Büyüdüğümü, bazı acıları babama anlatamayacak kadar çaresiz hissettiğimde ve yine o acıları babama anlatsam bile bir çare bulunamayacağını anladığımda fark etmiştim. Bazen, yani kendimi artık hiçbir şeyin düzelmeyeceğine inandırıp, ruhumu önüme katarak ona türlü işkenceler uyguladığım zamanlardan bahsediyordum, bu gibi zamanlarda ölmek benim için bir kurtuluş gibiydi. Zihnim intihar düşüncesini içine hiçbir zaman kabul etmemiş olsa da, ruhumun çoğu kez arzuladığı yakıcı bir ölümdü. İliklerime dek hissedeceğim bir ölümü arzuluyordu.
Bazen ruhumun ve zihnimin birbirine nasıl bu denli düşman olduklarını anlamlandıramıyordum. Sanki zihnim başka bir kadına, ruhum ise büsbütün bir başkasına aitti. Kendimi kanatıyordum, sonra o kanı temizleyip yaralarımı tek başıma iyileştiriyordum. Büyümeye başladığım andan itibaren yalnız kalmıştım. Çocukken dizlerine koşup saçlarımı okşamasını istediğim, fiziksel acı ne kadar şiddetli olursa olsun onun yanındayken her şeyi unuttuğum babam, artık büyüdüğümde uğradığım bir liman olmaktan çıkmıştı. Birbirimizi koşulsuz seviyor da olsak artık onun küçük kızı değildim ve o da bunun bilincindeydi. Yine üzerime titremeye, bana gözünün bebeğiymişim gibi davranmaya devam ederdi. Onun gözünde kaç yaşına gelirsem geleyim, dudaklarını büke büke ağlarken dizine yanağını bastıran o küçük kız çocuğu olarak kalacaktım. Bunu bilmek bana kendimi güvende hissettiriyordu.
Şimdi Efken vardı.
Ruhumu bir sarmaşık gibi sarmış, etrafımı çitlerle örerek beni mayınlarla dolu arazisinde kendisine mecbur etmişti. Buna rağmen ona güveniyor, içimde ölen umutları onun parmak uçlarına belki diriltebilir düşüncesiyle bırakıyordum; o ise o umutların cesetlerini parçalıyor, yakıyor, küllerini bir kavanoza dolduruyordu ve umutlarımın küllerini bile esir ediyordu.
İnsanlar şampanyalarını içiyor, dans ediyor, gecenin tadına varıyordu. Ben ise bir kenara çekilmiş insanları izliyordum. Aslında kenarda olduğum söylenemezdi, karanlığın mesken tuttuğu locaların olduğu üst kata tırmanmıştım. Kimsenin beni göremeyeceği bir yerde, ellerim korkulukta aşağıdaki kalabalığı izliyordum. Muhteşem balo kıyafetlerinin içinde salınan genç kızları izlemek bile keyif vericiydi ama içimde ezici bir his dolanıyordu ve bu hissi bastıramıyordum. Bir zamanlar zihnime hiç sızmayan o intihar düşüncesini önüme alıp, bir bulmaca gibi onu çözmeye çalışırken zihnimi değil, ruhumu kullanmıştım ve şimdi o düşünce, dans eden bedenlerin arasında siyah peleriniyle ilerliyor, beni arıyordu. Ne kadar kabul etmek istemesem de manevi yönden büyük bir çöküntü içerisinde olduğumu anlamıştım artık.
“Eğleniyor musun?” Soru, geçmişten kopup gelmiş gibi önüme düştüğünde, eski bir hatıraya rastlamanın şaşkınlığıyla omzumun üzerinden sesin sahibine doğru baktım. Bu sesi tanıyordum, zihnimin perdeleri tutuştu ve boş bir tiyatro salonu kelimeleri sergilemek için önüme serildi. Üst kat öylesine karanlıktı ki, onun beyaz maskenin arkasındaki bataklık yeşili gözlerini gördüğümde şaşırmıştım. Yüzü karanlık bir gölge gibiydi ama gözleri o gölgenin içinde parıldayan bir ışık pıhtısıydı.
O gece, mekânın dar koridorunda karşılaştığım, yüzünü görmediğim adamdı bu. Yeşil gözlerin sahibi doğrudan bana bakıyordu, beyaz saten eldivenlerin içindeki ellerini korkuluklara yaslamıştı ve üzerinde gösterişli bir smokin vardı. Benden bir kafa boyu uzunluğundaydı, muhtemelen bir doksan boylarındaydı çünkü ayağımdaki topukluyla bile bu fark gözle görülürdü.
“Deniyorum,” dedim. Crystal’i düşündüm. O kişiyi bulduğunu söylemişti, o kişinin uzağa gitmesini engelleyerek beni güvende tutacaktı. Bu adam o olabilir miydi? Dilimin altında biriken sorular canımı sıkmıştı. Adamın teninden bergamota benzer bir koku geliyordu, muhtemelen parfümünün kokusuydu bu. Rahatsız edici olmamakla birlikte, Efken’in kokusunun yanında epey zayıftı.
“O zaman pek de eğlenceli olmasa gerek.”
“Sanırım.”
“Masken göz alıcı,” dedi, tok sesine yayılan bir duygu vardı ama onu yakalayamadım. Emin olduğum sesinde alay olmadığıydı. Keskin gözlerini benden çekerek kalabalığa indirdi. “Bu balo pek de Efken Karaduman’a uygun değil. Sebebi ne acaba?”
Sesinde merak yoktu. Zaten cevabı biliyormuş gibiydi. Hatta bu soru bile cevabın ta kendisi olabilirdi. Omzunun üzerinden yeniden bana bakınca ne diyeceğimi bilemediğimden sadece omuz silktim. Bu onu gülümsetti, gülümsediğinde loşluğa rağmen uzun ve oldukça beyaz dişlerini görmüştüm. Köpek dişleri oldukça sivriydi. Birkaç saniyemi yüzünün sınırlarında dolaştırdım, ardından tekrar kalabalığa baktım. Bu konuşma burada bitse iyi olacaktı.
“Pek konuşkan biri değilsin sanırım.”
“Evet,” dedim. “Değilim.”
“Seni rahatsız ediyorum öyleyse.”
“Biraz,” dedim dürüstçe.
Dürüstlüğüm onu şaşırttı. “Öyle mi? Üzgünüm,” dedi ama sesi pek de üzgün gibi değildi. Hatta bu durum umurunda bile değildi bence. “Efken’in arkadaşı mısın?”
“Neden soruyorsun?”
“Öylesine,” dedi.
“Konuşmaktan hoşlanmadığımı anladığını sanıyordum,” dediğimde alayla güldü, gülüşünün sesi zihnime bir esinti gibi sızdı ama bu esinti, kış gününde soğuktan donuyorken pek de rastlamak istemeyeceğim türden buzdan bir esintiydi. İçimi dondurmuştu.
“Kızıl saçlının bir akrabası olamazsın, öyle olsa ucube kuzeni sana asılmazdı,” deyince donup kaldım. Bunu nereden biliyordu? Beni mi izlemişti? O gece beni görmüş müydü? Benim aksime… Beni tanıyordu sanki. Üstelik Samuel gibi bir adama nasıl oluyordu da ucube diyebiliyordu? Öfkeyi içimin derinliklerinde hissetsem de ona yansıtmadım. “Ceyhun denen ruhsuzun da akrabası olamazsın, öyle olsan seni Efken gibi bir kadın emicinin kucağına öylece bırakmazdı.” Hoşuma gitmeyen cümlesi yüzünden ona doğru sertçe döndüğümde, o da omzunun üzerinden beni süzmeye devam etti. Öfkelendiğimi görmek onu keyiflendirmişe benziyordu. “Küçük Karaduman’ın arkadaşı olmak için de biraz büyük duruyorsun. Liseli değilsin, değil mi?”
“Tüm bunlardan sana ne?” diye tısladım, evet tısladım ve yeşil gözlerin sahibinin içindeki beğeni dolu parıltılar daha da çoğaldı.
“Neden öfkeleniyorsun?”
“Çünkü çok soru soruyorsun. Merak ettiğin bir şey varsa git ve ona sor,” diyerek parmağımla kolonlardan birine yaslanmış viskisini yudumlayan Efken’i işaret ettim. Başını yavaşça kaldırmış boşluğa bakıyordu, maskenin ardındaki gözleri cansızdı, sanki şu an burada bile değildi.
“Ne yazık… Senin gibi güzel bir kadın kimliğini onun parmaklarının arasına mı bıraktı yoksa? Sana soruyorum, o senin sahibinmiş gibi cevap vermen beni biraz hayal kırıklığına uğrattı.”
“Efken benim sahibim falan değil,” diye bastırdım cümlelerini.
Bana doğru bir adım atınca, bir adım geri çekildim.
“Peki ya neyin öyleyse?” Sorusu damarlarımdan hızla geçti, kanım gibi kalbime ulaştı ve kalbim o soruyu pompaladı. “Öylesine birisi için fazla göz önündesin. Öylesine biri için yapılacak şeyler değil bunlar.” Bana doğru bir adım atınca neredeyse geri adım atacaktım çünkü yüreğim ağzıma taşınmıştı ama yine de tam karşısında durarak kendimi savunmaya karar verdim. “Sen Efken için önemli biri misin?”
“Seni ilgilendirmez.”
“Hayır,” dedi. “İlgilendirir.”
“Nedenmiş o? Âşık mısın Efken’e?”
Adam homurdandı, ardından güler gibi bir ses çıkardı. “Belki de seni yanında tutmasının sebebi komik olmandır,” dedi. Bana doğru bir adım daha attığında kalbim yerinden korkuyla hopladı ama geri çekilmedim. Uzun, koyu renk saçlarım göğüslerimden aşağı sarkıyordu, fönlü saçlarımı yavaşça geriye doğru atınca ona yumruk atacak gibi oldum ve geri çekilip sırıttı.
“Ya da belki de sadece şu saf güzelliğin içindir.”
“Yumruğu tam midenin üzerine indirdiğimde de aynısını söyleyecek misin? O yumruktan sonra en az yedi gün yemek yiyemezsin,” diye hırladığımda kahkahayı basarak bir adım geri çekildi.
“Çok hoşsun,” dedi ama bunu daha çok komiksin dermiş gibi algıladım. Sinirlerimi tepeme toplamıştı. “Hep sonunda Crystal’e âşık olacağını düşünürdüm,” deyince birden mideme yumruk yiyen benmişim gibi hissettim. Beni benim taktiğimle yere sermişti sanki. “Crystal’i bile görmezden gelebilen bir adam, nasıl oluyor da senin kadar masum bir kadını seçebiliyor?” Efken’in beni seçtiğini mi düşünüyordu? Yutkundum ve bu adamı gülümsetti. “Ne yazık… Yoksa çoktan onu seçen kişi sen misin?”
“Benimle alay etmeyi kes,” dedim. “Seni yanımda görecek olursa öldürür.”
“Bir katil olduğunu biliyorsun yani,” dedi adam soğukkanlılıkla.
Kalbim göğsümün içinden bir yıldız gibi kayarak ruhuma saplandığında, şimdi ruhuma saplanan kalbimin keskin parçaları ruhumu kanatıyordu. Şimdi geçen onca zaman sonra yeniden yalnızdım. Düşüncelerimle… Bir gece o kadar yalnızdım ki, makyaj aynamın önüne oturup kendimi izleyerek sabahlamıştım ve o gecenin sabahında artık başka bir kadındım. Şimdi o geceyi yeniden yaşıyormuşum gibi sendelemişti kalbim. Ne diyeceğimi bilememenin getirdiği bir sessizlikle öylece adama bakakaldım.
“Zaten biliyorsundur diye düşünmüştüm,” dedi yavaşça gülümseyerek ama bu gülümseme dostça değildi, en zehirli alaylarla bezeliydi ve kalbimi ezip geçmişti. Neden şaşırıyordum ki? Başta da Efken’in nasıl biri olduğunu az çok bilmiyor muydum? Çevresindeki insanlar bile onun kuklasıydı, o ise tüm ipleri parmaklarına dolayarak hareketlerimizi belirleyen bir kukla sanatçısıydı. Yine de bir süre sustum. Sonuçta biliyordum, bir gün benim için de bir cinayet işleyecekti. Üstelik öldürdüğü kişi de suçsuz biri olacaktı; bir masum…
“Madem Efken’in düşmanısın, neden buradasın?”
Sorum üzerine bir süre sustu. “Düşmanı olduğumu söylemedim.”
“Öyle mi? Kim dostunun bir katil olduğunu söyler?”
“Bunu sana ruhsuz arkadaşı Ceyhun da söyleyecektir, kızıl olan da, hatta kız kardeşi olan Küçük Karaduman da. Ben zaten bilinen bir şeyi söylüyorum.”
Boğazımdan usulca kayan yutkunuş içime battığında bir müddet sustum. Sonunda, “Sen kimsin?” diye sordum, kalp atışlarım oldukça yavaştı. Artık konuşmak istemiyordum ama bir şekilde ayakta kalabilmem için konuyu farklı bir yöne çekmem gerekiyordu. Şimdi kaçıp gidecek olursam kazanan karşımdaki adam olacaktı.
“Beni merak etmeye mi karar verdin?”
“Hayır,” dediğimde sırıttı.
“Bana öyle gelmedi Mahinev.”
“İsmimi de biliyorsun.”
“Birçok şeyi biliyorum ama ne ifade ettiğini bilmiyorum, bu da seni merak etmeme neden oluyor ve ben merakta kalmayı hiç sevmem.” Alaycı gülümsemesi yüzünden hızla silindi, yüzünü buzdan bir duvar sardı ve bana düşmanca bir bakış attı. “Büyüleyici görünüyorsun ama bu yeterli değil. Seni bu kadar çok yakınında tutmasının başka bir nedeni olmalı.”
“Efken’in bir açığını arıyorsan, bulamazsın,” dedim dürüstçe. Çünkü bana kalırsa onun bir açığı yoktu. Açığı benim gibi bir kadın olamazdı. Ne kadar birbirimize sokulup çarpışarak ateşleri harlasak da o ve ben farklıydık; onun kalbinde buzdan duvarlar vardı, benimse kalbim bir süredir cehennem yeriydi. Tam tersi de olabilirdi ama bir şekilde uyuşmuyorduk işte. Yine de kısa bir an için bu yabancının düşüncelerinin gerçek olmasını dilemediğimi söyleyemezdim. Çok kısa bir an için… Küçücük bir an.
Efken’in cümlelerini değil de kalbinin atışlarının sesini duymak isterdim.
“Kendine yazık etmeni istemezdim,” dedi adam. “Umarım seni kullanıp bir kenara atmaz.” Bu cümleyi kurduğu anda kalbimden vurulmuşum gibi acıyla sarsıldım ama her nedense sanki adam da bu söylediğine kendini inandıramamıştı. Yine de bana en acımasız yeşil gözlerle baktı. “İnsanı uykusuz bırakacak kadar güzel olman yeterli değil. Daha fazlası olmalı.”
“Ne?”
“Boş ver,” dedi. “Birazdan çok eğleneceğiz.”
“Ne demek istiyorsun?” diye üsteledim.
“Boş ver ve şimdilik sakin ilerleyen bu balonun tadını çıkar güzelim.”
Birden, hiç beklemediğim bir anda elimi beyaz saten eldivenin sardığı elinin içine aldı ve bana geri çekilmem için zaman bile tanımadan parmaklarımı dudaklarına götürdü. Parmak boğumlarıma küçücük bir öpücük kondurduğu esnada maskenin altındaki gözler beni izliyordu.
“Tekrar görüşene dek, şimdilik hoşça kal.”
Bu son sözleriydi. Hızla geri çekilip karanlığa doğru yürüdü ve çok geçmeden gözden kayboldu. Sözcüklerinin anlamını çözmek istercesine öylece arkasından bakarken kendimi allak bullak hissediyordum. Bir yere oturmak, uzunca susmak, belki de sonu olmayan bir uykuya dalmak istiyordum. Merdivenleri inmeye başladığımda zihnim çok yoğun bir konuyla kanlı bıçaklıydı. Efken’in ışıklar bana çarptığı anda beni kavrayan gözlerini hissedince ürperdim. Onun bakışlarıyla anında çözülen ruhum ona bakmam için bana yalvarmaya başlamıştı.
Efken elinde tuttuğu kristal viski kadehini kaldırıp bana doğru uzattı ve sonra birkaç saniye o şekilde bekledikten sonra kadehi indirip dudaklarıyla buluşturdu. Bu hareketi olduğum yerde donakalmama neden olurken, sanki geçmişi içinde taşıyan karanlık odanın kapısı açılmış, bir anı karanlık bir su misali zihnimdeki düşüncelerin yığıldığı salona doğru akmaya başlamıştı. Hafızam titreyen yapraklar gibiydi, rüzgâr hafızama çarpıyor ve anılarımdan parçalar titrerlerken zihnim onları görebilmek için başını karanlık pencereden dışarıya uzatıyordu.
Sanki yıllar önce, belki bu dünya bir toz bulutuyken bir yerde, belki Ay ya da Venüs’te bir yerde, bu ânı yaşamıştık; o ile benken… Garip bir his içimi kapladı. Efken’in alabildiğine mavi bakışları bendeydi. Basamakları düşmemek için tırabzana tutunarak inmeye başladım; beni izlemesi kötüydü çünkü birden dengemi kaybedip düşebilirdim. Bu balo, birkaç kemiğime bedel olsun istemiyordum ama bu bakış, onlarca kemiğime bedel olabilirdi.
Kan tüm damarlarda kırmızıydı, ay her gece gökyüzündeki nöbetine başlar, hastalık her insanın içinden bir şekilde aynı hasarları vererek geçip giderdi; bulutlar koyulaşıp yere yakın konuma gelirse yağmur kaçınılmaz olurdu, kızıla dönen bulutlar karın habercisiydi ve bir yerlerde umut hâlâ bir çocuğun kalbinde çarpıyordu.
Biri basamağın sonunda bana elini uzatınca, bakışlarım usulca maviliklerden ayrılarak maskenin ardından beni izleyen gözlerle buluştu. Samuel’in benim için uzattığı eline bakarken boğazımda bir yumru oluşmuştu. Tedirginlik içimi kasıp kavururken ve az önceki yabancının ne söylemeye çalıştığını kafamda tartarken çok vaktim yoktu. Samuel’i gocundurmamak için elimi ona uzattım ve avucunun içinde şekil alan parmaklarımın beyazlığıyla sarsıldım. Bir ölü kadar beyazdım. Sanki karların altında bir ölüm uykusuna dalmıştım.
Samuel, “Güzel Medusa,” dedi maskeme göndermede bulundurarak. “Beni taşa çevirmeden önce, bu dansı bana lütfeder misin?”
Bir an ne diyeceğimi bilemedim ama Efken’le inatlaşmak niyetinde olmadığımdan gülümsemek yerine, “Tabii ki,” diye fısıldadım ama sanki bu Samuel’e verdiğim son cevaptı çünkü ters yönden esen bir rüzgâr Efken’in kokusunu ciğerlerime taşıdı. Birkaç saniye sonunda Samuel yüzünün yan tarafından yediği yumrukla yana doğru devrilip kırmızı saten kumaşla sarılı beyaz kolona çarpmıştı. Efken’in hiddetle ona atıldığını görünce donup kaldım. Çığlığım bile boğazımın derinliklerinde kilitli kalmıştı.
Panik dolu çığlıklar bana değil, yabancı bedenlere aitti. Genç kadınlar farklı yönlere dağılarak gözlerini bize dikmişlerdi. Efken, Samuel’i yakasından kavrayarak kolondan çekti, sonra kolona tekrar sertçe yaslayıp, “Ona dokunma cüretinde bulunabilecek kadar mı yedin olmayan beynini?” diye sordu tükürür gibi. Dişlerine baktım, sanki dişlerinde avını parçalarken bulaşan kan lekeleri vardı. Kalbim gümbür gümbür çarpıyor, Sezgi elbisesinin eteğini kaldırmış bize doğru koşuyordu.
“Sakinleş dostum,” dedi Samuel, yediği yumruğa rağmen gülümsüyor ve asla Efken’e karşılık vermiyordu. Sanki aralarında geçen normal bir şakalaşmaydı bu, Samuel’in tepkileri beni şaşkına çevirmişti. Hatta Efken’in ona saldırmasından çok daha şaşırtıcıydı.
“Ondan uzak duracaksın!” diye kükredi Efken bilinçsizce, boynunu saran damarlar ölüm sarmaşığı gibi olmalarına karşın içlerinde onun yaşamını gizliyorlardı. Gözlerimi ondan ayıramıyordum, ellerim saniyeler içerisinde buz kesmişti. “Ona elini bile sürecek olursan!..”
“Efken!” diye bağırdı Sezgi dehşet içinde, Efken’in koluna yapışıp onu geri çekmeye çalışıyordu. “Lütfen, ne yapıyorsun? O benim kuzenim! Tek akrabam! Ona böyle davranamazsın.”
“Nasıl davranacağımı sana sormadım!” diye kükredi Efken, Sezgi’ye değil doğrudan Samuel’in gözlerinin içine bakıyordu. O gözlerde ölüm kaynıyor, o gözlerden ecel taşıyordu. “Bir daha benim olana dokunmayacaksın!”
Siyah bir yılanın çatallı dilinin düşüncelerimi dolduran kelimelerin etrafında dolaştığını hissettim. Dudaklarım birkaç defa aralandı ama hiçbir şey söyleyemedim ve onları geri kapadım. Donup kalmıştım. Kelimelerim kendine ait bir cümle bulup, o cümleye katılarak dudaklarımdan dışarı dökülemiyordu bir türlü. Hissettiğim tek şey yoğun bir şaşkınlık duygusuydu; sonra boğazımda kuruluğu hissettim.
“Ben senin değilim ki,” diye fısıldadım sonunda. Sezgi onları ayırmaya çalışırken. Ve sesim birden güçlendi. “Ben senin değilim ki!”
Efken hırıltılı bir nefes vererek Samuel’e bir yumruk daha indirmek için hazırlanıyordu ki, Ceyhun onun kolunu yakalayarak, “Ne yapıyorsun?” diye hırladı. “Burada yapabileceğin bir şey değil bu. Bu kızın senin için olan önemini nasıl herkesin içinde belli edersin? Onu öldürsünler mi istiyorsun?”
Tüm bunları sessizce söylese de Efken gibi ben, Samuel ve Sezgi de her şeyi duymuştuk.
Efken kükremeye benzer bir ses çıkarıp, yumruğunu Samuel’in yüzüne değil, Samuel’in başının hemen yanındaki taş kolona patlatınca, beton bir anda üç farklı yerinden çatladı ve gözlerim irileşti. Efken nefes nefeseydi, gözlerini yummuştu çünkü muhtemelen tam da şu an gözleri yine ışıldıyordu ve bunu kimsenin görmemesi gerekiyordu.
Samuel, “Ceyhun haklı sanırım,” dediğinde Efken dişlerini gıcırdattı.
“Kapat lan çeneni göt.”
“Ayıp ediyorsun,” dedi Samuel, masumca gülümsüyordu.
“Seni öldürürüm.” Efken yavaşça Samuel’in kulağına doğru eğildi ve o an yan gözle bana baktı. “Bir daha seni onun etrafında görürsem Samuel, sana ölümü diletirim.”
“Yeter,” diye fısıldadım, fısıldamadım. “Kes artık şunu. Uzaklaş ondan!”
Efken birden tenine ateş değdirmişim gibi irkilerek Samuel’den uzaklaşınca, gözlerinin irileştiğini gördüm; bana beni parçalamak istiyormuş gibi bakakaldı.
Şimdi Samuel de bana bakıyordu.
Sezgi ise Samuel’in kolunu tutuyor, “İyi misin?” diye soruyordu, durmaksızın bunu soruyordu; çok korkmuştu çünkü Samuel onun tek akrabasıydı.
Efken aniden bana doğru yaklaştı ama artık kimse bize bakmıyordu. Ceyhun ile Sezgi, Samuel ile ilgileniyorlardı. Efken, “Yine aynısı oldu ama bu kez daha güçlüydü,” dediğinde onu anlayamadığım için kaşlarımı çattım. “Nasıl oluyor da bana emrettiğinde tenim dağlanıyor, ben istemesem bile senin durmamı istemen beni durduruyor?”
Bir adım geri çekilmek istedim ama yapamadım.
Bunun Mar soyuyla bir ilgisi olabilir miydi? Öyle olsaydı herkesin üzerinde işe yarardı, sadece Efken’in üzerinde etki ediyordu.
“Ben… bilmiyorum.”
“Biliyor ya da bilmiyorsun, bu umurumda değil ama kes şunu. Beni daha ne kadar fazla fethedeceksin sen?” Bu soruyu saf bir yakarışla dillendirmişti.
“Ben…”
“Sen ne?” diye bağırınca yerimden zıpladım. “Bana bunu neden yapıyorsun? Şu sikik şeyi bana yapmayı kes amına koyayım, yapma!”
“Bağırma,” diyebildim, sesim kısıktı.
“Bağırmamı istemiyorsan emret! O zaman bağırmam! Nasılsa emrederken bana her şeyi yaptırabilirsin, değil mi?”
Arkasına doğru baktım, Sezgi ile Ceyhun bize bakmıyorlardı ama Samuel yaslandığı çatlak kolondan geri çekilmemiş, omzunun üzerinden bize doğru bakıyor, dikkatle ikimizi izliyordu.
“Ben… neden sana istemediğin bir şeyi yaptırayım ki Efken?”
“Bana masum rolü yapma artık, içimi deşen bir şeytansın sen. Cehennemimin içine bir cennet kurdun ve beni iyiliğin varlığına inandırdın. Masumiyetin güzelliğine gösterdin. Sen o cenneti var eden bir şeytansın. Beni mahvetme.” Efken bunları yakarır gibi söylemişti bana. Nabzım artık daha ağırdı, damarlarımdaki kan bile sessizce akıyordu.
“Ona o yumrukla vurdun!” diye bağıran Sezgi birden görüş alanıma girdi. Efken’in sırtına vurunca, Efken ona doğru döndü. “Geber yazan yumruğunla ona vurdun! Bunun anlamını biliyorum, biliyorum! Ona bir şey yapacak olursan!..”
Efken sessizdi, sadece Sezgi’ye bakarken ruhu sanki bedeninin içinde değildi, bir kenara geçmiş olup biteni izliyordu. Efken ise içi boş bir tabut gibiydi.
“Ona o yumruğunla vurdun,” dedi Sezgi, maskesinin altındaki gözleri kızardı ve bir damla gözyaşı hızla yanağından aşağıya süzüldü. “Efken, bu hayatta kanımla bağlı olduğum başka kimsem yok. Ona nasıl o yumruğunla vurabildin?”
“Dikkat etmedim,” dedi Efken. “Ona zarar vermem, merak etme.”
“Yalan söylüyorsun,” dedi Sezgi, hıçkırıyordu.
“Sezgi, ona zarar vermeyeceğim.”
“O yumruğunla vurduğun herke-”
“Sezgi!” diye hırladı Efken. “Kes şunu. Dikkatim dağınıktı, farkında değildim. Ona zarar vermeyeceğim!”
“Lütfen yapma,” dedi Sezgi, artık sarsılarak ağlıyordu. Birden kendimi çok çaresiz hissettim. Efken’in GEBER yazan dövmesinin olduğu yumruğu bir şeyi mi ifade ediyordu? Düşünmek istemedim. Çünkü sanırım zaten cevabı biliyordum.
Ceyhun, Sezgi’yi omuzlarından tutarak geri çekerken, “Yapmayacak,” diye telkin etti onu. “Ağlama bebeğim, lütfen.”
“Lütfen ağlama,” diyebildim, tek diyebildiğim buydu.
“Seni dinler,” dedi Sezgi bana yakarır gibi. “Lütfen ona zarar vermesin. Ne olursun.”
Diyecek hiçbir şey bulamadım. Bana mümkün gelmese de herkes bundan son derece emin görünüyordu. Bazen ben de emin olacak gibi oluyordum ama sonra Efken tek bir cümlesiyle her şeyi yerle bir ediyordu.
Her yer karanlığa gömüldüğünde her dudaktan bir çığlık yükseldi ve kalbim yerinden hoplarken Efken birden bana uzanarak beni güçlü kollarının arasına çekti. Ben daha ne olduğunu algılayamamışken yanağım onun göğsüne yaslanmıştı bile. Efken tetikte bir şekilde, “Ne oluyor amına koyayım?” diye bağırdı, sesinde öfkeden de ötesi vardı; tetikteydi.
Ceyhun’un sesini duydum. “Efken, jeneratörler devreye girmedi!” diye bağırdı, sesi panikliydi. “Kızları hemen çıkarmalıyız buradan. Kahretsin!”
“Neler oluyor Efken?” diye sordum, korkmam ya da paniklemem gerekiyordu ama hiçbir şey hissetmiyordum. Kalbinin atışları yanağıma çarpıyordu, şu an tek umurumda olan buydu.
“Yaren nerede?” diye bağırdı Efken, beni duymuyor gibiydi. Beni omuzlarımdan tutarak kendine bastırdı. “Hay sikeyim!”
“Abi!” diye bağırdı kalabalığın uğultulu sesleri arasından biri, bu kişi Yaren’di. “Buradayım! İbrahim yanımda, buradayım!”
“İbrahim, onu hemen dışarı çıkar!” diye komut verdi Efken, herkes bağırıyor, birbirlerine yaklaşarak ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Bundan çıkardığım şuydu ki, bu basit bir elektrik kesintisi değildi. Herkesin birden paniğe kapılmasının sebebi, ben dışındaki herkesin bu konuda deneyim sahibi olmasıydı. Ortada son derece tehlikeli bir şeyler dönüyor olmalıydı.
“Çıkarıyorum.” İbrahim’in sesi birden çok yakından gelince göz ucuyla o yöne baktım. Bir metre bile yoktu aramızda. Yaren’i sarmıştı. Hızla onu dışarı doğru sürüklemeye başladığında, Yaren onu durdurmak ister gibi çırpındı ama İbrahim, Yaren’i âdeta kelepçeler gibi sıkıca kavramıştı.
“Abi, lütfen!” diye bağırdı Yaren. “Çıkmalısın buradan. Hemen!”
“Götür onu!” diye hırladı Efken, İbrahim’e.
Bir silah sesi kulakları sağır ettiğinde, yere düşen mermi kovanının sesi bile o sağır edici sessizliğin içinde net bir şekilde duyuldu ve mermi kovanı düştüğü an, herkes çığlık çığlığa oradan oraya kaçışmaya başladı. Havaya yükselen barutun kokusunu soluduğumda, ensemde bir başka nefes daha hissetmiştim.
“Mahinev!” diye bağırdı Crystal koruyucu bir tavırla. “Karaduman, bu senin meselen. Bırak da kızı çıkarayım buradan!”
“Ondan uzaklaş!” diye hırladı Efken. “O benimle güvende.”
“Saçmalamayı kes! Onu vurmalarını mı istiyorsun?”
Efken, “Uzaklaş!” diye emrederek beni çekip, karanlığın daha da çoğaldığı bir yere sürüklemeye başladı. Kalbimin atış sesleri kulaklarımı patlatacak kadar kuvvetliydi.
Crystal’in peşimi bırakmayacağından neredeyse emindim ama Efken’in yanında kendimi güvende hissediyordum. Sanki ölüm bile beni onun kollarından alamazdı. Sanki ölüm bile bizi ayıramazdı. Bir anda kapıldığım bu korkunç his, içimi deşerek ilerledi ve içinde bulunduğumuz tehlikeyi bile görmezden geldim.
Bir çocuktum. Beş bilemedin altı yaşlarındaydım. Çocuklar etrafıma toplanmış elimde tuttuğum kanlı bez bebeğe bakıyorlar, koyu renk saçlarım yanaklarımın etrafından aşağı sarkarken gözlerimden yaşlar boşalıyordu. O çocuklar için belki bu eğlenceydi, belki canları sıkılmıştı ve sadece vakit öldürmeye karar vermişlerdi ama o gün benim ruhumun ölümü tattığı ilk gündü. Ruhuma derin bir darbe vuran ilk olaydı belki de. Korkutucu kırmızılıktaki gözlerim yüzünden benden korkan o çocuklar, belki de benden intikam almak için beni korkutmaya karar vermişler, en sevdiğim beyaz gelinlikli bez bebeğimi yakalayıp acımasızca öldürdükleri tavşanın kanına bulamışlardı.
Bunları yapan küçük çocuklardı.
Bu zalimliği yaşadığımda henüz onlarla aynı yaştaydım. Elime bulaşan bir masumun kanıydı, tuttuğum kanlı bebek ise her gece uykularımı paylaştığım en yakın arkadaşımdı. Saatlerce başımda durup benimle alay ederlerken yapabildiğim tek şey bu olmuştu: Ağlamak.
İçim çıkana dek ağlamış, sonunda gözyaşlarım yanaklarımda cansız bir şekilde kuruduğunda bomboş gözlerle boşluğu izlemiştim. O günden sonra anasınıfı benim için bir korku evi gibiydi, babam kaydımı o okuldan almıştı ve ilkokula başlayana dek bir daha hiçbir şekilde oranın kapısının önünden bile geçmemiştim. Şu an yirmi bir yaşındaydım ve şimdi bile oranın kapısından geçebileceğimi sanmıyordum.
Efken beni karanlıkta kanlı, bezden bir bebek gibi öylece sürüklerken aklımda yer edinen anıydı bu.
İçimi paramparça etmiş, yaşanan korkuyu bile gölgelemişti. Korkmuyordum. Sadece o anıyı zihnimin içinde gündeme sokup duruyordum. Birden bedenim ruhum gibi ağır hâle gelmişti. Ayaklarım yere değiyordu ama dizlerim titriyordu.
Efken beni kolonlardan birinin arkasına saklarken yüzümü avuçlarının arasına alarak, “Yanımdan ayrılmak yok, Mahi,” dedi güven verici bir sesle. “Tamam mı? Eğer yanımdan ayrılmazsan, sana hiçbir şey olmasına izin vermem.”
“Düşmanların mı yapıyor?” diye sordum, sesim soluktu. İnsanlar oradan oraya koşuyor, karanlıkta sahipsiz çığlıklar kopuyordu.
“Her zaman düşmanlarım vardı,” dedi Efken sadece. “Yanımda kal. Ve güvende.”
“Sanırım kimin yaptığını biliyorum,” dediğimde Efken bana bakıyordu, bakışlarını hissetmedim, gördüm çünkü gözleri yine o tuhaf mavi ışıkla yanıyordu.
“Nereden bilebilirsin ki?”
“Yukarıda, locaların orada ona rastladım,” dediğimde yüzü karman çormandı. “Efken, gözlerin parlıyor. Birileri görecek.”
“Sikeyim,” diye hırladı. Gözlerini yumarken beni sıkıca tutuyor, kolon ile arasında saklıyordu. “Anlat, devam et.”
“Bana seninle ilgili sorular sordu,” dedim dürüstçe, sesim çatlamıştı. Artık panik içimde yer edinme kararı almış olmalıydı çünkü adrenalin duygusu gitgide çoğalıyor, bedenim tepki vermeye başlıyordu. Korkuyor olabilirdim, sanırım korkuyordum. “Senin hayatındaki yerimi sorguladı.”
“Başka?” diye sorduğunda sesi öfkeliydi ama bu öfkeyi sakinlik pelerinin ardına gizlemiş gibiydi. Yine de öfkesinin yakıcılığını ruhumun derinliklerinde hissettim.
Zaman sanki bir örümcekti ve ağını ikimiz için örmeye başlamıştı.
“Senin bir katil olduğunu da söyledi,” dediğimde Efken sadece susup gözlerimin içine baktı. Buna cevap vermemesini diledim. Nigin olduğum insanı benim iyiliğim için öldürmeyi planlayan adama bu konuyla ilgili tek kelime edemedim, sorular soramadım çünkü gerçeği hissediyordum. Öyle ya da böyle onun birini öldüreceğine zaten şahit olacaktım. Sorgulamak saçma olabilirdi. Yine de içim içimi tüketiyor, yiyor, bitiriyordu. “Ve sonra da çok eğleneceğimizden bahsetti,” dememle bir şeyin harlanma sesi duyuldu; çok geçmeden her yer kızıl bir alevle aydınlandı. Çığlıklar kopmaya başladığında hızla omzumun üzerinden geriye doğru bakıp önümü örten kolonun arkasında olup bitenleri görmeye çalıştım. Dans pistinin sonundaki kolonun arkasına asılmış geniş, kırmızı satenden perde alev almış, alevler hızla diğer saten kumaşlara sıçramaya başlamıştı.
“Orospu çocuğu!” diye bağırdı Efken birden beni serbest bırakarak. “Semih.”
“Ne?”
“O orospu çocuğu Semih’ti.”
“Düşmanın,” diyebildim.
“Benim çok sayıda düşmanım var. Sadece bir tanesi ortalığı ateşe vererek kundaklardı, o bana ulaşamayacağına göre bunu yapan Semih denen orospu çocuğu.”
Bahsettiği kişiler kimlerdi bilmiyordum ama kalın, siyah bir duman tabakası hızla dans pistine çökmeye başlamıştı. Yanık kokusu her yeri sarmış, oksijen oranı büyük bir hızla en alt seviyeye düşmeye başlamıştı.
Efken, “Seni buradan çıkaracağım fıstığım,” dediğinde birden ona bakakaldım. Çok geçmeden, “Seni en güvenli yere götüreceğim,” diye devam ettirdi sözünü ve çığlıklar feryatlara dönüşürken beni hızla çıkışa yönlendirdi ama bu bildiğim çıkış değildi, içeri girdiğimiz yerde değildik. Dar bir koridor bizi buraya getirmişti ve bizi dar, uzun bir kapı karşılamıştı. Yangının büyüdüğünü etrafı güneş gibi aydınlatan alevlerin ışıltısından anlayabiliyordum. Efken son kez arkasına baktıktan sonra demir kapıyı açtı ve gecenin karanlığı bizi karşıladı. Bembeyaz elbisemin üzeri saniyelerle yarışırcasına is lekeleriyle dolup taşmıştı.
Efken’in eli elime kayınca hiç yadırgamadan onun sıcak elini tuttum ve benim gibi olan parmaklarım onun parmaklarına zehirli sarmaşıklar gibi dolandı. Efken beni çekerek karanlığa doğru yürüdü ve şimdi gecenin siyah bir şemsiye gibi açık durduğu gökyüzünün altında yürüyorduk. Hemen yan tarafımda çöp konteynırları vardı, birkaç ahşap kasa dikkatimi çekmişti. Burası mekânın çöplerini attıkları yerdi ve bu kasalar da yüksek ihtimalle içeri taşınan alkollerin bir zamanlar içinde yolculuk yaptığı kasalardı. Efken’in gür nefesinin sesi zihnime oyuklar açıyordu.
“İnsanlara ne olacak Efken?” diye sordum korkuyla. “İçeride yangın çıktı.”
“İnsanları değil, kendini önemse,” diyerek bastırdı sorumu.
“Delirdin mi? Nasıl önemsemem insanları! Çoğu reşit bile değildi, gencecik kızlar, erkekler vardı içeride!”
“Sadece kendini önemse,” dedi tekrardan, sesi artık daha sakindi. Benimkinin tam aksine… Bir an durup etrafıma göz gezdirmek istedim. İşte tam şu an bir peri masalının değil, bir kâbusun içinde olduğumu anladım andı. Kötü insanlar peri masallarının içinde de olurlardı ama sonunda insanlar ölmezdi. Bir kâbusun içindeydim ve içeride onlarca masum insan vardı. Muhtemelen birbirlerini ezerek dışarı çıkmaya çalışıyorlardı ve o karmaşada içeride illaki birileri zarar görecekti. Hasarın mümkün olduğunca az olmasını dileyerek Efken’i takip etmeye başladım.
Efken, “Her ihtimale karşı cipimi buraya koydurmuştum,” dediğinde içeriden bir çığlık sesi dışarıya taştı ve göğüs kafesim korkuyla kabardı. “Bin ve beni bekle, Medusa. Senin için döneceğim.” Cipin arka kapısını açarken bana bakmamıştı bile.
“Efken.”
“Bin dedim sana!”
“Sen ne yapacaksın?”
“Beni burada bekle, hemen döneceğim. Mümkün olduğunca hızlı olacağım.” Sesi beton gibiydi, duygular yok gibi olsa da bana karşı duyduğu koruma duygusu hissediliyordu. Beni arka koltuğa resmen tıktığında birden karşı koymak için dışarıya doğru uzandım ama içeri eğilerek beni geriye doğru yasladı. “Lütfen,” dedi kelimenin üzerine bastırarak. Bir an hiçbir şeyi algılayamadım ve bakışlarım onun gözlerinde asılı kaldı. “Seni buraya getirmek benim suçumdu. Sana herkesin içinde o kadar yakın olmak benim suçumdu. Zayıf noktam olduğunu düşünmelerine neden olan bendim. Bırak da seni koruyayım. Sana bir şey olmasına asla izin vermem, beni duydun mu?”
“Suçlu değilsin,” diyebildim şok içinde.
“Ne kadar suçlu olduğumu bilsen şaşıp kalırsın,” diye fısıldadı. “Sana göre belki normal şeylerdi bu yaptıklarım ama benim çevremde bunlar normal karşılanmaz. Söz konusu bensem, böyle hatalar yoktur. Ben hata yapmam, bunu hepsi bilir. Ve ben bu gece hata yaptım.”
“Neden kendini suçluyorsun?” diye sordum. “İtfaiyeyi ve polisi arayalım Efken! İşler çığırından çıkmadan önce…”
Beni kelimeleriyle susturdu.
“Medusa, benim olduğum yerde adaleti polis ya da hâkim sağlamaz, yasalar da öyle. Benim olduğum yerde çıkan yangını itfaiye de söndüremez. Eğer beni hâlâ görüyorsa, tanrı cennetteki tüm ırmaklarını dünyanın üzerine taşırmalı ki bu yangın sönsün. Sönebilsin. Beni burada bekle, lütfen.”
“Sana bir şey olacak mı?”
“Olmayacak,” dedi. “Bunu umursar mıydın?”
“Elbette,” diyebildim, sesim titriyordu.
“Bana bir şey olmasını istemiyorsan, sana bir şey olmasın.”
Bu Efken’in kurduğu son cümleydi. Cipin kapısını üzerime kapatıp karanlığa karıştığında, gözlerimden akmaya başlayan yaşların farkında bile değildim. Arka cama yaklaşmış, onun bir hayalet gibi kaybolup gidişini gözyaşlarıma esir düşerek izlemiştim.
Saniyeler, kanlı kar taneleri gibiydi. Gökyüzünden yeryüzüne düşmeye başlayan kar taneleri, ileride yanan kızıl sokak lambası yüzünden kan rengiydi. Şehre kızıl kar yağıyor, yangın mekânın içini usul usul sarıyordu. İnsanların birkaç sokak öteden bile duyulacağına emin olduğum çığlıkları birden hafiflemeye başladı. Crystal’i merak ediyordum ama içimden bir ses onun güvende olduğumu bildiğini söylüyordu. Eğer güvende olmadığımı düşünseydi peşimden gelirdi, bundan tamamen emindim.
Karanlıkta biri yürüyordu.
Ne kadar geçmişti bilmiyordum.
Ne kadar uzun zamandır burada çaresizce bekliyordum bilmiyordum.
Gözyaşlarım dinmişti, artık ağlamıyordum ama korkuyordum.
Korku hayatımda hep var olan bir gerçek gibiydi. Ama şimdi tek hissettiğim korku değildi. Artık damarlarımda dolaşan yakıcı bir öfke, bir güç de vardı; sadece onu nasıl kullanabileceğimi bilmiyordum.
Karanlıkta yürüyen adam, cehennemin sahibiydi; cennetin kapısına tükürüp yolunu cehennemi var ederek çizmişti ve şimdi cennet için gün intikam vaktiydi. Kapısına tüküren o adamı, şeytanı, yine tükürdüğü o kapının önünde kul edecek, ona cenneti diletecekti. Çünkü cennette, o şeytan için bekleyen biri vardı ve kalbinden ne kadar günah taşsa da tanrı o kişiyi azat edip şeytanın ellerine bırakmıyordu. Şeytan ise ona ait olan o kişiyi alabilmek için rest çektiği tanrıya yalvarıyor, onun için tanrıya secde ediyordu.
Şeytanın cennetin kapısını yıkacak kadar gücü yoktu ama o kapıyı yıkmak için kendisini paramparça edecek, kendisinden geçecek duyguları vardı. Şeytan, uzun zamandan bu yana onunla olan, derinlerinde yaşayan hiçliği var olan en güzel şey ile doldurmuştu sanki. Ve şimdi tanrı, kudretini ortaya koyarak o şeyi şeytanın elinden almış, şeytana asıl gücün sahibinin kim olduğunu göstermişti.
Ve şimdi şeytan buradaydı.
Cipin kapısını açtı ve cipe bir tanyeli gibi eserek bindi. Arka koltuğa sinmiş bedenimi kendisine çekerken hiç karşı koymadan hemen ona sokulup kollarının arasına girdim. Tanıdık kokusuna is ve ateşin kokusu sinmişti ama bir koku daha soluyordum. Başımın zonklamasına neden olan kokulara rağmen onun kollarında kendimi son derece güvende hissediyordum.
“Yapamam,” dediğinde gözlerimi aralayıp karanlık aracın içinde yüzünü görmek ister gibi ona baktım. Islak ellerini saçlarıma bastırdı ve bu ıslaklığın esas nedenini kavrayamadım. “Sana bu ellerle dokunamam.”
“Efken?” diye fısıldadım, nabzım damarlarımın içinde genişliyor, kalbim kasılıyordu.
“Sana bu ellerle dokunamam.”
O an onun gözlerinin enkazından sağ çıktım; solum yoktu.
“Eve gidiyoruz,” diyerek araçtan inmek için cipin kapısına tutununca ellerinin koyu renk olduğunu fark ettim; saçlarımdaki ıslaklık yapışkan bir his bırakıyordu. “Yaren, Ceyhun’un yanında güvende.”
“Efken,” diyebildim.
“Evde konuşalım.”
“Efken o ellerindeki kan mı?”
Bazen düşüncelerim yüzünden tanrının beni tutuklayıp cehenneme göndereceğini düşünürdüm. Ama şimdi kafamın içi cehennem yeriydi ve anlamıştım ki ben doğduğum gün tanrı beni zaten buraya göndermişti. Bana hükmeden duyguya özgür kalmak için yalvarabilirdim; ama yapmadım ve topraklarıma cinayetin kanı dökülmeye başladığında açacak her çiçeğin günah tohumlarından çatlayıp cinayet kanıyla büyüyeceğini biliyordum. Efken’in arabanın içini aydınlatan uçurum mavisi gözleri gözlerime saplanıp kaldığında onun gözlerine bakarak inşa ettiğim duygular, ruhumdan daha dik bir şekilde durmuş karşımdaydı ve bana bakıyordu.
“Efken,” diye mırıldanacaktım ki, birden, “Kahretsin,” dedi ve geri çekilip ona titreyen ellerimle baktım. Gözlerimden biraz evvel boşalan yaşlar yerini şaşkınlığın kuruluğuna bırakmıştı. “Gidiyoruz.”
“Sen yaralandın mı?” diye sordum, bir kukla olarak değil, benliğimi elime alıp ruhumu karşısına dimdik çıkararak sordum bunu. Efken duraksadı, sorduğum şey onu dehşete düşürmüş gibi bakıyordu. Yalnızlığımı çalıp bana kendimi daha iyi hissettiren adamın gözlerinin içine kuşkudan uzak, korkuya intihara sarılır gibi sarılmış bir kadın gibi baktım. Belleğimde binlerce görüntü vardı, hiçbirine şahit olmamıştım ama her biri hayal gücümün tohumlarıyla can bulmuş olsa da tamamında bu kan Efken’e değil bir yabancıya ait oluyordu.
“Bak sen,” derken bu defa sesi neşeden uzaktı. “Her şeyi, saçlarına bulaşan kanı yok sayıp yaralanıp yaralanmadığımı mı merak ediyorsun? Endişeleniyor musun?” Bu soruları sorarken sesi öylesine ruhsuzdu ki… Sanki kendi ruhunun varlığı ona ızdırap veriyordu ve Efken artık ruhundan vazgeçmişti.
“Elbette,” diyebildim, daha fazlasını söyleyemedim. İçimde bu kanın onun kanı olmasını dileyen bir tarafım vardı, gerçeği bilse bile yalana sığınıyor ve bu yalana körü körüne inanmaya hazır hissediyordu.
“Bana o gözlerle bakma,” dedi, sanki bu ona acıdan başka bir şey vermiyormuş gibi. “Lanet olsun.” Kapıyı açtığında soğuk içeriye daldı, bedenimi sardı ve titredim. Kar taneleri siyah saçlarına tutunuyor, takımının ceketinin omuz kısmında beyaz bir birikintiye dönüşüyordu. “Amına koyayım böyle işin!” Bir taşa tekme attıktan sonra ellerini cipin yüksek tavanına sertçe vurdu ve içinde oturduğum cip sarsılırken gözlerimden yeniden yaşlar akmaya başlayacak sandım. Efken arabaya bindiğinde arabanın motoru bir yırtıcının kükreyişini aratmayacak şekilde hırladığında olduğum yere sinmiştim. Ayakkabılar ayaklarımı acıtıyordu ama eğilip ayakkabıları çıkaracak gücüm bile yoktu. Efken kanlı elleriyle direksiyonu kavrayınca gözlerim ellerine kaydı ve tenimden buz gibi bir ölüm titreyişi geçip gitti. Kıyametin bir saat öncesindeydim sanki. Birazdan kıyamet kopacaktı ve bunu biliyordum.
“Sikeyim böyle işi,” dedi dudaklarının arasından, duymayacağımı düşünmüş olmalıydı ama onu duymuştum. Bedenim kaskatıydı, gözlerimi onun ellerinden ayıramıyordum. Cipin tavan lambasını yakmamıştı, içerisi karanlıktı ve kanın kokusu ateş ile isin kokusuna karışarak ağır bir hal almıştı. Efken’in tarçına benzeyen kokusu da parfümünün sert esintisi de bu ölümü çağrıştıran kokuların içinde kayboluyordu.
Zamanın içinde kayboluyordum.
Arabayı önce geriye doğru sürdü, bunu yaparken kolunu koltuğa yaslamıştı, o an elindeki kan lekelerini çok daha net gördüm. Gözlerini bana değdirmemeye çalışıp sert bir manevrayla cipi olduğu yerden çıkarıp dar, karanlık bir sokağa sürdü. Cipin büyük tekerlekleri buzlan yolun üzerinde kayarken sanki yolu ikiye çatlatacaktı; buzun çıtırdayışını duyabiliyordum. Yol boyunca düşünceler kafamın içindeydi.
Her yeri sarmışlardı.
Gözlerim hep ellerindeydi, ellerine bakmak bana hep ölümü düşündürdü. Ölüm, ellerinde kan lekesiyle yaşamanın yanında çok kolay duruyordu. İnsan parmaklarında bir başkasının kanı varken üslubu ağır bir gerçekle her gün dayak yiyor olmalıydı. İnsanlar devamlı olarak birbirine zarar vermenin peşindeydi sanki. Bu bana hep çok korkutucu gelmişti. Bir insan benim canımı yaksaydı, onu en kolay yolu seçerek hayatımın sınırlarından çıkarır, ondan uzaklaşırdım ama insanlar öyle değildi; bazen intikam insanlar için esas meseleydi ve can yakmak, canının yanmasından daha önemliydi. Efken de onlar gibiydi, bunu zaten biliyordum; canı yanmasın diye başkasının canını yakabilirdi ya da canı çok yandığı için herkesin canı yansın istiyor olabilirdi.
Ona baktığımda herkesin göremeyeceği bir şey görüyordum. Ve biliyordum ki o da bana baktığında herkesin bakıp da göremediklerini görüyordu.
Belki de içeride yaralanmış birine yardım etmişti. Onunla ilgili düşüncelerim bu denli karanlık, bu denli acımasız olmamalıydı. Neden her seferinde onu ilk yakıştırdığım yer cehennem oluyordu? Belki o bu dünyaya annesinin karnından cehennemi yaşamına taşıyarak gelmişti ama ruhu cennetin ta kendisiydi. Olamaz mıydı?
Canım yanıyordu, çünkü Efken Karaduman içime, ruhumun en bilinmez köşelerine, kalbimin hiç ayak basılmamış kör noktalarına işlemişti.
Karların arasında durduğumuzda ev birkaç metre ötemizdeydi. Tanıdık verandaya ağrıyan gözlerle bakmıştım ve o an bir süredir durduğunu düşündüğüm gözyaşlarımın hâlâ akıyor olduğunu fark etmiştim. Maske artık gözyaşlarımı saklamaya yetmiyordu çünkü rimelim yanaklarıma doğru uzun, siyah çizgiler şeklinde akmıştı. Çeneme kadar inen iri gözyaşı damlasını elimin tersiyle sildiğimde siyahlık derime bulaştı ve bunu yadırgamadım.
Buraya geldiğim ilk andan beri fark etmesem de zaten olan buydu.
Yavaş yavaş karanlığa çekiliyordum; karanlığın bir parçası oluyordum. Karanlık oluyordum. Yok oluyordum.
Cip sessizliğe gömüldüğünde, ay yine gökyüzünde soğuk bir ışık yayarak asılı duruyordu. Dolunayın etrafını saran buzdan çatlakları izlemeye başladım. Gözyaşlarım devamlı olarak yanaklarımdan aşağı kayıyor, Efken sessizce oturmuş ön camdan dışarıyı izliyordu.
Sonunda, “İn,” deyince gözlerimi ona doğru çevirip profilini görmeye çalıştım. Arka koltukta olduğum için onu tam olarak göremiyordum ama gözlerim bir anda ön camın üzerinden aşağı doğru sarkan dikiz aynasına kayınca, uçurum mavisi gözlerin bende olduğunu fark ettim. Bakışlarımız aynanın yüzeyinde buluştuğunda göğsüme öyle ağır bir duygu dolmuştu ki, değil susmak, gözyaşlarımı durduramadım bile ve boğazımın derinliklerinden bir hıçkırık koptu.
Çok dolmuştum.
Ve o balonun bir felâkete dönüştüğünden de emindim.
Efken’in yaralı birine yardım etmediğinden de emindim.
“Ağlama,” dedi, sesinde belirgin bir soğukluk vardı ama buna aldırış etmedim. Nasıl ağlamamam gerektiğini söylerdi? Hem içeride neler olduğunu söylemiyordu hem de ağlamamamı istiyordu. En azından herkesin hâlâ hayatta olduğunu bilmek bana iyi hissettirebilirdi ama bunu yapmıyordu. Bu da demek oluyordu ki birileri zarar görmüştü. Birden kendimi çok suçlu hissettim. Bu aptal balonun çıkış noktası benim varlığımdı. Nigin Bağı ile birbirimize dolandığımız o aptalı bulmak için düzenlenmişti bu balo. Her şey benim suçumdu. Suçluluk duygusu boğazıma tırmandı ve gözyaşlarım öyle hızlı akmaya başladı ki, Efken paniğini gizleyemeden arka koltuğa doğru uzandı.
“Yapma,” dedi, sesinde çaresizlik vardı. “Sadece birkaç kişi.”
“Ellerinin hâli bu yüzden mi?” diye sorduğumda sessiz kaldı. İçeride biri vurulmuş olabilir miydi? Belki de bazıları yanmıştı. O karmaşada birilerinin kurtulamamış olması o kadar normaldi ki. Sarsılarak ağlamaya başladığımda suçluluk duygusu sanki bir kuyuydu ve ben o kuyunun dibinde yıllar geçirmeye mecburdum.
Efken sert küfürler savurarak cipten inip aracın önünden dolaşarak benim olduğum tarafın kapısını açtı. Dışarısı soğuktu. Kar, sanki tanrı sinirlenmiş, kâğıt olarak kullanıp üzerine kelimeleri dizdiği bulutları parçalamaya başlamış ve kâğıt parçaları gökyüzünden yeryüzünün koynuna düşmeye başlamış gibi hızla yağıyordu. Efken beni kendine doğru çekince kanlı parmakları beyaz elbisemi lekeledi ve hıçkırıklarım güçlendi. Kollarımı çaresizliğin koynundan kopmak ister gibi onun boynuna doladım. Beni kucakladığında artık kendimi daha güvende hissediyordum. Beni yoğun bir şekilde yeryüzünü dolduran karın altında eve kadar taşıdı.
“Ağlama,” diyordu sonunda verandanın basamaklarını tırmanırken. “Geçti. Sadece birkaç yaralı ve birkaç…”
“Ölü mü?” diye sordum, sesim çatlamıştı.
Efken sustu.
Her şey benim suçumdu. Nigin olduğum kişi zaten bulunmuştu, o kişiyi bulan Crystal’di. Hem baloda bu konuya dair hiçbir şey gündeme bile getirilmemişti. Nereden bakılırsa bakılsın, her şey benim yüzümden olmuştu. Efken’e her şeyi anlatabilir, Crystal’in o kişiyi bulduğunu söyleyebilirdim ama yapmamıştım. Belki de korkmuştum. Crystal söylememi istedi diye susmamıştım, belki de susmamın esas nedeni Efken’in beni bırakacak olmasıydı. Belki de Nigin olduğum kişi bulunduğu için ve öldürmenin de çare olmaması durumu var olduğu için beni bırakırdı. Ondan ayrılmak istemiyordum.
Hem evde hem de Efken’in yanında olamazdım. İkisi aynı ayna olamazdı.
“Benim yüzümden,” diye fısıldadığımda Efken’in bedeni âdeta taşa döndü. Sanki Medusa gözlerinin derinlerine ulaşmış, onu taşa çevirmişti.
“Ne söylediğini sanıyorsun? Saçmalamayı kes aptal,” dedi sertçe. Evin kapısını açtığında kucağından inmek istesem de engel oldu. Gözlerimden yaşlar akıyordu. Maskeye şükrediyordum, en azından yaşların gözlerimden ilk süzülüş ânını göremiyordu.
İçimdeki suçluluk duygusu beni delip geçiyordu.
Ben Mar olmayı da istemiyordum, bu kaderi de istemiyordum. Ben yine Mahinev olmak istiyordum. Roman sayfalarında dolaşan gözlerim sadece sevdiğim karakterlerin duyguları yüzünden dolsun, her gece kitabın kapağını kapattığım an sanki o kitabın içindeymişim gibi hissedip hayaller kurarak uykuya dalayım istiyordum. Bu yaşananlar çok ağırdı, ruhum çok yorgundu ve artık kaldıramıyordum.
“Senin suçun yok,” dedi beni yatağa bıraktığında. Ne ara buraya kadar gelmiştik hatırlamıyordum. Maskemi çıkarmak için kanlı elleriyle bana uzanınca yatağın üzerinde doğrulup ondan kaçındım. Maskemi çıkarmaması daha iyiydi. “Güven bana,” dedi. “Her şey yolunda.”
“Efken, birileri öldü.”
“Ama sen hayattasın.”
Ona inanamayan gözlerle baktım. Elleri kanlı adama…
“Nasıl böyle bencilce…”
“Ağlama,” dediğinde gözlerinin içinde bir tutsaktım. “Bundan hoşlanmıyorum, yapma.”
Suçluluk duygumu bastıramadığım için ağladığımı bilse ne yapardı? Dünyam bir anda ekseninden yirmi altı santim kadar kaymıştı. Ona sokulduğumu hissettim.
“Herkes de ölse, dünya yerinden de oynasa, sen sadece gülümsemelisin. Bir başkasına değil…” Kanlı elini bana doğru uzattı ama sonra durup elini geri çekti. “Bana bile diyemiyorum ama bana olsun lütfen. Sen ağlama.”
Söyledikleri beni mahvetmişti. Efken Karaduman’ın bu beni ilk mahvedişi de değildi. Çok kısa bir zaman diliminde çok fazla hasar bırakmıştı ruhumda; bu hasarlardan en büyüğü de ona duymaya başladığım bağlılıktı. Hıçkırıklarım sessiz iç çekişlere dönene dek başımda durdu. Ellerinde kan lekeleri olduğundan saçlarımı okşamadı ve maskemi de çıkarmadı. Sonunda sustuğumda daha iyi hissetmesem de artık bir şekilde toparlanmam gerektiğini fark etmiştim.
Efken odadan çıkarken arkasından bakmadım, bakamadım. Gözlerim boşluktaydı. Bakışlarım yerde, üzerinde gömlek olan ansiklopediye kayınca yavaşça iç çektim. O ansiklopediyi pek okuma şansım olmamıştı, kütüphaneye geri de götürmemiştim. Birden farklı bir yöne giren düşüncelerim beynimin içinde sendeleyerek sarhoş bedenler gibi birbirlerine çarpmaya başladılar.
Çok kısa süre sonra evin içine bir melodi yayılmaya başlamıştı.
Efken benim sonunun uçurum olduğunu bildiğim karanlık bir yoldu. Bunu bile bile yürüyordum. O yolun sonunda beni bekleyenin ölüm olduğunu biliyordum ve ben ölüme düşmekten korkmuyordum. Ben tam düşeceğim sırada onun beni tutmasını istiyordum. Yine de o karanlık yoldu, beni uçuruma götürüyordu ve istesem de beni tutmayacaktı. Ben sadece kendimi kandırıyordum. Suçluluk duygusu çıldırmışım gibi hissetmeme neden olmaya başlamıştı.
Piyanonun tuşlarından ağıt misali dökülen müzik âna yayılarak ölmeye başlayan zamanı içime doldurduğunda cesedi kefene değil, gelinliğe sarılı bir kadın gibi yavaşça yataktan kalktım. Ayağımdaki topuklu ayakkabıları çıkaracak hâlim bile yoktu, ayakta durmak çok zordu. Gözlerim artık acıyordu ama ağlamıyordum. Olanları kabullenmem, sonra da Efken’e anlatmam gerekiyordu.
Bir tasa su doldururken bakışlarım boştu, anlamım içimden kalkıp gitmiş ve geriye bir boşluk bırakmıştı sanki. Beyaz, küçük bir el havlusu alarak su dolu tas ile birlikte koridora çıktım. Topuklu ayakkabılarımın yere emanet ettiği sesler, piyanodan yükselen melodiye sokuluyor ve bir uyum ortaya koyuyorlardı. Bu geceyi hiç unutamayacaktım. Biliyordum. Çok korkunç şeyler yaşanmıştı, akli dengesi yerinde bir insanın anlattığım anda benimle dalga geçeceği şeyler yaşamıştım ama bu hepsinin içinde en kötüsüydü. Birilerinin canı yanmıştı ve bunun sorumlusu bendim.
Eğer Nigin Bağı kırılabilecek olsaydı, bir masumun ölümünü de kabul edecektim.
Ben bir canavardım.
Mar, diye düşündüm. Evet, her hâlükârda bu beni bir canavar yapardı.
Odaya süzüldüm, boş odadan bir hayalet gibi geçip gittim ve piyanonun olduğu boydan camlı odaya girdim. Efken üzerindeki takımın ceketini çıkarmış, sonra da onu bir ceset gibi yere bırakmıştı. Gömleğinin kolları dirseklerinin altına kadar katlanmış şekilde duruyordu, sırtı bana dönüktü ve yüzünde hâlâ bir maske taşıyordu çünkü maskenin kurum siyahı saçlarının arasından geçen siyah ipini ve düğümünü görebiliyordum.
Ona doğru bir adım daha attığımda melodi kalbime yığıldı. İçimin derinliklerine doldu ve topuklu ayakkabımın tıkırtısı melodiye eşlik etti.
Müziği gittikçe daha da acıklı bir hâl alıyordu.
Gözlerim parmaklarına indi. Parmaklarındaki kan lekeleri hâlâ duruyor, ay ışığı o lekelere vurdukça kan üzerine yakamoz serilmiş gibi parıldıyordu. Beyaz tuşların üzerinde de kan lekeleri olduğunu görünce içim sancıdı. Tıpkı bir ölüm meleğine benziyordu. Sırtında da siyah, içlerinde ölümü taşıdığı kanatları var gibiydi. Görüntüsü kalbimi sızlatıyordu.
Tuşların üzerinde devamlı olarak gezinen parmaklarını izledim. Tası tutan elim şimdi tir tir titriyordu. Bu kan kimin kanıydı? Benim yüzümden akan bir kan olduğu kesindi. Kalbim sıkıştı.
Ânın getirdiği bir cesaretle tas ile havluyu yavaşça duvar kenarında üzerinde sadece tütün parçaları ve bir beyaz tütün kâğıdı olan masanın üzerine bırakıp ona doğru yürüdüm. Titreyen ellerimi omuzlarının üzerine koyduğumda Efken sarsıldı. Ondan özür dilemek istiyordum. Zarar verdiğim herkesten… Crystal’in bahsettiklerini ona anlatsam her şey daha kolay olurdu. Belki bana yine inanmazdı ama en azından kalbimin üzerine çöreklenen vicdan azabının etrafını saran alevlerden birkaçını söndürebilmiş olurdum. Efken dokunuşumu hisseder hissetmez kasıldı; bedeninden geçip giden elektriği hissettim ve bu beni titretti. Ağlamak istiyordum ama artık bunu yapacak hâlim bile kalmamıştı.
“Sen yaralanmadın, değil mi?” diye sordum, sesim titriyordu.
Piyanonun tuşlarından birine bastı ve kalın, tok bir ses evin içinde yankılar uyandırırken gözlerimi kıstım. Sorumdan hoşlanmamıştı.
“Yaralanan ben değilim.”
Yutkundum.
“Ellerindeki kan lekelerini temizlememe izin ver.”
Bir an şaşırdı ama karşı koymadı. Yavaşça bana doğru döndü. Tas ile havluyu küçük, hafif sehpayı kaldırarak önüne getirdim; bu sırada tastan birkaç damla su taşıp tütün parçalarının üzerini ıslatmıştı. Efken kafasını kaldırmış pürdikkat bana bakıyordu. Mavi gözleri yine ışıltılıydı.
Dişlerini sıktığını fark ettiğimde yüzünü saran cehennem çukurlarını izliyordum. Yavaşça ona sokuldum, ellerimi ona doğru uzatıp onun kemikli yüzünü avuçlarımın arasına alarak gözlerimi gözlerine perçinledim.
“Böyle olsun istemezdim,” diye fısıldadım, sesim cam kırıkları gibiydi; her ne kadar paramparça olsa da dokunanı keserdi. Efken sanki ona derin yaralar açmışım gibi bana baktı. Konuşmadı. Sustu.
Sessizdik.
Uçurum mavisi gözler gözlerimdeydi. Dişlerini daha da sıktı ve parmaklarımın o cehennem çukurlarına gömüldüğünü hissettim. Bir süre, belki uzunca bir süre hiçbir şey söylemeden birbirimizin gözlerinin içine baktık. Gözlerinden gözlerime doğru hareket eden bir roman dolusu kelime vardı. Yakalayabildiklerimle cümleler oluşturuyor, her ne kadar onun sesinden duymamış olsam da onun kafamın içinde konuştuğunu hissediyordum.
“Yaralanmadıysan sorun yok,” derken sesim acı çekiyormuşum gibi çıkmıştı. Ki çekiyordum da zaten.
Beni anlamış gibi bakıyordu. Beni sadece o anlarmış gibi…
Yanan her şey sönerdi.
Ben bu adama yanıyordum.
Bir gün söner miydim?
Birden kanlı ellerinden birini kaldırıp ensemi yakaladı, çok geçmeden onun kucağındaydım. Beni dizine oturttuğunda, bir kolumu boynuna dolamıştım. Ona bakıyordum. İçim acıyordu.
Suçluluk her yerdeydi, içimi kavuruyordu.
Dikiş tutmayan bir yaraya yapıştırılan yara bandıydım ben.
Nefesi tenime aktığında ona karşı koymadım.
Ayın gümüşten ışığı yine bize doğru yüzüyordu ama bu kez ona karşı bu denli çekilmemin sebebi ay ışığı değildi.
Evet, ay ışığında bir şey vardı; bunu şimdi fark ediyordum. O gece de fark etmiştim. Bizi birbirimize bağlayan bir şeydi bu ama şimdi ona çekilmemin sebebi bu değildi.
“Biliyor musun?” diye sorduğunda gözlerinin içine bakmaya devam ediyordum. “Karanlık seni benim kollarıma düştüğün gün yuttu Medusa.”
Kelimeleri kutsaldı. İncil’den bir kısım okuyordu sanki.
Sonra birden beni belimden kavrayarak çevirdi ve şimdi piyano ile arasındaydım. Avuç içlerimi piyanonun tuşlarına bastırmamla evin içine melodilerin yarattığı ürkütücü, yüksek sesli bir darbe indi. Sehpa yere devrilmiş, tasın içindeki su yere dökülmeye başlamıştı ve ay ışığı, suyun yüzeyinde parıldıyordu.
Eli belime kaydığında, kuruyan kanın sıcak parmak uçlarında tekrar sıvılaştığını, parmak uçlarındaki baskıyla kanın beyaz elbisemi lekelediğini hissettim. Dudaklarımız birbirine yakındı ama o, bu ânı uzatmak istiyormuş gibi dudaklarını boynuma bastırınca avuç içlerimi piyanonun tuşlarına daha sert bastırdım ve ses her yana dağılırken piyanonun tuşlarındaki kuru lekeleri avuç içlerime bulaştı.
Bir elimi tuşlardan çekmemle notalar yer değiştirdi ve kandan yapış yapış olan parmaklarımı onun yüzüne götürdüm. Maskesi yarım olduğu için yüzünün bir tarafı tamamen çıplaktı, çıplak tarafa dokunup yanağını avucumun içine hapsederek onu okşadım. Dudakları boynumdaki deride hızla kayarken parmakları sırtımdan yukarı çıktı ve beni içine yerleştirmek istiyormuş gibi sertçe kendine bastırdı. Notalar karıştı, bir ses dalgası daha evin, hatta ormanın üzerine çarptı.
“Gitmeni istemiyorum,” diye inledi boynuma doğru. Nefesi boynumda bir kalkana dönüşerek yaşamımı altına aldı. Ölüm ise pusudaydı, odanın içinde geçmişten gelen bir katilin ruhu gibi karanlık bir gölge formunda dolaşıyordu. Ay ışığı tenimizde parlıyor, ayın ışığıyla aydınlanan tenimizde dışarıda yağan kar tanelerinin gölgeleri yanıp sönüyordu. “O kadar istemiyorum ki…” Büyük avucu boynumu kapladı, nazik bir şekilde boynuma dokunurken parmak uçlarının altında dalgalanan yaşamım ona muhtaç hissediyordu. “Ne olursa olsun sırf seni kollarımın arasına alabilmek için saçlarındaki yılanları boynuma dolamana izin vereceğim.”
Ona bu kadar yakın olmak, galaksilerin birinde tüm insanlığı geride bırakmak gibiydi.
Zaman bizi kuşatma altına almıştı.
Ve ben, ölen bir zamanda boğuluyordum.
Onun gözlerinde boğuluyordum.
Zihnimde bir şarkı bize eşlik ediyordu.
Dudakları boynumdan yukarı bir dalga gibi kabarmaya başladığında, dudaklarım ona duyduğu muhtaçlıkla sızladı. Beni öpmesini mi istiyordum? İçimde bu kadar çok acı varken onun beni öpmesi için ölecek kadar ona deliriyor muydum?
Beni öpecek miydi?
“Her şey benim yüzümdendi,” diyebildim, anlatmak istiyordum. Eğer beni öpecekse, önce sakladığım şeyi bilmeliydi; inanmayacak bile olsa bilmesi gerekirdi.
“Şunu söylemeyi kes,” dediğinde dudakları boynumda kayıyordu, dudaklarının temasına uğrayan her yer cehennem ateşiyle yanıyordu. Şeytan tenimde dolaşıyor, tanrı son bir şans verip beni yanına çağırıyordu; tenim gitmek istemiyordu, ruhum kalıp yanmak istiyordu, kalbim çoktan alev almıştı ama mantığım bir yerde hâlâ tanrının sesini dinliyordu. “Biliyor musun?” diye sorduğunda yutkundum. “Beni delirtiyorsun. Seninleyken her şey kötüye gidiyor…” Duraksadım. “Sandım ki hayalini kurduğun o saçma roman karakterlerinin onda biri kadar iyi biri olabilirim. Ama olamazmışım, bu gece yine kim olduğumu anladım. Senin yüzünden her şeyi mahvedebilirdim. Ki ettim de.” Dudaklarını çene kemiğimden çekmeden konuştu ve bu kez sesi öfkeliydi. “Nesin sen Allah aşkına?”
“Üzgünüm,” diyebildim, geri kalan her şey zihnimdeki bataklıkta ölüme terk edilmişti. Üzgündüm. Anlatmak istiyordum ama beni arka arkaya bombalıyor, ateşe veriyor, ölümün kıyısına kadar getirip yaşamın tadını veriyordu. Büyük avucu boynumdan kayarak yanağıma kadar çıktı. Kanın kokusunu soludum. Metalik koku içimdeki suçluluk duygusunu besledi ve bir canavara dönüştürdü. Canavar, kafamı gövdemden koparmak, elini göğsüme sokup kalbimi yerinden çıkarmak istiyordu.
“Olma,” dedi sertçe. “Üzgün olma lanet olası.”
Çenemi birden kavrayıp havaya kaldırınca gözlerimden bir daha akmayacağını sandığım gözyaşları yanaklarıma süzüldü. Maskenin arkasında onu bekleyen kan çanağı olmuş kızıl gözleri görmesin diye gözlerimi yumdum.
“Gözlerini görmeme izin ver, ne olursun,” dediğinde sihirli kelimeyi duymuşum gibi gözlerim kirpiklerimi yukarı itti ve ona baktım. “Benden korkuyor musun? Korkma. Bağırsam da çağırsam da sana zarar verebilecek biri değilim. Bak vermem demiyorum, veremem diyorum. Bu mecburiyetin farkında mısın? Hayır, değilsin. Aklımı yitiriyorum, aklımı yitirtiyorsun bana.”
“Senden korkmuyorum,” diyebildim.
Duraksadı. Dudaklarımız birbirine çok yakındı. “Benden korkmuyor musun?” diye sordu buna inanmaya ihtiyacı varmış gibi. Sanki tüm geleceği bu cevaba bağlıydı. Sanki ben ondan korkarsam, onun için bir yarın da olmayacaktı. “İnsanlar benden korktukları için yanımda olurlar.”
“Ben korktuğum için yanında değilim.”
Gözleri yine safir gibi parıldıyordu, bir mücevher gibi… Bu defa korkmadım.
“Mecbur olduğun için mi?”
“Hayır,” diye fısıldadım.
“Ne dedin?”
“Hiç,” diyebildim, canım acıyordu.
Çenemi biraz daha kaldırdı, kollarında savunmasız küçük bir çocuk gibiydim. Ne yapmam gerektiğini hiç bilmiyordum. Parmaklarım tuşlara basılı kalınca yine bir nota doğdu ama şimdi notanın çığlığı ölümü hatırlatıyordu.
“Ne dedin diye sordum,” diye üsteledi, sesi sertti ama ifadesi öyle değildi. “Ve ağlama, yapma şunu bana. Ağlamayı kes.”
Hâlâ mı ağlıyordum?
“Ben korktuğum için yanında değilim,” diye fısıldadım. “Mecbur olduğum için de yanında değilim.”
Gözlerimiz görünmez bir alfabe gibi birbirlerine ulaşmaya, birbirimize olan biteni anlatmaya çalışırken, onun ruhunun kokusunu aldım. İlk kez kendisi gibi bakıyordu. Maskeye rağmen… Belki de yüzünde bir maske olmasına rağmen, Efken Karaduman maskesini çıkarmıştı.
Bana bakıyordu.
Yüzüne bir perde indirmeden, saklanmadan maskelerin arkasına…
Bir an ellerini belimin kıvrımlarına yerleştirdi ve ben ne olduğunu anlamadan tekrardan onun kucağındaydım. Akrep ve yelkovan kan kokuyordu.
“Medusa,” dedi acı çekiyormuş gibi. İşte şimdi dudakları dudaklarıma, kalbi kalbime, ruhu ruhuma çeyrek vardı. “Bu kan ne bana ne de yardım ettiğim birine ait. Ben bu gece birini öldürdüm.”
🎧: Accept, Kill The Pain