Gözlerimi uykunun bir tablo gibi resmedildiği güzel yüzünden ayırmadan usulca ona dokunduğumda, güzelliği parmak uçlarımı tutuşturdu ve ateşin izleri parmak uçlarımda değil, kalbimde var oldu. Elmacık kemiklerinin kavisi parmak uçlarımın altında daha da çıkıntı kazanmış gibiydi.
Soluk mavi gökyüzünden dökülen ışık pıhtısı onun yüzündeki yerini almıştı. Güzelliği baş döndürücüydü. Onu izlerken bir daha hiçbir adamı izlerken böyle yoğun duygular hissetmeyeceğimi düşündüm.
Güzelliği canımı acıtıyordu.
Parmak uçlarımı yakan güzelliğine dokunurken uykunu terk ettiği gözlerimi uzun süre daha ondan ayıramadım. Sonunda tam elimi geri çekecektim ki, gözlerini yavaşça araladı ve uzun, zehirli okları anımsatan siyah kirpiklerinin arasında beliren ölüm mavisi gözlerini tavana dikti. En başından beri uyanık mıydı? Kalbim panikle tekledi. Parmak uçlarımı ondan uzağa taşıyacaktım ki, bileğimi saran parmakları buna engel oldu ve ona onun izin verdiği kadarıyla dokunmaya devam ettim.
“Cehennemi mi merak ettin?” Sorusu beni afallatsa da gözlerimi çekmeden yüzünün profilden görünen portresini izlemeyi sürdürdüm. Duraksadım. Evet, o tıpkı bir cehenneme benziyordu ve bildiğim bir şey daha vardı ki bu da cehennem günahkarları içine alıp kavurmadan önce ilk kendini ateşe verirdi. Onun acımasızlığı da tıpkı cehennem gibiydi.
Dudaklarımı yavaşça yalarken dilim damağım kurumuştu. Efken elimi serbest bırakınca dokunuşumu ondan kopararak uzaklaştırdım. Bakışları bir süre daha tavanda takılı kaldı. Yavaşça yataktan çıkıp sırtımı ona dönerek yatağın kenarında oturmaya başladığımda ayaklarım yere basıyordu. Bacaklarımın açık kalan kısımlarında kurumuş boya lekeleri vardı. Uzun çoraplarımı dizlerimin biraz daha üstüne çekerken yataktan kalktım. Şamdandaki mumlardan biri tükenmiş, diğeri sönmüştü, ortadaki ise eriyip bitmek üzere olmasına rağmen yanmaya devam ediyordu.
Efken, “Yaren ve diğerleri gelmeden bir duş al istersen,” deyince başımı yavaşça salladım ama ona bakmadım. Beni ona dokunurken yakaladığı için çaktırmamaya çalışsam da esasen biraz utanmıştım. Yastığın kenarına yuvarlanmış fırçayı alıp dağılmış saçlarımı fırçadan yardım alarak topuz yaptıktan sonra poşetlerin içinden temiz kıyafetler alarak odadan çıktım. Sıcak bir duş almış, bedenimi belli ölçüde de olsa boyalardan arınmıştım ama inatçı boyaların bazıları tiner görmeden çıkacak gibi değildi. Onları kendi istekleriyle beni terk edecekleri an gelene dek rahat bıraktım. Dişlerimi fırçalayıp bedenimi kuruladıktan sonra siyah uzun kollu bir badi, siyah bir tayt giyerek banyodan çıktım. Kirli kıyafetlerin tutulduğu, çamaşır makinesini çalıştırdıkları odanın yerini artık biliyordum. Kıyafetlerimi o odaya taşıyıp makineye yerleştirdiğim sırada sokak kapısının açılıp kapandığını duymuştum.
Oldukça dar olan odadan çıktığımda saçlarım hâlâ ıslaktı ama onları ıslak olmalarına aldırış etmeden tekrar fırçadan yardım alarak dağınık bir şekilde toparlamıştım. Yaren omzunda kulpu dirseğine kadar düşmüş bir sırt çantasıyla dikiliyor, Sezgi de ellerindeki poşetlerle salona doğru yürüyordu. Beni ilk fark eden Sezgi oldu, sonra Sezgi’nin bakışlarını takip eden Yaren ile göz göze geldim.
“Günaydın,” dedi Sezgi uzun, beyaz dişlerini sergileyerek. Ardından elindeki poşet yığınını salladı. “Bu kıyafetleri senin için seçtim. Efken ödemesini yaptı, merak etme.”
Bir an kaşlarım çatılsa da sonunda kaba olmamak adına, “Teşekkürler,” diye fısıldadım.
Sezgi sırıtarak salona girdi ama Yaren aynı şekilde dikilmeye devam ediyordu. Yüzündeki ifadeye bakılacak olursa bir şeylerden hiç de memnun olmadığı gün gibi ortadaydı. Homurdanarak sırt çantasını yere bırakıp resmen yere vura vura bana doğru yürümeye başladı.
“Ben yokken seni incitecek şeyler yapmadı, değil mi? Eve gelmeme engel oldu resmen.” Sinirle soludu. “Umarım canını sıkacak şeyler olmamıştır.”
“Hayır,” diye fısıldadım. Son olanları bilmesine gerek yoktu.
“Son sınıf öğrencisiyim, önümde geleceğimi belirleyecek bir sınav var ve kafamın içi ağzına kadar test kitaplarındaki sorularla dolu,” diye çemkirdi. “Bir de bu yetmiyormuş gibi haftanın dört günü Ceyhunların evinde özel ders görüyorum.”
“Bölümüne karar verdin mi?”
“Aslında hayır,” dedi Yaren gözlerini devirerek. “İyi bir puan alayım ve sıralamam abimin canını sıkmasın yeterli.”
Gülümsedim. “Mahzar da böyle söylüyordu.”
“Mahzar?”
“Erkek kardeşim,” diye mırıldandım. “Şu an İzmir’de mühendislik okuyor. Ve sanırım o bölümü sadece benimle sidik yarıştırmak için okuyor.”
“İzmir mi?” Yaren bu soruyu alnımda antenlerim varmış gibi bakarken sorduğundan birden İzmir detayını verdiğime bin pişman oldum. O nereden bilecekti ki İzmir’i? Derin bir nefes almadan hemen önce, “Boş ver,” diye mırıldandım.
“Sen ne okumuştun da erkek kardeşin seninle sidik yarıştırmaya çalışıyor?” diye sordu merakla.
“Mimarlık,” dediğimde kaşlarını havaya kaldırdı.
“Vay canına,” dedi heyecanla. “Nasıl bir okula gitmiştin?”
“Girebilmek için biraz dirsek çürütmek gereken bir okula,” dediğimde sırıttı ama daha çok bana acıyor gibi bakıyordu. “Ve tüm yıl herkes beni tebrik edip övünce sanırım Mahzar da biraz sinirlendi… Zaten pek anlaşamazdık.”
“Ben Mahzar gibi değilim,” diye homurdandı. “Abimin psikoloji okuyup yüksek lisans yaparak bölümünü birincilikle bitirmesini tabii ki de kıskanmıyorum!”
“Evet, belli oluyor…”
“Mahinev…”
Sırıttım. “Bence daha iyisini yapabilirsin.”
“Tıp kazanmak ve yüksek lisans yapmak, hatta belki doktora?” Kıkırdadı. “Hiç sanmıyorum. Efken Karaduman zirvede, ben küçük kuzeni olarak işletmeye razıyım.”
“Kendini küçümseme.”
“Onun kardeşi olsan ne demek istediğimi anlardın. Allah’tan ailelerimiz hayatta değil ve beni onunla kıyaslayan birileri yok.” Bu cümleyi kurarken ne kadar gülümsüyor olsa da gözlerinin gerisinde sönen ışıkları görmüştüm; hüzünlü bir gülümsemeydi bu ve kalbinin ne kadar acıdığını resmediyordu. Yüzü, acının renklerin arasına karışarak saklandığı bir tablo gibiydi.
Omzuna dokundum. “Sevdiğin bir yemek var mı? O buzdolabı tamamen konservelerden oluşuyordu, ne zamandan beri ev yemeği yemiyorsunuz? İstersen bu akşam sana sevdiğin bir şeyler pişirebilirim.”
Kaşlarını şüpheyle çattı. “Ciddisin?”
“Evet.”
“Genelde konserve tüketmiyoruz, abim dışarıdan sipariş ediyor, sonra da gidip siparişi yoldan alıyor. Buraya insanları öylece sokmaz.” Gülümsedi. “Köri soslu yiyecekleri ve biftek yemeyi çok severiz ama bazen abim suşi de sipariş ediyor.”
“Balık seviyor musunuz?”
“Somona bayılırım.”
“Fırında somonu çok iyi yaparım,” dediğimde siyah gözleri parlıyordu.
“Abi!” diye bağırdı içeriye doğru ama bana bakıyordu. “Sanırım acilen mutfak alışverişine çıkmamız gerekiyor!”
Marketin fayans zeminini ezen tekerleklerin sesini dinlerken alışveriş arabasını itmeye devam ettim. Çoğu markayı tanıyordum, çoğu ürüne aşinaydım ve bu beni artık neredeyse hiç şaşırtmıyordu. Efken ile market alışverişine geldiğimize inanamıyordum ama buradaydık. Bana birkaç beden büyük şişme montumun içinde, burnum ve yanaklarım soğuktan kızarmış bir hâlde market arabasını sürdüğüm sırada raflardan birinin önünde durmuş eline aldığı paketi inceliyordu.
Gözlerim siyah poşetin içindeki somonlara doğru kaydı. Arabanın içindeydiler. Filelerin içinde sebzeler vardı, onlarla olduğum süre zarfında dışarıdan yemeyi kesip ev yemeği yiyebilirlerdi en azından. Bunu iyilik olsun diye yapmasam da Efken’in homurdanmalarından anladığım kadarıyla bundan pek memnun değildi. Sanırım bir şeylere karşılık olarak yapmak istediğimi sanıyordu ama öyle değildi.
Alışverişimiz olaysız geçmişti. Efken’in cipi yine eskisi gibiydi, canavar gibi çalışıyordu. Hangi ara derede cipi geri gelmişti bilmiyordum. Eve döndüğümüzde kar ile karışık yağmur yağıyor, sulusepken göğü yere geçiriyordu. Elimdeki poşetleri kapının önünde bırakıp resmen kaçmıştım. Efken denen adam poşetleri kaslı kollarıyla taşısa iyi ederdi çünkü bu kadar poşeti benim içeri taşıma imkânım yoktu. Salona girdiğimde Sezgi’yi henüz kurumadığını bildiğim tuvallerimden birinin önünde bulmayı beklemiyordum. Salon boştu, neredeyse hiç ışık yoktu ve Sezgi yere çökmüş tuvali inceliyordu. Bu, her gece rüyalarıma konuk olan sembolün ta kendisiydi. Yaklaşık dokuz yaşından beri hemen hemen her rüyamda bir şekilde kendini gösterirdi. Öylesine geçtiğim bir sokağın duvarında, bazen yatağın çarşafında, bazen halının deseninde… Ama mutlaka görürdüm onu.
Parmağını neredeyse karga sembolüne uzatıyordu ki, “Sezgi?” diye fısıldayarak onu durdurdum. Elini hızla indirip, omzunun üzerinden bana bilincinin pek de yerinde olmadığını düşüneceğim türden karmaşık bir bakış attı.
Parmaklarımda kalan poşet izleri acıyordu, avuç içlerimi taytımın kumaşına sürterken, “Her şey yolunda mı?” diye sordum, açıkçası bakışı beni dehşet derecede huzursuz etmişti.
“Evet,” derken kekelediğine neredeyse emindim. Dizlerinin üzerinde doğruldu, ardından koltuğun kolçağına tutunarak ayağa kalktı. Sanki dermanı çekilmiş, gücü onu terk etmişti. Kızıl buklelerini kulağının arkasına ittiği sırada şimşeğin ışığı doğrudan içeri girdi ve Sezgi’nin bir ölü gibi beyaz olan tenini aydınlattı. Tıpkı gökyüzünde oluşan mavi damarlar gibi belirgin içi kan dolu mavi damarlar Sezgi’nin beyaz teninde bir bombanın kabloları gibi görünüyordu.
Yanına otururken huzursuzluğum devam ediyordu.
“Bunu sen mi çizdin?” diye sordu, şövaleden tuvali çıkaran o muydu bilmiyordum ama her iki tuval de yerde duruyordu. “Yani bunları…”
“Evet,” diye fısıldadım.
Birden omzunun üzerinden bana doğru baktı. “Neden?”
“Rüyalarımda gördüğüm sembollerdi, Efken onları resmetmemi istedi,” dedim. Umursamaz görünmeye çalışıyordum ama Sezgi’nin kireç gibi yüzünün daha da beyazladığını görünce bir şeylerin yolunda gitmediğinin farkına vardım. Sormak istiyordum ama duyacaklarımdan korktuğumdan buna cesaret edemiyordum.
“Şey.” Yutkunup nefes nefese saçlarını tekrar kulaklarının arkasına taşıdı. “Nasıl söylenir bilmiyorum.” Gözlerini yumup bir süre bekledi. “Ben de rüyalarımda semboller görüyorum.”
“Ne?”
“Tıpatıp olmasa da benzer şeyler,” diye fısıldadı, sesi çekingendi, bir ucubeyle konuştuğumu düşünmemi istemiyor gibiydi ama zaten bu sembolleri gören bendim. Bu onu ucube yapıyorsa beni de yapıyor demekti.
“Ne görüyorsun?”
“Ay ve güneş, bazen kargalar…” Gözlerini tekrar tuvale çevirdi. “Ama daha önce hiç sırtlan görmemiştim.”
Gözlerimi hızlıca sırtlan görseline indirdim. Sırtlanın alaycı bir o kadar da vahşi ifadesini izlerken derin bir nefes alma ihtiyacı duymuştum. Bir süre Sezgi de ben de sessizce oturduk. Daha sonra ona gördüğüm anonim eserlerden bahsettim. Bunları doğal karşılamıştı çünkü üç yıl önce İbrahim’den de aynı hikâyeyi dinlemişti. Efken’in aksine diğerleri İbrahim’i insan yerine koyarak dinliyorlardı en azından. Sezgi’ye Crystal’den de bahsetmek istemiştim ama Efken birden salona girdiği için konu yarım kalmıştı.
Efken sigarasının ucunu tutuşturmadan hemen önce, Sezgi’ye, “Ceyhun ile konuştum, davetiyeleri hazırlatacak,” dedi, sesi umursamaz, boş ve soğuktu.
Sezgi ve Ceyhun balodan haberdarlar mıydı?
“Sen ciddisin,” dedi Sezgi açık renk kaşlarını havaya kaldırarak. “Gerçekten bir balo vereceksin, öyle mi?”
“Evet,” dedi Efken, sigaradan bir duman aldı ve ciğerlerini dolduran zehrin yoğun sızıntısı dudaklarının arasından dışarı dökülmeye başladı. Dumanlar yüzünün etrafını sardığı sırada yeniden konuştu. “Bu hafta işleri halletseniz iyi olur. Senin zevkini beğenirim.”
“O iş bende ama telefon açıp bize bunu söylediğinde gerçekten alay ettiğini düşünmüştüm.”
“Yaparsın sen,” dedi Efken, Sezgi’nin söylediklerini duymazdan gelerek. “Yaren’e davetiyeler halledildikten sonra söyleyin,” diye uyardı bir süre sustuktan sonra. “Şimdi onun heyecanıyla uğraşamam.”
Sezgi, “O yine test kitaplarının başına mı geçti?” diye sordu tek kaşını kaldırarak.
“Evet. Bu kez ona bunu yapmasını söyleyen ben değildim.” Efken sigarasının ucunda uzayan külü sehpada duran kül tablasının içine döktükten sonra pencerenin önüne doğru ilerledi. Elektrik çoktan gelmişti ama ışık yanmıyordu, bu yüzden içerisi ölüm tonlarında bir mavi rengindeydi. Gün mü ağarıyordu yoksa akşam mı oluyordu belirsizdi ama muhtemelen daha öğlen saatlerindeydik.
Sezgi, “Bu baloyu verecek olma nedenin Mahinev mi?” diye sorduğunda, bir şimşek büyük bir hızla Efken’in bedenini aydınlattı, ışık söndüğünde sessizlik çok kısa bir süreliğine hüküm sürdü ve sonra gök gürültüsü salonun duvarlarında yankı dolu izler bıraktı.
“Öyle ya da değil,” dedi Efken, esas cevabı biliyor olmama rağmen. “Bir balo vereceğim, eğlenmene bak.”
Sezgi kısaca bana baktıktan sonra gözlerini yeniden Efken’e çevirdi. “Kızı onların açık hedefi hâline getirmeye mi çalışıyorsun?”
Kimlerden bahsediyordu? Sezgi’nin yüzündeki gerginliği net bir biçimde okudum. Bana zarar gelmesini istemediği her hâlinden belli oluyordu ve her kimden ya da kimlerden bahsediyorsa, o kişiler bana kolayca zarar verebilecek türden insanlar olmalıydı. Gerginlik havaya tıpkı bir parfüm şişesine hapsedilmiş zehir gibi yayıldı. Efken sert bir çeneyle Sezgi’ye bakınca, onun ne kadar ürkütücü olduğu gerçeğiyle bir defa daha yüzleşmiş oldum. Akıl almaz derecede güzel olsa da yüzünün güzelliğini örten o tehlike yine oradaydı, gözleri ölümü hatırlatır gibi bakıyordu.
Bir insan doğduğu ilk günden itibaren ölüm denen şeyi bilmeden yaşasaydı bile onun gözlerine baktığında ölecekmiş gibi hissederdi.
Ölümü biliyordum. Hatta nasıl öleceğim konusunda hep tahminlerim olmuştu. Rüyalarım hep yandığım, donduğum ya da boğulduğum ölümlere sahne oluyordu ve ben sahnenin perdesi ne zaman kapanmaya başlasa, ölümü çoktan tatmış oluyordum. Bir gün ya ateşlerin içinde yanacak ya buzların arasında donacak ya da derin bir suyun dibinde boğulacaktım.
“Onu hedef hâline getirdiğim falan yok,” dedi Efken acımasızca. “O benim için hiçbir şey ifade etmiyor. Onu umursamazlar bile.” Birden bu cümleler bir ok olup içimden geçmiş gibi canımı yaktı. Daha dün gece onun yatağında, onun kokusu ve varlığıyla uykuya dalmadan hemen önce konuşan adamla şu an konuşan bu zalim aynı kişi değildi sanki. Kalbim o kadar çok parçaya ayrıldı ki sanki her parça nefesimle birlikte içime akarak ciğerlerime batıyordu. Efken’in bakışları bana uğramadı bile, sadece Sezgi’ye bakmaya devam etti. “Onlar sadece önemsediğim insanlarla ilgilenir. Önemsizlerle değil.”
“Ve sırf bu yüzden önemsediğin herkesi önemsemiyormuş gibi yaparsın,” dedi Sezgi, yüzünde buruk bir gülümsemeyle çok yakın bir erkek arkadaşa, hatta erkek kardeşe bakıyormuş gibi Efken’e bakarken. Ama bu sözler Efken’i öfkelendirmekten öteye geçemedi. Efken kırıcı cümlelerinden oklarla Sezgi’yi vurmaya başladığında artık onları dinlemiyordum bile. Kendimi öylesine değersiz, öylesine bir paçavra gibi hissediyordum ki, eğer kuyruğumu dikip meydan okuma bayrağını havaya kaldırmamış olsam sırf onun gibi bir dengesiz yüzünden dizlerimi karnıma çekip hüngür hüngür ağlayabilirdim.
Sonunda tartışmaya daha fazla kulak misafiri olmak istemedim ve oturduğum yerden kalkıp ikisini içeride bırakarak Efken’in odasına gittim. Aslında bu odaya öylece girebilmek bana hâlâ tuhaf geliyordu ama burada uyumama izin verdiği için artık bu odayı geçici odam olarak görmeye başlamıştım. Yine de kendimi sığıntı gibi hissettiğimden bu durum biraz tuhaftı ve beni utandırıyordu. Akşama doğru Sezgi’yi almak için Ceyhun’un geldiğini duymuştum ama o sırada mutfaktaydım. Sezgi bana gürültülü bir veda etmişti, Ceyhun ise sessiz bir centilmen olduğu için mutfak kapısına kadar gelip bana el sallamıştı ve sonra gitmişlerdi. Fırında somon için hazırlıklara başlamıştım. Efken için değil, Yaren için yapıyordum ama yine de onun da yemesini istiyordum. Uzun zamandır ev yemeği yemediklerini biliyordum, hem bu ortam bana tuhaf bir şekilde Miraç ve Miran için yemek hazırladığım akşamları hatırlatmıştı ve özlem duygusu çekilemez hâle geldiğinde sanki ikisi için yemek hazırlıyormuş gibi hayal etmeye başlamıştım.
Fırında somon için gereken her malzeme vardı. Efken’in kredi kartının bakiyesinden yüklü bir çekim yapılmıştı çünkü bu buzdolabında sadece konserveler vardı ve bu buzdolabının bir sığınağın değil evin buzdolabına dönüşmesi için sıkı bir alışveriş gerekmişti. Kişi başına bir somon düşsün istiyordum ama her ihtimale karşı bir tane yedek somonum olacaktı. Gerekenleri çıkardıktan sonra sarımsakları dövüp zeytinyağı, limon ve sarımsakları karıştırmıştım sonra da somon dilimlerinin üzerine sürmüştüm. Balıkları buzdolabına bir saat kadar dinlenmeleri için bıraktıktan hemen sonra salata işine girişmiştim. Salata ile işim çok uzun sürmemişti ama bir kahve yapıp balıkları beklerken zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştım. Sonunda fırın tepsisine yağlı kâğıdı serip somonları bir bir kâğıdın üzerine yerleştirdikten sonra yaklaşık on beş dakika fırında pişirdim, ince bir şekilde kıydığım dereotlarını ve taze kekik ile balıkları süslediğimdeyse akşam yemeği hazırdı.
Yaren’in akşam yemeğine verdiği tepki o kadar muhteşemdi ki, Miran ile Miraç’ı eve döndüğüm an tokatlamam gerektiğini aklımın bir köşesine not etmiştim. Güzeller güzeli Yaren somonu gerçekten seviyordu ve sanırım uzun zamandır mutfak masasında dumanı tüten ve bu mutfakta pişirilmiş bir şeyler görmemişti. Efken ise sadece kendini beğenmişti. Masadaki yerini aldığında hiç konuşmamış, bir teşekkür bile etmemiş, sadece yemeğini yemeye başlamıştı. Büyük bir sessizlikle taçlandırılan akşam yemeği nihayet sona erdiğinde, çatal ve bıçakların servis tabaklarının üzerine bırakılırken çıkardığı gürültüyü dinledim.
Efken’in yüzünde daha önce görmediğim bir ifade vardı. Sanırım yemek yapabilecek kabiliyetimin olmadığını düşünmüş, şimdi de yanılmıştı çünkü sıyırdığı tabağından ve yüzüne yayılan o memnun ışıltıdan anladığım kadarıyla yemeği epey lezzetli bulmuştu.
“Mahinev,” dedi Yaren iri siyah gözlerini bana dikerek. “Bu var ya, benim on sekiz yıllık hayatım boyunca yediğim en iyi somondu!”
“Atma,” diye homurdandı Efken ama sanki o da aynısını düşünüyor gibi keyifle bize bakıyordu.
“Üff seninle konuşan yok, hem neredeyse tabağını yalayıp cam gibi pasparlak yapmışsın!” diye söylendi Yaren, abisine kötü kötü bakarak. “Ellerine sağlık, gerçekten. Umarım hep yemek yaparsın.”
Efken başını iki yana salladı. “Sen yağcı küçük bir domuzcuksun.”
“Bana böyle seslenme,” diye çemkirdi Yaren. Ardından boş servis tabağını alıp bulaşık makinesine taşırken omzunun üzerinden bana baktı. “Film izleyelim mi?”
Şu anonim eser olarak geçen ama bizden aşırdığınız filmlerden birini mi?
Neredeyse homurdanmaya yakın bir ses çıkardığımda Efken’in keyif dolu bakışları üzerimde bir alay yeli gibi esiyordu. Aniden güzel yüzünün tam ortasına sıkı bir yumruk geçirdiğimi hayal ettim. Her şeyi biliyordu, çoğu eserin bize ait olduğunu da biliyordu ve homurdanma nedenimin bu olduğunu da… Benimle öylece alay ederken midesinde benim yaptığım yemeği sindirmeye başladığından haberi var mıydı? Henüz sindirmeye başlamamıştı bile. Hain.
Yaren ile birlikte bulaşıkları makineye dizdik ve bu süre zarfında okulu hakkında lafladık. Efken bir sigara yakmış, sigarasını bitirdikten sonra da ona hiç uymayacak bir şekilde masayı silmişti. O kadar uzun zamandır yalnız yaşıyorlardı ki sanırım iş dağılımı eşit bir şekilde yapılmıştı ve Efken gibi bir hanzo bile bu tür eşit görev dağılımlarından kaçmıyordu. Yaren henüz balodan bihaberdi, öğrendiğinde havalara uçacağına emindim çünkü her ne kadar gotik bir tarzı olsa da partileri sevdiği her hâlinden belli oluyordu. Geldiğimden beri onu tıpkı abisi gibi hep koyu renkler içinde, koyu bir ruh hâli ama ışıltılı bir gülümsemeyle görmüştüm. Acaba bir balo kıyafetinin içinde nasıl görünürdü? Düşüncelerden uzaklaştığımda yine aklımın tam orta yerinde nevruz ateşi gibi yanan kelimelerle karşılaşmıştım. Şu anonim eser konusunu bir an evvel Mustafa Baba dedikleri adamla bir araya gelerek masaya yatırmam gerekiyordu. Bir şeylere cevap aldıktan sonra Nigin olduğum herifi bulmak için çalışmalara devam ederdim. Bu süre zarfında kafamın içini Mar ve Crystal ile doldurmamak konusunda kendime söz vermiştim. Aklımı daha fazla karıştırıp çorbaya çevirmek istemiyordum.
Yaren, Efken ile aynı odada kaldığımı bilmiyordu. Beni Efken’in odasında tek uyuyor sanıyordu ama son zamanlarda abisi benimle aynı yatakta uykuya dalıyordu. Suçlayıcı olmaya gerek yoktu, çünkü ben de Efken yataktayken çok daha rahat ve kâbuslardan uzak uykular çekiyordum. Yaren bunu bilse muhtemelen yanlış düşünürdü ama düşüneceği türden şeyler yaşanmıyordu, asla yaşanacağını da sanmıyordum. Yaşanmaması için elimden geleni yapardım. Sanırım.
Gece olduğunda ve artık Yaren yorgunluğuna yenik düştüğünde odasına çekilmişti. Gecenin bir yarısı kapı çaldığında ise gelen kişi İbrahim’di. İbrahim’in varlığı evin ortasına bir yıldırım gibi düşer sanmıştım ama Efken ilk sefer verdiğinden çok daha sakin bir tepki vermişti. Sanırım o da İbrahim’i bekliyordu. İbrahim bu evin salonunda görmeye alışkın olduğum biri değildi. Yine de yadırgamamaya çalıştım çünkü bu evdeki en yabancı insan bendim. İbrahim’in meraklı ela gözleri sık sık koridora kayıyor, Yaren’in nerede olduğunu merak eder gibi etrafı süzüyordu. Yüzünde her zamanki o sıcak ve muzip ifade vardı. Her ne kadar onu tanımıyor olsam da aynı topraklardan geldiğimiz için kendimi ona çok yakın hissediyordum ve varlığı beni bir nebze de olsa sakinleştirmişti.
Efken, “Konuştun mu adamla?” diye sorunca, yabancısı olduğum konu ortada bir mücevher gibi parıldadı ve bakışlarım pencerenin önünde dikilerek sigarasını içen Efken’e kaydı. Üstü yine çıplaktı, sanki soğuk ona işlemiyordu. Sanki o cehennemdi ve soğuk bile onun etrafındayken yanıyordu.
İbrahim, “Evet,” dedi, sesi tedirgindi. “Yine de Efken, bu adamlarla uğraşılmaz.”
“Sana fikrini sormadım,” dedi Efken, sesi düzdü, karanlığa gömülmüş ormanı izliyordu.
“Öylece o adamlarla aynı masaya oturamazsın. On iki adamla masaya oturacaksan, on bir tanesi seni öldürmek istiyor, diğeri de kendi eliyle öldüremeyeceği için adamlarına ölüm emrini vermeyi bekliyor,” dedi İbrahim sertçe. “Yaren’i hiç düşünmüyorsun.”
“Sen benim Yaren’i ne ölçüde önemsediğimi tartabilecek biri değilsin,” dedi Efken, sesinde ecelin parmak izleri olmasına rağmen kelimeleri tüm bu gücü reddedercesine sakindi. “Etrafımda olmana izin vermemi mi istiyorsun? O zaman bu işi bağla.”
“Öldürülmeni istemiyorum,” dedi İbrahim, birden tüylerim dikilmişti. Efken’i bile öldürebilecek insanlar vardı. Onun ölümün arzulayan insanlar… “Öldürülmendense etrafında olmam, sizi bir daha görmem daha iyi.”
“İbrahim, bana âşık değilsin,” dedi Efken iğrenir gibi.
“Bu konudan tam emin değilim, sanırım sana karşı da boş sayılmam,” diye dalga geçti İbrahim.
Efken gözlerini devirirken, “Tek bir an olsun seni öldürmemeyi düşünebilecek miyim ben?” diye sordu sertçe. “İbrahim, ya bu işi bağlarsın ya da bir daha bu civara ayak basamazsın. Basacak olursan, seni topal bırakırım. Hatta belki bacaklarını ellerimle tek tek koparırım.”
“Ah,” dedi İbrahim korkuyla büyüyen gözlerini bana çevirirken. “Görüyor musun? Ne kadar tutkuluyuz. Seninle asla böyle olmazdı.”
Gözlerimi devirdim.
“Zevzekliği bırak. Bu işi bağla ve o adamlarla bir buluşma ayarla. Kumarhanelerden birinde onlarla buluşabilirim, hem onları biraz fakirleştiririm hem de sonuca daha hızlı varılır,” dedi Efken, neyden bahsettikleri konusunda hiçbir fikrim yoktu.
“Efken, o adamlar sadece ölmeni istiyor. Bir de kumarda onları yenecek olursan, oradan iki ayağının üzerinde çıkıp gitmene izin vereceklerini mi düşünüyorsun? Sen çıldırmışsın,” dedi İbrahim, şimdi sesi hem sert hem de olayın ciddiyetini belirtmek istercesine yüksekti. “Bak, eğer sana karşı çalkantılı duygular hissetmiyor olsaydım, canıma minnetti anladın mı? Gidip kendini öldürtmen umurumda bile olmazdı. Kız kardeşini alır buradan giderdim, sen de bana ayak bağı olmazdın. Aslında düşündüm de…” Birden kollarını göğsünün üzerinde bağlayıp işaret parmağını çenesine götürerek komik bir ifadeyle boşluğa baktı. “Hiç de fena bir fikir değil. Bunu yapabilirim, evet.”
“O kafanın içinden nasıl şeyler geçiyor lan senin öyle?” diye hırladı Efken birden ona doğru dönerek. İbrahim resmen korkudan öyle hızlı bir şekilde sırtını koltuğa yasladı ki, biraz daha baskı uygulasa koltuğun kumaşını yırtıp pamukların içine girebilirdi. “Senin beynini kafanın içinden iki parmağımın ucunda çıkarır, ceviz gibi ezerim.”
“Aa üzerime iyilik sağlık,” derken büyük avucunu göğsüne bastırmıştı İbrahim. “Beynime küçük damgası mı vuruldu az önce? Dur, şu ellere bak, kocaman… Gerçi evet, ellerin de büyük senin…” Göz ucuyla bana baktı. “Toprağım, bizim oralarda bir laf vardır, bildin mi? Eli büyük olanın…”
“Ay iğrençsin,” dedim birden tiksintiyle.
“Eli büyük olanın ne?” diye sordu Efken, hâlâ öfkeli duruyordu çatık kaşlarının altındaki mavi gözlerde merak vardı.
“Aç da bir bakalım büyük mü değil mi görelim, kesin konuşmak istemem valla…” dedi İbrahim.
“Ne diyorsun lan sen beyinsiz maymun?” diye sordu Efken tıslar gibi. Tehlikeli bir yırtıcı misali ona yaklaşıyordu.
“Görsel bir kanıt istedim sadece, darling.”
“Bana bir daha o şekilde seslenecek olu-”
“Ne şekilde darling?”
Sonra her nasılsa, anlayamadığım bir karmaşa oldu ve İbrahim’in önde, Efken’in arkada sokak kapısından hızla çıktıklarını gördüm. Pencereye koştuğumda karların arasında koşuyorlardı. İçimden bir ses, bunun ilk olmadığını ve kesinlikle son da olmayacağını söylüyordu.
Muhtemelen İbrahim temiz bir dayak yiyecekti.
Cipin gürültülü motoru sustuğunda, dışarıda esen rüzgârın uğultusu sessizliğin bir keder gibi çöktüğü aracın içine doluştu. Tüm geceyi yalnız geçirmiş olmamın yanı sıra, kafamı kurcalayan düşünce düğümü daha da büyümüş, beni endişelerin çevrelediği bir kuleye çevirmişti. Efken tüm gece neredeydi bilmiyordum. İbrahim’i kovaladıktan sonra bir daha geri gelmemişti ve gecenin derinliklere ulaştığı saatlerde cipinin güçlü motorundan yayılan sesi duymuştum. Şimdi Mustafa Baba’nın evinin olduğu çayırdaydık, son olan olaylarla ilgili soracaklarım vardı ve Efken bu kez hiç diretmemiş, beni direkt ona getirmişti.
Düş Kapanı Ormanı yine alışkın olduğum bir görüntüye gebeydi. Yeşil, baharı anımsatan renkler ve tek bir kar tanesinin bile o rengi bozmaması… Oysa çayır karlar içindeydi ve bu karlardan Mustafa Baba’nın tavanı ve verandası da nasibini almıştı. Hatta karın yüksekliği buraya ilk geldiğimde olduğundan çok daha fazlaydı.
Efken emniyet kemerini çözdüğü sırada omzumun üzerinden usulca ona doğru bakıp, “İbrahim ile tartıştığın konu neydi?” diye sordum sonunda merakıma yenik düşerek. Hiç umursamam sanmıştım ama onun ölümünden böyle kolayca bahsedilmesine sebep olacak insanları ve konuyu merak ediyordum.
Efken’in kaskatı çenesini izledim. Bir süre sonra, “Seni ilgilendiren bir durum yok,” dedi, sesinde duygulara rastlamadım ve bu yüzden de asıl hissettikleri nedir anlayamadım.
“İlgilendiriyor demedim ki.” Omuz silktim. “Sadece merak ettim.”
“Neden? Senin merak ettiğin sadece ne zaman ve nasıl geri döneceğin olmalı.” Tek kaşını kaldırdı. “Yanlış mıyım?”
“Karanlık işlere mi bulaştın?”
Birden alayla, “Ben o işleri var eden adamım,” deyince tüylerimin dikildiğini hissettim. “Sadece o adamlarda yüklü miktarda alacağım var. Boş ver.” Cipin kapısını açınca soğuk rüzgâr içeriye doldu ve kelimeler dudaklarımın gerisinde bir kibritin ucunda yanan aleve temas etmiş gibi yanmaya başladılar. Sessizlik kanıma karıştığında çoktan araçtan inmiş, Efken’i takip etmeye başlamıştım bile.
Mustafa Baba sanki varlığımızın farkına varmış gibi verandaya çıkmış, biz henüz evin yakınına bile varmamışken bize el sallamaya başlamıştı. Onun bizi hissettiğini düşünmek bile içimin korkuyla dolmasına neden olsa da Efken’in bu korkuyu fark etmesine izin vermemiştim. Verandanın ahşap, karla kaplı merdivenlerini tırmanırken Mustafa Baba’nın bakışlarının kıskacında olduğumu biliyordum. Kafamı kaldırıp ona bir karşılık veremedim.
“Yoksa onu buldunuz mu?” diye sordu Mustafa Baba doğrudan konuya girerek. Bu sırada içeri girebilmemiz için ahşap kapıyı bizim için açmıştı. Misafirperver tavrına rağmen karizmatik ihtiyara tekinsiz bakışlar attım ve şömine ateşinden çıkan çatırtıların bir hayaletin ayak sesleri gibi yankılandığı ahşap evin içinde ilerlemeye başladım.
“Henüz değil,” dedi Efken. “Birinden şüphelenmişti ama.”
O gece mekândaki sesin sahibini hatırlayınca ağzımda acı bir tat oluştu.
“Her neyse, şu anonim eserler hakkında ne biliyorsun?” Efken’in sabırsız sorusu, öncesinde kurduğu cümleleri hasırın altına sokmak istediğinin bir kanıtı gibiydi. Bu konu hakkında konuşmak istemediği o kadar barizdi ki, artık buna şaşıramıyordum bile.
Mustafa Baba sallanan ahşap sandalyesine oturup, gür beyaz sakallarını okşarken kaşlarını çatarak Efken’e baktı. Yüzündeki çizgilerin tamamı çatılan kaşlarıyla çok daha derinleşmiş, birer kuyuya dönüşmüştü. Bizi gerçekten anlamadığı gün gibi ortadaydı.
“Anonim eserler mi?”
“Evet.”
“Ne bilebilirim ki?”
“Medusa,” dedi Efken sözü bana devretmek istiyor gibi. Uçurum mavisi gözleri keskindi, her şeyi belleğine kazımak ister gibi etrafı inceliyor, gergin bir şekilde söyleyeceklerimi duyacağı ânı bekliyordu.
“Buradaki anonim eserlerin hepsinin yazarlarını, onları var eden kişileri biliyorum,” dediğimde Mustafa Baba beyaz kaşlarını kaldırıp sandalyesinden kalkmadan yavaşça bana doğru döndü. Kırışık bir kumaşı anımsatan ellerindeki tüm parmakları birbirlerine geçmişti, eli karnının üzerinde duruyordu ve şaşkınlık yüzüne bir mürekkep gibi yayılmaya başlamıştı. “Ve dahası da var,” dedim net bir sesle. “Geldiğim yerdeki anonim eserler burada anonim değil, sahiplerinin ismi yazıyor.”
İhtiyarın gözleri birden farklı bir duyguyla parladı. Bu daha öncesinde geldiğimde onun gözlerinde görmediğim bir duyguydu. Şaşkınlıktan da öteydi, bir maden görmüş gibi bakıyordu. Allak bullak olmuş bir ifadeyle, “Emin misin?” diye sordu, sesi ilk defa çatlamıştı. Efken’in bile duraksamasına neden olan bu tepkisi karşısında ne yapmam gerektiğini bilmiyordum.
Bana sanki cennet ve cehennemin tam ortasında duran bir arafmışım gibi bakıyordu. Sağ kolum cennete, sol kolum cehenneme uzanıyordu ve ben her ikisine de ulaşabileceği o köprüydüm sanki.
“Çocuğum,” dedi sonunda. “Bu imkânsız.”
“Değil,” diye üsteledim. “Yemin ederim bu böyle.”
“Ama bu…” Mustafa Baba bana hiçbir şeyi idrak edemiyormuş gibi uzun uzun baktıktan sonra titreyen bir sesle konuştu. “Bunun imkânı yoktu.”
“Yoktu mu?” diye sordum merakla.
“Bu bizi evrenin bir parçası yapar,” dedi sonunda hayretler içerisinde. Bunda garip olan ne vardı ki? Zaten evrenin parçalarından birinde değil miydim? Başka bir evrendeydim, evrenin parçalarından birinin içine düşmüştüm ve yolumu kaybetmiştim. Böyle değil miydi? Anlamaya çalışır gibi ona bakmaya devam ettim ama sanki kuracağı cümleler gerçekleri içerecekti ve bu gerçekler içimi yakmaması gerektiği kadar çok yakacaktı. Birden olduğum yerden kaçmak istedim.
“Zaten evrenin bir parçasıyız,” dedi Efken zihnime sızmış gibi, soru işaretlerinden bir ağ onun güzel yüzünü örtüyordu sanki.
“Öyleyiz,” dedi Mustafa Baba ama sanki gözleri aksini savunuyor gibiydi. Efken de bunu fark etmiş gibi uzun süre onun yaşlı yüzüne baktı.
“Bu konuyla ilgili bir bilgin yok mu?”
“Yok,” dediğinde dürüst olduğu barizdi. Hatta bu bizden çok onu şaşkına çevirmişti.
Bir bataklıktaydım, bataklığın çamuru büyük bir hızla beni içine emerken içimden elimi kaldırıp kurtulmak için çırpınmak bile gelmiyordu. Birden kendimi çok yorgun hissettim. Tüm bu olanlar zihnimi de bedenimi de yormuştu. Sanki çölde, kızgın kumların içinde yalın ayak koşuyordum ve çölün sonunu hiç göremiyordum; kavurucu güneş ise kafamın üzerinde ölümü simgeleyen bir akbaba gibi ateşten kanatlarını çırpıyordu.
Efken çıkışa yürürken Mustafa Baba’ya bir veda bile etmedi. Ben ise yanan şöminenin karşısında durmuş Efken’in uzaklaşan ayak seslerini dinlerken kalbimin atışlarının yavaşlığının nedenini sorguluyordum.
“Mahinev,” dedi bana geçmişten tanıdık bir sesi anımsatan ninni gibi sesiyle. Bakışlarım usulca Mustafa Baba’ya çevrildi. Harlanarak yanan ateşi izliyordu. “Çıkışı bulabilmek için var gücünle koşuyorsun ama koştuğun düzlüğün sonu çıkmaz.” Birden kaşlarım çatıldı. Derin bir nefes aldı. “Neden çıkışı bulmaya çalışmadan önce, bilmeceyi çözmeye çalışmıyorsun?”
“Bilmece mi?”
“Duyduğun sesler,” deyince neredeyse titreyip ona korkuyla baktım. “Hiçbirini boşa duymuyorsun, kızım. Seni buraya getiren kötü şansın değil, kaderin.”
“Ne demeye çalışıyorsun?” diye sordum, bir yılanın siyah parlak bedeni zihnimdeki karanlığın içinde usul usul kıvrılarak hareket ediyor, yılan düşüncelerime yaklaşıyordu. O yılanın zehri düşüncelerime akmaya başladığı anda, mantık kendini imha edecek ve ne kadar doğru varsa tamamı Medusa’nın gözlerine bakmış gibi taşa dönecekti.
“Bir süre daha burada kalman gerek, Mahinev,” dedi Mustafa Baba ateşi izlerken, gözlerindeki keder ise silinmemişti. “Kendin için. Benim için.” Yavaşça bana doğru baktı. “Efken için.”
“Bir şey biliyorsan lütfen söyle.”
Efken’in karla kaplı çayırdan adımı seslendiğini duydum ama bu bakışlarımın Mustafa Baba’dan ayrılması için yeterli gelmemişti.
“Söylemeyi çok isterim,” dedi güvenli bir sesle. “Ama bu uyanışı tek başına tamamlamalısın. Her şeyi anlayacaksın. Sadece acele etme.”
“Bir Mar mıyım?” diye sordum çat diye.
Mustafa Baba şoka girmiş gibi baktıktan hemen sonra başını iki yana sallayarak, “Tüm bunların cevabı senin içinde,” diye geçiştirdi beni. Yine de şaşkına dönmüş gibiydi, sürekli etrafına ve bana bakıyordu. “Lütfen,” diye üsteledi. “Uyanana dek bunlardan Efken’e bahsetme.”
“Neden?”
“Onu korumak istiyor musun?” diye sormasıyla, kalbimin atışlarının göğsümün içinde harlanan bir alev gibi hızlanması bir oldu. “Elbette istiyorsun,” derken gülümsüyordu, yaşlı yüzü yine derin çizgiler ile dolmuştu. “Onu hep korumak istedin.”
Öyle miydi?
Donup kalmıştım.
“Tamam,” diye fısıldadığımda sesim titriyordu. “Ona bunlardan bahsetmem.”
Kötülük dünyanın her yerinde vardı. Bu dünyada da vardı. O gece, karanlık ve şafak sevişirken ben kötülüğün inine düşmüştüm. Şimdi çevremde güvenebileceğim herhangi biri var mıydı bilmiyordum ama içimden bir ses, yakıcı bir tonlamayla konuşurken Mustafa Baba’ya güvenileceğimi söylüyordu. En azından bu konuda yalan söylemediğine emindim. Kalbimin tutarsız atışları bir yangından geriye kalan köz parçaları gibiydi ve her atış, her ne kadar sönmüş bir yangının parçası olsa da canımı acıtıyordu. Anladığım bir şey vardı ki, yangında en sıcak olan alevler değil, yangından sonra bile hâlâ yanan köz parçaları oluyordu.
Evden çıkarken bir Mahinev’i daha katletmiştim. Tıpkı eski günlerde olduğu gibi. İçimde bana ait bir parça daha susmuştu ve tıpkı o yangında olduğu gibi o parça aslında bir köz parçasıydı ve en çok o parça yakıyordu. Belki de sırf bu yüzden, bu kadar yaktığı için o parçaları her defasında koparıp atıyordum. Koparıp attığım o kadar çok parçam vardı ki, bu parçaları bir araya topladığımda esas yangını başlatabilecek kadar çok yeri yakabileceklerini biliyordum.
Hemen ileride, beyaz bir yangını anımsatan karların içinde dikilen mavi gözlü ölüm meleği, siyah kanatlarını açmış, beni o kanatların arasına almak için bekliyordu. Her gece o ölüm meleğinin siyah kanatlarının arasına girerek derin uykulara dalmaya öyle çok alışmıştım ki, sanki birkaç defadır değil de bin yıldır onun kollarında uyuyormuşum gibi hissediyordum. Beni neyin beklediğini bilmiyordum, bundan nasıl kurtulacağımı da bilmiyordum ama ölüm meleğinin kanatlarının arasına doğru yürürken bildiğim bir şey vardı ki, bu, her ne olursa olsun onu korumam gerektiğiydi.
Crystal’in gözlerini hatırladım, saldırgan bakışlarını… Marlar ile ilgili o yazıları… Her şey zihnimi alabora etmek için çarpıp duran dev dalgalar gibiydi. Ve ben bu dalgaların içinde su alan bir kayıkla hayatta kalma mücadelesi verirken, beni o kayığın içine alan kişiyi kayıktan atmaktansa, kendim o kayıktan atlar ve dalgaların beni yutmasına izin verirdim.
Cip, yaydan fırlayan bir ok gibi hedefe doğru atıldığında, karların ikiye ayırdığı yolda büyük bir hızla ilerliyorduk. Dalgındım çünkü kafamın içine bir değil, birçok bomba yerleştirilmişti ve her bir bombanın imha kablosu farklı renkteydi. Efken de yol boyu dalgın olduğumu fark etmiş gibi pek konuşmamıştı ama onu ara sıra bana bakarken yakalamıştım.
Karlı yolları aşıp şehir merkezine indiğimizde Varta’yı daha önce hiç bu kadar kalabalık görmediğimi hatırladım. Kaldırımlar insanların attığı adımlardan dolayı kirlenmiş ve buza dönmüş kar birikintileriyle doluydu. Donmuş ay gökyüzünde bir güneş gibi parlıyordu ve etraf mavi renkte bir tabloyu anımsatıyordu. Tek katlı binalardan oluşan dükkânların cam kapılarında peri ışıkları yanıyordu ve tabelaların çoğuna da bu ışıklardan dolamışlardı. Posta kutularından birinin içine büyük bir zarfı yerleştiren zarif yaşlı kadını izledim, eldivenlerinin içine gizlediği ellerini paltosunun ceplerine sokup yavaş adımlarla karşıdan karşıya geçti ve bisikletli genç bir çocuk bisikletinin sepetine dürülmüş hâlde yerleştirilmiş gazetelerden birini dükkânlardan birinin önünde oturan adama fırlattı. Gülüştüklerini gördüm.
“Burası çok güzel,” diye fısıldadım düşüncelerden sıyrılmaya çalışarak. Aracın camına yaklaşmış, merakla etrafı izliyordum. Efken’in dikkatini bana verdiğini fark edince, bakışlarım yavaşça ona karşılık verdi. Mavi gözlerinde karşıdaki dükkânın camlarına dolanmış sarı peri ışıkları yanıyordu. Birden güzelliği soluğumu bile kesebilecek kadar kuvvetli bir duyguya dönüşerek içimi talan etmeye başladı. Bakışmamız sessizdi. Dışarıda esen rüzgârın uğultulu dokunuşları ağaçların dallarına çarpıyor, dallara birikmiş kar taneleri lapa lapa dökülerek yol kenarında beyaz bir yığın hâline geliyordu.
“Burayı kendine mi benzettin?” diye sorunca, sanki o ağacın sadece dallarının değil de o ağacın köklerinin bile sallandığını hissettim.
Cevap vermek yerine hızla gözlerimi gözlerinden uzağa taşıdığımda, uzun zamandan bu yana göğsümün içinde uykuda olan kalbim artık kendisinin farkındaydı. Nasıl çarpması gerektiğini, neden çarpması gerektiğini, nasıl hissetmesi gerektiğini benden daha iyi biliyordu. Sanki kalbim benim organım değildi de ben kalbimin bir organı gibiydim.
“İleride bir mağaza var,” deyince bakışlarım yavaşça tekrar ona doğru döndü ama artık bana bakmıyordu. Bu beni rahatlatması gerekirdi, yani bana bakmaması kalp sağlığım açısından en iyi olandı ama yine de hayal kırıklığına uğramış gibi hissettim. “Balo için aradıklarımızı orada bulabiliriz.”
“Ne arıyoruz?”
Bana küçümseyici bir bakış attıktan sonra, “Yoksa sana üç beden büyük gelen şişme montunla mı gelmeyi düşünüyorsun partiye?” diye sordu, sesindeki iğneler tenime battı ve bir an utanarak yanaklarımın içini ısırdım.
“Bana kıyafet almana gerek yok.”
“En başta da sana kıyafet alan bendim, şimdi de ben olacağım,” diye bastırdı beni. Bu beni daha da çekimser hâle getirmesine neden olmuştu ama sanırım bunun farkında bile olmayacak kadar burnu büyüktü. “Hem benim için somon pişirdin, bu hizmetin bir karşılığı olmalı.”
“Hizmet mi?” diye sordum, sormadım resmen hırladım. “Sen bunu hizmet olarak mı görüyorsun?”
“İyilik olarak kabul etmemi istiyorsan, ki şu konuşmadan bunu anlıyorum, anca istemekle kalırsın. Evet, o gayet bir hizmetti.” Bana bakmadan konuşuyordu, kanıma öyle çok dokunuyordu ki onun kafasını cama yaslamak ve ellerimden kanlar boşalıncaya dek onu aralıksız yumruklamak istiyordum. “Senin için bir şeyler yapıyorum. Sen de karşılığında bana hizmet ediyorsun. Hizmetin hoşuma gittiği için de şimdi sana bir elbise alacağım. Hediye değil, bedel.”
“Sana hizmet falan etmedim, hayatımın geri kalan hiçbir gününde de sana hizmet etmeye niyetim yok,” dedim ters bir sesle.
“Büyük konuşuyorsun.”
“En azından senin gibi kaba konuşmuyorum. Keşke seni yumruklayabilsem,” dedim ve somurtarak önüme döndüm. İşte şimdi keyfi gerçekten yerine gelmişe benziyordu. Hatta o kadar çok gelmişti ki, yüzünde bir gülümsemeye asla benzemeyen soğuk, alaycı bir sırıtışla cipi tekrar çalıştırıp bahsettiği mağazaya doğru sürmeye başlamıştı. Onunla savaşmak tam şu an bana çok anlamsız geliyordu ama bu, söylediklerini ona çiğ çiğ yedirmeyeceğim anlamına gelmiyordu.
Mağazaya geldiğimizde bir an ne yapacağımı hiç bilmediğimden son derece lüks olan mağazanın içine bomboş gözlerle baktım. Altın varaklı aynaları olan beyaz ışıklandırmalı kırmızı kadife perdelerin pahalı bir şekilde yerlerde sürüklendiği inanılmaz bir mağazaydı burası. Beyaz taştan mankenlerin üzerine yerleştirilmiş her bir elbise öyle göz alıcıydı ki, cansız bir mankenin bile güzel görünmesine neden oluyordu. Bu elbiselerden biri üzerimdeyken çok güzel olmama gerek bile yoktu, elbise tek başına ışık saçar ve beni de ışığının altına alarak güzel gösterirdi. Neyse ki aynaya baktığımda hoşnut kalacağım kadar güzeldim ve boyum ile fiziğimin avantajlarından biri de her türlü elbiseyi güzel bir askı olarak taşıyacak olmamdı.
Parlak deri pantolonu ve göğüs dekoltesi neredeyse karnına dek bir yarık çizen korse formlu bluzuyla bir kadın hemen önümüzde durduğunda, siyaha boyalı tırnakları koyu sarı saçlarında gezindi ve kadının yeşil gözlerinde beklenti dolu bir oyuk açıldı. Kadın bana değil, doğrudan Efken’e bakıyordu ve haksız da sayılmazdı.
“Sizi görmek ne büyük bir sürpriz,” dedi kadın, aksanlı Türkçesine bakılacak olursa muhtemelen yabancı uyrukluydu. Parfümünün ağır kokusu ciğerlerimi resmen deşiyordu, bir şişe parfümü başından aşağı sıkmamış resmen dökmüş gibiydi. İnce ve yüksek topuklularının üzerinde dururken ince bacakları muhtemelen olduğundan çok daha gergin ve sıkı duruyordu. Yeşil gözler pek de memnun kalmadığı bir şeyle karşılaşmış gibi kısaca bana çarpıp beni süzdü, sonra tekrar Efken’e baktı. Efken’e baktığı anda mimikleri gevşiyor, yüzüne flört dolu bir ifade yayılıyordu. “Nasıl yardımcı olabilirim? Yoksa Yaren için özel olarak seçip ayırdığım parçayı mı görmeye geldiniz?” Şaşırmış gibiydi. “Beni affedin, bu pek de alışkın olduğum bir şey değil. Genelde siz sipariş edersiniz, başkaları gelip alır.”
Efken sıkılmış bir ifadeyle kadına bakıyordu. Ama dışarıdan ona bakan biri sadece mimiksiz ve soğuk olduğunu düşünürdü. Ben ise onun her an hırlayarak etrafı birbirine katacak kadar sorunlu bir herif olduğunu bildiğimden bu ifadenin arkasında kadına nasıl ayar olduğu gerçeğini görebiliyordum. Her nedense içimde bir rahatlama yaşandı.
“Yaren’in elbisesini Yaren gelir, Yaren seçer ve Yaren alır,” dedi Efken tekdüze bir sesle. “Onun için bir şeyler seçip ayırmana gerek yok.” Uçurum mavisi gözler kadını yok sayarak bana döndü. “Onu görüyor musun?” diye sordu, bana bakıyordu ama bu soruyu bana yöneltmediği mimiklerinden belli oluyordu. Bakışları buzdan bir mezar gibiydi ve birden kendimi o mezarın içindeymişim gibi hissettim. “Onun tenini, gözlerini, saçlarını görüyor musun?” Bu soruları bana bakarak kadına soruyordu. Kadının yutkunurken boğazından inen o imrenti dolu sesi dinlerken gözlerimi Efken’in gözlerinden ayıramadım. “Bana ondan daha ihtişamlı bir elbise göster. Yoksa da yarat. Onu bile arka planda bırakacak bir şeyler olsun istiyorum. Onu görenler ona değil, elbisesine baksın.”
Gözlerindeki fırtına, gözlerime yağmur yüklü bulutları taşıdığında, bakışlarımız o kadar yoğundu ki sanki alt ve üst kirpiklerimizin birbirine değmediği her saniye yeryüzüne bir yeri yakacak büyüklükte yıldırımlar düşüyordu.
Efken birden gözlerini benden çekerek uzun süredir sessiz olan kadına çevirdi ve bir ayna gibi çatlayan zaman beni ânın içine itti. Tekrar kadına baktığımda, kadının yüzünde buz gibi bir gülümseme vardı ama dudağının kenarının seğirdiğini görebiliyordum. Kıskançlığın ete kemiğe bürünmüş hâli gibi tam karşımda duymuş, bir duygunun insan kılığına girebileceğini kanıtlıyordu bana.
“Elbiselerimizin tamamı oldukça gösterişlidir, Efken Bey,” dedi birden, sesindeki o kıskançlık kanımı kaynattı. “Hangisini giyerse giysin, ondan önce elbiseye bakılacağından eminim.”
“Hadi ya?” Efken bunu dalga geçer gibi tek kaşını kaldırıp, kadına küçümser gözler bakarken söylemişti. “Senden değil, ondan bahsediyoruz.”
Normalde böyle bir kıyas yapması beni çılgına çevirirdi ama kadın öyle gıcık birine benziyordu ki elimde olmadan kıkırdadım ve kadının beyaz, fondöten ile daha da pürüzsüzleştirilmiş yüzünün kırmızıya dönüşünü izledim. Kadın bana sevimsiz bir bakış attıktan sonra, “Size seçenekleri göstereyim,” diyerek eliyle mağazanın içini işaret etti. “Benimle gelin lütfen.”
Efken bana kısa bir bakış attıktan sonra yanımda yürümeye başladı. Ellerimiz birbirlerine son derece yakındı, hatta attığımız her bir adımın sonunda birbirlerine çarpıyorlardı ve bu da nefesimin boğazımı yakmasına neden oluyordu. Birden eline uzanıp parmaklarını parmaklarıma geçirmek, büyük ellerinin ellerimi cansız bir bedeni saran kefen gibi sarmasını istedim.
Kadın âdeta homurdanarak askıları şangırdattı ve iki elbiseyi çıkarıp bizle ilgilenmiyormuş gibi etrafına bakınarak bize gösterdi. Elbiselerden biri mürdüm rengindeydi, diğeri de su yeşiliydi. Ortak noktaları tam bel kısımlarındaki parıltılı kalın kumaştı ama mürdüm olan mini, su yeşili ise uzun ve tülleri olan bir elbiseydi. Bir süre elbiselere cansız gözlerle baktım. Her ne kadar güzel olsalar da kendimi onların içinde hayal edememiştim.
“Hanımefendinin teni beyaz,” dedi kadın ama bunu bana bakmadan söylüyordu. “Beyaz tenli müşterilerimize mürdümü yakıştırıyoruz.”
“O sadece beyaz tenli değil,” dedi Efken. “Saçları koyu, dalgalı gür ve uzun. Uzun ve ince bacakları da hem mini hem de uzun elbiseleri taşıyabilmesi için biçilmiş kaftan.” Efken benim yanımdan geçerek askılara doğru ilerledi, bordo bir elbiseyi yerinden çıkarmadan yavaşça çekip baktı. “Çok sıradan,” dedi. “Baloda iddialı her kadın kırmızı ve bordo giyecek, ben daha iddiasız ama onun ihtişamını geride bırakacak bir şeyler istiyorum.”
Yanaklarımın ısınmasına neden olan şeyler söylese de bunu bir hizmet bedeli olarak görmesi canımı sıkıyordu. Her neyi seçerse seçsin o şeyi giymek istemiyordum. Hatta buradan çıkıp gitmek istiyordum. Eğer bu kadına bu kadar uyuz olmasaydım öyle de yapardım ama kadının yüzünün daha kaç farklı renge gireceğini de merak ediyordum doğrusu.
“Hanımefendi,” dedi kadın birden bana dönerek. “Neden siz seçmiyorsunuz?” İğne dolu bir sesle sormuştu bunu. Normalde iyiliğimi düşünerek sorduğunu düşüneceğim bu soruyu resmen kötü niyetle dillendirmişti ve bu çok açıktı.
“Onun zevkine güveniyorum,” dedim donuk bir sesle.
Efken duraksadı ama hiçbir şey söylemeden başka bir elbisenin kumaşına dokundu. Deri ceketinin altındaki lacivert gömleğinin ilk iki düğmesi açıktı ve esmer boynundaki damarların yaşamla kabarıp söndüklerini görebiliyordum.
Kadın, “Doğrudur,” dedi ama sesinde sadece aşağılama vardı. Bakışlarını özellikle bana değdirmiyordu. Çok geçmeden arsız bir edayla tekrar Efken’i süzmeye başlamıştı ve bakışları çok şey vadediyordu. Sanki her an Efken’i gömleğinin yakasından tutup kabinlerden birine sürükleyecek, kırmızı kadife perdeyi çekerken onun dudaklarına yapışacaktı. Bu görüntüyü düşlemek midemi allak bullak ederken yüzümü buruşturduğumu fark etmemiştim bile.
Efken birkaç askıyı çekti ve birbirinden farklı renkteki elbise yığınlarını bana uzattı. “Bunları dene,” dedi, sesi kurşungeçirmezdi. Efken’in elindeki askıları alıp kadının yönlendirdiği kabine doğru yürürken kendimi aptal gibi hissediyordum.
Kabinin duvara yaslanmış aynası da altın varaklıydı. Tıpkı bir cadının sihirli aynasına benziyordu. Bana o gece ormanda ağacın gövdesinde oluşan aynayı hatırlatmıştı ama bu daha gösterişli ve pahalı bir versiyonu gibiydi. Üzerimdekileri bir çırpıda çıkarıp siyah saten elbiseyi bedenime geçirdim. Elbise uzun boylu olmama rağmen bana biraz büyük gelmişti, eğer bunu seçecek olursam bir karış kadar kesilmesi gerekecekti. Siyah parıltılı boncuklardan askıları vardı ve sutyen yakası dolgun göğüslerimi rahatsız edici bir görüntüye büründürmeden hoş bir şekilde sergiliyordu. Elbise kalça kısmına kadar daldı, sonrasındaysa bir su dalgası gibi havalanarak esniyor ve genişliyordu; tıpkı bir filin kulaklarını anımsatıyordu.
“Boyunu kendine göre seçti herhâlde,” diye homurdanarak aynadaki görüntümü izledim. Elbise cidden çok uzundu… Ama uzun olduğu kadar güzeldi de.
Yine de bu elbiseden pek emin değildim. Hem terzide kalması gerekecekti hem de bir şekilde bana uysa da içinde kendimi rahat hissetmiyordum. Yine de seçmeye hakkım yoktu. Sonuçta parasını ödeyecek olan ben değildim, dışarıdaki hödüktü.
Efken birden perdeyi aralayınca yüreğim ağzıma taşındı ve dehşet içinde, “Ne yapıyorsun?” diye bağırdım, aynadaki yansıması ve yansımam bakışıyorlardı.
“Bakmaya geldim,” dedi umursamaz bir sesle, ardından bakışları hızla yansımamı taradı. Baştan aşağıya… Tam göğüslerime geldiğindeyse bakışları birden dekoltemde takılıp kaldı. Rahatsız edici bir dikkatle göğüs dekoltemi izlerken konuşmuyordu. Ben de her ne kadar garip hissetsem de benimle alay etmemesi için tepki vermemeye çalışıyordum. “Bu olmaz,” dedi, sesi boğuktu, kaşlarımı çatarak yüzündeki ifadenin anlamını çözmeye çalışır gibi dikkatle yansımasına bakmaya devam ettim. “Sana olmaz dedim.” Nihayet gözlerini göğüslerimden çekip yüzüme taşıdı; gözlerimin içine yakıcı uçurum mavisi gözlerle baktı. “Fazla gelişmiş beyaz kavunların için uygun değil. Reddedildi.”
Ve birden geri çekilip gözden kayboldu.
“Kavun mu?” Göğüslerime baktığım anda yanaklarım ısındı. “Ayı,” diye söylendim utançla. Üzerimdeki elbiseyi resmen parçalar gibi çıkardığımda bakışlarım kısaca fiyat etiketine takıldı ve birden donup kaldım. Evimizin dört, beş aylık mutfak giderini toparlayıp etikete basmışlardı.
Bir sonraki yeşil elbise faciaydı, kalçalarımı içinden geçiremediğim için az daha elbiseyi patlatacaktım ve suçlu bir çocuk gibi daracık kabinin içine kaçamak bakışlar atarak elbiseyi askısına geri takmıştım.
Sonunda Efken sadece elini içeri uzattı ve elinde tuttuğu askıdan aşağı doğru süzülen bir kuğuyu anımsatan beyaz elbiseye bakakaldım. Bir süre öylece durduktan sonra, “Al artık şunu,” diye söylendi.
Beyaz elbiseyi alırken bile elim titriyordu çünkü elbise daha askıdaki hâliyle bile kalbime o oku sokmuştu. Ona âşık olmuştum. Evet, bir elbiseye âşık olmuştum.
Üzerimde yalnızca iç çamaşırlarım olduğu için tedirgindim. Elbiseyi bir an önce üzerime geçirmek istiyordum ve iç çamaşırlarımla olduğum süre zarfında Efken’in perdeyi kaldırıp tekrar içeride belirmesinden korkuyordum. Elbise üzerime tam oturmuştu, uzunluğu ve her şeyiyle sanki benim için yaratılmıştı. Yakası v harfi şeklinde iniyor, tam göğüslerimin bitiminde kesik bir şekilde içeri doğru gömülerek daha dar bir v harfine dönüşüyordu. Askıları kalın ve beyazdı, beyaz vatkalarından aşağı doğru uzun yara kanatlarını anımsatan beyaz kumaşlar iniyordu. Elbise kalça kısmımdan sonra genişliyordu, bu da bir deniz kızı görüntüsünü anımsatıyordu. Elbise tıpkı bir tanrıçanın elbisesi gibiydi. Kendimi içinde öylesine kutsal hissetmiştim ki. Sadece sırtındaki fermuarı tamamen çekememiştim, bu yüzden sırt kısmındaki kumaş aşağı doğru bir dil gibi sarkmıştı.
Koyu renk dalgalı saçlarımı göğüslerimin önüne alınca, saçlarım ile elbisenin yakaladığı o tezatlık öyle ahenkli bir uyuma dönüştü ki, ömrümün geri kalanını bu elbisenin içinde geçirmek istediğimi fark ettim. Perde yavaşça aralansa da gözlerimi kendimden alamadığım için gelenin Efken olduğunu bilmeme rağmen yansımada var olan görüntüsüne bakmadım. Onun ise bakışları bana bir bıçak gibi saplı duruyor, saplandığı yerden hislerin yoğun kanı sızıyordu.
Sırtımdaki çıplak deriyi soğuk bir yüzeyin çizdiğini hissedince irkildim. Efken’in sıcak nefesi saçlarımın arasına, çıplak enseme ve omuruma akıyordu. O şey her neyse tenimi ısırır gibi çizerken Efken’in sıcak parmakları tenimi birden cayır cayır yaktı. Nefesim kesildiğinde, Efken elbisenin beyaz fermuarının ucunu yakalamış, usul usul yukarı doğru sürüklemeye başlamıştı.
“Nefis,” diye fısıldadığı anda sesi içimi dağladı. Onun sesinde bile ruhumu yaralayan bir şeyler vardı. Birden elini kaldırdı ve elinde tuttuğu o soğuk şey gözlerimin önüne geldi. Panikle geri çekilmek istediğimde buna izin vermedi. Altın rengi soğuk yüzüme hizaladığında korkudan mıdır bilinmez gözlerimi yummuştum. Saçlarımın arkasında attığı düğümü hissettim. Daha sonra sıcak parmakları omuzlarımda dolaştı ve, “Gözlerini aç,” diye fısıldadı. “Kendine bir bak, Medusa.”
Gözlerimi açtığımda, yüzümü altına alan maskeden görünen tek şey burnumun ucu, dudaklarım ve kızıl gözlerimdi. Damarlarım, gördüğüm görüntüye tepki veriyormuş gibi genişlediler. Gözlerimi örten altın renkli sert maskenin etrafı altın rengi yılanlarla sarılıydı ve yine maskenin üzerine doğru yılanlardan bir taç oluşuyordu. Yılanlar siyah saçlarımın arasında gibi duruyor, bu da beni altın rengi yılanları olan bir Medusa’ya çeviriyordu.
Yılanların sardığı maskedeki bir diğer ayrıntı ise üst kısmında altın rengi sert taştan bir gül tomurcuğu, onun altındaysa bir yine altın rengi taştan bir kurtboğan çiçeği olmasıydı. Yılanlar resmen kafalarını kaldırmış, saçlarımın üzerinde saldırıya hazır muhafızlarıma benziyorlardı.
“Çok gösterişli,” diyebildim, nabzımın uğultusunu duyuyordum. Çok gösterişli olmasına rağmen nasıl oluyordu da beni böylesine heyecanlandırıyor, içimdeki duyguları böylesine kamçılıyordu?
“Senin gibi,” dedi Efken, erkeksi sesi bir sır gibi tenime aktı ve gözlerim yansımasına kaydı. Mavi gözleri sadece yarısı olan siyah bir maskenin altında parlıyordu ve bu siyah yarım maskeyleyken geçmişime ait parçaymış gibi görünüyordu. Akıl almaz güzelliğini izlerken yutkunmak bile boğazımdaki düğümü çözmeye yetmemişti. Çenesini omzuma yerleştirirken, biri maskenin altında, diğeri ise çırılçıplak olan mavi gözleri doğrudan maskenin etrafını ördüğü kızıl gözlerimdeydi.
Yavaşça konuştu.
“Gözlerinin sadece taşa çevirme özelliği olduğunu sanıyordum, Medusa. Taştan şeyleri çözebildiğini inan ben de bilmiyorum.”
🎧: Low, Blue-Eyes Devil