Efken’in varlığı, cehennem gibi bir yaz sıcağında, güneş almayan serin bir evin, soğuk fayanslarında çıplak ayakla gezmek gibiydi; kavrulan bedenimi fayansın üzerine atmak, soğuk fayansın üzerinde sere serpe uzanmaktı hatta… Zihnimde şekil alan hiçbir görüntü tam olarak onun varlığını anlatmaya yetmiyordu aslında. Onun varlığının bir hapishanenin demir parmaklıklarını anımsatan soğuk kaburgalarımın arasına saplandığını hissediyordum.
Aslında onun kaburgalarıma saplandığını hissetmiyor, biliyordum.
Mağazanın altın varaklı aynalarla kaplı lavabosundaydım. Ellerimi fayanstan soğuk tezgâha yaslarken aynaya bakmadım çünkü öyle çaresiz hissediyordum ki bu çaresiz bedenin aldığı sağlıklı nefesleri görmek istemiyordum.
Ben bir insanın hâlâ nefes alıp veriyorken de ölü olabileceğinin bir kanıtıydım.
Satır boşluğundan kendini intihara emanet edip sallandıran harflerin ölmek için darağacına ihtiyaçları yoktu. Sanki içinde ölmeye başladığım bir romanın yazarıydım ve bu adam bana o romandaki harfleri katlettiriyordu. Kimdim ben? Aynaya baktığımda tanıdık yansımam orada duruyordu. Biraz önceki beyaz elbisenin değil, siyah bir kazak ve taytın içindeydim; dalgalı saçlarım da tıpkı düşüncelerim gibi dağınıktı. Su akmaya devam ediyor, bense sadece kendimi sorguluyordum.
Ben gerçekte kimdim?
Neden Efken’in kollarından ötesini el bilmeye başlamış, ona bu denli tanıdık bir duyguyla bağlanmaya başlamıştım?
Tüm bunların cevabını duymak istemiyordum. Hiçbirini kabul edemezdim. Olup bitenleri kabul etmemin imkânı yoktu. Yapamazdım.
Gerçek ve zihnimin bana oynadığı oyunları birbirine karıştırdığım zamanlar olmuştu. Hâlâ karıştırıyor olabilirdim, hâlâ gerçeğin kanına parmaklarımı daldırmamış olabilirdim. Bazen gerçek ve hayal o kadar birbirine giriyordu ki Efken’in bile hayal ürünü olduğunu düşünüyordum ama sonra genzimi yakan tarçın kokusunu anımsıyordum ve onun gerçekliği içimi yakıyordu. Hiçbir rüya, hiçbir hayal, hiçbir vizyon bu kadar gerçekçi hissettiremezdi. Ben gerçeğin üstünde bir şeyleri onunlayken hissediyordum ve bu bana işkence ediyordu.
Düşüncelerimden uzaklaşma isteğiyle ellerimi buz gibi suyun altına tutup parmaklarım buruşana dek bekledim. Sonra parmak uçlarımdaki su damlalarıyla yüzüme fiskeler vurarak zihnimi ayıltmak için çabaladım. Varlığı içimi deşen bir hissin içinden çıkıp gitmeye çalışıyordum ama sorun şuydu ki, onun içinden çıkıp gidemezdim çünkü o benim içimdeydi.
“Düşünmen gereken bunlar değil,” diye fısıldadım aynadaki yansımama. “Seni aptal, bunu düşünemezsin.” Kızıl gözlerim duygularla parlıyordu, bunun etkisi tavanda yanan beyaz parıltılı ışıklar da olabilirdi. “Siktir, hayır.” Derin bir nefes aldım. “Senin için kurması basit olan cümleler benim için sindirmesi çok zor, bunu bana yapma,” diye inledim zihnimdeki görüntüsünden uzaklaşmaya çalışırken. “Lanet olsun.”
Lavabodan çıkarken onu görmüştüm. Kasanın önünde ödeme yapıyordu, kartı tuttuğu güçlü parmaklarını izledim, o sarışın bilerek onun parmaklarına parmaklarını sürterek kartı almıştı. Midemdeki yanma hissi ciddi bir kasılmaya dönüşünce inlememek için kendimi sıktım. Kötü bir karın ağrısı çekiyordum, direkt eve gidip yatağa girmeliydim. Belki biraz uyumak bu hissi bastırmamı sağlardı. Belki saçma sapan rüyalar görür, kendimi yine akıl çıkmazımın içine hapsederdim. Bunları hissetmekten daha kötü olmazdı.
Sarışın omzunun üzerinden bana bakınca birden donup kaldım. Yeşil gözlerinden küçümseyici bir bakış gelip geçti, kart ile işlemi bitirip kartı büyük masanın üzerine bırakırken gülümseyerek Efken’e baktı ve bunu yaparken onu izlediğimi çok iyi biliyordu. İçimdeki hisleri bastırmaya çalışarak orada durup sarışının ne kadar ileri gidebileceğini merak ederek karın ağrısıyla onları izlemeye başladım. Sarışın, Efken’in kartının üzerine bir kartvizit bırakınca, Efken gözlerini karta indirdi ve keskin siyah kaşlarının sertçe çatıldığını gördüm.
Kartviziti almadan kendi kartını alıp deri cüzdanına koyunca sarışın duraksadı, yanındaki kumral kızın bıyık altından güldüğünü görebilmiştim. Yine de içim soğumadı. Efken’in o kadar küçümseyici konuşmasından sonra buna nasıl cüret edebiliyordu? Hoş, Efken benimle de çok farklı konuşuyor diyemezdim. Ben de onun tüm küçümseyici tavırları ve konuşmalarına rağmen gece olduğunda onun yatağında uykuya dalıyordum; bu olurken çoğu zaman o da yanımda oluyordu.
“Onu dışarıda beklediğimi söylersiniz,” dedi Efken poşetleri sertçe alıp çıkışa yönelirken. Hızlı adımlarını takip etmek için harekete geçtiğimde, kumralın gülerek sarışına takıldığını duydum.
“Nasıl da görmezden geldi seni ama? Hadi ama, onu en son iki yıl önce görmüştün. Hâlâ unutamadın mı?”
“Beni tanımadı bile,” dedi sarışın dişlerinin arasından. Cansız, beyaz taştan mankenlerin arasına kaynayarak görünmemeye çalıştım. Kalbim son sürat çarpıyordu. “İnanabiliyor musun? Beni o gece ara vermeden üç defa becerdi ama tanımadı.”
“Üzerinden iki yıl geçmiş, çok da takılma. Senin gibi kaç tanesini götürüyordur, biliyor musun?”
“Şu yanındakini de götürüyordur umarım,” dedi sarışın hırsla. “Onda bende olmayan ne var ki?”
“Masumiyet,” dedi kumral kahkaha atarken. “Kızı gördün mü? İki yüzlüğüne bahse varım, ilk seks yaptığı erkek Efken Karaduman’dı.”
Efken’in seks yaptığı kadınlardan biriyle yan yana gelmiştim, dahası Efken için bu o kadar doğaldı ki kadını tanımamıştı bile. O kadının önünde durmuş, o kadın benim önümde küçümsenirken bir de üzerine gülmüştüm. Karakteri her nasıl olursa olsun, birden kendimi o kadar kötü hissettim ki, mankenlerin arasında dizlerimin üzerine çöküp öğürmeye başlamak istedim.
“O kız masum falan değil. Paralı askerlerden birisiydi işte. Görmedin mi? Karaduman onun ne giyeceğine bile kendisi karar verdi. Kendi iradesi bile olmayan aptal kaşarın teki!”
Kalbime yumruk yemiş gibi hissettiğimde öyle güçlü bir öfke içimi delip geçti ki, kükrer gibi bir inleme çıkararak mankenlerden birini yıktım ve o an, benim siyah saçlarımın arasında yanan alev kızılı gözlerimi kasanın arkasında duran sarışına diktiğim andı.
“Siktir,” dedi kumral gözlerini kaçırarak sırtını bize doğru dönerken. “Şimdi önündeki pirinçlerin taşlarını ayıklamaya başlasan iyi edersin, Sarah.” Bu kumralın son sözleri olmuştu. Büyük bir hızla boncuklu bir perdenin arasına girerek gözden kayboldu ve saniyeler akıp giderken, ayaklarımın altında ateşler yanıyormuş gibi hissederek adının Sarah olduğunu öğrendiğim sarışının önüne geldim.
“Bak, affedersin,” dedi, sesi titriyordu, gözleri doğrudan gözlerimdeydi ama bu kez o yeşil gözlerde meydan okuma değil, geri çekilme ve teslim olma vardı. “Sadece…
“Ben onun fahişesi değilim!” diye kükredim, bu kükreyiş kızın yüzüne sert bir nefesle çarptığında kız gözlerini yumup sertçe yutkundu. Benden böyle bir atak beklemediği her hâlinden belliydi; ben de kendimden böyle bir öne çıkış beklemiyordum. “Senin onun altına yatman benim umurumda bile değil ama sen bana kaşar diyemezsin! Sen bir kadına bu yakıştırmayı yapabilecek son insan bile değilsin.” Büyük bir hızla kıza uzanıp onun siyah bluzunun kenarını kavrayarak onu kendime doğru çektim. Bedeni neredeyse yüksek masanın üzerine çıkmıştı. Korkuyla soluyup bana dehşet dolu gözlerle baktı. “Yüzümü sakın unutma,” diye tısladım dişlerimin arasından. “Seni tekrar bir adamın yanındaki kadına o yakıştırmayı yaparken ya da Efken’in etrafında görürsem, işte o zaman o boyalı sarı saçlarını bir bir koparır, yerlerine bu dükkândaki tüm camları parçalar parça parça dikerim. Beni anladın mı?”
“Anladım…” Sarah gözlerimin içine bakarken korkudan titriyordu. Bana diş göstermesini, karşılık vermesini beklemiştim ama gözlerimde her ne gördüyse, bana taşa dönmüş gibi bakıyordu. Kızın bluzunu onu sertçe iterek bıraktım ve sırtımı dönüp çıkışa yürümeye başladım. Mağazadan çıkarken kanımdaki öfke hâlâ fokurduyordu. Efken’in cipi mağazadan birkaç metre uzakta, kaldırımın hemen yanında park hâlindeydi.
Yaşlı bir çift yanımdan geçerken beni selamladılar, suyun üzerinde süzülen çift kuğular gibi süzülerek benden uzaklaşmaya başladılar. Genç bir kadın posta kutusunun içine bir zarf attı ve ters yöne doğru yürümeye başladı. Kar taneleri, gökyüzündeki kızıllaşmaya başlayan bulutların içinden düşen düş parçaları gibi şehre akmaya başlamıştı. Bulutlar kızıl olsa da gökyüzü maviydi ve etrafta da sokak lambalarından sızan ışıkları saymazsak mavi bir görüntü vardı.
Cipin ön kapısını sanki kapıyı parçalamak istiyormuş gibi açtığımda Efken omzunun üzerinden bana baktı. Direksiyonun başında sigarasını tüttürüyordu ve karanlık aracın içinde otururken az önce olanlardan bihaberdi. Ön yolcu koltuğuna oturup kapıyı sertçe kapattığımda tek kaşını kaldırdı.
“Dilersen bir de cipten inip ben içindeyken cipi tut ve sağa sola savurmaya başla,” dedi sakince.
Ona değil, ön camdan dışarıya bakarken, “Hemen gidebilir miyiz?” diye sordum aceleci ve sert bir tavırla.
“Sert kızı oynamadan önce bana ne olduğunu söyleyecek misin?” Bakışları yüzümü delip geçiyordu. “Oradaki kızlardan biri canını sıkacak bir şey mi yaptı?”
“Yaparlar yani?” diye sordum kollarımı göğsümün üzerinde toplayıp tek kaşımı kaldırarak ona bakarken.
“Sadece sordum,” derken sesi şaşkınlığını ele vermişti.
“Gidelim.”
“Ne olduğunu söyle.”
“Israrcı olmak yerine söylediğimi yapsan ölür müsün?”
“Evet,” diye homurdandı. “Söyle.”
“İçerideki kızlardan biriyle yatmışsın,” dediğimde bana ona yumruk atmışım gibi baktı. “Ne? Hatırlamamışsın bile kızı.” Bir an ona baktım. “Cidden hatırlamıyor musun?”
“Kimle düşüp kalktığımı hatırlamak zorunda mıyım?” diye sordu sert bir sesle. “Patavatsızca şeyler söylediyse şimdi orayı başlarına yıktırabilirim, sana ne söylediğini söyle bana.” Bir süre sessizlik içerisinde birbirimize baktık. “Konuş, Medusa.”
“Hayır,” diye yalan söyledim. “Benimle değil, seninle ilgileniyordu. Onları konuşurken duydum. Onu tanımadığın için epey bozulmuş.”
“Sen de epey bozulmuş gibisin,” dedi alaycı bir tavırla.
“Hahaha,” diye güldüm yapay bir şekilde. “Aynen, çok bozuldum. Kadının bana nasıl nefretle baktığını görmedin mi? Senin yüzünden boş bir nefrete maruz kaldım.”
“Tekrar soruyorum, sana bir şey mi söyledi? Eğer canını sıktıysa ben de onun canını sıkarım ve emin ol kimse can sıkma konusunda ben kadar iyi değildir.”
“Ona ne şüphe,” diye söylendim. “Efken, lütfen gidebilir miyiz artık?”
Bir şey söylemek yerine cipin camını indirdi, sigarasını karların arasına fırlattı ve cam kapanırken kısaca mağazaya bir bakış attı. Ardından cipi çalıştırdı ve o ışıkların süslediği sokağı usulca terk ettik.
Tenime tutunan kar taneleri kalbimde yanan ateşi söndürmüyordu.
Bir süre karşımdaki ormanı izlemeye devam ettim. Bu süre zarfında bembeyaz kar taneleri koyu renk saçlarımın arasına tutunuyor, boş bakışlarım ormanın derinliklerini yokluyordu. Bir haftayı daha geride bırakmıştım. Bir aydan fazla olmuştu, birkaç günlük bir fazlalık da olsa fazlalıktı işte. Efken’in yatağında başlayan uykularım, onunla devam ediyordu. Gözlerimi ne zaman açsam onu yatağın diğer ucunda görüyordum ama genelde ben uykuya daldığımda yanıma geliyordu. Bazen uykum beni gerçeğe ittiğinde gözlerimi aralıyordum ve o zamanlarda hep yanımda onu buluyordum.
Yaren bunu fark etmemişti. Birlikte uyuyup uyanmadığımızı bilmiyordu. Ama maskeli baloyu çoktan öğrenmiş, o aptal sarışının olduğu mağazaya uça uça elbisesini seçmek için gitmişti. Bu geçen bir hafta ilk geldiğim zamanki haftalar gibi olaylarla değil, büyük bir dinginlikle geçmişti. Her an bağlı olduğum kişinin şehirden uzaklaşası gelebilir, beni ölüm döşeğine bırakabilirdi ama bunu düşünmemeye çalışıyordum. Anonim eser diye geçirdikleri ama yazarını bilip kitaplarını su gibi içtiğim kadının kitaplarından birini bitirmiştim. Geçen ülke ve şehirlerin isimleri tamamen değişmiş olsa da kalan her şey aynıydı. Crystal’i görmüyordum ama Mustafa Baba’nın çağrısına kulak vermiş, o bahsettiği saçma uyanışı yaşayana dek bu konuyu eşelememeye karar vermiştim.
Kollarımı bedenime sardığımda kazağımın uzun etekleri yukarı sıyrıldı ve altımdaki taytın sardığı bacaklarım soğuktan kasıldı. Kazağımın kollarını avucumun içine toplarken bakışlarımı ormandan uzaklaştırdım. Bu balo işe yarayacak mıydı bilmiyordum, o yalnızca sesini duyduğum adamla bir bağlantım var mıydı bunu da bilmiyordum. Zaten son birkaç haftadır hayatım koca bir belirsizlikten ibaretti.
İbrahim verandanın merdivenlerini inip yanıma geldiğinde sessizdim. Parmaklarını fincanın kulplarından geçirerek uzun parmaklarını fincanın etrafına sarmıştı. Sıcak kahvesinden bir yudum alırken, “Ne düşünüyorsun?” diye sordu, yaklaşık iki saattir buradaydı ve Efken ile neredeyse hiç dalaşmamışlardı. Muhtemelen Efken’in geçen hafta bahsettiği o işi halletmişti, çünkü uzunca bir süre mutfakta bir şeyler üzerine konuşmuşlardı.
Dudaklarım öne doğru bükülürken omuzlarımı silktim. “Bilmiyorum,” diye fısıldadım. “Aklım ailemde. Olup bitenler benim için çok ağırdı.”
“Henüz her şeyin başındasın, Mahinev,” dediğinde duraksayarak ona baktım.
“Seni korkutmak istemem ama tam tamına üç yıldır buradayım. Nigin Bağı meselesini bilmeden önce her yolu da denedim, dönebilmek için yani…”
“Ama Yaren’e âşık olunca kalmaya karar verdin sanırım,” dediğimde yüzünü buruşturdu.
“Hayır,” dedi. “Birine ne kadar âşık olursan ol, Mahinev. Bir gün gitmen gerektiğinde, gitmeyi bilmen gerekir. Onu ne kadar seversem seveyim, geri dönmeyi hep istedim, hâlâ bir parçam bunu istiyor ama bunu yapabilmem için onun ölmesi gerekiyor. Bunu biliyorsundur.”
“Evet,” diye fısıldadım, ağzımın içindeki kelimeler alev alarak yanmaya başladı. İbrahim’in olduğu konum benimkinden çok daha büyük çaresizlikler tarafından kuşatma altına alınmıştı. Geri dönmek istese bile artık bunu yapamazdı. Bağlandığı kadına âşıktı ve geri dönmenin tek yolu o kadının ölümünden geçiyordu. Sıkıntılı bir nefes aldım. “Peki bu ölüm gerçekleştiğinde, gerçekten geri dönülüyor mu? Bu kesin mi?”
“Öyleymiş,” dedi İbrahim, bu konuya karşı ilgisiz bir tavrı vardı. “Peki sen?” diye sorunca afalladım. “Geri dönebilmek için birinin ölmesine göz yumabilecek misin gerçekten?”
Birden bu soru içimi öyle çok acıttı ki, gözlerimi kaçırıp karlar altındaki koruluğu izledim. İbrahim kahvesinden bir yudum alırken bile beni izliyordu. Bilmiyordum. Birinin ölümüne sebep olacak olmak bile korkunçtu. O her şeyden habersizdi, ben ona bağlanıp buraya gelmiştim ve şimdi geri dönebilmem için onun hayatından vazgeçmesi gerekiyordu. Bu akıl almaz derecede korkunçtu.
“Bunun cevabını bilmiyorsun,” dedi İbrahim yavaşça. “Ben de öyle tahmin etmiştim. Eğer Yaren değil de başkasının hayatı söz konusu olsa, senin kadar düşünür müydüm bilmiyorum Mahinev ama bana kalırsa, sen birinin ölümüne sebep olacak olursan, geri dönsen bile vicdanını geride, yani burada bırakamayacaksın.”
“Birinin ölmesini istemiyorum.”
“Kimse böyle bir şeyi istemez ama bazen mecbur kalırsın,” dedi soluk bir sesle. “Eğer geri dönmek istiyorsan her şeyi enine boyuna düşün, Mahinev. Sebep olacağın şeyler olacak, sanırım bu güçlü bir vicdan için çıldırtıcı bir azap olurdu. Ki sana baktığımda güçlü bir vicdan görüyorum.”
“Anonim eserler konusundaki fikrin ne?” diye sorarak konuyu değiştirmeye çalıştığımda İbrahim neşeli bir kahkaha attı. Bu kez muzip bir ifadeyle değil de gerçekten eğlenmiş gibi bakıyordu.
“Biliyor musun bunu ilk gördüğümde tamamına telif davası açacağımı söylemiştim,” dedi eğlenir gibi. “Çıldırmış gibi hırsız olduklarını söylüyordum ve her Allah’ın günü Efken’den dayak yiyordum. Akıl hastası olduğumu düşünüyordu. Sanki buradaki her şey normalmiş gibi. Ama işte onlar için bunlar normal, birinin ışınlanır gibi gelmesi anormal.”
“Artık sana inanıyorlar.”
“Ceyhun, Sezgi ve Yaren bana hep inandılar ama Efken öyle değildir, o kendinden başkasına inanmaz.”
Efken konusunda haklıydı. Bunu bizzat Efken’in ağzından da duymuştum. Efken Karaduman kendisinden başka kimseye inanmazdı. Bakışlarım İbrahim’in yüzünde uzun süre dolandı, ardından derin bir nefes alarak ilerideki koruluğa baktım. O gün korulukta gördüğüm gümüş, beyaz renkteki saçları olan yarı çıplak çocuğu hatırlayınca boğazımda garip bir yanma hissi belirdi. Acaba yine ormanın derinliklerinde geziniyor olabilir miydi? Evi ormanın yakınlarında mıydı? Yoksa o da tıpkı Crystal gibi normal olmayanlardan mıydı? Gerçekten bu dünyada normal olmayan insanlar vardı, değil mi? Belki bir insan bile değillerdi, insan görünümündeki melezlerdi.
“Çok düşünüyorsun, toprağım,” dedi neşeyle. “Burada kal ve her şeyin tadını çıkar. En azından bir hal çaresi bulunana dek bunu yapmayı dene. Emin ol Efken kadar adaleli vücudu olan erkekler kolay bulunmuyor. Biraz göz ziyafeti hiç de fena olmaz.” Dirseğiyle beni dürtünce neredeyse kahkaha atacaktım, İbrahim’in varlığı bana ilaç gibi gelmişti doğrusu. “Ona âşık olup olmadığımdan emin değilim, sanırım kuzenine daha çok âşığım,” dedi İbrahim kahkahalarının arasından. “Ama kaslarını görünce bir aklım çelinmiyor desem yalan olur. Maşallah…”
“Hey yoksa sen?..”
“Hayır ulan hayatım, ben tamamen heteroseksüelim ama bunun yanına biraz da Efkenseksüel ekleyebiliriz. Birazcık…”
Bu beni keyiflendirmişti. Artık gülüyordum ve uzun zaman sonra böyle şiddetli gülüyorsam, sebebi İbrahim’di. Tuhaf bir şekilde etrafındaki herkese kahkaha bulaştırıyordu. Onu ne zaman görsem yüzünde bir gülümseme vardı, bazen o gülümseme muzip bir çocuğunkine benziyor, bazen bir yırtıcının avıyla alay eder gibi kopardığı kahkahalara benziyordu. Kendimi onun yanında daha iyi hissettiğimi fark etmiştim. Belki o dünyada birbirine uyan iki insan olmazdık ama şu an bu dünyada birbirimizi tanıyorduk ve onunla dost olabilirmişim gibi geliyordu.
Efken aniden sokak kapısını sert bir şekilde açınca İbrahim benden uzaklaştı ama sırıtmaya devam ediyordu. Verandaya düşen adım seslerini dinledim, sanki beni ekstra ürkütmek istiyormuş gibi verandadaki karları postallarının altına alarak acımasızca eziyordu. Omzumun üzerinden yüksek duran verandaya bakınca, korkuluklara koyduğu esmer ellerini ve dağ devirecek gibi titreten soğuğa rağmen kolları kesik beyaz tişörtün sardığı bedenine baktım. En son gözlerine baktığımda, o gözlerin maviliğinin çıkmazına kilitlediği bir şey vardı; öfkeydi bu, biliyordum ama onun yakıcı öfkesinden de uzak bir öfkeydi. Bu öfke yakmıyor, üşütüyordu.
Gülüşüm yüzümün kıyılarında usulca zayıfladı. Somurtur gibi bir ifade takınarak ona baktım. Gözlerine yerleştirdiği buzdan hançerler beni hedef almaya devam ediyordu. İbrahim kahvesinden bir yudum daha alıp yavaşça Efken’e doğru dönerken, “Ateşli çocuk,” diye takıldı ona ama Efken’i daha da öfkelendirmesi ne kadar doğru bir karardı hiçbir fikrim yoktu. “Yine güneş gibi parlıyorsun…”
“Sen artık siktir olup gidiyorsun,” dedi Efken tehlikeli bir sesle. Ardından gümüş gibi parlayan mavi gözleri birden bana çevrildi ve karnıma kramplar girmiş gibi hissederken neredeyse acıdan iki büklüm olacaktım. “Sen de içeri giriyorsun. Hemen.”
“Emredersin,” dedim somurtarak. “Senin karşında çocuk mu var? Düzgün konuş.”
“Ov,” dedi İbrahim, şaşkına dönmüş bir hâlde bana bakıyordu. “Kanka bunu yapmak istemezsin. Onun içinde uyuyan Drakula’yı neden uyandırıyorsun şimdi? Kanımızı emecek…” Birden bileğini öne doğru uzattı, diğer eliyle fincanı tutmaya devam ediyordu. “Em beni, durma. Damarımı bir pipet gibi sok ağzına ve höpür höpür çek içine kanımı…”
“Beni oraya getirme,” dedi Efken uyarıcı bir sesle, bunu bana değil İbrahim’e söylemişti. “Hemen gidiyorsun buradan. Yoksa cenaze arabasıyla gelip almak zorunda kalırlar seni. Anlatabildim mi?”
“Anlatabildin aşkım, sakinleş.” İbrahim bir kolunu havaya kaldırıp teslim oluyormuş gibi yaparken fincanı yavaşça ahşap merdivenin üzerine koyarak birkaç adım geri attı ve diğer kolunu da havaya kaldırdı. “Şimdi gidiyorum. Tüm gece enine boyuna düşün. Seni sevdiğimi ve kalbimde olduğunu sakın unutma ve bize bir şans daha ver ta-”
Efken hiç ummadığım anda verandanın korkuluğundan atlayınca karlar onun bedeninin ağırlığıyla etrafa sıçradı ve İbrahim birden aksi yönde koşmaya başladı. Şok içinde İbrahim’in karları aşarak patika yolda park hâlindeki aracına gidişini izledim. Bu tarafa bakarak aracın kapısını asıldı, ayağının birini kapının üzerine koyup kapıyı çekiştirdi sonra sırıtıp elini ensesine attıktan sonra, “Sorun yok kanka ya şakalaşıyoruz!” diye bağırdı bana doğru. “Haha.” Elini ceplerine götürdüğünü gördüm, panik içinde aracın uzaktan kumandasını çıkardı.
Efken, verandanın önünde, karların içinde bir ölüm meleği gibi dikiliyor, sadece onu izliyordu.
“Çocuğun ödünü kopardın,” dediğimde Efken burnundan soluyordu. Bana bakmadan verandanın merdivenlerine doğru yürüdü. Bir süre sırtına, tişörtün açıkta bıraktığı esmer kaslı kollarına baktım. Arkasından gitmeden önce ahşap merdivenin üzerindeki kahve fincanını almak için uzandığımda, birden omzunun üzerinden bana ters ters baktığını gördüm.
“Çocuk dediğin adam kazık kadar,” dedi dişlerinin arasından. “Çocukmuş. Senden başka çocuk mu var burada?”
“Silahlarını kuşanmışsın,” diyerek yavaşça verandanın basamaklarını tırmanmaya başladım.
“Silah mı?” Bunu alayla sormuştu. “Sen silah görmemişsin.”
“Senin gözlerin bir silah zaten,” dediğim anda bir an duraksadı. Şimdi aramızda bir adımlık mesafe bile kalmamıştı. Kafamı kaldırmış, meydan okuyan kızıl gözlerimi onun maviliklerine saplamıştım. Birden karlı korkuluklara dokunduğu buz gibi parmakları çenemi kavrayınca kafamı tamamen kaldırmak zorunda kaldım ve dişlerimi sıkarak onun güzel yüzüne baktım. Buzdan bir duvarın arkasından onu izliyordum ama duvar ne kadar kalın ve soğuk olsa da şeffaftı ve onu görebiliyordum.
“Sen asıl silahı görmemişsin,” dedi yeniden harflerin üzerine onların alınlarına bir namlu bastırıyormuş gibi bastırarak. “Benim silahım sandığın gibi kelimeler değil, küçük kız. Benim silahım benim. Ben bir silahım ve sen namlunun önünde çok fazla dolanır oldun.”
Hoş olmayan, alayla kaplı bir kahkaha attığımda parmaklarındaki soğukluk yerini tenindeki ateşe devretmişti. Çenemi sıkıca kavramayı sürdürüyordu.
“Yine başlıyorsun,” diye fısıldadım. “Yine sana güvenmemem için her şeyi yapıyorsun.”
“Ne yaparsam yapayım, bana güveniyorsun,” deyince, bu gerçeği biliyor olması mı yoksa yüzüme vuruyor olması mı yoksa bunun gerçekten gerçek olması mı canımı yakmıştı bilmiyordum ama kalbim acıyla kasılmıştı.
“Bunu kullanacak mısın?” diye sordum yavaşça, kalp atışlarım da sesim gibi yavaşlamıştı.
“Canım isterse,” dedi sertçe ama gözleri tam aksini söylüyordu. “Canım isterse neler yapabileceğimi bilmiyorsun, bilseydin de bu bir şeyi değiştirmezdi. Yapmama engel olmazdın.”
“Nasıl bu kadar eminsin?”
“Çünkü gözlerinde yansımamı görüyorum.”
“Senin gözlerinde de benim yansımam var, bunu sakın unutma,” diye tısladığımda, dişlerini sıkıp kaskatı olmuş bir çeneyle gözlerimin içine gerçekleri döke döke baktı. O an onun kelimelerine maruz kalmadım ama bakışları tüm kelimeleri sırtlanmış bir hamal gibiydi ve o hamal tüm yükünü kalbimin içinde yere serip açmıştı; kelimeler kalbimin içine saçılmıştı. Dağınık bir oda gibiydi şimdi kalbim. O dağınıklığı oluşturan her parça ise onun kelimeleriydi. Gözlerinde gördüğüm kelimeler…
“Senin benim için bir silahtan daha tehlikeli olduğunun farkında bile değilsin!” diye kükredi, sesi dudaklarıma, sesi gözlerime, sesi tenime çarptı ve tüm düşünceler uğuldamaya başladı. O böyleydi işte. Önce kalbimi parçalara bölüyor, sonra da tek bir cümlesiyle kalbimin parçalarını toparlayarak beni, beni iyileştirdiğine inandırıyordu. Oysa asıl kötülüğü bana bu cümleleri vererek yapıyordu. Belki de bunun farkındaydı. “Bir daha onun yanındayken gülümseme,” dedi bir çırpıda. “Bunu istemiyorum.”
“Ne?” Afallamıştım. Ne söylemem gerektiğini bilmiyordum. Anlatmaya çalıştığım, yani şu kalbimin içindeki sızlanma… Sebebi neydi? Bilmek istemesem de içim bunu delicesine merak ediyor, cevabı karış karış gezdiği ruhumu yara izleriyle doldurarak arıyordu.
“Onun yanındayken gülümsemeyeceksin!” diye kükredi kalbimin yerinden hoplamasına neden olacak bir hiddetle. Çenemi bir tık daha yukarı kaldırır kaldırmaz ölümcül mavi gözleri dudaklarıma dokundu. “Seni biri gülümsetecekse, bu ben olmalıyım. Bir başkası değil. O değil.”
Aslında beni parçalayan, yaralayan, hastalandıran oydu. Zehirliyordu beni. Nasıl oluyordu da tüm bunlara rağmen beni iyileştirdiğine inanıyordum? Bir insanın kanına zehri bıraktıktan sonra o insanı tedavi etmek sizi iyi biri yapmazdı. Şifa bu değildi, bu bir cinayeti intihara dönüştürmek ve intiharın eşiğine yaklaşmış bir bedeni ölümün koynuna iten siz değilmişsiniz gibi geri almaya çalışmaktı. Beni mahvedeceğini bile bile, mahvolacağımı bile bile gözlerinin içine bakmaya devam ettim.
“Sen hastasın,” diye fısıldadım yavaşça.
Gözleri dudaklarıma saplı duran iğneler gibiydi, bakışlarının etkisinden midir bilinmez dudaklarımın sızladığını hissediyordum. Çenemde duran uzun başparmağıyla birden dudaklarımı sertçe ezince dudaklarım aralandı ve kalp atışlarım göğsümün içinde yükselerek tıpkı şehrin karanlığını renkleriyle boyayan yüksek sesli havai fişekler gibi patlamaya başladı.
“Gülümseme. Kimseye.”
“Bana bir neden ver.”
“Benden nedenler isteme, sadece dediğimi yap. Olmaz mı?”
“Olmaz,” diye direttim, dudaklarımı tekrar parmaklarıyla ezince susmamı istediğini anlasam da içimden bir ses susma diyordu, bırak dörtnala koşsun tüm kelimeler.
“Başkasına güldüğünde içimde çıkan fırtınadan bir şehir etkilenseydi, haritadan silinirdi,” dedi dürüstçe, sesinin son derece kısık olması bu cümleyi zihnimde binlerce farklı ses tonuyla yeniden seslendirdiğini düşüneceğim gerçeğini değiştirmiyordu. “Gülümseme.” Birden yüzümü iki avucunun içine alarak kıstırıp gözlerime, tam derinlerime, ruhumun kuytu köşelerine baktı. “Benden başkasına gülümseme.”
“Sen de gülümsetmiyorsun ki,” dediğimde kaşlarını çattı; yüzüm hâlâ büyük avuçlarının içindeydi. “Bana bağırıp duruyorsun. Sen bana bağırıp durduğun sürece, ben nasıl sana gülümserim?”
“Denerim,” dediğinde kalbim birden acıyla tekledi. “Sana bağırmamayı denerim ama seni nasıl güldürebilirim bunu bilmiyorum.” Yüzünün yüzüme yaklaştığını fark ettiğimde bizi birbirimize görünmez halatlarla bağlayan o duygunun arşa yükseldiğini hissettim. “Ama daha önce hiçbir kadının yüzündeki gülümseme olmadım. Bana bunu nasıl yapacağımı öğretebilecek misin?”
Duraksadım, bir süre sessizlik beni içine hapsetti ve ben hapsolduğum o yerden kaçıp kelimelere tutunamadım. Sadece uçurum mavisi gözlerinin derinliklerinde boğuldum.
Parmakları yüzümde tüy gibi gezinirken, “Soru sordum,” dedi erkeksi bir sesle, hırıltılı sesini dinlerken aklım başımdan uçup gidiyordu. Yüzü yüzümün sınırlarına biraz daha girince kalp çarpıntım beni öldürebilecek kadar kuvvetli bir seviyeye taşındı. Göğsümün bir gömlek gibi parçalara ayrılacağını ama bedenimin içinden korkutucu bir canavarın değil, kan leş içinde çırpınan bir kalbin fırlayacağını düşündüm.
“Elbette birçok kadını gülümsetmişsindir,” dediğimde sesimde gizlenemez bir kıskançlık vardı, bir an buna çok şaşırsam da konuşmaya devam etmek zorunda hissettim kendimi. “Mesela o kadın, mağazadaki kadın.” Gözlerinin içine baktım. Yüzü yüzüme bu denli yakınken konuşmak çok zordu. Nefesim yüzüne çarptıkça sıcaklık artıyordu. Kendi nefesimi bile çok net hissediyordum. Yüzümü daha sıkı kavrayınca yutkundum. “Sarah. İsmi buydu. Onu gülümsettin. Seni gördüğü an bile gülümsedi.”
“Onu gülümseten ben değildim,” dedi. “Ben birini hiç gülümsetmedim. O görüntüme gülümsedi ya da bahsettiğin gibi, o gece hissettiklerini hatırlayıp gülümsedi. Ben bir kadını benliğimi, ruhumu kullanarak gülümsetmedim, gülümsetmem.” Yüzünü bir tık daha yaklaştırınca oracıkta öleceğimi sandım. “Onun adını bile bilmiyordum. Hiçbirinin bilmiyordum.”
“Benim adımı da söylemiyorsun.”
“Çünkü sen Medusa’sın.”
“Bir mahlastan bahsetmiyorum, kendi ismimden bahsediyorum,” diye sızlandım ama titriyordum.
“Medusa,” dedi tekrardan söylediğim şeyi duymazdan gelerek. “Seni ruhumla gülümsetmek istiyorum. Bedenimle her kadını gülümsetebilirim. Sen ruhuma gülümse istiyorum.”
Dudakları dudaklarıma şimdi bir kaza kurşununun kalbi delip geçmek için fırladığı andaki kadar yakındı. Tek nefes darbesinde dudaklarımız birbirlerine tutunabilirlerdi. Beni neredeyse öpecekti. Dudaklarım neredeyse dudaklarıyla buluşacaktı ama sonra birden telefonu çalmaya başladı ve bu benim uyanmam için çalan bir alarmmış gibi hızla kendimi geri çekerek verandanın diğer ucuna doğru yürüdüm. Dağılmış saçlarımı kulağımın arkasına tıkıştırdığım sırada göğsümün içinde kanlı bir savaş patlak vermişti.
Efken’in bakışlarını sırtımda hissettim. Sonra telefonu açıp hızla verandanın merdivenlerini inerek konuşmaya başladı. Kimle konuşuyordu bilmiyordum, ne konu hakkında konuşuyordu bunu da bilmiyordum. Akşama doğru Yaren evdeydi, onunla birlikte yemek hazırlamıştık ama yemekte Efken bize katılmamıştı. Hatta çıkıp gittiğinde gecenin ilerleyen saatlerine dek dönmeyeceğini de biliyordum. Mustafa Baba ile aramda geçen konuşmaları onunla paylaşmadığım için biraz tedirgin hissetsem de içimden bir ses o ihtiyarı dinlemem gerektiğini fısıldayıp durduğundan susma konusunda kararlıydım. Yaren’in çözdüğü test kitaplarını karıştırmış, tanıdık gelen problemleri çözmesi konusunda ona yardımcı olmuştum. Balo için çok heyecanlıydı, sanırım en heyecanlı kişi oydu. Ne kadar gotik görünse de içinde partilemek için çıldıran bir sınav kazazedesi olduğunu görebiliyordum.
Saat on bire geldiğinde televizyondaki bir şovu izliyorduk, Yaren’in elinde atıştırmalık paketlerinden biri vardı ve benim de içmeyi unuttuğum kahvem çoktan soğumuştu. Efken hâlâ ortalarda yoktu ve dışarıda karla karışık yağmur yağmaya başlamıştı. Şimşekler göğü ele geçirmemişti ama çok geçmeden bunun da olacağını biliyordum. Varta’nın iklimine yavaş yavaş uyum sağlamaya başlamıştım.
Sokak kapısı tıklatıldığında yağmurun sesi içeri dolduğundan bu sesi zor duymuştuk ama birden Yaren’in gerilmiş olması gözümden kaçmamıştı. Gergin bir yaydan fırlamayı bekleyen ok gibi dimdik durmuş koridora doğru bakıyordu. Karanlık koridora dökülen ay ışığının içinde yağmurun gölgeleri hızla kayıyordu. Neden bu kadar endişelendiğini anlayamasam da, “Ben bakabilirim,” diye fısıldadım.
Yaren gergin bir sesle, “Bu saatlerde abimden başkası gelmez, abim de kapıyı çalmaz,” dedi.
İçime kurt düşmüştü ama yine de gülümsedim. “Belki İbrahim’dir?”
“Abimden korkusuna evin yakınlarından geçen normal yolları bile kullanmaz o,” dedi Yaren. Kapı tekrar tıklatılınca oturduğum yerden hızla kalktım ama bu hareketim Yaren’i daha da germişti. “Mahinev, ne yapıyorsun?”
“Kapıya bakacağım?”
“Çalar çalar gider, bırak,” dedi ısrarcı siyah gözlerini yüzüme dikerek.
“Saçmalama, neden bu kadar korkuyorsun ki?”
“Sen Efken Karaduman’ın kim olduğunu hâlâ bilmiyorsun, değil mi?” diye sordu başını iki yana sallarken. “Pekâlâ aç ama eğer bir silah patlaması sesi duyarsam pencereden kaçarım, senin için kalacağımı ya da dönüp seni bulmaya çalışacağımı sanıyorsan yanılıyorsun.”
“Biraz abartıyorsun.”
“Hıhım, aynen,” dedi gözlerini devirerek ve kapı tekrar yavaşça tıklatıldı.
Yaren’in homurdanmalarına aldırış etmeden koridoru aşıp kapıyı açtığım anda açık duran kırmızı şemsiyenin altında salınan alev sarısı saçları görmeyi beklemiyordum. Düzgün ve belirgin bukleler Crystal’in kırmızı boğazlı kazağının kumaşının üzerine salınıyor, göğüslerini örtüyordu. Tıpkı saçları gibi sarı tonlarında olan gözleri bendeydi, yüzünde mahcup bir ifadeyle doğrudan bana bakıyordu. Altında kalın siyah bir çorap, siyah eteği vardı ve karların içinden onlarla nasıl yürüdüğüne anlam veremediğim kırmızı topuklu çizmeleri parlıyordu. Dudakları da kan renginde bir rujla boyanmıştı.
“İyi geceler Mar… Mahinev,” dedi birden düzelterek.
Kalbim gürültüyle çarparken, “Burada ne arıyorsun?” diye sordum, kekelediğimi son anda fark etmiştim ama kekelemem Crystal’in yüzündeki mahcup ifadenin daha da büyümesine neden oldu. Dirseğinin iç kısmına astığı parlak siyah yağmurluğuna baktım, ardından tekrar gözleriyle buluştum ama bakışları bile beni ürkütüyordu.
Kan rengine boyanmış dudakları aralandı ve beyaz dişlerini gördüm. “Aramızda bazı yanlış anlamalar oldu,” diye fısıldadı, sesinde anlam veremediğim bir duygu vardı. Sanki önümde boynu kıldan bile inceydi. “Sana kendimi yanlış tanıttığımı fark ettim ve bunu istemiyorum. Bu civardaydım ve seni görmek istedim.” Çekingen bir tavırla omzumun üzerinden karanlık koridora doğru baktı. “O burada değil.”
“Nereden biliyorsun?”
Sarımtırak gözlerinden anlık bir parıltı geçerken, “Şey, cipi yok,” diyerek arka tarafı işaret etti ama bu bana pek inandırıcı gelmedi.
“Aramızda bir yanlış anlaşılma yok,” diye fısıldadım.
“Sanırım bana pek acımıyorsun,” derken gülümsemişti, beyaz incileri anımsatan dişlerine bakarken ne söylemem gerektiğini bilmiyordum. “Hadi ama,” dediğinde bile dışarıdaki yağmurun sesi onun yumuşak sesini ikiye bölüyordu. “Sanırım daha vicdanlı olup en azından yağmur dininceye dek beni içeri alabilirsin.”
“Bu ev bana ait değil, Crystal.”
“Hey, vurulmamışsın,” dedi Yaren hemen arkamdan ve sonra âdeta çığlık attı. “Crystal! Bu sensin! Burada ne arıyorsun?”
Crystal yavaşça gülümseyip başını salladı. “Merhaba Yaren, bu civardaydım ve birden yağmur bastırdı.” Cidden dağ başında olduğu yalanına inandırabileceğini mi sanıyordu?
“Ah canım,” dedi Yaren, birden dönüp ensesine patlatmak ve nerede olduğumuzu ona göstermek istedim. Kimse bu civarda dolanmazdı! “İçeri gel lütfen. Senin için sıcak bir şeyler hazırlarım.”
“Zahmet olmazsa,” dedi Crystal. Sinsi yılan, diye düşünürken buldum kendimi ve sonra bu düşünce birden beni sekteye uğrattı. Crystal eve girdiğinde kendimi açık bir hedef gibi hissediyordum ama bir yanım da onun bana bir şey yapmayacağını, sakin olmam gerektiğini söylüyordu. Zihnimin alev almış duvarında uzanan koyu renk saçların sahibi zehirli sesiyle gülünce kaşlarımı çattım. Medusa oradaydı, zihnimdeki alevlerin içine uzanmış düşüncelerime gülüyordu. Şeytan, diye düşündüm. Çık kafamın içinden!
Crystal evin salonun ortasına ateş gibi düşmüştü. Yaren onun için sıcak bir şeyler hazırlamaya gittiğinde, tehlike olduğunu düşündüğüm kadınla odada baş başa kalmış olmanın gerginliğiyle pencerenin önünde dikiliyordum. Yağmurluğunu koltuğun kolçağına bıraktıktan sonra bakışları omzunun üzerinden bana çevrildi ve gözlerinde göreceğim illüzyonlardan korkmama rağmen ben de ona dik dik bakmaya başladım.
“Bana düşmanmışım gibi bakma lütfen,” diye fısıldadı sızlanarak. “Ben senin düşmanın değilim, asla da olmam. Bu bizim doğamızda yok.”
“Ne saçmalıyorsun?” diye sordum sertçe. “Orada, gözümün önünde Efken’e yalan söyledin sen.”
“Amacım bu değildi. Seni korumaya çalışıyordum.”
“Kimden?” diye sordum. “Âşık olduğun adamdan mı?”
Crystal bana dehşet içinde baktı. “Ona âşık değilim,” dedi kaşlarını çatarak. İnce kaşları bir hilâl şeklini almış, ardından da sertçe çatılmıştı. “Tanrım.” Gözlerini devirdi. “Eskiden öyleydim, tamam mı? Seni gördüğüm an bu bitti. O bitti.”
Korkuyla, “Sakın bana âşık olduğunu söyleme,” dediğimde kıkırdadı.
“Bu aşktan ötesi, Mahinev,” dedi. “Sen ve ben düğümlüyüz.”
Duyduklarım sarsılmama neden olurken, “Bu da ne demek?” diye sordum, şaşkına dönmüştüm.
“Sen ve ben, kaderin bir araya getireceği o bütünün parçalarıyız. Biz seninle istesek de düşman olamayız. Düğümlüyüz.” Göbek deliğini işaret etti. “Buradaki kordon,” dedi ve göbeğimi işaret etti, “oradan çıkan kordon ile düğümlü. Biz kız kardeşleriz.”
“Seninle ben Nigin…”
“Hayır,” diyerek böldü lafımı. “Öyle bir şey değil. Ben bir erkek değilim.” Homurdanarak gözlerini yumdu. “Söylemesi çok tuhaf ama sana âşıkmışım gibi her an yanında olmak istiyorum. Ama sana âşık değilim.”
“Kız kardeşler birbirlerine âşık olamazlar,” dedim donuk bir sesle. “Beni korkutuyorsun.”
“Bunu ilk fark ettiğimde nasıl bir korku yaşadığımı tahmin bile edemezsin. Güneydeydim,” dedi. “İyi bir dansçıydım, mükemmel bir hayatım vardı, anladın mı? Böyle olsun istemedim. O bütünün parçasına dönüşmek istemedim.”
“Senin gibi miyim?” diye sordum.
“Evet,” dediğinde birden sarsıldım. “Henüz uyanmadın, Mahinev. O yüzden sana asıl gerçeği anlatamam. Bu yasak. Bu kuralı çiğnersem uyanışın yarım kalır ve her şey eksik ilerlemek zorunda kalır. En önemli parçayı gözden çıkaramayız.”
“Sen nesin?”
“Mar,” diye fısıldayıp omzunun üzerinden karanlık koridora doğru baktı. Yaren duymasın diye sesini olabildiğince alçaltmıştı. “Araştırdın, zaten biliyorsun.”
“Bırak da bunu sindireyim.”
“Üzgünüm, benim sindirecek zamanım bile yoktu.”
“Benden ne istiyorsun?”
“Uyanmanı,” dedi bastıra bastıra. “Lütfen. Başlat artık şunu.”
“Neyi aptal kadın?” diye homurdandığımda sırıttı.
“Tanrım iyi ki kız kardeşleriz,” dedi. “Seni seksüel olarak da arzulasaydım ölürdüm.”
Titreyen ellerimi taytıma bastırırken, “Uyandığımda neler olacak?” diye sordum usulca.
“Tüm geçmişi hatırlayacaksın,” dedi ve bu birden korkuyla kafamı kaldırıp ona bakmama neden oldu. “Uyanış bu. Bir rüyadan uyanıyormuş gibi hissedeceksin. Her şey gözünün önüne gelecek. Yaşanan her şey. Bize yaşatılan, sana yaşatılan… her şey.”
Ben bir şeyler mi yaşamıştım?
“Sen anlatsan ölür müsün? Aklımı kaçıracağım.”
“Yapamam, bu uyanışı böler, uyandığında gördüklerin parçalanır ve sadece bir kısmını bulabilirsin. Zihnini özgür bırakman, normal bir insan gibi yaşaman gerek. Bir anda olacak bu. Tetikleneceksin ve bum! Uyanacaksın.”
“Bu yüzden buradayım,” dediğimde başını salladı.
“Daha fazlasını söyleyemem, Mahinev. Bu seni de beni de mahveder. Bu parçaların tamamını mahveder.” Gözlerini yumup kendine birkaç saniye verdi. Ayağımın altındaki yerin kaydığını hissediyordum. “Lütfen bunlardan Efken’e bahsetme,” dedi yalvarır gibi. “O benim de senin de kim olduğumuzu bilmemeli.”
“Bana zaten inanmaz.”
“Senden başkasına inanmaz,” dediğinde irkildim. “Kör olma. O Efken Karaduman, anladın mı? Senin etrafında çoktan bir pervaneye dönmüş. Ona istediğin her şeyi yapabilirsin. Onu her şeye inandırabilirsin.”
“Âşık olduğun adamla ilgili konuşuyorsun, farkında mısın?”
“Eskiden âşık olduğum adam,” dedi sertçe. “Artık benim hayatım sensin.”
İçimde garip bir duygu büyümeye başlamıştı ama o duyguyu anlamlandıramadım. Çok garipti. Birden ona atılmak, onu kollarımın arasına almak istemiştim. Bu tamamen dürtüsel bir şeydi, birden fışkırmıştı; çıkış noktasını yakalayamamıştım bile.
“Sen de benim hayatım mı olacaksın?” diye sordum saf saf. “Bu kabul edilemez.”
“Bu senin seçimin. Ben hayatımın ortasına seni koydum. Annem gibi, ablam gibi, küçük kız kardeşim gibi, düğümüm, parçam gibi. Sonsuz yaşam döngüsünde ibadet ettiğim kişi sensin.”
“Ben sadece Mar değilim, değil mi?” diye sordum yavaşça. Söyledikleri beni destansı bir şekilde çok etkilemişti. “Öyle olsa, uyanmasam bile sana aynılarını duyardım.”
“Bir şeyleri kafanda çözüyorsun,” dedi. “Ne olduğunu biliyorsun ama bunu sakın düşünme. Bütünü parçalayacak olan da birleştirecek olan da sensin. Uyanana dek bunları dillendirme. İstersen beni de yok sayabilirsin, her şeyi yok sayabilirsin. O gün geldiğinde zaten yanımda olacaksın. Ama o gün gelene dek senin gölgen olmak, senin yanında olup seni korumak zorundayım.” Derin bir nefes aldı. “Bunu o etrafımızdayken ne kadar sürdürebilirim bilmiyorum ama deneyeceğim.”
“Crystal, bunu Efken’den gizleyemem.”
“Ona zaten bir Mar olabileceğini söyledin, seni duydum,” deyince ürperdim. “Kalp atışlarım kalp atışlarına yakın olduğu sürece, konuştuğun her şeyi duyabilirim. Ben kapıdayken Yaren vurulursan kaçacağını ve senin için geri gelmeyeceğini söylemişti.” Gülümsedi. “Ben yanındayken kurşun asla sana saplanmaz, her zaman önünde duran kişi olurum.”
İçim korkuyla dolup taşsa da, “Teşekkür ederim ama yine de Efken…” diyecekken beni susturdu.
“Ona zaten söyledin. Emin ol, bu onun için yeterliydi. İleride sen uyandığında ve bunu gördüğünde, eğer seni o şekilde de kabul ederse, zaten yanında olacak, Mar.”
İleride ben uyandığımda Efken beni kabul edecek miydi? Ben uyanana dek, belki de uyandıktan sonra da burada mı olacaktım? Ailem ne olacaktı? Hayatım? Bir zamanlar olduğum Mahinev’e ne olacaktı? İçimde kan gibi yükselen acı birden ruhumu derinlerine gömerek boğmaya başladığında, bir yere tutunma ihtiyacıyla yalpaladım.
“O çocuk…” Gözlerimi yumduğumda var olan beyaz saçlı, gümüş rengi gözlerin sahibini hatırlamak kalbimin ızdırapla çarpmasına neden oldu. “O saldırdığın çocuk, kimdi?”
“O bir çocuk falan değildi,” diye tısladı Crystal ve tam o sırada Yaren elinde tuttuğu fincanla içeriye girdi.
“Kim çocuk değil?” diye sordu esmer tenine tezat düşen bembeyaz dişlerini göstererek gülümserken.
“Öylesine laflıyorduk,” dedi Crystal içeceğe uzanıp onu Yaren’in ellerinden alırken. Öğrendiklerim yalnızca zihnimi değil, kalbimi de çalkalıyordu. Bir kenara oturup Crystal ile Yaren’in keyif dolu sohbetini buz gibi bir suratla yağmur dinene dek dinledim. Yağmur yeryüzünden çekildiğinde, düşünceler de zihnimden geri çekilmişti.
Crystal’i geçirmek için kapıya dek yürüdük. Yaren onunla vedalaşıp odasına gittiğinde verandada dikiliyorduk. Soğuk tenimi parçalamak isteyen bir yırtıcı gibi üzerime saldırıyor ama bu beni üşütmeye yetmiyordu. Sanki kanım damarlarımın içinde cehennem gibi yanıyordu. Geçmişin nedimesi tam karşımda duruyordu ama geçmiş kayıptı.
“O çocuktan bahsediyordun,” dedim yavaşça.
“Bunu boş ver. Zihnini boşalt ve hiçbir şeyi düşünme.”
Üstelemekten kaçındım, karnım ağrıyor, midem bulanıyordu ve dehşet bir şekilde kusmak istiyordum. Buna kaldırılamayan gerçekleri kusmaya çalışmak da denilebilirdi.
“Efken bağlandığım kişiyi bulunca öldürecek,” dedim ve bu cümleyi kurmak kanımın donmasına neden oldu. Tanımadığım birinin ölümünden bahsetmek beni dehşetin bağrına sürüklemişti.
“Bunu yapamaz,” dedi Crystal, sesi çok kendinden emin olduğundan kafamı kaldırıp ona bakma ihtiyacı duydum. Ateş gibi yanan gözlerini yavaşça karanlığın çevrelediği koruluğa çevirdi, sonra da bana baktı. “Mahinev, geri dönemezsin. Nigin Bağı bozulsa bile gidemezsin.”
“Ne? Ama İbrahim söylemişti ki…”
“O komik çocuktan bahsediyorsan, o belki dönebilir ama sen dönemezsin. Dönmemen gerekiyor. Buna mecburuz, beni anla ve sorgulama. Lütfen. Sorgulamaya devam ettiğin sürece geçmişin parçalarını koparmış olacaksın ve her bir parça bulamayacağın kadar uzak yerlere dağılacak; hiçbiri bir arada da olmayacak.”
“Ama Efken onu bulursa…”
“Güven bana. Onu bulamaz. Bulsa da öldüremez.”
“Nasıl bu kadar eminsin?”
“Onu çoktan buldum,” dedi Crystal ve o an donup kaldım. “Senden uzaklaşamaz. Benim kontrolüm altında. Onu tanımaman daha iyi ve merak etme, her şey yolunda gidecek. O hayatta olduğu sürece sen de burada, yanımda ve iyi olacaksın. Uzaklaşmasına izin vermeyeceğim.”
“Kim olduğunu bilmek istiyorum,” dedim sertçe.
“Her şey bittiğinde yine gitmek istersen, belki de onu öldürmemiz gerekecek,” deyince irkildim. “Ölme ihtimali olan birine bağlanmak istemezsin. O yüzden bırak da onu yöneteyim. Seni tanımasın, sen de onu tanıma.”
“Yalan söylediğini hissediyorum.”
“Hayır,” diye üsteledi. “Seninle düğümlüyüz, yalanlar yok.” Gözlerini kısaca üzerimde gezdirdi. “İyiliğin için her şeyi yaparım. Her şeyi.”
Ona bir yanım hiç güvenmese de başımı salladım. Belki de haklıydı. Bir gün birinin ölümüne sebep olacaksam, en azından o kişiyi hiç tanımamam, görmemem, hissetmemem daha iyi olmaz mıydı? Kalbim acıyla çırpındı. Bu çok kötü bir duyguydu. Henüz tanımadığım birinin ölümünün yasını tutmaya başlamıştım.
“Nigin Bağı ile bağlı olduğum kişi şehirden hiç uzaklaşmayacak mı?” diye sordum kör bir bağlılıkla. Kalbim ona tepki gösteriyor, resmen Crystal’e çekiliyordum.
“Asla,” dedi. “Endişelenme.”
“Ama bir balo…”
“Ha şu…” Yağmurluğunun cebinden siyah bir davetiye çıkarınca gözlerim irileşti. “Ceyhun benim için bir tane göndermiş bugün.” Davetiyeyi yerine sokarken omuz silkti. “Nigin olduğun kişiyi aramak içindi, değil mi? Her neyse. Eğlenmiş olursun.”
“O kişi, nasıl biri?”
“Bunları boş ver,” diye geçiştirdi kenarda duran şemsiyesine uzanırken. “Gitmeliyim. Efken beni görürse sinirlenebilir.”
Son âna dek bağlandığım kişinin Efken olmasını mı ummuştum ben? Neden birden göğsüm bomboşmuş, kalbim orada yokmuş gibi hissetmeye başlamıştım? Crystal’in gidişini seyrederken yağmur tekrar atıştırmaya başlamıştı, yağmur damlalarının arasındaki küçük kar taneleri şehre düşen dolu tanelerine benziyordu. İçimde inim inim inleyen boşluk hissiyle elimi kalbime götürürken bu hissin nedenini sorguladım. Aptal bir çocuk gibi nasıl olmuştu içten içe onun Nigin’i olmayı istemiştim de canım şu an böyle yanıyordu? Bir düşünceyken güzeldi, gerçek olmadığını öğrendiğimdeyse dünya başıma yıkılmış gibi hissetmiştim.
“Ama Efken illaki o kişiyi arayacaktır,” diye fısıldadım kendi kendime, Crystal çoktan uzaklaşmıştı ama ileriden bir kahkaha savurunca sesi tüm boşluğa yayılıp yağmurun gürültüsünü bile bastırdı.
Sonra zihnimde onun sesini duydum ve bu korkuyla geriye doğru sıçramama neden oldu.
“Sen Efken’e burada kalmak istediğini söyle, bak bakalım bir daha o adamın varlığının bahsi geçiyor mu?” Zihnimin derinliklerinde Crystal bir kahkaha daha attı. “Sadece seni hayatta tutabilmek için gizlice o adamı arayıp duracak ama ona hiç ulaşamayacak. Bu korku ona bir ömür yeter… Biraz da o kaybetmekten korksun!”
Saatler, düşüncelerime ait kan damlaları gibi üzerime akarak beni kelimelerden bir nehrin içinde boğmaya başladığında, şafağın izleri gökyüzünün bağrını deliyor, şafağın lacivert sızıntısı gökyüzünde kan gibi ilerliyordu. Şafak vakitlerini gecenin yarasından sızan kana benzetiyordum. Yatakta dizlerimi karnıma doğru çekmiştim tıpkı ölümü arzu eden bir cenin gibiydim. Kısa penye şortumun açıkta bıraktığı bacaklarım bir buzun yüzeyi kadar soğuk ve sertti. Yatağın tam ortasında uzanıyordum ve yalnızdım. Sanki yatağın ona ve bana ait olan tarafını kendi bedenimi kullanarak bir arada tutuyordum.
Böylece onunla bir aradaymışım gibi hissedebiliyordum.
Kalbim ve mantığımı terazinin iki farklı ucuna yerleştirdiğimde, kalbim öyle ağır basmıştı ki mantığım kalbimin baskısıyla yerinden oynamış, terazinin içinden fırlayarak yere düşmüş ve sonra da toz parça olmuştu. Her yutkunuşumda boğazımdan aşağı kayan tat beni çileden çıkarıyordu. Sokak kapısının açılıp kapandığını duydum, sonra anahtarların çıkardığı sesi dinledim ve adımlarının sesleri koridorda büyümeye başladı. Kalbimin atışları yükselen sular gibiydi ve tsunami başladığında kalbim kendi kanında boğulacaktı.
Efken odanın kapısını açınca nefesimi tuttum. Kalbim göğsümün içinde parçalara ayrılacakmış gibi hissediyordum. Sanki güçlü bir patlama sesi duyulacaktı ve son nefesimi verirken kalbimin parçalarının tüm organlarıma saçılarak saplandıklarını hissedecektim. Acıyla yutkundum. O değildi. En başından beri zihnim bana o olması için baskı yapıyor, kalbim bunu arzuluyordu ve ben bunu şimdi fark ediyordum. O olmasını dilediğimi, bunu delicesine istediğimi yeni fark ediyordum.
Yatakta öylece uzanırken ne yapacağımı bilmiyordum. Bu hisle nasıl başa çıkacağımı bilmiyordum çünkü bu his bana oldukça yabancıydı. Kapıyı kapattı. Efken’in yatağa yöneldiğini hissettiğimde nefesim usulca dudaklarımın arasından dışarı döküldü ve kalbimin vuruş sesleri şiddet kazandı. Ceketini çıkardığını fark ettim, ardından kazağı da bedenini kaybetti ve soğuk bedeni yatağın çökmesine neden oldu.
Kot pantolonunun soğukluğunu hissettim. Sanki gecenin karanlığına takılıp kalan soğuğu da beraberinde odaya taşımıştı ama sıcak teni birazdan o soğuğu kendiliğinden yok edecekti kesin. Yorganın altında sık nefesler alıyordum, muhtemelen uyanık olduğumu anlamıştı ya da anlamak üzereydi. Yatağın içinde bir aslan gibiydi ve ben de onun yatağında parçalanmayı göze almış bir ceylandım; arkama bile bakmadan kaçıp gitmem gerekiyorken durmuş onun varlığıyla huzur buluyordum. Oysa aslanın keskin dişleri bir gün boynuma saplanacaktı, bu kaçınılmaz sondu, neticede o bir avcı ben ise onun avıydım.
Yutkunuşunun sesini duydum, sonra da, “Seninle ne yapacağımı bilmiyorum,” diye fısıldadı, bu karmaşayı ondan ilk duyuşum olmasa da düşüncelerimdeki mayınlar bir anda patladı ve düşüncelerim parçalara ayrılırken kaşlarımı çatarak gözlerimi araladım. Bakışlarım penceredeydi, ay bulutların arasında usulca ışıldıyor, yağmur çiseliyordu. “Kontrol edemiyorum ve bu alışkın olduğum bir durum değil. Ben her şeyi kontrol ederim. Ben Efken Karaduman’ım.” Tüm bunları inanılmaz bir egoyla söylüyor gibi görünüyor olabilirdi ama sesi öylesine zayıftı ki, ilk defa kendi egosunun altında ezildiğini hissettim. Sanki şiddetli bir deprem olmuştu ve Efken var olan bu depremde bir bina gibi yıkılarak kendi ruhunun üzerine çökmüştü. Şimdi ruhu bir göçüğün altında yardım bekliyor, çığlıklar savuruyordu ama Efken ruhunun aksine sessizdi. Kaçacak bir yeri kalmamış gibiydi. “Belki de senin gidecek olman benim için en mantıklı olan ama bunu da istemiyorum.” Bunu söylediği anda kalbim atışlarını kesti ve onun da kaşlarının sertçe çatıldığını hissettim. “Kulağa çok aptalca geldi,” diye fısıldadı kendi kendine.
Bir şeyler söylemek istedim. Onunla bu tür bir konuşma yapabileceğimi hiç düşünmemiştim. Kafamın içinde gidişim benim için kurtuluş demekti ve sadece bir ay gibi bir süredir tanıdığım bir adama açıklama borçlu değildim ama tam şu an neden göğsüm bir açıklama alarmıyla ötüyordu? Uyuduğumu düşünüyor olabilir miydi? Lütfen öyle olsun, diye düşündüm.
“Keşke senin kadar deliksiz bir uyku çekebilsem şu an, minik yılan,” dediğinde bahsettiği o yılan ben değilmişim de ruhummuş, ruhum zehrini yaymak ister gibi kalbime dolanmış gibi hissettim. Bana sokulmasıyla o hisler geriye çekildi ve zehir uzaklaşarak yerini şifaya verdi. Şifa, damarlarımda güçlü bir ilaç gibi dolanmaya başladığında Efken’in göğsü sırtımdaydı ve güçlü kolu da belimi sarmıştı. Büyük avucunu karnımda hissettiğimde yutkunmamak için kendimi sıktım ve yüzü saçlarımın arasındaki yerini aldı. “Keşke aklımdaki tüm düşünceler şimdi kafamın içinde değil de bir mayın tarlasında olsalar, seni görsem ve yine karışsalar, o karışıklıkta patlatsalar, yanıp yok olsalar. Kül olsalar.”
Derin bir nefes alınca kokumu içine çektiğini anladım. Göğsüm gürültüyle yükseldi ama uyku birden zihnimin içine bir oyuk açmaya başladı. Bedenim birden tüm endişelerden kurtulmuştu. Elbette bu apar topar olamazdı ama olmuştu, her nasıl olduysa, o bana sokulduğu an tüm düşünceler olay yerini terk etmişti.
Ona gitmeyeceğimi, en azından bir süre -belki uzunca bir süre- burada kalacağımı söylesem tepkisi ne olurdu? Eğer bunu söylersem beni sorgular mıydı? Elbette sorgulardı. O Efken Karaduman’dı. Çok daha acısı ben onun soracağı sorulara en azından şu an cevap veremezdim.
“Belki de bu mümkündür,” diye fısıldadı zihnimdeki sessizliğe. “Belki de sen kollarımdayken uyumak hep mümkündür.”
Gözlerimi yumarken neredeyse ağlayacaktım. Bunu hissetmiş, belki de istemiştim. Köz gibi yanan geçmiş hâlâ parlıyorsa onu bulabilmem içindi, eğer sönemiyorsa bunun nedeni onu keşfetmemi istemesiydi ve ben o geçmişe ulaşmak zorundaydım. Gözlerimin kenarından taşan bir damla yas yanağımı yasladığım yastığa damladı ve zaman bizim için örülürken, geçmiş bir defa daha hatırlanmamanın acısıyla parladı.
Uyandığımda yatakta yalnızdım ve yatak hâlâ onun sıcaklığıyla yandığından yanımdan ayrılalı çok da uzun bir zaman olmadığını anlamıştım. Çok geçmeden beline sardığı bir havluyla odaya girdi ve kalbim yerinden hopladı. Lacivert havlu sadece kasıklarının altı kısmını örtüyordu, kısa bir havluydu ve uzun, sıkı bir o kadar da esmer bacaklarını sergiliyordu. Esmer teninden sicimle inen su damlalarını seyrederken yatağın ortasında öylece oturuyordum. Bana bakmadan elbise dolabına yöneldi. Dolabın aynalı kısmını kaydıracağı sırada bakışları aynadaki yansımama dokundu ve o an göz göze gelmemiz çağ yangınını başlatmış oldu. Yanaklarımın ısındığını, tenimde alevlerin ilerlemeye başladığını hissettim; sanki kulaklarım cehenneme ait bir katmandı ve aldığım her nefes içimdeki ateşi büyüten günahlar gibiydi.
Etli dudaklarından da suyun damlaları düşerek çenesine akıyordu. Bakışları yoğun bir volkan patlaması gibiydi, lavlar tenime dökülerek beni taşa çevirmeye başladı. Sanki asıl Medusa oydu ve gözleriyle beni taşa çeviriyordu.
“İlgini mi çekti?” Sorusu kalbimin atışlarını coşturdu. Bir kolunu kaldırıp kaslarının gerilmesine neden olacak şekilde avucunu aynaya yasladı ve bedeni tamamen gerginleşirken gözlerini yansımamdan çekmedi. “İzlemek sana keyif mi veriyor?”
Nefesim har olup içimi delip geçse de, “Ne ilgisi var?” diye sordum sertçe.
Dudağının kenarındaki şeytanı kıvrım, cehennemin en yasak meyvesi dalından sarkarak kızıl bir büyü gibi beni çekiyormuş gibi hissetmeme neden oldu; sanki o meyveyi parmaklarımın arasına alıp dişlerimi o meyveye geçirmezsem ölecektim.
“Daha fazlasını görmek ister miydin?” diye sordu, erkeksi sesi tenimin üzerinde dolaşan bir bıçak gibiydi; tehditkâr ve erotikti. Akıl alması güç düşünceler kafamın içini sarmaya başlayınca gözlerimi kaçırmak istedim ama gözlerimi kaçırmak demek onun söylediklerini kabullenmek, ona teslim olmak demekti. Oysa ben ona meydan okumak istiyordum.
“Yeterince gördüm,” dedim gözlerimi yansımadaki alev almış mavi gözlerinden çekmeden.
“Eminim gördükten sonra dokunmak isteyeceğin daha çok yerim vardır.” Birden elini aynadan çekti, sırtındaki kaslar dalgalandı ve uzun boylu kas kütlesi bana doğru döndü. Kasıklarına, derin adonis kası çizgisine sicimle akan su damlalarına bakamadan edemedim ve bu onu daha da keyiflendirdi. Bana doğru bir adım atınca kalbim yerinden hoplasa da ifadem değişmedi. Sarsılmaz, yıkılmaz, başa çıkılamaz görünmek istiyordum ve sanırım bunu başarıyordum da. Yine de onu hafife almamam gerektiğini biliyordum. Birden dizini yatağa bastırınca havlu aralanacak sandım ama bu olmadı. Yavaşça yüzüme doğru eğilince aramızdaki mesafe bir karıştan aza düştü ve sıcak nefesi yüzümü yaktı. “Söylesene, Medusa,” diye fısıldadığında sanki sesi kasılan bir uzuv gibiydi. Derisinin altına gömülmüş tüm damarlara dokunmak istediğimi hissettim ve isteğin çıkış noktasını bulamadığım için onu tıkayıp durduramadım. Nefesi bir zehir gibi dudaklarıma akınca kelimelerim felç geçirdi, konuşamadım. “Bana dokunmak ister miydin?” Yüzü yüzüme biraz daha yaklaşınca ikimizin de gözleri sözleşmişiz gibi aynı anda kısıldı. “Yüzüme,” dedi hırıltılı bir sesle. Bunu yaparken dudaklarıma kısaca bakıp, yeniden gözlerimin içine bakmıştı. “Omuzlarıma. Belki kaslarımı parmaklarının altında kasılırken hissetmek istiyorsundur. Bunun için çok çaba sarf etmene gerek yok, kolayca yapabileceğin bir şey. Senin için daima kasılırım.” Kelimeleri kalbimin vuruşlarını sanki sonsuz bir döngüde daha da hızlanabilirmiş, bu hızın bir sınırı yokmuş gibi daha da hızlandırdı. “Belki kaslı göğsüme, belirgin göğüs çizgimden aşağıya, karnıma, karnımdaki tüm kas dizilimine, kasıklarıma…” Nefesi gitgide daha da yakına geliyordu, başım dönüyordu, sarhoş gibiydim. Sanki damarlarımda kan değil, şarap dolaşıyordu. “Belki tüm kaslarımdan daha sert bir noktama…” Gözleri gözlerimden ayrılmadı. “Dokunmak ister miydin?”
“Ahlaksız,” diye fısıldadım, nefesim dudaklarına çarpınca gözlerini yumacak kadar kısıp sertçe yutkundu.
“Siktir,” diye hırıldadı, gözlerim neredeyse irice aralanacaktı ama kendimi tuttum. “Bu kelimeyi dudaklarından çıkarken defalarca kez izlemek istiyorum. Dilinin nasıl kıvrıldığını görseydin, eminim sen de kendinden etkilenirdin.”
Etkilenmem için sesine takılarak önüme düşen kelimeleri duymam yeterliydi. Başım dönse de yüzüme soğuk bir maske takarak geri çekilmeye çalıştım ama bu daha da üzerime abanmasına neden oldu ve ıslak kurum siyahı saçlarından yüzüme birkaç damla su aktı. Damlayan sular yüzümden gözyaşı misali sicim gibi kayarak indi, gözlerim gözleriyle buluştu ve bir kalp atışını içine sığdırabilecek süreye bin asır sığdırdık.
Sonunda boğuk bir sesle, “Hazırlansan iyi edersin,” deyince afalladım. “Balo bu gece.”
Bir an duraksadım. Bugün müydü? Yaren dün akşam bundan bahsetmemişti bile. Belki de bahsetmişti ama hatırlamıyordum. Düşünceler öyle ağır gelmişti ki, artık kendimi bile unutuyordum. Efken geri çekilince hemen yataktan kalkıp birkaç parça kıyafet alarak odadan çıktım çünkü önümde anadan doğma kalmasını kaldırabileceğimi sanmıyordum. Her ne kadar kusursuz bir dizilimle yaratılmış bedenini merak etsem de -ki bu çok utanç vericiydi- orada kalıp kendimi daha fazla zorlamak istemiyordum. Yeterince zorlanmıştım.
Ben banyoya koştururken Yaren de evin içinde koşturuyordu. Telefon kulağı ile omzu arasında sıkışmıştı ve muhtemelen konuştuğu kişi de Sezgi’ydi. Durmadan, “Yarın sanıyordum!” diye bağırıyordu. “O lanet olası davetiyeleri görmedim bile!” Balo için bu kadar hevesliyken davetiyeleri karıştırmamış mıydı gerçekten? Hayretler içinde banyonun kapısını açtığımda bana el sallayıp odasına girdi ve bağırarak telefonla konuşmaya devam etti.
Uzun süren bir duş almıştım. Yenilenmiş bir şekilde duştan çıktığımda Yaren elinde bir saç maşasıyla koridordaki prizin önünde durmuş benimkilerden çok daha koyu olan, abisininki misali kömürü hatırlatan siyah saçlarını ısıyla cayır cayır yanan demir çubuğa doluyordu. Çok uzun süredir banyoda olmam onu dehşete düşürmüş gibi, “Hazırlanmayı düşünüyor musun sen?” diye ciyakladı, hevesli olduğunu görebiliyordum ama birilerinin iki ayağımı bir pabuca sokma durumundan nefret ederdim. Yönetilmek, azarlanmak, bir şeylerin diretilmesi, baskı altında olmak beni yalnızca öfkelendirirdi. Yine de tepkisini heyecanına vererek gülümsedim.
“İyi görünüyorsun ve akşama daha bir dünya var.” Gözlerim koridorun sonundaki dar duvarı kaplayan pencereye kaydı. Dışarısı akşam vaktini anımsatıyordu, belki de şafak… Yine de saatin erken olduğunu biliyordum. “Tabii gökyüzü hep böyle olunca her an bir yerlere geç kalıyormuşsunuz gibi hissetmeniz normal.”
Buklelerden biri etrafından dumanlar saçarak boşluğa doğru sarktı, bir diğer bukleyi oluşturmak için saç parçasını demire sararken tek kaşını kaldırdı. “Elbiseni hâlâ görmediğime inanamıyorum,” dedi. “Sen de benimkini görmedin. Bunu nasıl unuturum?”
“Baloda yapacaklarından öyle çok bahsediyordun ki sanırım bunu atladın. Hem elbiseni dün aldın, yeterince zamanımız yoktu, endişe etme. Birazdan görürüm.”
“Biraz heyecanlanır mısın? En azından heyecanlanıyormuş gibi yap,” dedi Yaren sırıtarak. “Abim takımını almak için çıktı. Onun odasına bir makyaj çantası bıraktım. İşini görür sanırım. Senin için Sezgi’nin fondötenlerinden aşırdım çünkü gördüğün gibi ben neredeyse bir siyahi sayılırım, sen ise dışarıda yağan kar kadar beyazsın.” Kahkahaya benzer bir ses çıkardı. “Fondötenim kontür yapman için bile epey koyu olurdu.”
“Koyu bir kontür elbette istemezdim ama şunu söylemeden geçemeyeceğim, ten rengin gerçekten müthiş. Çok güzel, parlak bir bronzluk var teninde.”
“Teşekkür ederim, biliyorum,” dedi Küçük Karaduman, neredeyse sırıttım. “Hadi gidip hazırlan. Gece muhteşem olmalıyız.”
“Sen yeterince muhteşemsin,” diyerek Efken’in odasına girdim. Daha doğrusu bir süredir onunla uyuyup, onsuz uyandığım odaya.
Elbisem Efken’in elbise dolabının içinde asılı duruyordu. Kırışmaması için Efken onu oraya asmıştı, belki de fazla yer kaplamasını istemediğinden yapmıştı. Bilmiyordum.
Efken’in elbise dolabının cam kapağını kaydırdığım anda yoğun bir tarçın kokusu soludum. Ciğerlerimi okşayan koku, onun teninin kokusuydu ama üst üste katlanmış kazaklarından erkek parfümü kokusu da geliyordu. Biraz elmayı anımsatan bir kokuydu. Belki biraz karanfil, yine teninin öz kokusu gibi tarçın, sardunya ve narenciye… Evet, parfümü böyle kokuyordu. Hatta elbise dolabının içine biraz daha eğildiğimde ahşap kokusunun da olduğunu fark etmiştim. Sandal ağacı, zeytin ağacı, sedir, amber ve hatta biraz misk… Kokuların notalarından iyi anlardım ama burada kesinlikle en belirgin koku onun tenindeki tarçının kokusuydu. Pahalı olduğuna emin olduğum parfümünün kokusunu bile silecek bir kokuydu bu.
Birden onun kokusuna duyduğum ilgi beni çok utandırdı ve şeffaf örtünün içindeki elbisemi askısından kavrayıp çekerek elbise dolabından uzaklaştım. Askısında altın rengi maskemin de asılı olduğu elbisemi yatağın üzerine serdikten sonra banyoda kurutma makinesinin gazabından geçirdiğim uçları hâlâ ıslak saçlarımı karıştırdım. Efken’in elbise dolabının aynası işimi görmeye yeter de artardı bile. Yaren’in benim için yatağın üzerine bıraktığı kahverengi deri makyaj çantasını alıp fermuarını açtığım anda kozmetiğin kokusu içimi yaktı.
Nasıl bir makyaj yapmam gerektiğini bilmiyordum. Saçlarım nasıl olmalıydı bilmiyordum. Aslında bunlar umurumda olan şeyler değildi. Crystal ile olan konuşmalarımız kafamın içinde sık sık tekrar etmeye başlamıştı. Sonunda daha fazla düşüncelere dalmaktansa kireç gibi tenimi fondöten ile eşitleyip kirpiklerimi rimel ile uzatabileceğim kadar uzattım. Belirgin elmacık kemiklerimin alt kısmındaki çukurları biraz gölgelendirip dudaklarıma mat kan rengi bir ruj sürdüm. Ben bunları yaparken Yaren birkaç defa odaya girmiş, son girişinde de yatağın üzerine bir tarafı düzleştirici, bir tarafı maşa olan bir saç şekillendirici bırakmıştı.
Saç konusunda kararsızdım ama sanırım bu uzun, koyu renk saçları düzleştirmek daha iyi olabilirdi. Normalde saçlarım düz sayılırdı ama uçlara doğru dalgalanıyordu, bu yüzden saç tipimin ne olduğu konusunda tam olarak kesin bir bilgim yoktu. Bazı zamanlar dalgalı, bazı zamanlar pırasa sayılmayacak kadar düzdüler işte. Saç şekillendiricisinin ısınmasını beklerken son kez makyajıma baktım. Abartılı değildi, ön planda olan kirpiklerim ve sadece dudaklarımdı. Belki maske takmayacak olsam göz makyajına yoğunlaşabilirdim ama göz rengim ve maske dışında bir şey ön plana çıkmasını istemiyordum.
Nihayet saçlarımı düzleştirip elbisenin içine girdiğimde yine fermuar sorunu yaşamıştım. Kollarım ne kadar uzun olsa da fermuara yetişip onu sonuna dek çekmek büyük çaba istiyordu. Hava ne kadar soğuk olsa da terleyip makyajımı mahvetmek istemiyordum. Fermuarı Yaren’e çektirsem daha iyi olacaktı. Gün çoktan yerini geceye bırakmaya başlamıştı bile. Vakit ne ara bu kadar hızlı tükenmişti farkında bile değildim. Altın sarısı, yılanların bekçiliğini yaptığı rahatsız edici derecede gösterişli olan Medusa konseptli maskeyi gözlerimin önüne bir perde gibi indirip iplerinin ucunu usulca düğümlerken gözlerim aynadaydı. Kızıl gözlerim altın rengi maskenin içinde kan gibi parıldıyordu.
Saçlarımın üzerinde saldırıya hazır gibi duran yılanlar belki de elbisemden hemen sonra en çok dikkat çeken ikinci şeydi. Hatta elbisemi bile geri planda bırakıyor olabilirlerdi.
Kapının açılmasıyla bakışlarım aynadaki yansımamdan koparak, var olan bir diğer yansımaya çevrildi. Simsiyah ütülü pantolonu, siyah gömleği, siyah ceketiyle alışılmışa gelmiş bir görüntünün içinde olmasa da son derece göz alıcı görünen o adamı tanıyordum. Mavi gözlerinden bir tanesi yarım olan siyah maskesinin ardından beni izlerken diğer gözü en az ruhum kadar çıplak bir şekilde bendeydi. Elinde bir kutu tuttuğunu fark ettim, büyük kare şeklinde bir kutuydu ama koca elleri arasında o kutu bile küçük geliyordu.
Düzgünce taranmış kurum siyahı saçları, tıraş olduğu için kemiklerin yuvası hâline gelmiş çekici esmer yüzü ve odayı tamamen kaplayacak gibi duran koca cüssesiyle bana doğru yürümeye başladı. Tam arkamda durduğunda kokusu ciğerlerimi yakıyordu. Eğilip kutuyu yere bıraktığında nefesini elbisenin örttüğü bacaklarımda hissettim, doğrulduğu sırada sıcak nefesi artık kalçalarımda, omurumda ve nihayet omuzlarımdaydı. Sıcak parmakları soğuk tenime temas eder etmez fırtınanın yaklaştığını hissettim. Parmakları tenimde âdeta kaydı ve bir ateş dansına başladı. Fermuarımı son kısma kadar çektiğinde parmakları tenimden uzağa taşınır sandım ama bu olmadı. Parmakları sırtımın açık kalan kısmımda dolandı, saçlarımı aşarak ince boynuma kaydı ve ensemi kavradı. Bedenimden içimi titreten bir elektrik akımı geçip giderken yutkundum ve büyük avucu boynumu içine aldı. Beni gevşetmek ister gibi enseme hafifçe masaj yaptığı esnada kalbim göğsüme öyle sert darbeler indiriyordu ki elbisenin beyaz tok kumaşı bile dalgalanıyordu.
“Bu elbisenin ihtişamını gizlemesi, seni geri planda bırakması gerekiyordu, Medusa,” dedi yakıcı bir sesle. Gözlerimi neredeyse yumdum ama kirpiklerimin arasından onu görmeye devam ediyordum. Ensemi nazikçe ovarken beni bir kedi gibi mırıldayacak hâle getirmişti. “Beyazı kendinle kutsamanı, içinde olduğun şeyi daha da ihtişamlı kılmanı beklemiyordum.” Nefesi boynuma akınca titredim. Nasıl oluyordu da üzerimde böyle bir etki bırakabiliyordu? Aklım almıyordu. Düzleştirdiğim saçları omzumun önüne doğru atıp, yavaşça eğilince gözlerim beklentiyle açıldı ve onun yumuşak öpücü ensemdeki yerini aldı.
Ben daha bu öpücüğü atlatamamışken sihirli parmakları karnıma kaydı, beni bir yılan gibi sardığında ona engel olabilecek gücüm yoktu. Konuşacak gücüm bile yoktu. Tamamını kaybetmiştim. Parmakları karnımdan başlayarak göğüs boşluğuma kadar ilerledi, tam gerdanıma geldiğinde ay taşı kolyemin üzerinde durdu ve büyük parmaklarının arasına aldığı ay taşını yavaşça kaldırdı. Şimdi ikimiz de ay taşı kolyesinin yansımasına bakıyorduk. Kararmaya başlayan hava yüzünden ay taşım parıldıyor, kızıl ve mavimsi ışık zerrecikleri saçıyordu. İçinden taşan ışıkları bir süre derin bir sessizliğin koynuna girerek öylece durup izledik.
“Gülümsemek yok, Mahi,” diye fısıldadı, anılar terk ettiği zeminde bir boşluk yarattığında, gelecek o zemine dökülmeyi bekleyen kanı bileklerini keserek akıtıyordu. Mahi.
Babaannemin bana seslendiği isimdi bu.
“Mahi?” diye sordum sonunda, sesim zayıf çıkmıştı.
“Sana isminle seslenmemi istemiyor muydun? İsmine en yakın buydu.”
“Anlamı ne?” diye sordum, bunu babaanneme hiç sormamıştım.
Efken ay taşını parmaklarının arasında tutmaya devam ederken, “Yok eden,” diye fısıldadı kulak boşluğuma doğru ve mavi gözlerini kaldırıp yansımadaki gözlerimin karnına sapladı. “Mahveden.” Yutkunduğunda yutkundum. “Perişan eden.” Gözlerini yumdu, ben de yapmak istedim ama yapamadım çünkü kendimi onu izlemekten alıkoyamadım. “Yakıp yıkan,” diye inledi acı çekiyormuş gibi. “Yok edici.”
“Bunu bilmiyordum,” diyebildim, dizlerim titriyordu ama Efken beni tuttuğundan düşmeyeceğimden emindim. Ona ne zamandan beri bu denli güveniyordum? Sorgulamayı bırakmıştım.
Yıllardır babaannemin bana seslendiği kelimenin anlamı bu muydu? Yok eden, mahveden… Dalgın bir hâlde tuhaf bir şekilde yan yanayken güzel görünen yansımamızı izlemeye devam ettim.
“Aklındakini söyle bana,” dediğinde parmaklarının arasında tuttuğu ay taşı kolyemi serbest bırakmıştı.
“Sadece…” Bir an susup derin bir nefes aldım. “Sanırım gidip Yaren’den bir ayakkabı istesem iyi olacak,” diye yalan söyledim, aklımdakini bilmesine gerek yoktu. Babaannemin bana bu şekilde seslendiğini ona söylemeyecektim. Söylemek istemiyordum.
“Buna gerek yok,” derken sesi tekrar sertti. Sanırım ondan bir şey saklamamdan hoşlanmıyordu ve yalan söylediğimi fark etmişti. Derin bir nefes alarak geri çekilince omzumun üzerinden ona doğru baktım. Eğilip yerdeki kutuyu aldıktan sonra, “Yatağın ucuna git ve otur,” dedi emreder bir tonda.
Emrivakilerinden hoşlanmasam da dediğini yapıp yatağın ucuna ilerledim. Efken hemen ayağımın ucuna geldiğinde bir an şaşırmıştım çünkü birden tek dizini yere koyarak çökmüş, kırdığı dizinin üzerine de kutuyu koymuştu. Onun gibi bir adamı önümde diz çökmüş hâlde görmeyi pek tabii beklemiyordum. Şaşkınlık soluğumu yakarken gözlerim onu takip etti. Kutunun kapağını kaldırınca bakışlarım usulca ondan koparak kutunun içine çevrildi ve o an donakaldım. Altın rengi bir topuklu ayakkabıydı, önü açıktı, ince demirden bantları yılandandı ve bilek kısmına doğru kıvrılan bantlarından birindeki yılanın ağzı açık duruyordu. Maskemle rengi birebir aynıydı, hatta sanki birbirlerinin eşi gibiydiler ama olmadıklarına emindim. Efken ayakkabılardan birini çıkardı, diğer eliyle bacağımı yavaşça kavrayıp bir bacağımı diğerinin üzerine atmamı sağladı ve böylece çıplak ayaklarımı görmüş oldu. Gece, Yaren’in heyecanını dinlerken Crystal ile ilgili düşüncelerden uzaklaşmak için el ve ayak tırnaklarıma kırmızı ojeler sürmüştüm. Efken birkaç saniye ayaklarıma baktıktan sonra yılandan bandı yavaşça ayırdı ve ayağımı ayakkabının içine yerleştirip bandı bileğime doladı. Böylece yılan artık ayak bileğime sarılmış hâldeydi.
Sanki ben masallardaki o prensestim ve prens de benim için buradaydı.
Ama ne ben bir prensestim ne de o bir prensti. Av ve avcı konumları bizim için çok daha uygundu. Her ne kadar bana zarar vermese de onun için ava dönmem çok basitti çünkü onun damarlarında bir avcının kanı dolaşıyordu. Diğer ayakkabıyı da ayağıma soktuktan sonra gözlerini kaldırıp delici uçurum mavisi gözleriyle derinliklerime ulaşmak ister gibi gözlerimin içine baktı. Şayet ulaşmıştı da.
“Gülümsemek yok, Mahi,” dediğinde sesi ne kadar sert olsa da sınırlarına benim için yerleştirilmiş dikenli beyaz güller vardı; o güllere uzanıp onları parmaklarımın arasına almak ve dikenleri parmaklarıma batarak kanatsa bile benim için sunduğu güllerin kokusunu içime çekmek istedim. “Benden başkasına gülümsemek yok.”
Bir şeyler söyleyemeyecek kadar karmaşık hissetsem de Efken bunu önemsemedi. Yavaşça doğrulup, “Birazdan çıkacağız,” dedi, sesi ölçülüydü ama mavi gözleri bedenimde ısrarcı bir şekilde dolaşıp duruyordu. Bakışlarına karşılık verdim. Sanki maskenin ardından onu izlemek çok daha kolaydı. Ona karşılık vermek bile daha kolaydı. Bazen insanlar da böyleydi işte. Maskelerinin ardına gizlendiklerinde bir şeyleri yapmak onlar için daha kolay olurdu. Kararları vermek, icraata dökmek, hatta olmadığın biri gibi davranmak bile daha kolaydı.
Ya da belki de maskeler, asıl olduğumuz insanı arkasına saklanarak daha kolay sunmamızı sağlardı.
Evden çıktığımızda artık yeryüzünü ağartan tek ışık buzdan dolunayın gümüş rengi ışığıydı. Caddeye çıkana dek tek bir sokak lambası bile görmemiştim. Çok geçmeden Efken’in mekânına varmıştık. Sadece bir defalığına gördüğüm mekân, o gün gördüğümden çok farklı olarak revize edilmişti. Değişikliklere dehşetle bakıyordum çünkü karanlık bir gece kulübü olan Luxury bu gece bir sarayın balo salonuna o kadar çok benziyordu ki… Her şey altın rengindeydi ve kumaşların tamamı kırmızı pahalı satendendi. Localara çıkan merdivenleri bile altın varaklarla döşeyip, kırmızı saten ile süslemişlerdi. Disko topunun olması gereken yüksek tavandan aşağıya altın rengi ışıkların parıldadığı bir insandan çok daha cüsseli olan bir avize sarkıyordu. Yüksek altın rengi masalar dans pistinden uzağa, duvar kenarlarına birbirlerinden birkaç metre uzak olacak şekilde yerleştirilmişti. İçeri girdiğimiz anda dikkatimi çeken rengârenk ve göz alıcı kıyafetlerinin içinde oradan oraya süzülen maskeli güzel genç kızlardı. Sanki çok eski zamanlardaydım, var olduğum dönemde değil de var olmayı bilediğim eski bir dönemdeydim. Çevremdeki tüm genç kızlar saraylı gibiydi, sanki hepsi farklı birer ülkenin prensesleriydi.
Yaren askılı eflatun elbisesiyle kalabalığa doğru koşarken siyah dalgalı saçları savrulup çıplak sırtına çarptı, omzunun üzerinden bize doğru bakınca kristal taşlardan oluşan gümüş renkli maskesinin altındaki koyu renk gözleriyle buluştum. Çok güzel görünüyordu. Esmer, şımarık bir prenses gibiydi ve sanki bu koca balo onun için düzenlenmişti, birazdan göbekli bir kral çıkıp onu kucaklayacaktı ve o güler yüzlü kral onun babası olacaktı. Birden içim burkuldu. Yaren’in babası hiçbir zaman burada olmayacaktı. Annesi de öyle… O yetimdi. Tıpkı Efken gibi.
Hemen yanımda ağır adımlarla ilerleyen Efken’e bakarken göğsüm ağzına kadar kederle dolup taştı. Ona sokulmak, koluna girmek, başımı göğsüne yaslamak istedim ve geçmişten bugüne dek içinde taşıdığı, ev sahibi kendisi olduğu hâlde kiracısı olan acının ona verdiği zararı düşündüm. Birden ağzım acı bir tatla dolmuştu. Ona sokulacak gücü kendimde bulamadım ama yine de ona biraz daha yakın yürümeye başladım. Dans pistinin ortasından bize doğru ilerleyen çifti tanımamı sağlayan Sezgi’nin parlayan kızıl saçları olmuştu. Sezgi yeşil, bir bacağını ortaya serecek kadar iddialı bir yırtmacı olan kabarık elbisesinin içinde bir tanrıça kadar güzel görünüyordu. Beyaz teni, kızıl saçlarıyla birleşen yeşil rengi kesinlikle onun teni için yaratılmıştı. Üstelik altın rengindeki yaldızlı maskenin altındaki zümrüt yeşili gözleri de bu elbisenin ne kadar doğru bir parça olduğunu savunan güçlü bir savaşçıya benziyordu. Ceyhun’un da maskesi tıpkı Efken’in maskesi gibi yarımdı, burnunun yarısını ve bir gözünü içine alıyordu, yüzünün diğer tarafı ise tamamen ortadaydı ama yine de maske ona bir yabancılık katmıştı; tek fark onun maskesi Sezgi’ninkiyle aynı renkti. Smokinin içinde oldukça şıktı ve Sezgi’nin yanına yakışıyordu.
Orkestra en uçtaydı, barın tam karşısında iki basamak yüksekliğinde bir platformun üzerinde müziklerini yaratıyorlardı. Büyük bir çello olduğunu görmüştüm. Telli, nefesli ve vurmalı çalgıların tamamı altın rengindeydi ve müzisyenler de aynı maskelerden birer tane takmışlardı; hepsinin üzerinde birbirinin aynısı ama kilo ve boy farklarından dolayı farklı ebatlarda aynı smokinlerden vardı.
Sezgi beni kucaklarken, “Vay canına,” deyince soğuk bir şekilde gülümsedim. “Medusa, ha? Tam sana göreymiş. Masken müthiş.” Yeşil gözleri dost canlısı bir şekilde hızlıca bedenimde turladı. “Ve gerçekten elbisen de öyle. Müthiş görünüyorsun.”
“Sen kendine bak,” dedim utanarak. “Çok güzelsin.”
“Beni utandırıyorsun.” Sezgi genişçe gülümseyerek Efken’e baktı. “Biraz gülümsemeyi dene, ev sahibi,” diye takıldı ona. “Toplu katliam çıkarmaya gelmedin, baloya ev sahipliği yapmaya geldin.”
“Falan filan,” dedi Efken gözlerini devirip bakışlarını balo salonunun farklı bir noktasına çevirerek.
Sezgi de gözlerini devirerek tekrar bana baktı. “O hep böyledir işte. Asla gülümsemez.” Bir anda bu cümle içimi acıttı ama Sezgi gülerek söylediğinden karşılık olarak yavaşça tebessüm etmekten başka çarem olmamıştı. Ceyhun bana kibar bir şekilde selam verdikten sonra Efken’e çenesiyle işaret yaptı ve bizden yaklaşık üç metre kadar uzaklaştılar. Şimdi Sezgi ile yalnızdık.
“Yaren çok eğleneceğe benziyor,” dedi hevesle. “Geçen yıla kadar sessiz sakin, gotik ve kendi kıyafetlerini tasarlayan bir kızken, bu sene sanırım on sekiz yaşında olmanın heyecanına fazla kapıldı. Artık bir kelebek gibi oradan oraya uçmak ve deneyim kazanmak istiyor.”
İçeride çalan hafif müziğin zihnimi okşadığı sırada Sezgi’ye baktım. “Yaren kendi kıyafetlerini mi tasarlıyordu?”
“Evet ama Efken onun bir ‘terzi’ olmasını istemediği için vazgeçti,” dedi Sezgi terzi kelimesini parmaklarını havaya kaldırıp tırnak içine alarak. “Yaren moda tasarımı okumak istediği için tutturunca Efken de onu uzun süre telefonsuz kalmakla cezalandırdı.”
“Bu çok saçma,” diye homurdandım. “İstediği bölümü okur.”
“Tabii ki bu bölümler Yaren’in çok öne çıkmayacağı bölümler olmalı. Bilirsin, kimse ünlü bir doktoru televizyonlardan izlemez ama sosyeteye kıyafet hazırlayan her modacının profili tiklidir.”
“Neden bu kadar gizli olmak zorundalar?”
Sezgi bu sorumla birlikte birden gerildi. Bakışlarını benden kaçırıp kalabalığı süzmeye başladı ama bembeyaz boynunun kızardığını görebiliyordum, bu da söylememesi gereken bir şeyi söylediği için yalan söylemek zorunda olduğunun kanıtı bir kızarmaydı. Muhtemelen bana söyleyeceği yalanı düşünüyordu. Haklıydı, aralarında çok yeniydim ve bir şeyleri bilmem gerekmiyordu. Özellikle de bu şeyler Efken ile ilgiliyse…
“Yalan söylemendense cevap vermemeni tercih ederim, Sezgi,” diye fısıldadım. “Gerçekten.”
“Ah, üzgünüm.” Bana özür dileyen yeşil gözlerle baktı. “Sana anlatmak isterdim ama sonuçta bu onların aile sırrı. Benden duyman pek iyi olmazdı.”
“Haklısın.” Yavaşça yutkundum. “Peki tek bir soru sorabilir miyim?”
“Elbette.”
“Bu konu ailelerinin kurban gittiği suikastla mı ilgili?”
Sezgi tedirgin bir şekilde buklelerden oluşan dağınık topuzundan aşağı sarkan birkaç tele dokunup, “Evet,” diye fısıldadı. “Ve sakın Efken’e bu konu ile ilgili sorular sorma. Seni incitmesini istemezsin. Çünkü o bazen… çok zehirlidir.”
“Böyle hassas bir konuyla ilgili bir şeyi ona soramam zaten,” dedim yavaşça.
“En doğrusu bu.” Bana dostça gülümsedi. “Bu gecenin sebebi sensin. Umarım o kişiyi bulabiliriz.”
O kişi zaten bulunmuştu. Gözlerimi hızla kaçırırken Sezgi’yi cevapsız bırakmıştım. Sezgi’nin dikkatinden kaçmamıştı bu. Bakışları yüzüme yoğunlaşsa da ben sessizliğimi korudum. Simsiyah deri maskesi, beyaz bir gömleğin tezatlığı yakaladığı siyah takımıyla uzun boylu bir adam bize yaklaşıp, “Hanımlar,” dedi nazik bir sesle, sesin tanıdık geldiğini düşünsem de ifadesizce adama baktım. Işıkların altında kehribar gibi parıldayan gözleri de tanıdık geliyordu ama… Birden duraksadım. Bu adam o gece dövüş kulübünde gördüğüm adamdı. Efken’in arkadaşı ya da arkadaşı olduğunu düşündüğüm adam… Adı neydi? Ulaş olmalıydı.
“Merhaba Ulaş,” dedi Sezgi düşüncelerimi doğrularcasına. “Bu gece de oldukça sevimsizsin.”
“Kalbimi kırıyorsun,” dedi Ulaş yalancıktan üzülmüş gibi yapıp dudaklarını bükerek. “Tekrar merhaba,” dedi bana doğru dönerek.
“Merhaba.” Soğuk gözlerim maskenin altından onunla buluştu. Ulaş’ın bakışları uzun süre yüzümde kalmadı ama gözlerini benden çektiği sırada, “Epey iyi maske,” demişti. “Ve oldukça güzel bir elbise…”
Ulaş aramızdan ayrılarak Efken ile Ceyhun’un yanına gittiğinde, artık Efken ve Ceyhun’un da yalnız olmadıklarını, kahverengi, üzerinde siyah kare çizgileri olan hoş bir takımın içindeki İbrahim’in de onların yanında olduğunu görmüştüm. İbrahim’i siyah, üzerinde bronz işlemeleri olan maskesine rağmen gülümsemesinden tanımıştım. Yine sırıtıyordu. Yaren’in uçuşan parıltılı eflatun elbisesiyle koşar adımlarla onlara doğru gittiğini gördüm.
Alev sarısı saçlar kalın su dalgaları hâlinde savrula savrula görüş alanıma girdiğinde bedenim kasılmıştı. Teni siyah payetli bir elbise tarafından sarılmıştı, elbise tüm hatlarını ortaya serercesine bedenini sarıyordu, ön sağ kısmından yukarı uzanan yırtmacı sık sık açılıyor, uzun bacağı her bir adım sonunda siyah stilettolarını sergileyerek bir görünüp bir kayboluyordu. Elbisesinin askıları yoktu, kalp şeklinde sutyen yakadan oluşuyordu, dolgun göğüslerinin kıvrımı ışıklardan ya da tenine sürdüğü bir üründen hafifçe ışıldıyordu. Siyah maskesi de payettendi, kesinlikle göz alıcı görünüyordu ve tıpkı içeri ilk girdiğim anda herkesin Medusa konseptli maskeme ve beyaz elbiseme hayranlıkla baktığı gibi şimdi meraklı gözler onun üzerindeydi. Bu bakışları hak ediyordu çünkü Crystal kesinlikle büyü gibi görünüyordu. Sanki bir muskaydı ve karanlık kâbusları yok edip ışıltılı rüyalar görmenizi sağlıyordu. Ona bakarken teni camdan bir bebeğe bakıyormuşum gibi hissediyordum. Hatta porselen bir bebeğe… Alacakaranlık serisinin kitapları ve filmlerinde boy gösteren vampir Rosalie’den bile güzeldi. Bu Mar olmanın bir özelliği miydi? Ne kadar güzel olsam da Crystal kadar ihtişamlı görünmüyordum.
Crystal göz ucuyla bana bakınca kalp atışlarım hızlandı ve bedenim ona tepki verdi. Sanırım o ve ben lafta değil, gerçekten de düğümlüydük. Bizi birbirimize bağlayan bir şeyler olduğu apaçık ortadaydı. Bakışmamız kısa sürdü ve sonra dans başladı.
İçecek ikramında bulunan altın rengi tepsilerin taşıyıcıları uzun ceketli smokinlerinin içinde aramızda dolaşan melekler gibiydiler. Her bir tepside en az sekiz tane uzun ince şampanya kadehleri vardı ve yarıya kadar altın tonlarında içkiyle doluydular. Efken’e doğru ilerleyen çocuğun tepsisinde ise bir viski kadehi vardı, yarısından fazlası kehribar rengindeki viskiyle doluydu ve Efken kadehi alıp çocuğu başıyla selamlayarak Ceyhun’a doğru döndü. O sırada Sezgi şampanya kadehini almış bana bakıyordu ve hemen önümde dikilen maskelerin ardındaki kahverengi gözler bana sorguyla bakıyordu. Bir an silkelenip kendime geldim ve çocuğun bana içki servisi yaptığını fark edip özür diler gibi gülümsedim. Şampanya kadehini alırken kendimi her nedense gergin hissediyordum.
Efken sonunda hemen arkamda belirdiğinde şampanyadan üçüncü yudumumu alıyordum. Ceyhun ile Sezgi dans ediyorlardı, hatta balo salonundaki hemen hemen herkes eşleriyle buluşmuş, eşsiz bir dans gösterisi başlamıştı. Her asıl oluyorsa herkes birbiriyle uyumlu hareket ediyor, müthiş bir görsel şölen yaratıyorlardı.
Efken’in nefesi sırtım boyunca kayınca kasıldım. Müzik yükseliyor, tüm telli çalgılar devreye girerek birbirleriyle uyum sağlıyorlardı. “Balonun en göz alıcı kadını yalnız,” diye fısıldadığında tenimden yükselen uyarı dolu ürperme beni dehşete düşürdü. Buz gibi soğuk olan viski kadehinin cam yüzeyini sırtıma dokundurunca birilerinin bizi göremeyeceğini bilsem de yerimden zıpladım. Düz, siyah saçlarım havalanarak onun bedenine çarptığında sertçe ona doğru dönmüştüm. Gözlerimiz maskelerin ardından birbirlerine tutundu. Şampanyamdan birkaç damla kadehin ağzından taşarak yüzeyinden gözyaşı damlaları gibi akmaya başlamıştı.
Uzun, kalp yakalı siyah elbisesinin üzerinde altın rengi Yusufçuk böcekleri olan, elbisenin ortasından siyah kemer geçen ve kemerin tokaları altın rengi birbirine sırt vermiş iki hilâlden oluşan kız yavaşça bana çarpınca, “Çok pardon!” dedi telaşla ve Efken kıza doğru yavaşça bakıp, gözlerini yeniden bana doğru çevirdi. Kızın maviye dönük yeşil gözlerine kısaca baktım. Ardından onu baştan aşağıya süzdüm. Elbisesi aslında miniydi ama tüller tenini saklayarak aşağıya kadar uzanıyor, elbiseyi deniz kızı modeline dönüştürüyordu.
“Sorun değil,” diye fısıldadım ama şampanyamdan birkaç damla daha dökülmüştü.
“İyi eğlenceler,” dedi bana gülümseyerek, bakışı içimi ısıtmış ve kıza elimde olmadan genişçe gülümseyerek karşılık vermiştim. Benden uzaklaştığı anda Efken tek elini uzatarak omzuma dokunup beni kendine doğru çevirdi.
“Bir şey mi söyleyecektin?” diye sordu erkeksi bir sesle.
“Sana mı?”
“Evet, bir başkasına söyleyebileceğini sanmıyorum.”
“O nedenmiş?”
“Çünkü buna izin vermem,” dedi ve bu klişe cevabı yüzünden neredeyse gözlerimi devireceğimi düşündüm. “Onu buralarda hissediyor musun?”
“Kimi?”
“Kimi olabilir?” diye terslendi. “Beni çıldırtmak için mi anlamazdan geliyorsun?”
“Hiçbir şeyi seni çıldırtmak için yapmıyorum, Efken,” dedim sertçe.
“O kan rengine boyanmış dudaklarınla bir kez daha adımı söyleyecek olursan…” Üzerime doğru bir adım atınca geri çekilmek istesem de bunu yapamadım. “Adımı durmadan, aralıksız, saatlerce haykırtırım sana.” Kelimeleri öylesine güçlüydü ki, nefesimin birden kesilmesinin sebebi belliydi; kelimeleri ve sesi… ikisi bir araya geldiğinde beni darmaduman edecek bir fırtınaya dönüşmüştü.
Bir adım geri çekilip ona meydan okuyan gözlerle baktığımda ifadesinden eğlendiği apaçık görünüyordu. “Benimle konuşurken dikkatli olmak zorundasın,” diye direttim. “Ben senin fahişen değilim.”
Bu cümle aniden yüzündeki tüm rengin çekilmesine, esmer teninin kireç rengini almasına, uçurum mavisi gözlerinin donuklaşmasına neden oldu. Nereden bakarsan bak, bu söylediğim şeyi duymayı beklemiyordu ve duyduğu şey onu dehşete düşürmüştü. Gözlerinin aniden öfkeyle parıldadığını gördüm ve birkaç saniye sonra kadehinde kalan viskinin tamamını mideye indirmişti. Birden bileğimi yakalayınca nabzım hızlandı, gözlerim irileşti ama onun gözlerine tutunmadı. Beni sertçe kendine çekmesiyle bedenim bedenine pervasızca çarptı ve göğsüm göğsünü yuvası hâline getirirken geri çekilmek için atakta bulunamadım.
Dudaklarını kulağımın hizasına getirdiğinde yutkundum. Nabzım öylesine hızlıydı ki, sanki kalbim ölüme çeyrek vardı. Neredeyse tıslarcasına konuştu.
“Sen bir fahişe değilsin, elbette değilsin!” Gözlerimi omzunun üzerinden ileriye çevirdiğimde nefesimi tutuyordum. Dudakları kulağımın boşluğuna yaklaştı, neredeyse orayı öpeceğini bile düşünmüştüm ama zehirli sesi tenime döküldüğünde, amacının beni öpmek değil, ruhumu öldürmek olduğunu anladım. “Eğer bir fahişe olsaydın, şu an yanımda duruyor olmazdın, şu an altımda kıvranıyor olurdun ve emin ol bunu zevkle yapıyor olurdun.” Bunları acımasızca söylemişti. Sanki kalbi yoktu. Birden söyledikleri ruhuma zehir gibi yayıldı. Neredeyse gözyaşlarına boğulacağımı düşündüm ama bu olmadı. “Sen elbette bir fahişe değilsin,” diye devam etti ve sonra sesi birden iyiliklerle dolu bir cehennem çukuruna dönüştü. “Bedenini satmıyorsun ama bedenini satan çoğu fahişenin, kalbi iyiliklerle doluydu. Fahişeleri küçümsemeyi kes.” Birden neye uğradığımı şaşırdım. “Ama merak ettiğin şuysa eğer… Senden satın alabileceğim birkaç saat değil, bir ömür olsun isterdim.”
Kelimeleri işte tam da bu noktada asıl cinayeti işlemişti. Beni ruhumun önüne taşımış, buz gibi gözlerle ruhumun çaresiz kıvranışlarını izlediğim sırada ruhumu parmaklarının ucuna yerleştirdiği jiletlerle kavramış, ruhum onun kendisine sarıldığını sanırken aslında açılan her kesikten sızan kanıyla aslında kan kaybından yavaşça ölmeye başlamıştı. Ruhumu kaybediyordum ve bunu yaparken kılımı dahi kıpırdatmıyordum. Razıydım. Efken’in beni yavaşça tüketmeye başlamasına razı olmuştum ve o üzerimdeki ilk cinayetini ruhumu katlederek gerçekleştirmişti.
Dudakları az önce zehrini bıraktığı yere hiç kimsenin göremeyeceği hızda bir öpücük bıraktı; bu yumuşak öpücüğü taşıyan dudaklarında hâlâ ölümümü arzu eden bir yırtıcının zehri vardı. Yine de dudakları ardından ölümü taşıyan bir katil bile olsa dokunduğu yere şifa gibi sinmişti. Yavaşça geri çekilip, bana bakmadan, “Safsın,” dedi, bu konuda haklıydı sanırım. “Beni istiyorsun ve bu seni benim fahişem yapmaz. Düşün bunu.” Sırtını bana dönüp dansı bittiği için birbirinden ayrılan Ceyhun ile Sezgi’ye doğru yürümeye başladı.
Ona karşı önüne geçemediğim bir çekim hissediyordum evet, bu onu istemek miydi bilmiyordum çünkü hayatımın hiçbir bölümünde birini istememiştim. Elbette izlediğim filmlerdeki adamlara hayran oluyor, hatta her genç kız gibi ben de onları öptüğümü, beni sardıklarını düşünüyordum ama bu kadardı. Hiç gerçek, kanlı canlı bir adamı istememiştim. Hiç gerçek bir adamın bana dokunmasını, o adama dokunmayı, beni öpmesini ve sarmasını istememiştim. Şimdi bu his fazlalığını kaldıramıyor, kalbimse bu duyguları sindiremiyordu. Yaşadığım bir duygu hazımsızlığıydı.
Sezgi yanıma döndüğünde ellerimin titrediğini fark etmemiştim bile. Servisi yapan genç adam boşaltamadığım şampanya kadehini alıp tepsiye koydu ve gülümseyerek benden uzaklaşmaya başladı. Bakışlarım Sezgi’ye çevrildiğinde, anlayışlı bakışları yüzümü inceliyordu. “Efken bir şey yaptı sanırım,” dedi yavaşça. Efken’in beni günbegün yok etmeye başladığını anlamış olmalıydı. Sessiz kalıp kalabalığa doğru baktığımda İbrahim ile Yaren’in dans eden insanların arasına karışarak dans etmeye başladıklarını görmüştüm. Bu manzarayı Efken’in görmemesini dileyerek Sezgi’ye doğru döndüm.
“Yaren ve İbrahim…”
“Efken onları görmez,” dedi ama benim içimden bir ses, onun keskin gözlerinin buradaki her şeyi görebileceğini söylüyordu.
Yalnızca, “Umarım,” diye mırıldandım. Ben pek de ümitli değildim.
“Sezgi,” diye fısıldayan zarif ses, kemanın hoş melodisine takılarak zihnime serildiğinde omzumun üzerinden sesin geldiği yöne doğru baktım. Uzun çikolata kahvesi saçlarını dağınık bir şekilde topuz yapmış uzun boylu adam haki rengi takımının içinde âdeta ışıldıyordu. Adamın tarzı buradaki smokinli adamlardan tamamen farklıydı. Kulağında gümüş renk orta büyüklükte küpeler vardı ve sakalları da saçlarıyla aynı renkti. Teni tam bronz olmamakla birlikte esmer denilebilecek koyuluğa sahipti ve gözleri yeşile yakın tonlarda yakıcı bir elaydı, hatta bazı durumlarda kahverengi bile görünüyor olabilirdi. Gözlerini düz siyah bir maskenin arkasına gizlemişti, sanki maskeyi bile yol kenarında gördüğü birinden ödünç almış gibi duruyordu.
“Samuel!” Sezgi bu ismi şokla karışık bir coşkuyla haykırmıştı. Kollarını hızla adamın boynuna doladığında adamın gözleri hâlâ bendeydi, sonra yüzüklerin ve bilekliklerin sardığı ellerini Sezgi’nin beline yerleştirdi.
“Seni özledim, kuzen,” dedi yakıcı bir tonlamayla, sesi görüntüsünden daha kalın ve pusluydu. Bana ruhumun derinliklerinde yatan bir sırrı biliyormuş gibi bakıyordu. Sezgi’nin bir kuzeni mi vardı? Onun kimsesiz olduğunu sanıyordum. Belki de akraba değillerdi, Sezgi evlatlık alındığı zamanlardaki ailesinin akrabalarından birisiydi bu adam. Ama her nedense Sezgi’nin verdiği hissin aynısını veriyordu.
“Mahinev,” diyerek ayrıldı Sezgi, Samuel’den. “Bu Samuel, benim kuzenim. Dünya üzerinde nefes alan tek akrabam.”
Samuel birdenbire sessizce bakışlarını farklı bir yöne çevirdi, ela gözleri işte şimdi parlak bir yeşil rengindeydi. “Sana ondan bahsetmemiştim,” diyerek söze giren Sezgi’nin anlatacağı hikâyeyi merak ettiğim için tüm dikkatimi Samuel’den çekerek Sezgi’ye verdim. Samuel, Sezgi’yi on yedi yaşına girdiğinde bulmuştu, Sezgi’nin anlattığı kadarıyla Samuel de dünya üzerinde kalan son akrabasını, kan bağı olan kişiyi arıyordu ve sonunda birbirlerini bulmuşlardı. İkisi de yetimdi, eğer başka bir akrabaları varsa bile bilmiyorlardı. Samuel’in isminin sebebi yıllar evvel kaybettiği babasının yabancı olmasıydı. Sezgi böyle söylemişti.
Samuel, Sezgi’nin anne tarafından akrabasıymış, sanırım Samuel’in annesi ve Sezgi’nin annesi kardeşlermiş, bunu duyduğumda biraz şaşırtıcı bir hikâye olduğunu düşünmüştüm çünkü Samuel’in Sezgi’den nasıl haberdar olduğu kısmına geldiğimizde o kısım koca bir boşluktu, orayı dolduracak bir hikâye anlatılmamıştı.
Samuel nihayet elini bana uzattığında tavrı her nedense haddinden fazla dost canlısı gelmişti. Elim onun eliyle buluştuğu anda, bakışlarımız birbirine mühürlendi ve eladan yeşile kayan gözleri bir defa daha küçük zümrüt parçalarıymış gibi parıldadı. “Memnun oldum,” dedi. “Mahinev.”
“Memnun oldum,” diye fısıldadım.
O sırada bizi izleyen zehir mavisi gözlerin farkındaydım.
“Nerelisin?” diye sorunca birden gerildim, sorgulayıcı gözleri yüzümün ortasına fener gibi tutulmuştu. Parıltısı sanki beni çıplak bırakıyordu. Savunma moduna geçmek istercesine elimi geri çektiğimde Samuel anlık duraksadı ama bu hareketimi yadırgamadı.
“Ben…”
“Samuel, bu konu biraz karışık,” diyerek araya girdi Sezgi.
“Hım…” Samuel uzun bir süre gözlerime baktıktan sonra, “Efken’in misafiri misin?” diye sordu ve bu tahmini karşısında şoka girdim. Efken misafirperver biri değildi, en azından çevresindekiler bundan emindi. Öyleyse Samuel bunu nereden biliyordu? Sezgi de şaşırmıştı bu soru karşısında, yüzünü saran ifadeden bu belliydi; öyleyse bunu ona Sezgi de söylememişti.
“Bunu nereden anladın?” diye sorduğumda, Samuel yamuk bir şekilde gülümsedi; güzel görüntüsüne gölge gibi düşen gülümsemesi onun güzelliğini aydınlıktan karanlığa taşıdı. Bir an bu gülüşün alaylarla yüklü olduğunu düşündüm, bu düşünce karnıma ağrıların saplanmasına neden olsa da çaktırmamaya kararlıydım.
“Hislerim kuvvetlidir,” dedi Samuel, ardından bana göz kırptı. “Ama Efken ne kadar doğru bir seçim? İşte bu tartışılır.”
“Hadi ama yapma,” diyerek güldü Sezgi. “Arkadaşımla flörtleşmeyi kes.”
“Bunu yapmadım,” dedi Samuel tok bir sesle gülerek.
“Seni görebiliyorum pis zampara.”
“Git ve sıkıcı sevgilinle bir kadeh daha şampanya iç,” dedi Samuel, esrarengiz görüntüsüne rağmen oldukça eğlenceli birine benziyordu. Bana dikkatle bakmadığı anlarda öyle biri gibiydi en azından…
Sezgi, “Mahinev, eğer seninle flört etmeye çalışırsa ona aldırış etme,” diye takıldı bana. “Kötü niyetli değil ama güzel kadın görünce tam bir zamparaya dönüşüyor.”
“Haklı,” diye onayladı Sezgi’yi Samuel. “Şu an balonun en güzel kızı karşımda duruyor, elbette flört etmeye çalışacağım. Git de bir şansım olsun.”
Samuel şakacı bir yaklaşım sergilese de bu hâli beni basbayağı huzursuz etmişti. Ama bunun yanında ondan kötü bir his de almıyordum, yani beni huzursuz etse de içimden bir ses iyi kalpli bir insan olduğunu söylüyordu. Hoş, içimin sesine de öyle her zaman kulak vermemem gerekiyordu ya neyse…
Samuel bana bir gezgin olduğundan bahsetmişti. Buradaki şehirler ve ülkelerden bihaber olsam da onu dinlerken anlamaya çalışmaktansa maceralarıyla ilgilenmiştim. Biraz çapkın olduğu konuşma tarzından belli olsa da dakikalar bizim için akmaya başladığında bunun böyle olmadığını, onun mizacının böyle olduğunu, bunun dışında tıpkı tahmin ettiğim gibi çok eğlenceli bir adam olduğunu keşfetmiştim.
Herkes yeniden romantik bir dans için dans pistine doğru ilerlemeye başlamış, tüm genç kadınlar genç kavalyelerini bularak dans etmeye başlamışlardı.
“Umutsuz romantikler,” diye alay etti birden Samuel, beni gülümsetti. “Bu gecenin sonunda çoğu birbiriyle sevişecek, çoğu ise dans ettiği kızı bırakıp sevişmek için başka bir kız bulacak. Hep böyledir. Ha tabii bazen dans ettikleri çocuğu bırakıp sevişecek çocuk bulmaya gidenler de olmuyor değil. Güzel giysili şeytanlar…”
“Güzel görünen şeytanlar,” diye mırıldandığımda gözümün önünde beliren tek bir isim, tek bir yüz vardı; o yüzün üzerine tanrının işlediği bir elmas gibi yerleştirilmiş uçurum mavisi gözleri düşünmek kalbimin atışlarını tutarsız bir fırtınaya çevirdi ve o fırtına, dindiğini sandığım yerden şehrimi yerle bir etmek için büyüyerek üzerime doğru gelmeye başladı.
“Hadi söyle bana,” dedi birden Samuel sırıtarak. “Efken Karaduman hakkında ne hissediyorsun?”
“Ne?” Birden şaşırarak eladan yeşile çalan gözlerinin içine baktım. Maskenin altında âdeta ışıldıyorlar, eladan çok zümrüt parçalarına benziyorlardı.
“Şaşırmışı oynama. Efken Karaduman kadınları büyülüyormuş, öyle duymuştum.” Alayla güldü ama bu gülüşün özünde gizlediği her ne ise ona erişemedim. “Sanki büyü işi onun gibi bir çocuğa kalmış gibi…”
“Anlamadım?”
“Diyorum ki, seni de büyüledi mi? Boşa çırpınmayayım. Yoksa bu dansı bana lütfetmeyebilirsiniz ve pek tabii bu benim duygularımı büyük ölçüde incitecektir.”
Tam dudaklarım bir cevap uğruna aralanacaktı ki, birden sıcak bir el bileğimi kıskıvrak kavradı ve dokunuşunun cehennemini tattığım an onun kim olduğunu anladım. Onun kim olduğunu anlamak için ona bakmama gerek yoktu. Artık teni bile onu ele veriyordu. Beni çekiştirerek dans pistine doğru ilerlediği sırada elbisemin büyük kuyruğu dalgalanıyor, bedenlere çarpıyordu ve kavradığı kolum aramızda bir köprü gibi gergin duruyordu. Birden beni kendine doğru çekmesiyle bedenim suyun yüzeyinde süzülüyormuş gibi süzülerek ona doğru çarptı ve göğsüm göğsüne yapışırken büyük avucu belimin boşluğuna inerek beni kavradı. Parmak uçları öfkenin tutuşturduğu çıralar gibi yanıyordu. Kalbim ise yerinden çıkacaktı.
Maskenin ardındaki gözlerim maskenin ardındaki gözlerine tutundu ve diğer eli elimi kavradı. Belimi sıkıca tutuyor, bana kaçmamam için kendi bedeninden bir hapis yaratıyordu. Bedenimiz dans eden bedenlerin arasına karıştı ve hararetli bir dansa başladık. Mavi gözleri doğrudan gözlerimdeyken avizeden yayılan sarı altın parçacıklarını anımsatan ışıklar yüzünde, maskesinde ve gözlerinin derin maviliğinde parıldıyordu.
“Ne yapıyorsun?” diye sordum, şaşkınlığım sesimden okunsa da insanların ilgisini çekmemek için başladığımız dansı bölmemiş, ona karşılık vermeye başlamıştım. Beni belimden kavrayıp biraz daha kendine bastırınca elbisem dalgalandı ve dengemi kaybedecek gibi hissettim. Koca bedeniyle buna engel oldu ve bedenindeki sıcaklığı elbisemin tok kumaşına rağmen tenimin sınırlarında hissedince yanaklarım duyguların baskısıyla yanmaya başladı.
“Seni dansa kaldırıyorum.”
“Kaldırmıyorsun,” dedim yüzümü buruşturarak. “Kaldırdın.”
“Ne fark eder?” diye sordu sertçe, sesi yaralayıcı denecek kadar sert gelmişti, bir süre cevap vermeden onunla dans etmeye devam ettim.
“Tutarsızlığının nedenini çok merak ediyorum,” dedim. “Acaba bir çeşit psikolojik bir rahatsızlık mı? Kişilik bozukluğu falan?”
“Bunu bana mı söylüyorsun?”
“Doğru, sen psikoloji okumuştun,” dediğimde sesim alay yüklüydü. Efken birden bedenini bedenimden uzaklaştırdı, bir elimi tutup beni kendi etrafımda döndürdü ve başım bu hareket yüzünden dönerken bedenim dengesizce sallandı. Efken beni kendine doğru çekti.
“Psikoloji okudum, evet.”
“Ama sen insanları iyileştirmezsin, incelemeyi seversin,” dediğimde gözleri gözlerime hançer gibi sapladı.
“Doğru,” dedi. “Ama benim iyileştirilmeye ihtiyacım yok.” Belimi sanki kırmak istiyormuş gibi sertçe kavramasıyla omurumun ezildiğini hissettim ama tenim tenine yaslandığı an tüm o sızı kayboldu. Göğsüm göğsünün neredeyse üzerindeydi, bir nefes ciğerlerimi yaktığında, aldığım nefes göğüslerimi onun bedenine sertçe bastırmıştı ve bu Efken’i hırlattı. Bedenlerimiz birbirine öylesine bir uyum sağlamıştı ki, bu uyum beni olduğu gibi onu da çileden çıkardı.
Sanki bir ölüydüm, onun kollarındaydım ve bir cesettim ama bu ceset nefes alıyordu, kalbi çarpıyordu, damarlarında taze kızıl kan dolaşıyordu; oysa bu cesedin ruhu çoktan çürümeye başlamıştı. Kendimle ilgili umut beslemeyi bırakalı çok olmuştu. İnsan kendisiyle ilgili umut beslemeyi bıraktığında, ölümün fiziksel değil ruhsal bir şey olduğunu daha iyi anlıyordu. Umut etmeyi bırakan insan, ölmüş bir insandan daha cansızdı; bir cesetten tek farkı nefes alıyor olması olabilirdi ki bu da tüm bu nefeslerin içine bıçak gibi batması demekti. Eziyetti.
“Onunla ne konuşuyordun?” diye sorduğunda pembe kabarık kıyafetli kız ve smokinli kavalyesinin yanından süzülerek ortaya doğru dansımızı bozmadan ilerledik. Beni belimden kavrıyor, tehditkâr tutuşu kelimelerin dilimin göbeğinden sesimin göbeğine uzanan kordonu buduyordu. Kendime olan güvenimin körelmeye başladığını hissettim.
“Samuel ile mi?”
“Ona adıyla seslenmeye başladın bile, öyle mi? İlk başlarda bana adımı söylemekten bile korkardın,” dediğinde kalp atışlarım göğsümün içinde gülle gibi ağırlaştı. “Yoksa Nigin Bağı’nı kurduğun kişi Sezgi’nin aptal seyyah kuzeni mi? Bir ipsiz sapsıza bağlandığını söyleme bana. Bu senin için bile fazla aptalca.”
“Bu bağı ben oluşturmuyorum bu bir,” dedim ters bir sesle. Beni kendine doğru çekti, kıvrımlarım boşluklarına yerleşti ve bir bütüne dönüştük. Kalbimin atışları güçlendi. “Onunla sadece arkadaşça sohbet ediyorduk iki.” Ona dik dik baktım. “Sana bir açıklama borçlu değilim üç.”
“Ama buna rağmen bana her şeyi açıklamak zorundasın, bu da dört olsun öyleyse,” dedi ruhsuz bir sesle.
Kapkara fırtına bulutları başımın üzerindeydi, bu bulutları var eden Efken’di; bu fırtına onun eseriydi ama bir an için bana baktığında gözlerinin derinliklerinden bu şehrin göğüne uğramayan güneşin ışıkları yüzüme dokunuyordu ve ben elimde olmadan onun gözlerindeki güneşe bağlanıyordum.
Ruhum günbegün çürüyordu. Ben ise çürümüş bir ruhu bedenimin içinde taşıyordum; o da o bedene sarılıyor ve derin uykulara kulaç atıyordu.
“Onunla ne konuştuğunu söylemeyecek misin?” diye sordu yeniden, sesi bu defa yaydan fırlayan bir ok gibi değildi de sanki yavaşça kıvrılarak bana doğru ilerleyen zehirli bir yılandı; sonunda tenimden bir parça koparmak ister gibi zehirli dişlerini bana batıracak ve kanım akarken zehri damarlarımda dolaşmaya başlayacaktı.
“Bunu neden merak ediyorsun?”
“Söyle.” Beni sertçe çevirince, birden sırtım onun göğsüne yaslandı. Bir eli belimdeydi, bir eli boynuma kaydı ve danstan uzak bir pozisyonda birkaç saniye nefes nefese dans eden bedenlerin arasında durup öylece bekledik. Bizim etrafımızdaki maskeli bedenlerin gözleri bize dokunuyor, dudaklarında tebessümler büyüyordu ama gözler üzerimizde uzun süre kalmıyordu. Beni tekrar kendine çevirirken, “Söyle,” diye hırladı. “Ona neden gülümsediğini.”
“Ben ona…”
“Sakın bana yalan söyleyeyim deme. Oradaydım, gözlerim üzerindeydi, seni izliyordum. Her an seni izledim.” Birden parmakları belimin kenarlarına indi ve ben de elimde olmadan kollarımı kaldırıp onun boynuna doladım ama bu birkaç saniye sürdü, bedenimi geriye doğru yatırdığında resmen ters bir C harfi gibi kavis kazanmıştım ve kollarım onun boynuna sarılı hâldeyken o da üzerime doğru eğilmişti. Saçlarım neredeyse dizlerimin iç kısmına değiyordu, gözlerim gözlerinden ayrılmadı. Nefesi dudaklarıma çarpıyor, dudaklarımız birleşmek uğruna kavruluyorlardı sanki. “Ona gülümsedin. Oradaydım. Sana bakıyordum, bana bakmıyordun. Ona bakıyordun.” Nabzının sesini duyuyordum, benim nabzımın sesiyle buluşarak vaveylalara dönüşüyordu. “Benim için değil, onun için gülümsüyordun.”
Damarlarım bir süre öyle geriye doğru yatık hâlde durmamdan dolayı mıdır bilinmez, boynumu bir ağacın kalın kökleri gibi sararak belirginleşti. Efken’in bakışları çok hızlı bir biçimde belirginleşen damarlarıma kaydı ve kanımın sesini dinlerken mavi gözleri usulca kısıldı. Kirpikleri öylesine yoğundu ki, gözlerinin maviliği o koyu, simsiyah kirpiklerinin arasında ufukta ama epeyce uzakta görünen deniz manzarasına benziyordu.
“Senin bazı problemlerin var,” diye fısıldadım.
“Kesinlikle,” dediğinde birden beni doğrulttu ama bunu yaparken boynuma bakmıştı. Kanıma susamış gibi bakmıştı boynuma. Dişlerini geçirip, damarlarımda dolanan son kanı bile emmek istiyormuş gibi… Dudaklarını boynuma bastırıp, derimi dişlerinin arasına aldığını ve sonra da beni emmeye başladığını düşündüm. Neredeyse titreyecektim.
Bunu fark etmedi.
“Ona gülümsedin,” dedi tekrardan belimi kavrayıp beni sertçe kendine çekerken.
“Dostça bir gülümsemeydi. Hem seni ilgilendirmez.”
“Böyle konuşmamıştık. Hem onunla hangi arada dost oldun?” Bir uçurumun kenarında, gözlerimde Efken’in bağladığı bir çaput parçasıyla kör olmuş bir hâlde yürüyormuşum gibi hissediyordum. “Benden başkasına gülümsemeni yasaklıyorum.”
“Saçmalıyorsun,” dedim dişlerimin arasından. Çünkü saçmalıyordu.
“Son derece ciddiyim, Mahi,” dediğinde kalbim göğsümün derinliklerinde sersemledi.
Beni bekleyen kaderi bilmiyordum, bu şu an benim için en korkutucu şey olmalıydı ama olmadı; şu an benim için en korkutucu olan şey, Efken’in tenine dokunurken yaşadığım sarhoşluğun kaybolması ve gözlerimi bir kez kırpıp geri açtığımda onu karşımda göremeyecek olmamdı. Onu bir gün geride bırakmak zorunda kalacaktım. O zaman ne olacaktı? Bu kadar kısa sürede özüme inen bu adamı geçmişin içine eskimek üzere bir anı olarak bıraktığımda kalbim neden paramparça olacakmış gibi hissediyordum?
Bana karışıyordu, baskıcıydı, tutarsızdı ve gerçekten bir dediği diğeriyle çelişiyordu ama onun her sözü aynı zamanda bir yemindi de. Yine de ona bakarken, tüm kötü yanlarına ve ondan nefret etmeme neden olacak kadar karanlık yanlarına rağmen çok güzel olduğunu düşünüyordum. Anlayamıyordum. İnsan bu denli güzel bir şeye bakarken ağlamak ister miydi? Ben istiyordum.
“Bana bakıyorsun, bir cevap vermeden,” dediğinde nefesindeki alkolün kokusu yüzümü büyük avuçlarıymış gibi okşadı. Tam şu an, yani yüzü yüzüme yakınken ruhumdan koparak ayaklarımın dibine düşen parçaların üzerine basarak yükselmek, onun boyuna ulaşmak ve parmaklarımı yüzünde, tıraşlı kemikten bir cenneti anımsatan yüzünde gezdirmek istiyordum. Nedenini bilmiyordum ama istediğim buydu. Bana biraz daha sokulunca bu istek kör bir bağlılığa dönüştü, yoksunluk krizine girecekmişim gibi hissettim. Sanki o bir tür uyuşturucuydu.
“Ne cevap verilir bilmiyorum, Efken. Seni anlamıyorum. Cevap aslında bu kadar basit. Seni anlamıyorum.”
Niyetim onu bir kitap gibi okumaktı. Bir ömür bile sürse, sayfalarında parmaklarım gezinsin, onu okuyarak zihnime kazıyayım, sonra da onunla ilgili yazarak düşüncelerimi kesin yasalara çevireyim istiyordum. Ama ulaşmam gereken bir geçmiş, beni bekleyen belirsiz bir gelecek vardı. İnsanın geçmişinden parçalar koparıp o parçaları bir araya getirecek olması çok acı verici olmalıydı; sonuçta bulacaklarım beni paramparça edecek şeyler olabilirdi. Bana göre bir insan başını huzurla yastığa koyabilmek istiyorsa, geçmişinde ne yaşanmış olursa olsun tüm olanları unutmalıydı. Acaba ben o geçmişi kavradığımda onu terk ederek kimsesiz bir yetim gibi bırakarak unutabilecek, rahat uykulara geri dönebilecek miydim? Efken olmadan bunu yapabilir miydim?
Efken bir okyanustu ve ben su alan kayığımla o okyanusun ortasında rehin kalmış bir kimsesizdim. Okyanus beni istiyordu ve ben de okyanusu. O okyanusu, onun suyuyla ölüm beşiğine dönen kayığımdan daha güvenli buluyordum. Oysa okyanus beni öldürmek için kayığın içine doluyor, ölüm beşiğini serin dalgalarıyla sallıyordu.
“İsteklerim basit. Bir başkasına gülümseme.” Bunu sakin bir ses tonuyla söylemiş olsa da sesinin ruhu elinde bir bıçakla kapının önünde duruyor, o bıçağın sapı kandan yapış yapışken ucundan da gözyaşı gibi kan damlıyordu.
“Bırak da buna ben karar vereyim.”
“Öfkelendiğimde neler yaptığımı bilseydin beni öfkelendirmezsin.” Beni yavaşça suyun üzerinde süzülüyormuşum gibi çekerek dans edenlerin içinde salındırdı. Artık bedenlerimiz birbirine ayak uydurarak hoş bir ritim yakalamıştı ve bizden habersiz danslarını sürdürüyorlardı. “Emin ol Medusa,” dedi gözlerimin içine yakıcı gözlerle bakarak. “Henüz kim olduğumu bilmiyorsun.”
“Tehdit etmek yerine konuşmayı öğrendiğinde belki seni dinlerim.” Ona baktım. “Ama biliyor musun yine de seni dinlemezdim. Mağarada yaşamıyorsun Efken.”
“Bunu benim için yanıp tutuştuğunu gözlerinde gördüğüm kadın mı söylüyor?”
“Benden bu kadar.” Birden ondan ayrıldığımda bana bakakaldı. “Dans için teşekkürler. Her ne kadar bu dans için senin teşekkür etmen gerekiyor olsa da öyle işte.”
“Bir daha herhangi birine gülümseyecek olursan, o kişiyi öldürürüm,” dedi sırtımı ona dönüp dans edenlerin arasından ilerlemeye başladığım sırada. Durdum. Donmuş bir nehrin üzerinde duruyormuş gibi durdum. Önümde upuzun donmuş bir yol varmış, buz çok inceymiş, her bir adımda ölümü ağırlayan nehir beni içinde misafir etmek için can atacakmış gibi durdum. Efken de bu buzların üzerinde yürümek, yolun sonuna ölümün kollarına düşmeden varmaya çalışmak gibiydi işte.
Gerçekten birini öldürebilecek biri miydi? Bir yanım buna körü körüne inanıyorken, diğer yanım böyle bir şeye inanan tarafıma dehşetle bakıyor ve aksini savunurken o tarafımı inandırmak için canla başla çalışıyordu. Kendimle çelişmeme neden olan adam, beni bu buzdan nehrin ortasına bırakıp yolun sonuna nehrin ince buzu kırılmadan gelmemi isteyen adamdı.
Bir şey söylemek yerine o ince buzun kapladığı donmuş nehrin üzerinde yürümeye başladım. Buzun çatlayacağını, ayağımın içeri batacağını, ne kadar çırpınsam da sonumun nehrin soğuk sularında boğulmak olacağını bile bile yürüdüm.
Gözlerim boşluğa çevrildi.
Şu an ne kadar tehdit ediyor olursa olsun, bir gün benim için birini zaten öldüreceğini bana söyleyen oydu.
Yani evet, kabul etmesi zor da olsa bir katil uyanmış olsun ya da olmasın, onun içindeydi.
🎧: Soen, Antagonist