vardı da kar taneleri tenime yapışıp, cildimde buz keserek erirlerken gülümsüyordum sanki. Oysa ben, bir cesedin önünde durmuş, avuçlarımda o cesedin yarasına bastırırken bulaşmış kan lekeleriyle ölümü izliyordum.
“Öylece seni öptüm, sorun oldu,” dediğinde sadece gülümseyerek bana baktı. “Bir de öylece seni sevecek olursam, beni öldürürsün sen.”
Sustum, sustu; o sustuğumuz küçücük an büyüdü ve ikimizi içine alan tek kişilik bir mezar oldu.
“Kötü bir gece geçirdin,” dediğinde sesinde anlayış olsa da benim cevap vermemi istemediği için konuştuğunu biliyordum. Başımı aşağı yukarı salladım, madem konuşmak istemiyordu, o hâlde konuşmazdık. Bakışları yüzümde asılı kalmaya devam etti, sonunda tekrar konuşacağını anladığımda bana bir adım daha yaklaşmıştı. “Yaşadıkların ağır şeyler, bunun farkında olduğumu bil. Seninle oyun oynadığımı düşünüyorsan düşünme, seninle oyun oynamıyorum. Ben oyunlar oynayacak yaşı geçtim.”
Anlayamadığım için, “Nasıl yani?” diye sordum.
“Seni öylece öptüğüm için belki de oyun oynadığımı falan düşünüyorsun,” dedi, başını omzuna doğru yatırdı. “Ben seni denerim, ağzından laf almak için türlü yollara başvurabilirim ama oyunlara kalkışmam. Seni öylece öptüm çünkü istedim. Seni öpmek benim için oyun değil, hiç olmadı.”
Duvardaki saat gürültüyle dönerek zamanı çiziyordu. Gözlerim gözlerinden ayrılmadı ama gözlerinin gerisinde bir geçit açıldı; orada bir yerlerde birbirimizi hiç tanımıyorduk ve o gece yaşanmamıştı. Birden gözlerine bakmak her şeyden, yaşananlardan ve hatta o geceden bile ağır gelince gözlerimi kaçırdım.
“Patatesler eriyecek,” dedim kısık sesle, başta anlayamadı ama sırtımı dönüp fırınlı ocağa doğru yürüdüğümde ne demek istediğimi anladı. Ateşi söndürdüğümde Gurur da soğanı soyup doğramaya başladı. Bunlar olurken Leon iki kez mutfak kapısına gelmiş, bizi kapının önünde öylece dikilerek izlemiş, sonra da kaybolmuştu.
Gurur, salatayı hazırlayıp buzdolabından bizim için cam şişede iki limonlu içecek çıkardı ve birlikte ada tezgâhın arka kısmındaki bar sandalyelerine doğru ilerledik. Tabaklarımıza salatadan alıp, sessizliği giyinerek tabağımızdakileri yemeye başladık. Son lokmamı aldığımda boğazıma takılan lokmayı içeceğimi yudumlayarak göndermeye çalıştım. Gözlerim Gurur’a dokundu, sakin bakışları tabağında duran salatadaydı, çatalı tutan eli gevşemişti ve bu yüzden çatal tabağa çarpıp duruyordu.
Derin bir nefes aldıktan hemen sonra, “Neden hep tesistesin?” diye sordum, ciddi bir ses tonunu giyinerek sorduğum soruyla gözlerini kaldırdı ve olabildiğince ifadesiz tuttuğu gözlerini yüzümde dolaştırdı. “Yani sonuçta burada kurulu bir düzenin var.”
“Orada daha iyi,” dedi sadece.
“Ama Leon ve Pars…”
“Cesur var, bakıcıları var, hem Eylül de var.”
“Operasyonlara filan gittiğiniz için mi?” Sorum üzerine tek kaşını kaldırıp, bir süre sadece gözlerimin derinliklerine gizlediğim merakı izledi.
“Her an operasyona gidiyor değiliz ama bazen beklenmedik anda beklenmedik gelişmelerle karşılaşabiliyoruz,” dedi, cevabının açık uçlu olması gözümden kaçmamıştı ama daha fazla kurcalamak yerine içeceğimi içmeye devam ettim. Dirseklerimi ada tezgâhın üzerine bastırıp sakince onu izlemeye başladım. Yüzünde bir belirsizlik dolaşıyordu.
“Bu gece operasyonu tek başına yürüttün. Her şeyi tek başına yaptın ve başarılı da oldun.” Bu kelimelerin bir araya getirerek oluşturduğu cümleleri ondan duymayı beklemiyordum. Tamamen bana doğru dönüp, güçlü ellerini açık renk kotunun gerilmiş bağına yerleştirdi, diz kapağını avucunun içine alarak ovarken bana bakmaya devam ediyordu. “Ama bu yaptığın tehlikeliydi. Onunla öylece kalkıp gitmen saçmaydı. Tamam, müthiş bir iş çıkardın ama ihtimalleri her zaman düşünmek zorundasın. Sen sorumsuz bir kız değilsin, gayet aklı başında birisin.”
“Mecburdum,” dedim söyledikleri zihnime bir gemi enkazı gibi otururken. “Biricik için bir şeyler yapmak istedim.”
“Biliyorum ve inan bana bu müthişti,” dediğinde içtenliği buzun yüzeyine dokunmak kadar yakıcıydı. “Ama zarar görebilirdin. O herifin saplantılı bir sapık olduğunu biliyorsun, değil mi?”
“Evet. Buna rağmen onun kaçmasına izin verecek misiniz? Yurt dışına.”
“Konu bu değildi, Zeliha.”
“Şu an bu,” diye direttim. “Bunca şeyi yapmış, şimdi sadece kaçıp gidecek ve her şey bitecek mi? Bu elbette Biricik’i özgür kılar ama peki ya gittiği yerdeki kadınları?”
“Gittiği yerde yaşayacağını kim söyledi?” Bu soruyu soran oydu, buna rağmen bu soru, onun yüzünde bir ölüm resitalinin başlamasına neden oldu. “Onu öylece bırakacağımızı düşünmedin, değil mi? Sadece kendi isteğiyleymiş gibi şehri terk etmesini bekleyeceğiz. Ki bu sabahtan sonra yapacağı şey bu. Şu an babasına sağlam bir yalan uydurması için okşanıyor.”
“O kadar dayak yedikten sonra babasının karşısına geçemez, bu bizi ele verir.”
“Zengin veletleri canları istediğinde şehir, ülke değiştirirler ve bunun açıklamasını yaptıkları son kişi babaları olur,” dedi Gurur, anlayamadığımı fark edince sözüne kaldığı yerden devam etti. “Yurt dışına çıktığını söyleyecek muhtemelen, küçük bir kaçamak için falan.”
“Eee?”
“Kaza,” dedi Gurur dudaklarında beliren, ensemde ölümün nefesini hissetmeme neden olan bir tebessümle.
“Bunu hak etti.” Bu cümleyi beklemiyordu işte. Ama düşüncem tam olarak buydu. Oturduğum yerden kalkıp, boş tabağımı ve şişemi alarak bir iki bulaşığın dizili durduğu diğer tezgâha taşıdım. “Asıl onun elini kolunu sallayarak yurt dışına kaçmasına izin verseydiniz, ne adaleti ne de hiçbir siki sağlayamadığınızı söylerdim.”
Bana şaşırmış gibi baktı ama sonra yüzündeki şaşkınlık hafif bir sırıtışla yer değiştirdi. “Ben öyle birinin elini kolunu sallayarak gezmesine izin vermem,” dedi, sesi sertleşmişti. “Hiçbirimiz vermeyiz. Bu ekip, buna izin vermez.”
“Buna sevindim,” diye mırıldandım.
“Küfrederken bile sevimli görünen tek insan olabilirsin,” dediği anda ona şaşırdığımı gizleyemeden baktım. “Çok güzel küfrediyorsun, bir daha et.”
“Beni artık eve götürebilir misin?” diye sordum, sesimde dikenli teller vardı ve sanırım sınır çekmeye çalıştığımı o da anlamıştı. Geçip giden birkaç saniye, gözlerimizin birbirlerinin alfabesinden anlamaya başlamasıyla daha da çıkmaza girmemize neden oldu.
“Bu gece burada kal,” dedi sadece.
“Neden?”
“Bundan sonra bazı geceler benimle kalman gerekmeyecek mi? Şu Cenan meselesi falan,” diye mırıldandı.
Ona doğru yürümeye başladığımda yüzündeki ifade değişmedi ama benim yere bastığım ayaklarım artık hissizlerdi. Tam önünde durdum, ışığın aydınlatarak hatlarını ortaya serdiği yüzüne bakmak için kafamı kaldırdım. Bana bakarken kafasını eğmemiş, sadece gözlerini aşağıya doğru indirmişti. Aramızdaki boy farkı, nabzıma bir sarmaşık gibi dolanarak kalp atışlarımı şiddetlendirmeye başladı.
“Gurur,” diye fısıldadığım anda, ismi dilimin ucundan romanın son sayfasındaki kelime gibi acıyla kayıp gitti, Gurur’un bakışları dudaklarıma dokundu, sonra da gözlerime… “Şuna gitmeni istemiyorum Zeliha desene sen.”
Bir an sustuğunda, gözleri benim için zamanı örüyordu.
“Evet,” dedi açıkça, bir an duraksasam da gözlerim gözlerinden ayrılmadı. “Gitmeni istemiyorum, Zeliha.” Birden kafasını eğince, aramızdaki mesafe ciddi oranda azaldı. Nabzım tekrar arşa yükselir gibi damarlarımı titretmeye başlamıştı. İşte yine oradaydı, o kalp sıkışması tam göğsümün ortasında beni ele geçiriyordu. Bu kademsiz histen nefret ettiğimi düşündüm. Ama bu düşünce belki de kendimi inandırmaya çalıştığım bir yalandı.
Aldığımız soluk bile gerçeği biliyordu.
“Bana bunun doğru olmadığını anlatmaya çalışıyorsun,” deyince ne dediğine anlam veremediğimi belli eden gözlerle baktım ona. Parmaklarını birden dudaklarıma bastırıp, başparmağıyla dudağımı yavaşça ezerken, “Seni öpmem doğru değilmiş, öyle dedin ya hani,” diye fısıldadı içimi sızlatan bir sesle. Parmağı dudağımı ezerken gözlerimin içine bakıyor, nefesi belli aralıklarla yüzüme çökerek tenimde yangını başlatıyordu. “O zaman benden gerçekleri duymaya da bu kadar hevesli olma. Benim gerçeklerim senin yanlışların olur.”
Bir adım geri çekilmek istesem de yapamadım. Başparmağını dudağıma biraz daha bastırdı, sonra sürttü ve dudaklarımın aralanmasına neden oldu. Gözlerini, parmağının altında ezilerek aralanan dudaklarıma indirdi.
“Dudaklarında bile çiller var,” dedi, sesi karanlık bir tondaydı. Gözleri birden yüzüme tırmandı. Yüzümü incelemeye başladı. “Işıklardan dolayı mı bu kadar açık renk görünüyor şu an çillerin? Kahverengi değil de kayısı rengindeler, belki biraz şeftali.” Gözlerimin içine bakmaya başladığında, kelimeleri hâlâ orada, dağ deviren fırtınalar gibi kalbimde esiyordu. “Hep kahverengi olmaz mıydılar?”
“Işıklardan,” diyebildim, yanaklarıma oturan o hissin ismi neydi bilmesem de tenimin karıncalandığını hissediyordum.
Yaşadığımız tüm anlar, bir görüntü ordusu olarak zihnime sızdı ve görüntüler birbirine karışarak beni allak bullak etmeye başladı. Onunla, o kısa süre zarfında çok uzun şeyler yaşamıştık. Bakışları dudaklarıma tekrar düştüğünde, kafamın içinde olup bitenleri bilmiyordu. Oysa benim kafamın içi bir anı çıkmazıydı.
“Utanıyor musun?” Nefesi dudaklarıma çöreklenince gözlerimi yummak istedim. Parmağını üst dudağıma tırmandırıp, üst dudağıma dokunup, “Çil,” diye fısıldadı. Sonra dudağımın bir başka köşesine dokundu. “Çil.” Gözlerini kısıp bir yere daha dokundu. “Çil.” Gözlerimin içine baktı. “Say say bitmez.”
“Eve gideceğim,” diyebildim, sesim çatlıyordu; birden dişlerini göstererek gülünce uzun, düzgün dişlerine baktım.
“Benimle yalnız kalmaktan korkmanın nedeni seni utandırıyor olmam mı?” Sorusu üzerine kaşlarım sertçe çatıldı ama sorusunun cevabına içimde bir yerde rastlayamadım.
“Seninle yalnız kalmaktan neden korkayım?” Kafa tutar gibi sorduğum bu sorunun üzerine elini yavaşça iterek dudaklarımdan uzaklaştırdım. Bana keyifle bakmaya devam ediyordu. “Ben senin kadar olmasa da insan psikolojisinden anlıyorum. Üzerimde hakimiyet kurmaya çalışmayı kes.” Derin bir nefes aldım. “Ne çıkarın var ki bundan?”
“Çıkar mı?” Kaşlarını kaldırdı. “Sadece yüzünün aldığı şekli izlemeyi seviyorum.”
“Manipülasyonlarınla mı?” Ona cins cins baktım. “Kalmamı istiyorsan, olur, kalırım,” diye bastırdım. “Ama beni dokunuşlarınla manipüle etmeye kalkışma.”
“Ediyor muyum yani?”
Bir an susup kaşlarımı çatarak ona baktım. İyi bok yedin, Zeliha, dedi içimdeki umursamaz ses.
“Bak, şu an beni yine manipüle ediyorsun,” diyerek sıvışmaya çalışsam da elini tekrar yüzüme yaklaştırınca bir adım bile uzaklaşamadım. Gözlerimiz birbirine dokundu, bakışlarımız lâl oldu; zümrüt kesildi zaman. Büyük avucu yanağıma yaslanınca, bakışlarımı gözlerinden ayırmadan öylece ona bakmaya başladım. Öylece… Nasıl da bir gecede bize dönüşmüştü bu kelime.
“Öylece öpmek istiyorum seni şu an,” deyince sadece yutkunabildim. “Öylece gitmene izin vermeyeceğim, kalacaksın. Öylece kalacaksın.”
“Canım isterse.”
“Canın istiyor,” dedi birden kendinden emin bir sesle ama şimdi o ses ve gözlerde eğlence yoktu; karanlık bir içgüdü dolaşıyor, beni de altüst ediyordu. “Canın daha neler istiyordur kim bilir?”
“Ne diyorsun?” Ona dik dik baktım. “Ne demekmiş o?”
“Söylememi mi isterdin?”
Sustum, parmaklarını yanağım boyunca kaydırıp geri çekti ve aramıza bir adımlık mesafe koyarken kafasını indirip yüzümü izlemeye başladı. Bir adım geri çekilerek, “Uyumak istiyorum,” dediğimde gözlerini yüzümden çekmemişti. “Nerede yatacağım?”
Birden, “Nerede yatmak isterdin?” diye sordu, şimdi sesi iliklerimi bile ürpertmişti.
Ânın getirdiği onu yenme isteğiyle birden ona doğru bir adım atıp, “Sen nerede yatmamı isterdin?” diye sordum alttan alttan bakarak.
Sadece bir nefeslik zaman akışı etrafa yayılmadan, beni aniden belimden kavrayınca gözlerim iri iri açıldı. Alkol kokulu nefesi yüzüme çarptı, başımı zamanın hızla dönen kollarından biri gibi döndürmeye başladı. Çökmek üzere olan yirmi altı katlı binanın en tepesinde, tavanında durmuş çöken şehri izlerken yıkılacağımız ânı bekliyorduk. Birden beni mermer tezgâha oturtup bacaklarımın arasına girdi ve parmaklarım hızla hırkasına kaydı, hırkasından büyük bir top yaratarak avuçlarımın içine aldım. Dudakları dudaklarımı teğet geçerek elmacık kemiğime aktı, çillerimin üzerinde dolaşan soğuk dudaklarını hissedince gözlerimi yumdum.
Onu durdurmam gerektiğini biliyordum ama o an, dudakları çillerimi karış karış gezerken ellerim saçlarına kaydı ve zamanı hiçe saydım. Gurur, saçlarını kavradığım anda göğsünü dolduran nefesi bana hissettirdi. Göğüslerimiz birbirine yaslandı. Büyük avucu iki göğsüm arasından karnıma kayarak bizi ayıran bir kılıca dönüştü, avucunu karnıma bastırıp karnımdaki sıcaklığı arttırırken dudaklarını elmacıklarımdan çekmedi. Ben de saçlarını kavramaya devam ettim. Zamandan düşerken ikimiz de kanatlarından olmuş iki çaresiz melektik ve seçimlerimiz farklıydı; ben cenneti, o ise cehennemi arzuluyordu. Ama aynı yere düşecektik. Düştüğümüz yeri onun seçecek olmasına katlanamıyordum.
Uzun tırnaklarımı saçlarının içine batırdım; düşüncelerinin kanı tırnaklarımın içine dolsun istedim. Bilmek istedim. Ne düşündüğünü bilmek istedim. Bir insanın sizle ilgili olan düşüncelerini merak edip bilememek çok zordu. Gözlerimi yumup başımı sağa doğru yatırdığım anda çene kemiğimi dişlerinin arasına alarak ısırdı ve gözlerim aralanıp irileşti; dudaklarımdan bir inilti döküldü.
Gurur birden diğer elini yan tarafımdaki tezgâha koydu ve hırlayarak tezgâhı öyle bir sıktı ki, altımdaki tezgâhın sarsıldığını hissettim. Birden geri çekildi, gözlerimin içine bakmadan soluk soluğa zemine bakarken eli hâlâ tezgâhın üzerindeydi. Gözlerim yavaşça elini takip etti, o soluk soluğa zemini izlerken parmaklarının bembeyaz kestiğini gördüm. Sonra birden elini çekti ve tezgâhtaki o küçücük, görünmesi imkânsız minik çatlağı gördüm. Şaşkınlık, ete kemiğe bürünmüş bir insan suretiyle karşıma dikildiğinde, dilime gömdüğüm ne kadar kelime varsa artık erişemeyeceğim kadar uzaktaydı.
Gurur, aniden benden uzaklaşmaya başladı. Bir süre olduğum yerde hareketsiz kaldım. O gözden kaybolana dek gözlerimi bile kırpmamıştım. Sonunda oturduğum tezgâhın üzerinden inerek mutfağın çıkışına yöneldim ama ruh hâlim birden ağırlaşmıştı. Yaşanan her şeyin sancısı, asıl şimdi başlayacaktı sanırım. Kendimi bu sancıya pek hazırlıklı hissetmiyordum.
Mutfağın kapısından kafamı karanlık koridora uzatınca bir durgunluk hissi içime çöktü. Koridorun ışığı kapalıydı ama ileride açık duran kapıdan bir ışık patlaması dışarı doğru süzülüyordu. Bu ışığın özünün bir televizyon ya da büyük monitöre sahip bir bilgisayardan geldiğini düşündüm. Çok geçmeden sesleri duydum ve televizyondan geldiğine emin oldum. Küçük adımlarla karanlık koridorda yürümeye başladığımda artık Leon ve Pars konusunda daha az tedirgin hissediyordum. Bana bir şey yapmayacaklarına neredeyse inanmıştım çünkü.
Ne kadar kabul edemesem de ben çökmek üzere olan bir binaydım.
Salonun aralık duran kapısının önünde dikildim. Salon düzenli, genişti ve oldukça az eşyaya ev sahipliği yapıyordu. Televizyonun ışığıyla aydınlık kazanan koltukların rengini tam anlayamasam da muhtemelen ya koyu gri ya da laciverttiler. Çok geçmeden eve bir su sesi yayıldı. Omzumun üzerinden karanlık koridora doğru baktım, duşa girdiğini anlamıştım ama yine de bir süre sessizce durup suyun sesini dinlemeye devam ettim.
Salona girdim. Yavaşça koltuğun kenarına oturup bir süre ekranda beliren kadının güzel bir makyajla şekillendirilmiş yüzüne baktım. Avuç içlerimi koltuğun yumuşak kumaşına bastırmış bomboş gözlerle karşımdaki kadını izliyordum. Sonunda bedenim dik tutamayacağım kadar kambur hâle geldi ve bir yere kıvrılma isteğiyle bacaklarımı yukarı çekerek kafamı koltuğun kolçağına yasladım. Dizlerimi karnıma kadar çekip, kollarımı dizlerime sararak bir cenin hâline geldiğimde gözlerim hâlâ televizyondaydı. Yorgundum. Zihnim yorgundu. Bedenim zaten yorgundu ama ruhum ve zihnimin yanında, bedenimdeki yorgunluk solda sıfır bile olamazdı. Eksilerde falan olmalıydı.
Kendimi önünde ateşe verdiğim adamın yuvasında, sığınağındaydım; beni son anda ateşlerin içinden çıkardığı için çokça yanık izim vardı ve izlerim hâlâ sızlıyordu. O kadar çok yanmıştım ki, beni ölüme terk etmediği için kızgındım ona. Beni kurtardığı için… Gözlerim yavaş yavaş kapanmaya başladığında bile düşündüğüm yalnızca buydu. Beni neden kurtarmıştı? Beni kurtardığı o gece, aslında kendini yakmıştı. Beni çıkardığı o ateşlerin içine kendisi atlamış, ben bedenimde tonlarca yanıkla orada durmuş, onun yanışını izlemek zorunda kalmıştım. O kadar yaralıydım ki tekrar o alevlere dalıp onu çıkaracak gücüm yoktu, yine o kadar çok acı çekiyordum ki onu alevlerin içinden çıkaran kişi ben olmak zorundaymışım gibi hissediyordum.
Düşünceler taşıyamayacağım boyuta ulaştığında, zihnim buna bir son verme kararı alarak uykuyu gözlerime sürme gibi çekti. Sonunda geri dönülemez bir uykunun eşiğinden geçtiğimi fark ettim. Uyku esnasında gözümden bir damla yaş süzüldüğünü fark ettim ama elimi kaldırıp o gözyaşı damlasını silmedim.
Bir ara, ne kadar zaman geçmişti haberim bile yoktu ama birinin gölgesinin üzerime düştüğünü hisseder gibi olmuştum. Uykuya uğrayan bir karabasandan çok, üzerimi örtmeye gelmiş babam gibi hissettirmişti bu kişi bana. Gözlerimi aralamak istesem de öyle yorgundum ki bunu yapmak çok zor gelmişti. Büyük, soğuk avucuyla alnımı yoklamış, daha sonra yüzüme düşen saç tellerini geriye çekmişti. Parmağını elmacık kemiklerimde hissettim ama nedenini anlamadım. Sonra bir sessizlik oldu, bir hareketsizlik… Bu süre zarfında, babamın gölgesi gibi üzerime devrilen gölgenin sahibinin bakışlarını da yüzümde hissedebilmiştim.
Sonra güçlü kollar beni kavradı; dizlerimin alt kısmından geçen güçlü kolun diğer eşi de omuzlarıma yaslandı ve beni bir kuş tüyüymüşüm gibi kolayca kaldırdı. Son hatırladığım buydu. Sonra daha sıcak bir yerdeydim ve artık huzura ermiştim.
⛓️
Uyandığımda büyük, gri saten çarşafların takılı olduğu, yere yakın bir yataktaydım. Gurur, yanımda değildi. Ama buranın onun odası olduğunu anlamam için onu yanımda bulmama gerek yoktu. Açık gri duvarlar, kadife yatak başlığı ve siyahın tonlarının ağırlıkta olduğu tablolar… Oda neredeyse boştu, elbise dolabı duvara gömülüydü ve onun da rengi koyu griydi. Duvara raf şeklinde monte edilmiş kitaplıkların üzerinde kalın ansiklopediler, birkaç klasik eser vardı. Yataktan güçlükle, ağzımdan kaybolmamış acı bir tatla kalkıp yavaşça kitaplara doğru ilerledim. İnsanların bir şeylerini karıştırmayı hiç sevmesem de kitap görünce ister istemez bakma gereği duyuyordum.
İlk dikkatimi çeken Atatürk ile ilgili yazılmış birkaç eser ve hemen üstlerindeki kalın ciltli Nutuk olmuştu. Gülümseyerek diğer eserlerde parmaklarımı gezdirmeye başladım. Hiç toz kalıntısı olmadığına göre devamlı olarak temizliyor ya da birine temizletiyor olmalıydı. Onun düzen delisi, titiz bir adam olduğunu zaten fark etmiştim, bu yüzden şaşırmadım. Odasındaki her şey çok fazla yerli yerindeydi ve eşya sayısı minimum düzeydeydi. Bu da onun karışıklığı sevmediğini ifade ediyordu.
“Zeliha,” diye seslenmesiyle, olduğum yerde yavaşça sıçramam bir oldu. Birden odanın kapısı açıldı, gayet ayık bakan buz sıcağı gözleri gözlerime tutundu. Çok küçük bir an için konuşmadan ona baktım, o da bana. “Uyanmışsın. Eve bırakayım mı seni?”
“Sen nereye gideceksin?” Bu soru ağzımdan öylece çıktığında kaşlarını çatarak bana baktı.
“Tesise,” dedi ifadesiz bir sesle.
Kollarımı bedenime yavaşça dolayıp, “Dünkü meseleyle ilgili bir şeyler yapacak mısınız?” diye sordum, sesimde meraktan çok endişe dolanıyordu.
“Ses kayıtlarının üzerinden geçeceğiz, görüntülere falan bakacağız. Belki babasını da bu işi açığa çıkarmadan indirmenin bir yolunu buluruz diye.” Bileğindeki saate baktı. “Çıkalım mı?”
“Ben de gelebilir miyim?”
Kafasını kaldırıp bana gizleyemediği bir şaşkınlıkla baktı. “Tesise mi?”
“Evet,” dedim. “Ben de kayıtları görmek istiyorum.”
“Tamam ama eve bu kadar uzun süre gitmemen babaannen için sorun yaratmaz mı?”
“Süslü Maria için bu romantik bir aşk öyküsü,” dediğimde birden sırıttı.
“Babaannen ile iyi anlaşacağız.”
“Ona ne şüphe?”
Evden çıkarken Pars ve Leon’u görmüştüm, yüzlerinde sakin bir ifadeyle bizi kapıya kadar yolcu etmişlerdi ve bu kez bana tutumları daha dostça olmuştu. Cipe binip yola koyulana dek aramızda başka bir konuşma geçmedi. Torpido gözündeki eski, sayfaları sararmış ince bir kitap dikkatimi çektiğinde, bu sessizliği biraz olsun çekilebilir hâle getirmek için kitabı almış, sayfalarını çevirerek gözlerimi kelimelerin üzerinde gezdirmeye başlamıştım.
Merkezden ayrılarak dağ yoluna girene dek gözlerim kitap sayfalarında hapis kalmaya devam etti. Gurur’un belli aralıklarla bana bakıp, sonrasında gözlerini yola çevirdiğini hissedebiliyordum ama mümkün mertebe onunla göz göze gelmemeye çalışıyordum.
Grafitili kaya parçalarının arasında ilerlediğimiz sırada, “Babaannemi arasam iyi olacak,” diye mırıldandım, bana bakmasa da kafasını aşağı yukarı salladığını biliyordum. Babaannem telefonu ikinci çalışa kalmadan açıp huysuz bir homurtu çıkardı. Onun tatlı uykusunu bölmüş olmalıydım.
Yokluğumun farkında bile değilmiş gibi, “Zeliş,” diye huysuzlandı hattın diğer ucunda. “Bu saatte beni neden uyandırıyorsun? Sevdiğim animenin yeni bölüm çevirisi falan gelmediyse beni uyandırma demedim mi sana ben?”
Boğazımı temizleyip, “Sana da günaydın, babaanne,” diye mırıldandım. “Ben Gurur’un yanındayım, haber vermek istedim.”
Bir patırtı duyulunca, yattığı yerden hızla kalkarak dimdik konumda oturduğunu göremesem bile hayal edebildim. “Yanında mı?” diye sordu heyecanla. “Onu kafesin içine al ve dışarı bırakma, aferin benim torunuma!”
“Babaanne,” diye homurdandım.
“Gezin tozun,” dedi heyecanla. Sonra bir an duraksadı. “Nereye gidiyorsunuz? Konsolosluk? Belediye? Nikâh dairesi?”
“Babaanne, onu bunu bırak da Ayça ve Çolpan evdeler mi?”
“Ayça kütüphane için çıkacağını söylüyordu, kesin çıkmıştır. Çolpan’ın horultusunu duyuyorum, ay o incecik fidan gibi kızdan çıkıyor o ses Zeliha, çok korktum ben. Senin kadar horlamıyor tabii de…”
“Peki Eymen?”
“Akşam senin odanda yattı,” dedi. “Okulla ilgili bir mesele var gibi geldi bana ama anlamadım. Sadece hafta sonu ziyaretine benzemiyor bu. Bu kadar sık geliyor muydu yanına?”
“Ara sıra uğruyordu. Antalya buraya çok yakın, otobüsle bile bir buçuk iki saat ha sürüyor ha sürmüyor. Burada da arkadaşları var. Yine de bir araştırırım ben,” dedim.
“Tamam, ben tutmayayım seni, sen de beni tutma, uykum var benim. Süper babaanne uyumalı, uyandığımda da manikür pedikür randevum var. Şu sizin sokaktaki kuaför nasıl? Fırının yanındakini diyorum, hani şu hemen birkaç metre ilerisinde market ve fotoğrafçı olan.”
“Kaşlarımızı orada aldırıyoruz biz,” dediğimde Gurur birden güldü. Ona kötü kötü bakıp devam ettim. “Orada bir Şermin abla var, manikürünü ona yaptır,” dediğimde arka planda hımm diye bir ses çıkaran babaannemin keyfi yerine gelmiş gibiydi. “Torunun olduğumu söylersen sana kesin indirim yaparlar.”
“Benim gibi taş bir kadının koskoca yirmi üçlük torunu olacağına kim inanır? Onları üçkâğıda getirdiğimi düşünürler…”
“Kendini beğenmişsin.”
“Evet,” dedi. “Keşke biraz bana çekseydin.”
“Kapatıyorum, kahvaltı yapmayı unutma.” Derin bir nefes aldım. “Çamaşırları makineden çıkar, ıslak kalınca kokuyorlar. Ha bir de evden çıkarken ocağı falan kontrol et, sızıntı var mı yok mu diye. Anahtarını almayı da unutma, kapıda kalıyorsun sonra.”
Göz ucuyla Gurur’a baktığımda yolu izliyor olsa da gülümsüyordu.
“Tamam, babaanne,” diye homurdandı Süslü Maria.
“Rolünü aldığım için kusura bakma, birilerinin bu işi yürütmesi gerekiyor,” diye söylendim. “Hadi şimdi uyu, iyi uykular.”
“Tamam tamam,” diye güldü. “Eve dönerken bana sigara almayı unutma.”
“Jimnastiği boşuna yapıyorsun,” dediğim anda Gurur bana şok olmuş gözlerle baktı.
“Keşke sen de yapsan, koca kıç,” diye söylendi babaannem ve sonra hattın kesildiğini belli eden sesi duydum. Telefonu kulağımdan çekerken yüzümü buruşturmuştum. Gurur’un gözlerinin hâlâ bende olduğunu fark edince tek kaşımı kaldırarak ona baktım.
“Babaannenin jimnastik yaptığını taytından anlamalıydım,” dedi dalga geçer gibi ama gözleri alaydan çok muziplikle parlıyordu. “Sana da öğretseydi birkaç hareket.”
“Ben almayayım.”
“Almaya almaya kilo almışsın,” deyince ona bakakaldım. “Şaka yapıyorum koç, müthişsin, bir dahaki kurban için besliyorum seni.”
“Bir dahaki kurbana sığır kesiyoruz,” dedim. “Yani seni.”
“İki metreden uzun bir kas kütlesi kesiyoruz da diyebilirdin, neden sığır diyorsun hanımefendi? Örselendim, vicdanen rahat mısın? Sanmam.”
“Bana şişman derken iyiydi.”
“Tekrar ediyorum, şişman bir hakaret değildir. Asıl şişman kelimesini hakaret olarak görmek biraz hakarete giriyor,” dedi. “Uzun dediğimizde hoşa gidilmesi, kısa dediğimizde bunun insanı üzmesi, saçma. E ona bakılırsa uzun ya da zayıf demek de etiket yapıştırmak.”
“Başladı yine sosyal deney.”
Bana garip garip baktı ama ona herhangi bir şey söylemedim. Tesise geldiğimizde, dün yaşananlar tekrardan zihnime akın etmeye başlamıştı. Issızlığın ahşap bir çit gibi örüldüğü tesisin önünde durduk. Dağ esintisi o kadar kuvvetliydi ki, dalların kırılacak gibi sallandığını görebiliyordum.
Tesisin şifre ile korunan büyük kapıları bizim için açıldığı an, daha sıcak bir ortama geçmiş olmanın verdiği rahatlamayla koridorun içinde yürümeye başladım. Artık bu koridorlar bana daha tanıdıktı. O gece geldiğimde üzerimde duran yabancılığı sonunda arkaya atabilmiştim. Gurur, sütlü kahve paltosu, beyaz boğazlı kazağının içinde bir askerden çok bir moda dergisinden fırlamış gibi görünüyordu. Açık renk saçları gür ve bir askerin saçlarının aksine uzundu. Parmaklarımı saçlarına daldırdığımda parmaklarım o saçların içinde kaybolmuştu; bunu hatırlamak mideme bir kramp saplanmasına neden oldu.
Gurur, büyük ellerini paltosunun ceplerine koyarak önüme geçti, birkaç adım önümden ilerledi. Nedenini anlayamasam da ona yetişmeye çalışmadım. Ayağının altında ezilen her bir adım, ayağındaki postalların da gıcırdamasına neden oluyordu. Köşeyi döndü, birkaç adım sonra ben de köşeyi döndüm ve tekrar asansörlere doğru ilerlediğimizi fark ettim.
Kartal figürü yine dikkatimi çekti. Aslan figürünü ve kartal figürünü çok fazla kullanıyorlardı. Asansöre binip alt kata doğru inmeye başladık. Tesis kayaların içine doğru bir sığınağa dönüşüyordu ve her bir katta daha derine inmiş olmanın şaşkınlığıyla cam asansörün dışını izliyordum. Sonunda inmemiz gereken katta durduğumuzda derin bir nefes alarak, “Peki kartal sembolünün manası ne?” diye sordum.
“Göklerin kartalı komando,” dedi keyifle.
Dağların aslanı komando…
Göklerin kartalı komando…
Beni yönlendirerek asansörden çıkardı. Gri koridorda ilerlemeye başladığımızda tavandaki büyük kalın borular dikkatimi çekmişti. İleride, ince ve dar koridorun sonunda beyaz bir ışık yanıyordu ama algılarım oraya saplanamadı çünkü ışık gözlerimi almıştı.
Işığın olduğu yere gitmek yerine dar koridordaki odalardan birine girdik. Bu odanın kapısı demirdendi, üzerinde camdan bir pencere vardı ve kulpu da kapının tam ortasında yuvarlak bir gemi dümenine benziyordu. O da demirdendi. Gurur o dümeni çevirerek büyük bir gürültü çıkarmış, sonra da bizi onlarca bilgisayarın ve ekranın olduğu büyük bir odaya sokmuştu.
Duvara yaslı dev ekranda parçalara bölünmüş onlarca görüntü vardı. Hemen yan tarafta birkaç küçük televizyon ekranı daha vardı ve bu ekranlardaki görüntülerde düzgün bir şekilde altıya bölünmüştü, her parçada başka bir görüntü oynuyordu. Tesisin etrafındaki kamera sisteminin ekrana düşürdüğü görüntüleri izledim. Sonra tekrar büyük ekrana baktım ve dün gece kayda alınmış görüntüleri görünce kaşlarımı yukarı kaldırdım. Kanım tekrardan serin akmaya başlamıştı.
Bilgisayarlardan birinin önünde Girdap oturuyordu, diğer iki bilgisayar ekranı açıktı ama önünde kimse yoktu. Girdap’ın klavyesinin ışıklı olduğunu fark etmiştim, hemen klavyesinin yanında karton bardağın içinde zifir renginde bir kahve duruyordu ve muhtemelen çoktan buz tutmuştu. Girdap, avucunu sağ gözüne kapatıp yavaşça ovarken esnedi.
“Son durum ne?” Gurur bu soruyu sorup, Girdap’ın yanındaki açık duran bilgisayarın önündeki sandalyelerden birini çekerek üzerine oturdu. Gözlerini Girdap’ın bilgisayarının ekranına çevirdi. “Görüntülerden bir şey çıktı mı? Şu piçin babasıyla ilgili herhangi bir detay, oğlundan çıkmayacağını düşünecekleri bir bilgi?”
Girdap, “Hâlâ bakıyorum, Zincir,” dedi derin bir nefes alarak. Evet, Zincir. O buradayken Gurur değildi, Zincir’di. Girdap bana bakıp yorgun bir şekilde gülümsedi. “Selam.”
“Selam, günaydın,” dedim hızlıca ve diğer tarafındaki sandalyeyi kendime çekerek üzerine oturdum. “Biricik’ten bir haber var mı?”
“Henüz yok, Yargı onun yanında olmalı.” Devran ve Biricik’in bir arada olması içimi rahatlatmıştı.
Kapı tekrar gürültüyle açılınca omzumun üzerinden içeri giren kişiye baktım. Elinde bir karton bardakla karşımda dikilen Yener’in saçları karışık görünüyordu, yüzünü ören koyu renk sakallar yüzüne bir sertlik katmıştı ve uykudan uyanmış hâli kesinlikle normalde olduğu hâlinden katbekat daha sert duruyordu. Bize tatsız bir yemeğe bakıyormuş gibi baktıktan sonra kahvesinden bir yudum aldı ve çok geçmeden kapanmayan kapının arasından sızarak içeri giren Adnan’ı gördüm. Avucunun içindeki bademleri bana doğru uzattı ama başımı iki yana sallayarak bu nazik davetini geri çevirdim.
Kapalı olan bilgisayar ekranlarının bazıları aydınlandı. Yener Açıkgöz yazısı ekranlardan birinde bir ekran koruma ağı gibi belirdi ve kayarak hareket etti. Kırmızı yazılar uzun süre kaybolmadı, ta ki Yener adının yazdığı ekranın başına oturup elini küçük farenin üzerine koyana dek. Diğer ekranlarda da askerlerin isimleri kayıyor, bir aydınlanıp bir sönüyordu. Devran Soydere, Adnan Bahtıvar, Vural Demirezen, Tayfun Soydemir, Gurur Mert Çalıklı… Hepsinin kendine ait bir bilgisayarı olmalıydı. Peki bu açık duran ekrana sahip iki başıboş bilgisayar kimindi? Yener klavyeye hızla bir şeyler yazdı ve ekran aydınlanırken onun sert yüzünü de beraberinde aydınlattı.
“Türkiye’deki hiçbir bankayla çalışmıyor,” dedi Yener, ekrana pürdikkat bakarak klavyenin tuşlarına basmaya devam ederken. “Adam kaldırdığı tüm paraları yurt dışındaki bankalarda saklıyor. Aksini bekleyemezdik.”
“Çekiç haklı, bunun böyle olduğu zaten başından belliydi,” dedi Girdap. Derin bir nefes alarak Adnan’a doğru baktı. “Sen temizledin mi? Bahsettiğim kayıtları.”
“Tertemiz, benim işim bu,” dedi Adnan.
“Ne kaydı?” Gurur bir Adnan’a bir Girdap’a bakarken sormuştu bunu.
“Senin açıkça katil olduğunu bağırdığın o kayıtlar,” dedi Yener birden sertçe. “Bir daha kendini tehlikeye atacak cümleler kurarken iki kez düşün.” Gözlerini devirdiğini gördüm, gerçekten gergin görünüyordu. “İçip içip kızın kafasını ağrıttın. Eğer Zeliha her şeyi kontrolü altına alamasaydı işleri bombok edecektik.”
“O katil değil,” dediğim anda birden Gurur da Yener de bana doğru baktılar. Gurur bile kendini savunmak için ağzını açmamıştı ama Yener’in hiçbir kötü niyet barındırmadan kurduğu cümleler Gurur’u yaralaması gerekirken beni yaralamıştı. “O adamın söylediklerini siz de duydunuz. Senin de nasıl öfkeyle baktığını gördüm, Yener.”
“Eğer Muşta taşaklarımı kesmekle tehdit etmiş olmasaydı evet, onu öldürürdüm,” dedi birden Yener sertçe. “Kimse Nihan’la ya da seninle o şekilde konuşamaz.”
“Teşekkür ederim,” diyebildim ama bana aldırış etmeden kafasını tekrar ekrana çevirdi. Yavaşça Gurur’a sokuldum. “Uykusunu alamayınca hep böyle mi oluyor bu?”
“Daha fena,” diye karşılık verdi kulağıma doğru eğilerek.
“Sizi duyuyorum lan.”
İkimiz de birbirimizden hızla uzaklaşarak farklı yönlere baktık ama bu çok kısa da olsa beni kabullendiklerini hissettiğim nadir anlardan biriydi. Eğer başım yaşananların ağrısıyla kıskaca alınmış gibi acımasa kesinlikle gülümserdim. Telefonum, diğer tüm üyelerin telefonlarıyla aynı anda bildirim alınca gözlerimi ekrana indirdim.
Vural Demirezen: Muşta geliyro
Yener, birden güldü.
Yener Açıkgöz: Sağolke
Vural Demirezen: Ö.d
Yener Açıkgöz: Önemli değil yazman gerekiyor
Yener Açıkgöz: Ya da önemli deyil de yazabilirsin adfgfdsadqas
Vural Demirezen: Tedeka mısn
Yener Açıkgöz: TDK
Vural Demirezen: Bne açılımın yzdm onun
Yener Açıkgöz: NE asdfjgfdhsahsdhgsahsdgfdshgsgsgsgsggsgsghsghss
Yener Açıkgöz: TDK açılımı nedir?
Vural Demirezen: Tedeka
Yener Açıkgöz: Şahsen ben ikna oldum
Tayfun Soydemir: Ben pek olmadım.
Vural Demirezen: Napim
Sohbet grubundan gözlerimi ayırarak önce Girdap’a sonra da Yener’e baktım, Yener klavyenin üzerindeki harflere basmaya devam ediyordu ama Girdap onun aksine kulaklığını takmıştı, bir şeylere dikkat kesilmiş gibi tek bir yeri izleyerek sesleri dinliyordu. Bir ayrıntı, herhangi bir ipucu yakalamak istediği gözlerini sarmış meraktan zaten belliydi ve o bu denli dikkatliyken kulaklarından bir şeyler kaçacağını düşünmüyordum. Yener kahvesinden bir yudum alırken sonunda parmakları tuşları rahat bıraktı. Bir süre ekranı izleyerek kahvesini yudumladı. O süre zarfında Adnan ile Gurur bir şeyler konuşuyorlardı.
Kapı tekrar açıldı ama artık gelenin kim olduğunu biliyordum. Bu yüzden omzumun üzerinden o yöne bakma gereği duymadım. Çünkü gelen Muşta’ydı, Vural zaten bunun haberini vermişti. Ağır erkek parfümü kokusu, Muşta’nın sesinden önce belleğime kazındı, ardından nefesinin gürültülü sesini duydum ve konuştu.
“Zeliş, seni burada bulmayı beklemiyordum.” Gözlerini benden çektiğini hissettim. “Diğer işe yaramazlar nerede?” diye sordu sertçe.
“Vural her ay olduğu gibi tesisin şifrelerini değiştirmek için Tayfun ile birlikte KADEME Z’ye gitti,” dedi Yener sakince.
“Gördüm o işe yaramazı. O adam şifre mi belirleyebilir, geri zekâlı? O daha kendi adını soyadını yanlışsız yazamıyor! Gördüğüm an sepetledim. Sizin yapacağınız işe ben!..” Varlığım onu susturdu. Büyük avucunu omzuma koyunca irkilerek ona doğru döndüm, üzerimde çok salaş, tertipsiz kıyafetler vardı ve kara zorla çıkardığım peruğun altındaki saçlarım kabarmıştı. Beni süzdüğünü hissedince yanaklarım farkındalıkla ısındı. “Sen nasıl oldun? İyi misin? Uyuyabildin mi? Kahvaltı ettin mi?”
Soru yığını karşısında yapabildiğim tek şey Hakan abiye bakakalmak oldu. Derin bir nefes alınca ütülü lacivert takımının içindeki geniş omuzları yukarı kalktı ve sonra da indi. Çivit mavisi gözlerini yüzümden çekmeden, yorgun bir ses tonuyla, “Elbette gözüne uyku girmemiş olmalı, sorduğum soruya bak,” diye söylendi. “Pekâlâ, istersen odalardan birinde dinlen. Sana kahvaltı hazırlatırım.”
“Uyudum,” diye fısıldadım, bu yalan değildi. “Dinlenmeye ihtiyacım yok.” Bu yalandı.
Çivit mavisi gözlerini benden çekmeden, “Dün gece muhteşemdin, sen bir kahramansın,” deyince birden o kadar çok doldum ki, omzumda duran eline uzanıp o eli tutarak gözyaşlarına boğulmak istedim. Bunu anlamış gibi o güzel mavi gözlerini kısıp, dudaklarına belki de daha önce hiç rastlanmamış şefkatli bir gülümseme çizdi. “Bir hayat kurtardın. Belki de onlarca hayat kurtardın. Seninle gurur duyuyorum.”
“Teşekkür ederim,” diyebildim, bu babamdan sonra birinden ilk kez duyduğum bir cümleydi. Babamdan sonra biri benimle ilk kez gurur duyuyordu. Ve bu adam Hakan Basri Şenkaya’ydı. Adıyla herkesi dize getiren, tek bir fotoğrafına bile rastlanmamış, o sırlarla dolu adam… Karşımdaydı, onu görüyordum, kim olduğunu biliyordum ve o adam benimle gurur duyuyordu.
“En büyük teşekkür sana edilmeli. Çok cesurdun ve buna mecbur bile değildin.” Şefkatli gözlerini benden çekip Gurur’a sapladığı an o şefkat bir anda dağıldı ve yerini öfke aldı. “Öte yandan sen avanak,” dedi birden sertçe. “Sen canına mı susadın ulan?”
Gurur, ellerini dizlerinin üzerine koyup, Muşta yerine büyük ellerine bakmaya başladığında söyleyeceklerini dilinin tartısından geçiriyor gibiydi. Muşta, elini yavaşça omzumdan çekip karşımıza geçerek kollarını göğsünün üzerinde topladı ve takımının ceketi bu hareketin etkisiyle yukarı doğru kalktı.
“Seni dinliyorum, Zincir,” dedi, özellikle onun lakabının ya da mahlasının üzerine bastırarak.
“Ne yaptığımı bilmiyorum ki,” dedi Gurur.
“Bilmiyor musun?” Muşta, sinirleri bozulmuş gibi gülerek kollarını çözüp, tek kaşını kaldırarak, “Ulan sen operasyon ânında neden zıkkımlanıyorsun köpek?” diye sordu sertçe. “Sen ne zamandan beri tesisin en tepesinden uçuruma doğru ayaklarından tutularak silkelenmiyorsun lan?”
“Bir saniye bölmek istemem ama bu şeyi Gurur’a değil, bana yapıyordun, Muşta,” dedi Yener kahvesinden sakince bir yudum daha aldıktan hemen sonra. “Gurur genelde tuvaletleri temizler.”
“Oğlum niye hatırlatıyorsun lan?” diye tısladı Gurur, Yener’e doğru dönerek. Tekrar Muşta’ya döndüğündeyse yüzü tekrar ifadesiz, gözleri ise suçunu ele verir cinstendi.
“Aa üstüme iyilik sağlık, tamamen seni düşündüğümden hatırlattım. Sen hiç o uçurumdan aşağı sarkıtıldın mı, hıyar?” Yener homurdanarak bilgisayara doğru döndü.
“Zincir, bir daha operasyon ânında seni alkollü görecek olursam,” dedi Muşta sakince, ardından ellerini yumruk yapıp, sadece işaret parmaklarını öne doğru uzatarak parmaklarını birleştirdi ve alnına yasladı; gözlerini yumdu. “O şişeyi sana sokarım.”
Girdap fısıldadı: “Umarım viski falan içmez, kalın oluyor şişesi.”
Yener fısıldadı: “Götüm acıdı.”
“Bir daha olmaması için uğraşırım,” dedi Gurur sadece.
Muşta, zehir gibi bir gülümsemeyle, “Uğraşırım mı?” diye sordu, gülümseyişinde ölüm vardı. Bakışlarım Muşta’dan koparak Gurur’un profiline taşındı.
Oldukça sakin bir ses tonu giyinerek, “Evet,” dedi. “Uğraşırım.”
“Sen…” Muşta bir an susup çatık kaşlarla sadece Gurur’a baktı. Ardından tek kelime dahi etmeden sert bir manevrayla Yener’e doğru dönüp, “Şu vekil bozuntusu,” dedi sertçe. “Bize yol açıyor mu? Açıkları var mı? Oğlunun anlattıklarından fazlası gerekiyor.”
Yener anlatmaya başladığında artık kulaklarımda bir uğultu vardı. Gözlerimi büyük, duvarı neredeyse kaplayacak kadar geniş olan ekrana çevirdim. Parçalara ayrılmış görüntülerden birinde kayıtta olan kişi Nihan’dı, mekânın içini kayda alıyordu. Küçük bir ekranda oynayan görüntüye dalgın gözlerle bakmaya devam ettiğimde, Gurur’un kalabalığı yararak ilerlediğini görmüştüm. Kızıl ve yeşil ışık lazerleri tenini keserek ondan uzaklaşıyor, sonra tekrar onu kesmeye geliyorlardı. Bakışları kızgındı, onu küçücük bir kutunun içinden bile çok net görebilmeme neden olan belki de o gözlerde alevlenen buzlardı. Etrafındakilere çarparak ilerliyor, herkes ona bakarken o doğrudan bara doğru bakıyordu. Kameranın görüş alanında olmasam da o an Gurur’un bana baktığı son derece açıktı. Birden biri Gurur’u kolundan kavradı, kamera gitgide ona yaklaşıyordu, muhtemelen Nihan ona doğru ilerliyordu; Gurur’un kolunu kavrayan kişiyse Yener’di. Onu çekiştirerek Nihan’dan uzaklaştırmaya başladığını gördüm. Sonra kamera birden bana doğru döndü ve bana doğru ilerlemeye başladı; Nihan yanıma geliyordu.
Gözlerimi ekrandan çekmemle, içime bir hissin dolmaya, sonra da ruhumun kenarlarından taşmaya başlaması bir oldu. Bir duygu yoğunluğu yaşıyordum. Göğsüm, ateşlerin ortasında kalmış bir ağaç gibi köklerinden yanmaya başlamış, kalbimse garip bir ağırlık duygusuyla şirazesini kaybetmişti. Bakışlarım bir an herkesi es geçerek ona takılıp kaldı. Konuşuyorlardı, o da konuşan kişiler arasındaydı ama sesleri duyamıyordum; görüntülerden ibarettim ve gözlerimin kabul ettiği tek görüntü onun görüntüsüydü. Gözlerini açıp kapattığı an bir boyun eğen, bir yükselen kirpiklerinin hareketini izledim. Gülümser gibi garip bir mimik sergileyince yüzü yine o derin, parmağımla üzerinden geçmek isteyeceğim çizgilerle doldu; kaşlarının küçük, seçilemeyecek kadar belirsiz hareketlerine baktım. Boynunu esnetişini izledim, avucunu boynuna bastırırken yavaşça esnediği ânı belleğime gizledim. Tekrar sesleri duymaya başladığımda, birden kalbim korkuyla çarpmaya başladı ve gözlerimi hızla ondan uzaklaştırdım.
Titreyen ellerimi eşofmanın kumaşına bastırırken ona bakmamak için kendimle girdiğim mücadele, gözlerimi ara sıra kaldırıp ona bakmaya çalışmamla ciddi bir savaşa dönüşmüştü. Buz sıcağı gözler birden bana doğru dönünce, ona attığım kaçamak bakış onun gözleri tarafından kıskıvrak yakalandı. Bakışları bir an yüzümün her köşesine is lekesi gibi sindi, sonra gözlerime saplandı ve saniyeler bizi yaralayan masallara dönüşürken kalbime bir ağırlık çöktü.
Gözlerimi kaçırmak istesem de manalı bakan gözlerinden bir adım uzağa gitmek sonum olacakmış gibi hissetmiştim. Bocalamış bir şekilde parmaklarımı kumaşa bastırarak ona bakmaya devam ettim. Gözlerinin üzerine mezar taşı gibi dikilmiş kirpikleri, alt kirpikleriyle bir defa buluştu; gözleri açıldığı an baktığı kişi yine ben olmuştum.
Konuşmalar etrafımızı saran sis bulutu gibiydi. Ne o ne de ben konuşmalara odaklanamadık. Birbirimize öyle çok bakıyorduk ki, baktığımız yerde gelecek bile geçmişe dönüşüyordu. Sanki gözlerimiz zamana bile yönünü şaşırtan bir saatti.
“Değil mi lan?” diye soran Yener’in gür sesiyle birlikte Gurur’un bakışları parçalandı ve şaşkınlıkla yavaşça Yener’e doğru döndü.
“Ne?”
“Uyanmadın mı daha? Ulan uyuyamayan benim, ayakta gözleri açık uyuyan sensin. Kaç saattir buradayım biliyor musun? Boğarım hepinizi.” Söylenerek bilgisayara doğru döndü ve tekrar neyden bahsettiğini açıklamaya başladı.
Adnan yavaşça, “Zeliha Hanım,” deyince irkilerek ona doğru döndüm. “Şey, affedersiniz Bayan Yenge. Ne içeceğinizi sormayarak kabalık ettiğimi düşünüyordum. Ne içersiniz? Lütfen bağışlayın.”
“Teşekkür ederim, Adnan. Bir şey içmeyeceğim.”
“Lütfen kibarlık yapmayın, size kahve yapabilirim ya da çay veyahut oralet?”
“Adnan, gerçekten istemiyorum.”
“Bayan Yenge, bundan emin misiniz?”
“Evet ve lütfen bana artık Zeliha der misin?”
“Bayan Zeliha Yenge, üzgünüm,” dedi.
“Yalnızca Zeliha diyebilirsin, Adnan.”
“Yalnızca Bayan Zeliha Yenge.”
Gözlerimi devirmemek için kendimi tutarak, “Tamam,” diye mırıldandım sadece.
Muşta, “Odama geçiyorum, beni olanlardan haberdar edin,” diyerek olduğumuz yerden ayrıldıktan sonra Gurur da bilgisayarlardan birinin başına geçmişti. Kulaklığı kulağına taktığı andan itibaren dünyayla bağlantısı kesildi. Yener, sandalyesini yavaşça çevirerek bana doğru döndüğünde Girdap’ın da kulağında kulaklık vardı. Bu yüzden bizi duymaları imkânsızdı. Sanki Yener’in de beklediği tam olarak buydu.
“Dün gecenin görüntülerinden bazılarını sildim,” dedi bana sokulup, göz ucuyla Gurur’a bakarak. Tekrar bana dönüp, yüzüne hain bir sırıtış ekledi. “Utanma hiç. O neydi öyle? Yani bizi ayakta uyutuyorsunuz da gerçekten sevgilisiniz bence.”
Yanaklarım uyuşsa da ona cins cins bakmaktan kaçınmadım. “Aramızda bir şey yok,” diye mırıldandım.
Kaşlarını çattı, Adnan da kaşlarını çatmış bizi duymaya çalışır gibi bize sokulmuştu ama çekiniyor gibi de görünüyordu. Yener, bana inanmadığını belli edercesine yamuk yamuk sırıtınca, derin bir nefes alarak başımı iki yana salladım.
“Gerçekten düşündüğün türden bir şey yok, o sarhoştu.”
“Sen gayet ayık görünüyordun.”
Bu cevabı karşısında bana cevap hakkı elbette doğmuştu ama tek kelime edemeden sadece ona baktım. Dudakları yukarı kıvrılırken gözlerinde galibiyetin meşalesi yanmaya başlamıştı.
“Sana açıklama mı yapmak zorundayım?”
“Hayır,” dedi ellerini yavaşça kaldırıp teslim oluyor gibi yaparak. “Elbette hayır. Sadece anlamaya çalışıyorum.”
“Neyi?”
“Ne zamandan beri Gurur’dan hoşlandığını?”
Gözlerim fal taşı gibi açılırken, Adnan, “Bayan, bu doğru mu?” diye sordu aniden bana doğru dönerek.
“Hayır,” dedim panikle. “Elbette değil.”
“Basbayağı doğru. İyi bir vurgun yemişsin,” dedi Yener, ardından Adnan’a baktı. “Yavaş lan ayı, bağırma. Bunların kulakları tilki kulağı. Tesisin diğer ucundan osursam, Gurur sıçtın mı diyerek yanıma gelir.”
“Öncelikle iğrençsin,” diye homurdandım. Sırıttı. Utanmaz arlanmaz. “Sonralıkla, velev ki öyle bir şey var, bunun açıklamasını sana mı yapacağım ben?”
“Ha var yani? E iyi, Gurur’a yap o zaman,” diye fısıldayıp yavaşça Gurur’a doğru dönünce, onu yakasından yakalayıp kendime çevirdim.
“Dur şurada.”
“Evet mi demek bu yoksa?”
“Saçma sapan oynama benimle,” diye söylendim.
“Ne oynaması?”
Sorusuna cevap vermedim, ona dik dik bakmaya devam ediyordum.
“Bu kadar belli etme,” dedi Yener sırıtarak. “Çok açık ediyorsunuz. Sizin için kolay olmayacak.”
“Sadece saçmalıyorsun,” diyerek oturduğum yerden kalkıp, odanın içinde volta atmaya başladım. Yener bir şey söylemeden bana bakıyordu ama kendimi o kadar gergin hissediyordum ki, bakışlarına aldırış bile etmedim. Ne söylenirdi, nasıl onları bu düşünceden uzaklaştırabilirdim, bilmiyordum. Bakışlarım Gurur’a dokununca bedenimden karanlık bir ürperti geçti ve gece yaşananlar akıl çıkmazımda alev alarak düşüncelerimi yakmaya başladı.
“Şu ev işini ne yaptınız?” diye sordu Girdap kulaklığı boynuna indirip, Gurur’a doğru döndüğünde. Gurur onu duymamıştı, kulağında kulaklıkla pürdikkat bilgisayar ekranına bakmaya devam ediyordu. Girdap eğilip yavaşça ona dokununca, şahin gibi bakan gözleri sert bir esinti olup Girdap’a çarptı. Kulaklığını indirirken yüzü gergindi.
“Ev işi diyorum, ne oldu? Şu Cenan denen kadına yakın bir yerde bulmuştunuz galiba.”
“Evet,” dedi Gurur. Bir an duraksadı. “Hassiktir ya, anahtarı almaya gitmem gerekiyordu benim. Neyse, yarın hallederim artık.”
Kapı birden açıldı ve içeri giren Vural’dı. “Devran’ın cipi tesise yaklaştı,” dedi heyecanla. “Gidip neler olduğunu öğrenelim.”
“Biricik yanında mı?” diye sordu Yener merakla.
“Cam duvardan gördük,” dedi Vural. “Çıkıp bakma şansımız olmadı. Saatlerdir haber alamıyorduk.”
Gurur oturduğu yerden kalkınca, gözlerim yine benden habersiz ona dokundu. Gözlerimi çekmeden o adama, zamanın içime güven olarak yerleştirip belki de sonra kanımdan bir nehir yaratacak olan o düş kırıklığına baktım. Güzel yüzünün arkasında karanlık olduğunu zaten biliyor olmama rağmen, o karanlık hiç yokmuş, onun gözleri buz tutmuş bir güneşmiş gibi baktım. Gurur’un gözleri herkesten sıyrılarak anlık olarak bana dokundu, sonra bakışlarımız birbirinden koptu ve çıkışa doğru ilerledik.
Tesisin üst katına çıktığımızda bizi neyin beklediğini bilmiyordum. Kafamda milyonlarca senaryo yazıp çizmiş, kafamın içindeki karakterlere bu senaryoyu okutarak oynatmıştım. Belki de Okan, Biricik’i bırakmayacaktı, kurtulmanın bir yolunu bulacaktı, belki Biricik için çok geçti, belki Okan’ın babası Okan’dan her şeyi dinlemiş ve onu kurtarmaya karar vermişti. Şu an bunlar sadece ihtimallerdi ve gerçeği öğrenmediğim sürece bu ihtimaller katlanarak çoğalacaktı.
Uzun koridorun tavanında beyaz, titreyen floresanlar yanıyordu ama buna rağmen içerisi loştu, bu nasıl oluyordu anlamıyordum ama ne zaman kendimi bu duvarların arasında bulsam, bir film sahnesinin tam ortasındaymışım gibi hissediyordum.
Gurur yanımda ilerlemeye başladığında hemen önümüzde Adnan yürüyordu, Adnan’ın önünde de Tayfun ve Girdap vardı. Yener arkamızdaydı, Vural ile Muşta nereye kaybolmuşlardı anlamamıştım çünkü kafam allak bullaktı. Odalardan birinin kapısı açıldı, içeriden Nihan çıktı. Yüzünde makyaj olmadan işte şimdi tam da tanıdığım Nihan’a benziyordu. Siyah çerçeveli gözlükleri gözlerindeydi.
Tesisin büyük dış kapısı otomatik bir gürültüyü içeriye taşıyarak açıldığı anda, bakışlarım dışarıya doğru kaydı. Dışarıda güneş yine bulutların arkasına gizlenmişti, kar taneleri içi soğuk dolu buluttan çuvalların diplerinde patlayarak yeryüzüne dökülmeyi bekliyor gibi görünüyordu. Önce Devran’ı gördüm, yüzünü seçemesem de diğerlerinden daha kısa olan saçlarını gördüğüm an onu tanımıştım. Cüsseli bedeni diğerlerinden farksızdı ama Devran, Adnan ve Tayfun’dan sonra -ki Tayfun’dan iri bile olabilirdi- gruptaki en iri yarı adamdı.
Hemen arkasında biri belirince kalbimdeki şüphe dağıldı. Sarı bukleli saçlar omuzlarına kadar dökülürken ona uzun uzun baktım, vatkalı yeşil gömleğinin içinde her zamanki Biricik’ti bu. Yüksek bel pantolonunun bel kısmına soktuğu gömleği ona onu ilk gördüğümde düşündüğüm gibi vintage bir hava katıyordu. Saçlarını kulağının arkasına itip, Devran’ı arkada bırakarak birden içeri doğru koşmaya başlayınca, Gurur ile birbirimize omuzlarımızın üzerinden şaşkınlıkla bakakaldık.
Gözlerim Gurur’dan ayrıldığı an, Biricik tüm insan yığınını kollarıyla iterek yardı ve birden o ince, beyaz kollar boynuma dolandı. Çarpmasının etkisiyle sendelediğimde neredeyse düşecektim ama Gurur elini arkaya atarak bel boşluğuma yaslamış, beni o güçlü avucunun içinde biriktirdiği kuvvetle sabit tutmuştu. Biricik’in ılık bir esintiyi, biraz meyveyi biraz da şekeri anımsatan kokusu ciğerlerime yayıldığında, gözlerim onun sarı saçlarının arasında iri iri açılmıştı. O saçların arasından ileriye baktığımda, Devran’ın gülümseyen yüzünü görmek, kalbimin bir anda sertçe çarpmaya başlamasına neden oldu.
Biricik’in sımsıkı sarılışı, Devran’ın gülümsemesi… İşte bunlar birleşerek ruhuma yığıldığında, mutluluk tüm hücrelerime doldu.
“Teşekkür ederim!” diye bağırdı Biricik coşkuyla, sonra o narin kollarını boynuma daha sıkı sararak, “Sen olmasan ne yapardım?” diye fısıldadı, bu kez sesi sadece ikimizin duyabileceği bir tondaydı; içimin acıdığını hissettim. “Teşekkür ederim. Beni kurtardın.” Duyduklarım düğmeme basılmış gibi sarsılmama neden oldu. Birden ben de kollarımı kaldırıp onun bedenine sarıp onu kendime bastırdım ve sadece sustum. Bu onun da beni sımsıkı kucaklamasına neden olmuştu. “Teşekkür ederim,” diyordu sessizce. “Sen beni kurtardın.”
“Teşekkür ederim,” diyebildiğimde gözlerim dolmak üzereydi. “Hayatta olduğun için.”
“Bundan böyle sen benim kurtarıcımsın,” diye fısıldadı.
Bunun için söyleyebileceğim hiçbir şey yoktu. Yapabildiğim tek şey ona sıkı, sımsıkı sarılmak oldu. Ne hissediyordu bilmiyordum ama kuş kadar özgürdü, artık kanatlarını açıp göğe yükselebilirdi ya da kendi isteğiyle bir dala konup tüm ömrünü o dalda geçirebilirdi. Bundan sonra esareti bile kendi özgür iradesiyle seçecek, bundan sonra kendini hapis bile etse bu onun özgürlüğü olacaktı.
Biricik bir süre bana sarılıp bekledi. Nihan da yanımıza geldi, kolunu bize sardı ve artık üçümüz birleşip tek bir kalbe dönüşmüştük. “Biz kadınlar ne kadar güçlüyüz,” diye fısıldadı kulağımıza doğru.
Okan, sabahın ilk ışıkları gökyüzüne serilerek yeryüzüne ayna tuttuğunda Biricik’i aramıştı. Biricik’e her şeyin bittiğini, bir daha onu aramaması gerektiğini söylemişti, sonra da ilk uçakla yola koyulmak için Antalya’ya gitmişti. Gerisi onun karanlık kaderiydi, umurumda bile değildi ama Biricik’in sırtından kalkan yüklerini onun heyecandan titreyen elleri durmadan saçlarına, dizlerine dokunurken onun neşeli sesinden dinlemek çok iyi hissettirmişti. Hatta akşam yaşanan tüm o çirkin anılar yerini buz gibi serin bir suyun doldurmasıyla ferahlamaya bırakmıştı.
Değerdi. Bir kadın, bir kadına her zaman değerdi. Dokunurdu kalbine, ruhuna, birbirlerini her zaman iki kadın daha iyi anlar, ifade eder, temsil ederdi. Bir kadın bir kadına dağ, bir kadın bir kadına yol, bir kadın bir kadına her zaman dost olurdu; en büyük düşmanı bile olsa bu hayatta, bir gün yere düşerse yine o düşman üzerine düşen gölge olurdu.
“Gerçekten özgürüm.” Bu cümle, beni daldığım boşluktan yakalayıp yukarı doğru çekerek bilincimi durulaştırdı. Biricik oturduğu deri döşemeli ahşap sandalyenin üzerinde Devran’a doğru döndü. “Dev,” dedi, o an gözlerim ikisi arasında bir köprü kurdu. “Eczaneye uğramam gerekiyor.” Annesini hatırladım. Gülümseyişi utançla dolu olsa da bebek mavisi gözlerinde Devran’a beklentiyle baktığını görebiliyordum. Sanki şöyle diyordu, bak ben buradayım ve artık tamamen özgürüm. Devran ona gülümseyip başını salladı. Biricik yavaşça bana doğru döndü. “Annemin ilaçlarını almam gerek, nöbetçi eczane oturduğum yerden uzakta.” Hafta sonu olduğunu hatırlayınca gözlerimi yavaşça yumup geri açarak başımı salladım. “Şey…” Saçını kulağının arkasına itip panikle sordu: “Kahve içelim mi yarın falan?”
“Olur,” dedim yavaşça.
“Nihan, sen de gelirsin, değil mi?” Biricik genişçe gülümseyerek Nihan’a bakıyordu. Nihan başını aşağı yukarı sallarken gözlerine bulaşan mutluluğu saklamaya çalışmıştı ama gülümsemesi onu ele veriyordu.
“Bu benim ilk kız kıza buluşmam olacak,” dedi heyecanla, sonra birden sesini kısıp etrafına baktı. “O izin vermiyordu. Birilerine bir şeyler anlatmamdan korkuyordu.”
“Biricik,” dedi birden Devran sert bir sesle. “Geçti, artık yok, bahsetme.”
“Doğru,” diye fısıldarken gülümsemesi zayıftı; sanki korkuları hâlâ orada, Biricik’in kalbinin merkezinde çarpıyordu ama yine de özgür olduğunu kendine hatırlatmak istiyormuş gibi gülümsüyordu. Gözlerini yumdu, kızaran burnunun ucuna baktığım sırada aldığı derin nefes sanki benim ciğerlerimi genişletmiş gibi hissetmiştim. “Özgürüm.”
Muşta, sert adımlarla Biricik’e doğru yürüdü, tam önünde durup, çivit mavisi gözlerini kızın yüzüne indirdi. Biricik, kafasını kaldırıp çekingen bir yüz ifadesiyle Hakan abiye baktığında, saatin dönen kolları zamanı denizi yaran kürekler gibi yararak kendini ileriye itiyordu ve zaman örülmeye başlıyordu. Muşta, büyük avucunu Biricik’in başının üzerine koyunca, kızın küçük başı adamın büyük avucu içinde kayboldu. Biricik hâlâ ona bakarken, yavaş bir nefes verip, “Geçti,” dedi. “Bundan böyle sana hiç kimse zarar veremez, çocuğum.”
Biricik gülümseyince kırmızı burnu yavaşça genişledi, gözleri tekrar yaşlarla dolmaya başladı ama gülümsemesi hiç sönmedi.
Muşta yavaşça gülümseyince, yakışıklı yüzü çizgilerle doldu. “Artık Zeliha ve sen de tıpkı Nihan gibi benim kızlarımsınız.”
Bu cümle, Biricik için ne ifade ediyordu bilmiyordum ama ben bu cümleyi duyduğum an, oturduğum yere köklerini bırakan yaşlı bir ağaca dönüştüm. Sanki bundan böyle ne yaşanırsa yaşansın, buraya, bu toprağa köklerimi bıraktığım için kendimi daima buraya ait hissedecektim. Bir gün kökümden sökülerek kapı dışarı edildiğimde bile ben bu toprağı yuvam bilecektim. Bana en büyük kötülüğü yaptığını düşündüğüm insanların bu denli yuvama dönüşmesini kabul edemiyordum. Resmen kalbime sızıyorlar, beni kendilerine alıştırıyorlardı. Birden sadece kalkmak ve sonra da arkama bile bakmadan gitmek istedim. Uzağa… Onlardan ne kadar uzak olursam, onları unutmam o kadar kolay olurdu. Kısa zaman zarfında, o zarfın içini destan gibi kelimelerin ördüğü bir mektuba dönüşmüştüm. Şimdi her kelimemde bir kabulleniş vardı.
Muşta bana doğru dönünce, zamanın hâlâ akıyor olduğunu fark ederek kafamı kaldırdım ve ona baktım. Dağ gibi bir adamdı; kırklarının başında olmasına rağmen otuzlarının başında gibi duruyordu. Saçlarının içinde hiç kırlar yoktu, kurum gibi siyah saçlarını boyuyor muydu yoksa zamana mı meydan okuyordu anlamamıştım. Çivit mavisi gözleri, buğday renginden biraz daha koyuya çalan çizgili teninde yanan bir okyanus gibiydi. Uzun boylu, geniş omuzları olan fit bir adamdı. Göğsünün üzerindeki gümüş renkli Atatürk rozetine, sonra yeniden çivit mavisi gözlerinin derinliklerine baktım. Büyük elleri bu defa benim başımın üzerine kondu ve başıma dokunduğu sırada gevşeyerek gözlerimi kıstım. Muşta insanlara sarılmıyordu, tıpkı bir baba gibi başlarını okşayarak doğruyu içeren ama bir o kadar da rahatlatan cümleler kuruyordu.
“Tekrar ediyorum,” dediğinde gözleri gözlerimdeydi. “Seninle gurur duyuyorum. Benim sağladığım imkânlar bir yere kadar, Zeliha. Sende o yürek olmasaydı, dün gece bir faciayla sonuçlanırdı.”
“Orada olduğunuzu, beni tek bırakmayacağınızı biliyordum, bu yüzden rahattım.”
“Kimse öyle bir herifle baş başayken hiçbir şeye güvenmez, soğukkanlılığını koruyamazdı. Sen bir kez olsun soğukkanlılığını yitirmedin,” dedi. “Ama bundan böyle bu tür şeylerin içine girmeni istemiyorum. Senin başını yeterince belaya soktuk.”
“Teşekkür ederim,” dedim sadece. Tam avucunu çekecekken, “Cenan Kaplaner’in evine bu kadar ya…” dememle, birden Hakan abi elini başımın üzerinden sanki saçlarımın arasında ateşler varmış gibi irkilerek geri çekti. Kelimelerim önce zayıfladı, sonra sesim boğazımın derinliklerinde boğularak yitip gitti. Gözlerim çivit mavisi gözlerine dokundu ama gözleri bende olmasına rağmen, burada değildi.
Düşüncelerim güçleniyordu. Cenan Kaplaner, öylesine bir kadın değildi. Çivit mavisi gözler gözlerimden ayrılana dek geçen o birkaç saniye, diğerlerine göre çok kısa olabilirdi ama bana yıllar sürmüş gibi gelmişti. Sanki yaşanan yılların tamamı gözlerinin mavi perdesinde can bulmuştu ve ben o geçen birkaç saniyede o yıllara tanıklık etmiştim.
“İsterseniz bu gece eğlenin,” diyerek birden sırtını bana döndü ve beyaz odanın içinde hızla benden uzaklaşmaya başladı. “Sinirleriniz gergin. Herkesin biraz eğlenceye ihtiyacı var.” Derin bir nefes alıp, büyük ellerini arkada birleştirdi. Fark ettiğim detaylardan biri, işaret parmağıyla diğer elinin yüzük parmağını sertçe ovduğuydu. Gözlerimi yavaşça kıstım, sonra başımı eğdim ve garip, ezici bir hisle sarsıldım.
“Bu gece değil ama yarın gece süper olur,” dedi Yener. “Bu gece henüz işimiz bitmedi. O yavşakla ilgili gelişmeleri takip edip, yapılması gerekenleri yapacağız.”
Biricik irkildi ama sorular sormadı. Sanırım o da biliyordu Okan’ın başına gelecekleri. Ya da belki bilmiyordu, sadece tahminleri vardı. Tahminleri varken yaşamak ne kadar kolay olurdu ki? Her an Okan’ın bir yerlerden ortaya çıkacak olma korkusuyla hayatını daha ne kadar sürdürebilirdi? Ona baktığımda o ezici duygu hâlâ kalbimin içinde çığlık atıyordu. Keşke biliyor olsaydı, Okan’dan sonsuza dek kurtulduğunu…
Gurur, birden ayağa kalktı ve düşünceler dağıldı.
“Zerda,” dedi ve o an herkes durdu, herkes ona, sonra da bana baktı. “Aman, yani Zeliha,” diye düzeltti sesini sert tutmaya çalışarak. “Seni eve bırakayım.”
Garip bakışlar eşliğinde başımı salladım.
“Tamam.”
⛓️
Babaannemin yaptığı zumba dansını bölen, parmağımı teybin büyük gri düğmesine basmamla müziğin birden susması olmuştu. Omzumda siyah bir postacı çantasıyla dehşetten irileşmiş kahverengi gözlerimi babaannemin yüzüne diktim. Kan ter içinde mutfak havlusunu ensesine attı, gözlerim daha da irileşti ve kırmızı ojeli parmaklarını sallayarak permalı kısa saçlarını savurdu. Altında parlak mavi bir tayt, belinde siyah bir korse, üzerinde de derisi gevşemiş ince kollarını ortaya seren askılı bir sporcu tişörtü vardı.
“Neden bölüyorsun sporumu?” diye sordu homurdanarak, bana doğru yürürken onun oldukça ince ve ayrık bacaklarına baktım. Ayak tırnakları da tıpkı ellerindeki tırnaklar gibi kırmızıya boyanmıştı.
“Çünkü babaanne, saat var ya, sabahın sekizi,” dedim ters bir sesle. “Ve biz bir apartmanda oturuyoruz. Etrafımız öğrenci dolu, çoğu da dersi olmadığı için uyuyor, uyuyor!”
“Erken kalkan yol alır,” diye söylendi. Duştan gelen suyun sesi kesilince bir süre ikimiz de susup banyonun kapısına doğru baktık. Birkaç dakika geçmeden banyonun kapısı açıldı, Sinan Çetin’in programındaymışız gibi her yeri beyaz bir sis tabakası kapladı ve Ayça, küçük bir havluya sarılmış bedeniyle kapıda belirdi. Islak, turuncu saçları omzuna doğru dökülmüştü; beyaz teni daha açık renk görünüyordu.
“Maria, dün akşam yöneticiyle takıştık, her sabah olmaz böyle…” Ayça bunu sırıtarak söylemişti. “Anlıyorum, müthiş fiziğini buna borçlusun ama…”
“Sen neye borçlusun? Akşam yediğin iki büyük Big King menüye mi?” Babaannem, Ayça’ya kınayıcı gözlerle bakıyordu.
“O suça benimle ortak oldun, double köfte Texas Smokehouse’u ben mi yedim?”
Babaannem, “Ben yedikten sonra yürüyüşe çıktım, sen bilgisayarı kucağına alıp Netflix’teki saçma sapan dizileri izledin.”
“Birbirinizi suçlamanız bittiyse bir daha bu kadar gürültülü müzik dinlememeniz gerektiğini, benden habersiz Burger’dan yemek yememeniz gerektiğini, eğer yerseniz de hakkımı size tam anlamıyla haram edeceğimi bilmenizi istiyorum.” Çantamı düzelterek kapıya doğru baktım. “Eymen nerede?”
“Sabah ezanı okunurken çıkıp gitti o,” dedi Ayça bedeninden damlayan su damlalarıyla öylece salonun ortasında dikilmeye devam ederken. “Sabah on gibi gelirim mi ne demişti.”
“O saatte ne diye çıkıp gidiyor ki?”
“Ay sana ne?” Ayça bunu cinlenmiş gibi öfkelenerek söylemişti. “Koskoca çocuk, belki flörtü var, belki bir arkadaşı çağırdı. Sen sabahlara kadar komandonla kalıyorsun da oncağız kalmasın mı birileriyle?”
“Senin derdin benim yine…”
“Evet,” diye homurdandı. “Eve gelmedin, o Direk Bey’leymişsin biliyorum.” Elini kaldırıp, gözlerini dramatik bir şekilde yumdu. “Sus, yalan falan söyleme. Çünkü inanmam.”
“Çıkıyorum,” diye söylendim.
“He komandonla bulduğunuz eve bakmaya değil mi?” Ayça dişlerini öne doğru uzatıp komik bir ifadeyle baktı. “Bir de evlen istiyorsan…”
“Ay babaanne söyledin mi bile ya?”
“Söylemesin miydi? Nerelere gideyim ya, eşek osurdukça yalanlar söyler oldu bu bize… Saklar oldu bizden…” Babaanneme baktı. “Bak diyorum sana, yarın kucağımıza torunu da koyar bu.”
Babaannem, “Aman aman aman,” dedi şaşkınlıkla. “Olur mu olur…”
“Yapar bu.”
“Bence de.”
“Çok sağ olun ya.”
Evden çıkacağım esnada Eymen dönmüştü. Çikolata kahvesi saçlarını karıştırarak mutfak tezgâhına doğru yürüdü. Kafası karışık gibi bir ifadesi vardı, ilk dikkatimi çeken kaşının üzerindeki yarık olmuştu. Babaannemi paniğe sürüklememek için yavaşça Eymen’e yaklaşıp, onu dirseğinin alt kısmından tutup çekerek dış kapıya sürükledim. Tüm bunlar olurken babaannemin gözleri bizde değil, tabletinden izlediği dizideydi. Eymen her zaman uçarı kaçarı, serseri bir çocuk olmuştu ama hiçbir zaman büyük sorunlar çıkarmazdı. Bu yüzden içim rahat olsa da kaşının üzerindeki kanlı çizik beni anlık panikletmişti.
“Şu kaşına ne oldu senin?” diye sordum, gözlerime uzun uzun baktı. Babaannem bu kanlı çiziği gördüğü an eminim ki Eymen çok iyi bir yalan uydururdu ama bana yalan söylemesi, sırtında günahlarla cennete girebilmesi kadar zordu.
“Küçük bir tartışma yaşadım,” dedi açıkça. Eymen bir seksen beş, bilemedin seksen altı boylarında, kalıplı bir çocuktu. Aramızda çok bir yaş farkı olmamasına rağmen sanki ben onun ablası değildim de o benim abimdi, görüntümüz insanlara bunu düşündürüyordu. Kardeşimin babamdan miras aldığı içi iri mavi gözlerine uzun uzun baktım, parmaklarım hâlâ dirseğine sarılı bir hâldeydi.
“Biri sana vurdu mu?”
“Bir önemi yok, küçük bir tartışmaydı ve bitti,” dedi, sesi ilk kez bu kadar sınırlı geliyordu; sanki aşmamam gereken bir bariyeri aşmamdan korkuyordu. Çitleri geçip topraklarına girecek olursam saldırganlaşacağını fark edip yüzünü izledim. “Babaanneme bir yalan uydururum,” diye mırıldandı sanki kafamın içindekileri görüyormuş gibi. Başımı salladım ama içimde hâlâ bir şeylerin yolunda olmayabileceği ihtimali bir diken gibi dolaşarak damarlarımı çiziyordu. “Kaykay yaparken düştüm derim.”
“Sabahın köründe evden kaykay yapmak için çıktığına inanacağını mı düşünüyorsun?”
“O Maria, buna inanır, onun kalbi bir çocuğunkinden daha saf ve temiz.” Gözlerimin içine baktı. “O bizim gibi değil abla.”
O bizim gibi değil…
Birden ateşe dokunmuşum da parmak uçlarım tutuşmuş gibi elimi hızla kardeşimin vücudundan çektim. “Çıkmam gerek,” dedim panikle.
Nereye gideceğimi sormadı. Artık büyümüştük ve kendimize özel sırlar edinmiştik; sırlarımı kurcalamıyordu ve aynı şeyi benden de bekliyordu. Sırlarını karıştırmamamı. Ama o benim kardeşimdi, küçük ama benden oldukça uzun olan, kollarımın altında saklandığı zamanları unutmadığım yegâne ve eşsiz kardeşimdi.
“Yolda Gaye abla ve Hüsrev abiyi gördüm,” dedi konuyu dağıtmak istiyormuş gibi. “Beni görüp selam verdiler ama aceleleri vardı. Sanırım Gaye abla derse yetişmeye çalışıyordu. Senin de yetişmen gereken bir dersin yok mu?”
Vardı ama dersim akşamdı, üstelik dersine gireceğim kişi de Cenan Kaplaner’di.
Sıkıntılı bir ifadeyle, “Akşam,” dedim sadece ve Eymen’e bakmadan evden çıktım.
Eymen arkamdan bakakaldıysa da görmemiştim. Binadan çıktığım an, karşı kaldırımın kenarına park edilmiş büyük cipi görmüş ve onun bu civarda olduğunu anlamıştım. Cipin içi boştu, bakışlarım hızla etrafı taradı, onu göremeyince yüksek binaların olduğu yöne doğru yürümeye başladım. Binaların hemen karşısındaki Yıldırım Büfe’nin önüne vardığımda, sağıma ve soluma bakıp hızlı adımlarla karşıya geçtim. Orada, sitenin girişinde durmuş telefonla konuşuyordu; duvarın biraz arkasında olduğu için onu evin önündeyken görmem imkânsızdı ama yaklaştığım an onu tanımıştım.
Dizine kadar uzanan kahverengi bir palto giymişti, paltonun önü açıktı ve beyaz yuvarlak yaka tişörtü ile buz mavisi kotuyla oldukça genç bir görüntü çiziyordu. Beyaz tişörtünün yakasından dışarı sarkan gümüş rengindeki asker künyesi dikkatimi çekmişti. Telefonla konuştuğu için beni fark etmemişti, profilini bana doğru dönünce dağınık duran bronz renk, içinde daha açık parıltılar da barındıran saçlarına baktım. Birkaç büyük adımın sonunda teninden yayılan pahalı erkek parfümü kokusuna karışmış buzun kokusunu soludum. Nefesim ciğerlerime kokusuyla birlikte yerleştiği an, bakışları omzunun üzerinden beni yakaladı ve zaman yine orada, göz göze olduğumuz o yerde durup akrebin iğnesini kendi kalbine sapladı.
Telefonun diğer ucundaki kişiye, “Kapat, Yargı,” dedi. “Ben seni sonra ararım.”
Devran ile konuştuğunu bilmemi istiyor gibi Devran’a mahlasıyla seslenmiş, bunu yaparken gözlerini gözlerimden tek bir an olsun ayırmamıştı. Kırpmak için bile…
“Günaydın,” dedim çantamı omzumdan yukarı iterken, bakışlarımı yüksek binaya anlık dokundurup tekrar ona çevirdim. Ben onun aksine daha az ilgi çekiciydim. Oduncu gömleklerini hatırlatan deseniyle oldukça bol bir ceket giymiştim, altımda basit siyah bir tayt, ceketimin içindeyse gri düz bir sweatshirt vardı. Ayağımdaki kalın taban ama bir o kadar düz botlar, boynuma astığım kısaltılmış kargocu tip çantamla normal bir öğrenciye benziyordum. O ise herkesin giyebileceği parçalarla bile oldukça ilgi çekici duruyordu.
“Günaydın, tıpkı bir un çuvalı gibi görünüyorsun,” dedi bıyık altından gülerek. “Kat kat giyinmişsin, bu kadar çok mu üşüyorsun?”
“Muğla’nın göbeğinden kalkıp gelince burada donmam normal,” dedim sadece.
“İki senedir buradasın sanırım, alışmış olman gerekirdi.”
“Kalan yirmi bir seneyi Muğla’da geçirdim ama,” dediğimde kaşlarını kaldırıp indirerek sırıttı.
“Anahtarları aldın mı?”
“Evet.”
Şimdi sitenin içinde ilerliyorduk. Yüksek binalar bloklara ayrılmıştı. Kızıl kahve tonlardaki yüksek, lüks binalara kafamı kaldırarak bakarken Gurur sadece ileriyi izliyordu. Park alanından çıkarak aşağı doğru yol aldık, sağa saptık ve sonra binalardan birinin cam kapısıyla karşılaştık. Cam kapının otomatik olduğu belliydi, hemen kapının önündeki kulübesinin içinde çayını yudumlayan bir güvenlik görevlisi vardı. Aynı şekilde bir güvenlik görevlisinin daha site girişinde, kapının hemen yanında da olduğunu hatırlayınca kaşlarımı kaldırıp indirdim. Kulübeleri bile yapı olarak aynıydı, hatta güvenlik görevlilerin tipleri bile benziyordu. Tıraşlı, fit ama suratsızdılar.
Güvenlik görevlisine gülümseyen Gurur’a kafasına taş düşüp düşmediğini sorgular gibi baktım. Genelde suratında pek sevimli bir ifadeye -eğer yalnız değilsek- rastlamıyordum. Güvenlik görevlisi başta ikilemde kalsa da Gurur anahtarları elinde çevirince sessizce çayını yudumlamaya devam etti.
“İyi sabahlar,” dedim adama duyabileceği bir tonda.
“İyi sabahlar, hanımefendi.”
“Bayan demedi,” diye fısıldadığımda çoktan binadan içeri girmiştik ve Gurur da gülmeye başlamıştı. “Adnan olsa öncelikle bir günaydın şiiri yazar, sonra da bana Bayan Yenge Zeliha derdi.”
“Arkadaşlarımı mı özlemeye başladın? Tıpkı bir yenge gibi…”
“Bayan Yenge Zeliha,” dedim sesimi kalınlaştırarak, bu Gurur’u başta afallatsa da daha sonra daha şiddetli gülmesine neden oldu. Şimdi ben de gülüyordum. “Çok resmî biri, çok garip.”
“O bir centilmen,” dedi Gurur, beni asansörlere doğru yönlendirirken eliyle hafifçe yaptığı reverans birden kendimi birkaç yüz yıl öncesindeymişim gibi hissetmeme neden olmuştu. Hoşuma gitse de çaktırmamaya çalıştım. Oldukça aydınlık ve cam gibi parlak girişi arkamızda bırakarak asansöre bindik ve Gurur yedinci katın düğmesine bastı.
“Yedinci kat demek,” diye fısıldadım.
Tam yanımda dururken bana bakmıyordu. “Evet.”
“Cehennemin mi?”
Güldü. “Haviye’yi görmek istemezsin.”
“Sen gördün mü?”
“Daha farklı bir katta bulunmayı düşünmüyorum, karizmamı çizer,” dediğinde dudaklarımı büzüp gülümsedim. “Bu arada, tam karşı kapı komşumuz kim, biliyor musun?”
Asansör durdu.
“Kim?”
“Tahmin etmesi güç olmamalı.”
Artık şaşırmıyordum. “Cenan Kaplaner,” dedim derin bir nefesin hemen arkasından. Asansörün parlak kapıları iki yana kayarak açıldılar.
“Vay canına, etkileyici ve pratik bir zekâ,” diye alay etti. Asansörden çıktık. Gurur’un bizim için tuttuğu evin kapısına gelene dek konuşmadan yürümüştük ama içimde yine o garip adrenalin hissi patlamaya başlamıştı. Gurur, anahtarı kapının deliğine sokup kilidi çevirerek açana, kapıyı aralayıp bizi birbirimizi tüketeceğimiz yuvanın içine alana kadar konuşmamaya devam ettik.
Evin kalbine doğru ilerleyeceğimiz sırada, sanki o kalbin damarlarında bir temassızlık varmış ve birbirlerine bağlanmalılarmış gibi eli elime kaydığında, geri çekilmedim. Parmaklarımız birbirine ikiye ayrılarak kırılmış bir kemik gibi kaynadı. El ele evin kalbine kadar ilerledik. İçerisi boştu, kızıl kahve ahşap ve temiz sütlü badem rengindeki duvarların ağırlıklı olduğu bu ev gerçekten genişti. Sağ tarafıma baktığım an kıvrılarak yukarı uzanan ahşap merdivenleri gördüm, dubleks evin içine uzanan yerde oldukça geniş bir salon bizi bekliyordu, salonun bir duvarını boydan boya kaplayan bir tül yardımıyla örtülmüş cama baktım.
“Hazır mısın?” diye sordu, omzunun üzerinden bana çevirdiği bakışları profilimi ateşe vermeye başladığında.
Yavaşça ona bakıp başımı salladım. “Şimdi hazırım.”
Gülümsedi, gülümsedim.
Bir süre sadece ev hakkında konuşmuştuk. İçeride eşya yoktu, yani bu demek oluyordu ki bu evi bir eve çevirebilmemiz için eşyalara ihtiyacımız olacaktı. Fark ettiğim ilk ayrıntı evin ışıklarının yanmamasıydı. Gurur da bunu fark etmiş ama yadırgamamıştı, eve taşınmadan hemen öncesinde elektrik probleminin çözüleceğini söylemişti. Banyoya doğru gittiğini fark ettim ama gidip banyoyu inceleme fırsatım olmadı. Holde dikilmiş, onun uzaktan duyulan yankılı sesini dinliyor, anlattıklarına kulak veriyordum.
Sonunda kafasını koridora doğru uzatarak, “Baksana,” dedi hin gözleri muziplikle parıldarken. “Neden karşı komşumuza gidip elektriklerde bir sorun olup olmadığını sormuyorsun?”
“Sen bir şeytansın.”
“Evet,” dedi. “Ne sanıyordun ki? Bir meleğim neticede.”
“Öylece kapısına gidersem anlar, Gurur,” dedim dehşet içinde.
“Onu takip ettiğini, hangi evde oturduğunu bilecek değil,” diye ısrar etti. “Hadi yap şunu, sonra da gelip bana o sarışının yüzünün aldığı ifadeyi anlat. Eğlenceli olacak.”
Başta gönülsüz olsam da aslında Gurur haklıydı. Av, avcıya kafa tutmazsa avcı onu kolay lokma sanırdı. Ve ben şu an Cenan’ın avıydım, ona kendimi yeterince göstermez, dişlerimin arasında gerekirse kan da olabileceğini anlatmazsam beni kolay lokma olarak görmeye devam edecekti. Av, avcıyı biraz kışkırtmalıydı ki, avcının zayıf noktalarını görebilsindi.
“Tamam,” diye kabullendiğimde Gurur bana bir zafer kazanmış gibi sırıtarak baktı.
“Onu görünce şaşkınlıktan ölmüş gibi davran,” dedi Gurur ama onu dinlemeden çıkışa yönelip kapıyı açtım ve kendimi olduğumuz katın loş koridoruna attım. Cenan’ın kapısı tam karşımda duruyor olmasına rağmen çekingenlik kanımda yüzen bir bakteriye dönüşmüştü.
Sonunda kapının önünde durup yavaşça zile bastım ve sonra o karanlık bekleyiş başladı. Bir gün kalbimin kendi sonunu getireceğini biliyordum, hep bilmiştim. Göğsümde uğuldayarak çarptığı gecelerde bile huzurla uzandığım o yatak, bazen benim mezarım olurdu. Bekleyiş büyüdükçe büyüdü, genişledi, etrafa karanlık dallar gibi dağılarak bedenimi sarıp içine aldı. Tam umudumu kaybetmiş kapının önünden uzaklaşıyordum ki birden kapı aralandı ve beklentiyle kasılan kalbim son sürat çarpmaya başladı. Omzumun üzerinden kapıya doğru baktım, birini göremeyince tamamen kapıya doğru döndüm, o an çivit mavisi iri gözlerinde genişlemiş bir masumiyetle bana bakan siyah saçlı kız çocuğunu gördüm. Teni beyaz, gözleri mavi ve iriydi, kalın dudakları yüzüne yerleştirilmiş gözlerinden sonraki en güzel ayrıntıydı. Burnu küçük bir fındığa benziyordu, ucu kalkık ve gerçekten mini minnacıktı.
Sekiz, bilemedin dokuz yaşlarında olmalıydı ama daha büyük değildi, hatta daha küçük bile olabilirdi ama daha büyük olmadığı kesindi. Gurur’un yanılmış olduğu gerçeğiyle yüzleşirken küçük kızın güzel yüzünden uzun süre ayıramadığım gözlerimdeki şaşkınlık, küçük kızı da şaşırtmıştı.
“Sanırım yanlış oldu,” diyebildim boğulmuş gibi kısık çıkan bir sesle.
“Anne!” diye seslendi küçük kız ince bir sesle içeriye doğru. Bu sırada bana dik dik bakıyordu.
Tam arkamı dönüp gideceğim sırada o tanıdık sesi duydum ve bedenim kaskatı kesildi.
“Dide, annecim sana kaç kez kapıyı benden habersiz açma dedim!”
Gözlerim tekrar kapıya çevrildi, Dide’nin hemen arkasında beliren o sarışın kadını, yani Dide’nin annesini tanıyordum.
Bu kadın, Cenan Kaplaner’in ta kendisiydi.