🎧: Anathema, Regret
Her geçen gün ruhumda biraz daha eriyerek kan gibi damarlarıma dolan karanlığın, gözlerimden gözyaşları olarak akması, caddeye uzunca bir kalabalığın bir cesedi izlemek için toplanmasına benziyordu.
Biricik’in sessiz sessiz akıttığı gözyaşları gecenin en ince yerinden şiş gibi girerek gökyüzünün kanını akıtırken, cipin arka koltuğunda onun yanında oturuyordum. Gurur cipi kullanıyor, güçlükle de olsa ikna ettiğim Devran, hemen arkamızdan kendi aracıyla geliyordu. Biricik’in gözyaşlarıyla ıslanmış sarı saçlarını başının arkasına doğru atarak sık sık yüzünü açıyor, nefes almasını sağlıyordum. Bakışları donuktu, gözlerinden ara sıra yaşlar akıyorsa da bunun sebebi duygularının yoğunluğundan değil, yaşadıklarının ağırlığındandı.
Gurur cipi biraz daha hızlandırınca dağ yoluna girmiş bulunduk. Dağ yolunda hiç sokak lambası olmadığından Gurur dörtlüleri yakmıştı. Karanlık ormanı yarıp geçen ışık cipten sızıyordu, biz ise hâlâ karanlığın koynunda duruyorduk.
Hiç yakınlığımız olmamasına rağmen eğilip Biricik’in saçlarını öptüm; çünkü biliyordum ki bu şefkate herkesten daha çok ihtiyacı vardı. Kalbinin sevilmeye, vücudunun vurulmaya değil, onun isteği doğrultusunda okşanmaya ihtiyacı vardı.
Burnunu çekerek bana biraz daha sokulup göğsüme uzandı, sanki kırk yıldır tanışıyormuşuz gibi bir an olsun düşünmeden yapmıştı bunu. Parmaklarım sarı saçlarının güçlü tellerinde dolaşırken gözlerimi yakan yaşlara rağmen ağlamadan sadece hafifçe gülümsedim. Tesisin önünde duran arabanın sesinin kesilmesiyle, gecenin koynunda olduğumuzu ve tüm seslerin zamanın içinde kaybolduğunu fark ettim.
Gurur inip arka kapıyı açınca dışarının soğuğu aracın içine akın ederek tenime kesikler attı. Önce ben indim, arkamdan da Biricik yalınayak yere basarak aşağı indi. Bakışlarım ayaklarına kaydığında bir an boğazım düğüm düğüm oldu. Devran birkaç büyük adımın sonunda Biricik’in yanına varıp kıza hiçbir şey söylemeden kucaklayınca bakışlarım ikisi arasında bir köprü kurdu.
Devran, Biricik’i tuz buz olmuş bir kalenin prensesi gibi kucaklayıp tesise doğru yürümeye başladığında, artık Gurur ve ben karanlık dağın ortasında yalnızdık. Aracın açık kalan kapısını kapatan Gurur’un temkinli bakışları beni buldu. Kafamın içinde neler döndüğünü merak ediyormuş gibi uzun uzun yüzümü izledikten sonra boğazını temizledi.
“Aklından neler geçtiğini söylemeyecek misin?” diye sordu, sesi merakını ele veriyordu ama şu an hissettiklerim bir boşlukta asılı durduğundan cevap vermeden tesise doğru yürümeye başladım. Gurur bir süre arkamda kalıp ondan uzaklaştığım esnada sırtımı izlese de sonunda o da beni takip etti ve tesise birlikte girdik. Tesisin koridorları karanlığa gömülmüş hâldeydi, Devran kucağında Biricik ile koridoru aşarken hemen onun arkasında ilerliyorduk. Devran’ın her adımının sonunda ileride yanan bir floresan daha sönüyor, gittiği yere kucağında Biricik ile beraber karanlığı da taşıyordu.
Sanki bu kız onun karanlığıydı, aynı zamanda o da o kızın karanlığıydı.
“Bana bir cevap vermen gerek,” dedi Gurur kelimelere sadece benim duyabileceğim bir tonda bastırarak. “Aklından ne geçiyor?”
“Bunu sonra konuşalım,” dedim.
“Devran’ı bile sakinleştirmeyi başaracak kadar kendinden emin konuştun, ne olduğunu bilmeye hakkım var. Eğer bir saçmalıksa ve Devran tatmin olmazsa, dediğini yapar ve o herifi bu defa öldürür. Artık onu tutabileceğimiz sebeplerimiz yok. Eski sebepleri yeterli görmüyor.”
Derin bir nefesin ardından yorgun gözlerle omzumun üzerinden Gurur’a bakarak yürümeye devam ettim.
“Devran, akıllı bir adam. Benim öylesine bir şey söylemeyecek kadar korkak olduğumu, bu işlere bulaşmak istemediğimi biliyor,” dedim.
“Ben de biliyorum,” dedi, sesinde çok küçük bir öfke sezsem de büyük olmadığı için hissi de ağır olmamıştı. “Bu yüzden merak ediyorum.”
“Önce Biricik’in iyi olduğundan emin olalım. Sonra zaten senin yardımın gerektiği için sana anlatmam gerekecek.”
“Tamam,” dedi, uzatmadı çünkü Biricik’in durumunun ne kadar ağır olduğunu o da biliyordu.
Devran bir koridora girince gözden kayboldu, biz de hemen arkasından o koridora girdik. Koridora girmemizle eş zamanlı olarak askerlerin koğuş kapıları açılmaya başladı. Önce Adnan kendi odasının kapısından dışarı çıktı, ardından Girdap, Tayfun, Yener ve Vural da çıktı. Sessizce Devran’ın ortalarından geçip gitmelerini izlemeye başladılar. Sessizdiler, sanki her şeyin farkındaydılar ama konuşmama yemini etmiş gibi sadece onun gidişini izlediler.
Vural bizi fark edince, “Nihan’ı uyandırayım,” dedi sessizce.
Gurur, başını salladı. “İyi olur, sen uyandır.” Bakışlarını bizden uzaklaşan Devran’a çevirdi. “Muhtemelen revire götürüyor zaten. Muşta uyuyor mu?”
“Hayır,” dedi Tayfun. “Dosya hazırlıyordu.”
“Tamam, haber verelim. Ondan habersiz bir şeyler dönünce öfkeleniyor,” dedi Gurur. Durup bana baktı. “Sen bu gece burada kalır mısın? Biricik sana güveniyor gibi.”
“Olur,” dedim. Aslında hiç samimiyetimiz yoktu ama yine de onun yanında olmak istiyordum. Kendini yalnız hissetmesi şu an için isteyeceğim son şey bile olamazdı.
Girdap ve Vural birlikte koridorun karanlık duvarları arasında kaybolduklarında, Tayfun şakaklarını ovarak odasının kapısını kapatıp koridorun ortasına doğru ilerledi. Bize doğru baktıktan sonra başını iki yana salladı.
“Bu kez bu deli fişeği tutabileceğinizi mi düşünüyorsunuz? Ben düşünmüyorum çünkü. Hâlâ nasıl burada, ona bile şaşırdım.”
“Bu kez haklı,” dedi Yener birden demir gibi bir sesle. “O karışmasın, gidip biz halledelim.”
Gurur, “Zeliha’nın bir fikri varmış,” dediğinde Yener durup kaşlarını çatarak Gurur’a baktı. “Öyle bakma, Çekiç. Bu kız hiçbir zaman kalkıp bir fikir sunmaya çalışmadı. Devran bile ikna olduysa bize söyleyecek söz düşmez.”
“Neymiş o fikir?” diye sordu Yener ciddiyetinden bir an olsun ödün vermeden.
“Bunu zamanı gelince söyleyeceğim,” dememle, Yener’in kaşlarını daha da çok çatması bir oldu.
“Fikre sonra değil, şimdi ihtiyacımız var, Zeliha. Kızın hâlini gördün mü?”
“Gördüm,” dedim ve üzerine basarak tekrar konuştum: “Oradaydım.”
“İyi niyetini anlıyorum ama artık durmamız sadece buna göz yummak olacak.” Yener kapıya sertçe vurarak çıktı. “Her kim olurlarsa olsunlar, ne kadar yüksekte olurlarsa olsunlar, biz dağ aslanı değil miyiz lan?”
“Senin üstüne bile sözünü geçiren kişiye senin dağ aslanı olman söker mi sanıyorsun, Çekiç?” Gurur, bunu ruhsuz bir sesle söylemişti. “Öfkeni anlıyorum, hak da veriyorum ama şu an yapılması gereken Biricik’in yaralarını sarmak. Öfkeyle oturup zararla kalkmadığımız tek zaman dilimi, leş serdiğimiz zaman dilimi oldu.”
Yener, burun deliklerinin genişlemesine neden olacak bir nefes aldıktan sonra başını salladı. “Bakmayın bana siz,” dedi geçiştirmek ister gibi. “Yapılacak bir şey var mı? Bir şey lazımsa merkeze inerim.”
“Şimdilik gerek yok gibi,” dedi Gurur. “Siz toplanma alanına geçin, ben Zeliha’yı revire bırakayım. Biricik’in yanında olsun.” Bana onay bekleyen buz sıcağı gözlerle baktığında sadece başımı salladım.
Gurur beni revirin olduğu alana götürürken yan yana yürüyor olmamıza rağmen sessizdik. Koridora düşen adımlarımızın sesleri zamana karışarak bir anıya dönüşüyor, bir gün biz bu anı unutacak olsak bile zaman kendi içine yaşananları kazıyordu.
Tam revirin önüne geldiğimizde yavaşça ona doğru dönüp, “Muşta öğrendiğinde ne olacak?” diye sordum.
“Biricik ve Devran’ın arasındaki şeyi onaylamıyordu ama Biricik’i sever,” dedi Gurur sakin gözlerle yüzümü incelerken. Sanki yaşananların bende bıraktığı etkiyi merak ediyor gibi bakıyordu. “Muhtemelen şu nişanlısı olacak andavalla ilgili bir şeyler yapmaya çalışacak ama Muşta’nın bile yetkisinin olmadığı şeyler var gördüğün gibi.”
“Bunu kötü olarak algılama ama o gece yaşananları bile kolayca örtbas edebiliyorsunuz, bunun en büyük şahidi benim. O adamı neden direkt yok edemiyorsunuz, bu kadar mı taşaklı biri?” Küfrüm onu şaşırtsa da yüzünde beni anladığını belli eden bir ifade belirdi.
“Haklısın ama bazen bizim bile elimizi uzatamayacağımız, sevdiklerimizi tehlikeye atmamıza neden olacak şeyler var.”
Anlayışla başımı sallamak dışında bir şey yapmak istemedim. Konuşmak, kelimeleri harcamak istemedim. Revirin kapısını açıp içeri girdiğimde, beyaz floresanın tavanda cızırtılar çıkararak yandığı revirin duvar kenarındaki beyaz örtülü sedyesinin üzerinde Biricik oturuyordu. Tam önünde, bacaklarının arasında Devran duruyor, Biricik’in sarı saçlarını arkaya doğru atarken yüzünde cam gibi bir keskinlikle konuşmadan kızı izliyordu. Kız durgundu, gözleri Devran’da değildi, gözleri sanki hiçbir yerdeydi; sanki mavi gözleri kayıptı, yitip gitmiş, küle dönmüştü.
Beni fark etmediler ama hemen arkamdan Nihan içeri girince ikisinin de gözleri yavaşça kapıya döndü. Nihan bana uyku sersemi bir gülümsemeyle baktıktan sonra bakışları Biricik’e kaydı.
“Hayvan herif,” diye söylendi sadece benim duyabileceğim bir tonlamayla.
Nihan, Biricik’e bakmak için yaklaştığında Devran artık ondan uzaklaşmıştı. Revirdeki deri sandalyeye oturdu, uzun bacaklarını kırıp ellerini bacaklarının arasından aşağı doğru sarkıtarak parmaklarıyla oynarken zemini izlemeye başladı. Hâli harap görünüyordu. Tüm bunların içine sürüklendiği ânı merak ediyordum, Biricik’in kâbus gibi hayatına dahil oluşunu, birbirini takip eden olayları… İkisinin de duyguları çözümlemesi güçtü; kim bilir içlerinde nasıl fırtınalar kopuyordu?
Nihan, “Tam olarak nereden darbe aldın? Görünenlerin dışında,” dedi soğukkanlı tutmaya çalıştığı ama titrediğine yemin edebileceğim sesiyle. Devran bu soruyu duyunca bacaklarının arasından aşağı sarkıttığı ellerini eklemlerinden kırarak yumruk hâline getirdi.
Biricik kırgın bir ses tonuyla, “Şurası,” diyerek kaburgalarını işaret etti, Devran ona bakmıyordu ama yumruğu gitgide daha da sıkı hâle geliyordu.
Nihan parmaklarını Biricik’in kaburgalarına yerleştirip yavaşça bastırarak, “Böyle acı var mı güzelim?” diye sordu şefkatli bir sesle. Biricik sadece başını iki yana sallayıp, “I-ıh,” diye fısıldadı.
“Peki bu şekilde?”
“Hayır,” dedi Biricik kısık sesle. “Acımıyor, gerçekten.”
“Sana farklı bir şekilde zarar verdi mi?” diye sorduğunda ortam birden buz kesti.
“Hayır, bu kez yapmadı,” cevabıysa, Devran’ın gözlerini sıkıca yummasına neden oldu; zaman parçalanıyor, Devran’ın hisleri etrafa zamanın parçalarına tutunarak dağılıyordu.
Nihan sertçe yutkunup, “Pekâlâ, senin için biraz merhem hazırlayacağım, yaralarını temizler ve onları iyileştiririz, ne dersin?” diye sordu ve ellerini sedyenin iki yanına koyup gülümseyerek Biricik’e baktı. “Bedenindeki izleri ben sileceğim, ruhundaki izleri de sen, tamam mı?”
Biricik yutkunup, “Hıhım,” diye mırıldandı. “Teşekkür ederim.”
“Teşekküre gerek yok,” diye mırıldandı. Merhemleri hazırlamak için paravanın arkasına geçtiğinde Biricik, ben ve Devran aynı ortamda olmamıza rağmen birbirimize bakmıyorduk, sessizdik. Gurur ortadan kaybolmuştu.
Nihan merhemi hazırlayıp kenara bıraktı, oksijenli olduğunu düşündüğüm temiz bezle Biricik’in kurumuş kan lekelerini yavaşça temizledi. Ardından merhemi büyük bir dikkatle kıza sürüp pansuman yapmaya başladı. Tüm bunlar olurken Devran sessizdi, tıpkı bir sürü yara almış olmasına rağmen susan Biricik gibi. Hepsi bittiğinde Biricik’in ayaklarına beyaz terliklerden verdi ve gülümsedi.
“Yapmamı istediğin bir şey var mı?”
“Teşekkür ederim,” dedi sadece Biricik.
Nihan, “Devran, istersen Biricik bu gece senin odanda kalsın,” dedi. “Yalnız kalmak istemeyebilir.”
Devran, cevap vermedi.
“Pekâlâ,” dedi Nihan kaşlarını kaldırarak. “Zeliha, bu gece burada kalacaksın, değil mi?”
“Evet.”
“Bu güzel, sabah kız kıza kahvaltı yaparız.” Biricik’e gülümsedi. “Değil mi?”
Biricik, başını aşağı yukarı salladı.
Nihan’ın tedirgin gözleri bana dokununca yutkundum. Nihan, başını iki yana sallayıp üzgün bir şekilde soluduktan sonra revirden çıktı. Ben de ikisini yalnız bırakmamız gerektiği düşüncesiyle revirden ayrılıp karanlık koridorda Nihan’ı takip ederek yürümeye başladım.
“Bu olayı ilk duyduğumda polisi aramayı düşündüm,” dedi Nihan birkaç adım önümde ilerlerken. Bana bakmadan konuşsa da sözlerini benim için sarf ettiğini biliyordum. “Sonra polisin bile çok önemli kanıtlar olmadığı müddetçe elini süremeyeceği kadar önemli insanlar olduklarını öğrendim. Sadece annesi için tüm bunlara katlanması o kadar korkunç ki.” Adımları yavaşladı. “Onu ilk tanıdığımda da şiddet görmüştü, ondan sonra bir daha görmemiş ama uzun zaman sonra tekrar şiddete maruz kaldığını görmek beni yıktı. Sana elini kaldıran sevdiğin adam bile olsa arkana bakmaman gerekir, bunu ona ödetip onu terk etmen gerekir. Bunu ona yapan hem sevmediği hem ona zorla sahip olan hem de zorla nişanlı kaldığı biri. Anlatırken bile canımı yakıyor bu.”
“Peki ya insan içine çıkamayacak kadar küçük düşecekleri şeyler olsa?” diye sordum yavaşça. “Onur kırıcı şeyler.”
“Bu tür şeyler bu insanlar için kâbus gibidir ama bir şekilde kurtulurlar. Yani bu dediklerini bizimkiler yapsalardı, olan yine bizimkilere olurdu.”
“Peki bunu onlara bir asker değil de öylesine bir kadın yapsa?”
Nihan, duraksayıp omzunun üzerinden bana baktı. “Ne?”
“O herife tıpkı Biricik’e yaptığı gibi şantaj yapsam ve asker ya da polis olmadığım için başıma hiçbir şey gelmeyecek olsa?”
“Senin aklından ne geçiyor?” diye sordu Nihan, yüzüne şüphe dolu bir ağ örülmüştü.
“Hiç,” dedim sadece.
Ben hiç diye geçiştirsem de Nihan’ın bunun hiç olmadığını bildiğini biliyordum. Toplanma alanına doğru sessizce yürüdük. Biricik’in yaşadığı bu karanlık gece ile alakalı ne başka bir konuşma geçti aramızda ne de bu geceyle yüzleşebildik. Yaşananlar çok ağırdı. Biricik’in ruhu, bir gökdelenin tepesinden düşen bedenin parçalara ayrıldığı gibi parçalara ayrılmıştı. Artık nasıl toparlanırdı bilmiyordum ama daha fazla dağıtılamayacağından emindim.
Toplanma alanı bugün gördüğüm ağaçtan masanın olduğu odaydı. Devran dışındaki tüm ekip oradaydı. Muşta sırtını bize doğru dönmüş camdan duvarın önünde öylece duruyordu, yumruk hâline getirdiği ellerini arkaya atıp birleştirmişti. Önce Gurur’a, ardından masanın etrafına dağınık bir şekilde yerleşmiş tüm ekibe baktıktan sonra Nihan’ın arkasından odaya girip bir kenarda dikilmeye başladım.
“Bir kadına bunu yaptı,” dedi Girdap. “Konuya hakim değilim ama bu affedilemez. Bunu yok mu sayacağız?”
“Biricik’in annesi söz konusu,” dedi Muşta. “Yoksa ne yer durdurur beni ne makam.” Çivit mavisi bakışlarını omzunun üzerinden Girdap’a çevirdi. “Annesinin şurada uyanacağı gün sayısı, senin ağzından çıkan kelimelerden daha az. O heriflerin ellerinin kollarının ulaştığı yerleri biliyor musun? Ne Biricik’i ne babasını yaşatmazlar.”
“Şiddet gören bir kadını koruyamıyorsak biz neden varız?” diye sordu Adnan. “Bunu ödetmeliyiz. Adalet yerini bulmuyorsa, adaleti biz yaratırız.”
“Adalet yaratabileceğiniz bir şey olsaydı, Biricik bu geceyi yaşamazdı,” dedim bir anda. “Bu ilk değilmiş, hepiniz biliyormuşsunuz, durmuşsunuz, adalet sizi durdurmuş. Şimdi o adaleti yaratmanız gerektiğini mi söylüyorsunuz?” Şaşkınlığın hüküm sürdüğü gözler bana çevrildiğinde susmak gibi bir niyetim yoktu. “Ben sizin adaleti yaratabildiğinize inanmayı çok isterdim, inanın ama Biricik bu gece bu hâldeyse, o adalet çok geç kalmış demektir ve geç gelen adaletin de hiçbir anlamı olmuyor. Ben geç gelen adaleti adaletten saymam.” Gurur’un bakışlarını hissedince gözlerim ona çevrildi. “Bana yardım edecek misin?”
“Evet,” dedi Gurur.
“Neler olduğunu bana söylemeyecek misin, Zeliş?” diye sordu Muşta az evvel söylediklerime kızmamış gibi sakince.
“Hepinizin desteğine ihtiyacım var,” dedim. “O herife ne yapacağımı biliyorum.” Bakışlarım Gurur’a dokundu. Bana destek veren gözlerini gördüğüm an, cesaret kalbimde alev aldı ve bakışlarım bu defa Muşta’nın beni izleyen çivit mavisi gözleriyle buluştu. “Hakan abi,” dediğimde Hakan Basri Şenkaya’nın gözlerinde beliren anlayıştı. “Siz o adama bir şey yapamazmışsınız ama ben yapabilirim, değil mi?”
“Ne?” Muşta bana karman çorman olmuş gözlerle bakınca konuşmaya devam etme kararı aldım.
“Bu pislik tecavüzcü bir sapık, şiddet yanlısı, eminim gün yüzüne çıkarılmamış daha onlarca sapkın yanı vardır,” dediğimde hepsi beni izliyordu. “Ona her şeyi itiraf ettirebilirim.”
“Bunu nasıl yapacaksın?” diye sordu Yener birden konuya atlayarak. “Aklınla zorun mu var? O herif seni öldürür.”
“Onu kimse öldüremez,” dedi Gurur keskin bir sesle. “Devam et, Zeliha.”
Ona o an duyduğum güveni dizginleyemeden baktıktan sonra, “Belli ki kadınlara zaafı var, onunla bir başkası olarak tanışabilirim. Sonra da ona her şeyi itiraf ettiririm,” dedim ama bunu söylememle Gurur’un gözlerindeki tedirginlik büyüyüp genişleyerek itiraz dolu bir öfkeye dönüştü.
“Sen aklını kaçırmışsın,” dedi Yener sanki Gurur’un iç sesiymiş gibi ama Yener’e aldırış etmedim. “Bu kez peşine Cenan’dan daha tehlikeli insanları mı musallat etmek istiyorsun?”
“Bunu istediğim falan yok, Yener,” dedim. “Daha iyi bir planın var mı?”
“Var,” dedi Yener. “Seni bu pisliğe bulaştırmamak mesela.”
“Bu bir plan değil.”
“Fazla cesaret göstermeye başladın,” dedi Gurur, sesi gergin olsa da ifadesi sakindi ama ölüm rüzgârları estiren bakışları yüzümün ortasında zelzele yaratıyordu. “Bu mantıksız. Onu tavlamanı bir kenara koydum, ya sana da Biricik’e yaptığı şeyleri yapmaya çalışırsa?”
“Arkamı kollamayacak mısın?” diye sordum. “Seni, sizi buna dahil etmeden halledeceğim. Tek gereken desteğiniz.”
Muşta derin bir nefes alıp bu konuyu masaya yatırmak istiyormuşçasına, “Senin Gurur’un sahteden bile olsa sevgilisi olduğunu öğrenirse oklar bizim teşkilata çevrilecektir,” dedi, sesi solgundu ama bir şeyler yapmak istediği kesindi.
“Makyaj ve doğal peruklarla her zaman sizden daha iyi kamufle olabilirim,” dedi Nihan birden konuya atlayarak. “Bu işte Zeliha’ylayım. İkimizi de değiştiririm. Bir değil, iki kadın. Bunun gibi bir leş kargası için altın tepside sunulmuş ziyafet gibi oluruz.”
Vural, “Sen hiçbir şeye karışmıyorsun,” dedi sertçe ama Nihan bir an öyle bir bakış attı ki, Vural sadece kaşlarını çatarak bakışlarını ondan uzağa taşıyabildi.
“Karışıyorum,” dedi Nihan. “O kızın yaralarını temizleyen bendim.”
“Gurur?” Ona doğru yürüyüp tam önünde durduğumda, kafasını kaldırıp oturduğu yerden dikkatli gözlerle bana baktı. Gözlerinin gerisinde çağ yangını başlatacak kadar kuvvetli bir fırtına ateşi yeryüzüne yayıyordu. “Arkamı kollayacak mısın?”
Bir süre zamanı yaran gözleriyle beni izledi. Sonunda, “Çok iyi plan kurulmalı,” dedi sadece.
“Kurabiliriz,” dedim başımı sallayıp, umutla Nihan’a bakarak. “Değil mi?”
“Elbette.”
Tayfun derin bir nefes alıp, “Öylece onları savaş alanına göndereceğiz, öyle mi? Dağ aslanlarına bak sen, iki kedi yavrusunu savaşa gönderiyor,” dedi, sesinde öfke ve çaresizlik vardı; onu anlayabiliyordum ama yapabileceğiniz başka bir şey yok gibi görünüyordu.
Muşta başını salladı. “Bu konuyu masaya yatıracağım. Eğer bir şey yapmazsak oğullarımdan birini kaybedeceğim. Devran’ı bu kez ben bile tutamam.”
“Devran olaya girerse beni de unut,” dedi Yener bir anda Muşta’ya meydan okuyarak. “Ben de o olaya girerim.”
“Ben de,” dedi Adnan mekanik bir sesle.
“Ben de öyle,” diye mırıldandı Vural, gözleri boşluktaydı ama zihni düşüncelerle dolu olmalıydı; Nihan’ı bunun içine sürüklemek istemediğini görebiliyordum.
“Ben de öyle,” dedi Tayfun. “Beni de unut.”
“Ve beni de,” diye ekledi Girdap. Bir anda kemikleşmişlerdi.
“Benim söylememe gerek bile yok,” diye fısıldadı Gurur karanlık bir sesle. “Devran ölüme yürürse, kurşun ondan önce beni deler.”
“Aptal herifler,” dedi Muşta burnundan sert bir nefes verirken. “Her seferinde burnunuzu boktan çıkarmak zorunda kalan ben oluyorum. Salaklar.” Başını iki yana salladı. “Ne gerekiyorsa yapacağım.”
“O hâlde planı hemen kursak iyi olur çünkü o herifi Biricik’e asla şantaj yapamayacak hâle getirmek istiyorum,” dedi Nihan güçlü bir sesle. “Şimdi gidip yatacağım, uyuyabileceğimi sanmıyorum. Bir şey olursa beni ararsınız.”
Yener ve Girdap da Nihan ile birlikte ayrıldıklarında yavaş yavaş eksilen asker sayısı beraberinde sessizliğin de odanın içine çığ gibi düşmesine neden olmuştu. Muşta sandalyelerden birini çekip oturdu, cebinden çıkardığı yarısı içilmiş sarma tütünü dudaklarının arasına koyup çakmağın ucunda mahşeri başlatan alevle sarma sigarayı tutuşturdu. Düşünceli bakışlarını ağaçtan masaya indirip sessizce sigarasını içmeye başladı.
“Devran’a da anlatın bunu,” dedi sonunda konuştuğunda, sesine dolanan cinayeti hissettim; kan sanki harflerin pürüzsüz yüzeyinden gözyaşları gibi kayıyordu. “Bir delilik yapmasın.”
Gurur oturduğu yerden birden kalkınca, bakışlarım onu buldu. Bana kafasıyla bir işaret yaparak odanın çıkışına yöneldi ve ben de diğerlerini arkamda bırakıp Gurur’u takip ederek odadan çıktım. İleride floresanı yanan bir odadan sızan ışık koridoru kör bir şekilde aydınlatsa da etraf hâlâ karanlık sayılırdı. Yan yana yürüyorduk, adımlarını ona yetişmek için zorlanmamam için yavaşlatmıştı ya da gerçekten gücü çekilmişti, hâli yoktu, yorgundu.
“Ne saçma değil mi?” diye sorduğu anda sesine takılan gözlerim, omzumun üzerinden onu buldu. O da bana tıpkı benim ona baktığım gibi omzunun üzerinden bakarken neşesiz bir gülümseme dudaklarında belirginleşmişti. “Daha birkaç saat önce sana özgür olduğunu söylemiştim, şimdi bu delikte tekrar benimlesin.”
“Bu kez istemediğim bir şey yok,” dedim yavaşça.
“Biliyorum, akılsız,” dedi, birkaç adım sonunda yeniden konuşmasını beklemiyordum. “Yapmayı düşündüğün şey iyi kurgulanmazsa bir felâketle sonuçlanabilir, biliyorsun değil mi?”
“Bir sorun çıkmayacak,” dedim, neden bu kadar emindim bilmiyordum ama içimde hem kendime hem de onlara karşı bir güven duygusu belirmişti. Normal şartlarda bu adamlara güvenmemem gerektiğinin ben de farkındaydım ama kalbim onların damarlarıyla birleşmiş gibi güvenle çarpıp yabancı kanı pompalamaya başlamıştı.
“Ya çok korkaksın ya çok cesur, bir ortan yok mu senin kızım?” diye sordu sitem eder gibi. Ona hafif bir tebessümle baktığımda bunu görmeyi beklemediğini gözlerinde çakan yıldırımlardan anlamıştım. “Bana o şekilde bakma,” diyerek bakışlarını önüne çevirdi.
“Ne şekilde?”
“Salak biri gibi.”
“Yalancı,” diye homurdandım. “O şekilde bakmadım.”
“Evet, yalan söyledim.”
“Ne şekilde baktım öyleyse?”
Bir süre sustuysa da sonunda kelimeler ve dili kavuştu. Bana baktı.
“Söylediği her şeyi bana kabul ettirebilecek tek kişiymişsin gibi bakma.”
Suya yazılan yazılar gibi içime bıraktığı o duygu anlık var olup silinmesi gerekiyorken bir mürekkep gibi içime dağılarak kelimeleri var etti. Yanaklarımın içine geçirdiğim dişlerimin arasındaki etlerin acısı bir süre hiç hissedilmeyecek kadar vasıfsızdı. Bakışlarımı ondan uzağa taşımak istesem de düşüncelerine yeni bir tohum bırakmak istemediğimden bunu yapmadım ve ona bakmaya devam ettim.
“Bak,” dedi. “İşte böyle bakarak bana her şeyi yaptıracağını düşünüyor olabilirsin ve ben başka zaman olsa bu düşüncenle dalga geçerim ama bu gece geçemiyorum. Bu gece seninle ilgili bir şey var içimde, aşamıyorum.”
Onun dudaklarından dökülmesini beklemediğim bu itiraf, bir kasırga olup büyüyerek tutunduğum her şeyi yıkmaya başladığında, buz sıcağı gözleri içinde geleceği taşıyan bir yük treni gibi gözlerimin içinden geçip zihnime doğru gidiyordu.
“Sik ağızlı gibi konuşturma beni,” dedi kızgın bir sesle. “Sadece içimden geçeni söyledim.”
“Anladım,” dedim ama anlamamıştım, sadece ortaya bırakılması gereken bir kelime olduğunun farkındaydım hepsi buydu. Gurur bana bakmadan adımlarını hızlandırınca ona yetişmek için uğraşmadım. Kalbimde karmaşık bir duygu vardı, yaşanan her şey bu duygunun sebebi olabilirdi ama onun dudaklarından düşen birkaç kelime yığını buna sebep olmamalıydı.
Koridorun sonuna doğru geldiğimiz anda birden bana doğru dönüp, “Burada kalmak istediğine emin misin?” diye sordu, bakışlarım yüzünde birkaç saniyelik kısa bir tura çıktıktan sonra başımı sallayarak onu onayladım. Burada kalacaktım.
“Eylül çoktan uyudu, yatabileceğin bir yer yok,” deyince ona sakin gözlerle baktım.
“Burada bir sürü oda olmalı,” dediğimde bana kötü kötü baktı.
“Başka bir askerin odasında yatmayı mı düşünüyorsun, Matmazel Akılsız?”
Kaşlarımı kaldırdım. “Evet, bunda bir sorun mu var?”
“Saçmalama istersen,” dedi duygusuz bir sesle. “Umursadığımdan değil ama tanımadığın birinin bir zamanlar yatıp kalktığı odada rahat edemezsin.”
“Niye edemeyeyim? Ederim.”
Bana zehirli bir bakış attıktan sonra, “Benim odamda kalacaksın,” dedi bir anda, birkaç saniye dumura uğramış vaziyette ona bakakalsam da damarlarımdan çekilen zaman koridora yayıldığında kaşlarım birdenbire çatıldı.
“Kim demiş bunu?”
“Ben dedim, birkaç saniye önce.”
“Senin odanda kalacağıma gider dağ domuzlarının arasına yatarım,” diye homurdandım, bana attığı kötü bakışları hissetsem de ona bakmadan kollarımı göğsümün üzerinde bağlayarak yürümeye devam ettim.
“Ben dağ domuzu değil miydim? Hani dağ domuzuydum ben?”
“Ne o, dağ domuzu olduğunu kabul mü ediyorsun?” diye sormamla alaycı bir şekilde gülmesi bir oldu.
“Benimle uyumak istediğini bu kadar açık söylemeni beklemiyordum sadece,” dedi, duraksayıp ona daha dikkatli baktım. “Dağ domuzlarıyla uyurum dedin, bana da dağ domuzu diyordun, öyleyse sen benimle uyumak istiyorsun?”
Yanaklarımın içindeki baskıyı görmezden gelmek için çabalarken, “Bana bir oda ver,” dedim sadece.
Tam ağzını açacaktı ki, revirin kapısı açıldı ve revirden yayılan beyaz floresan ışığı koridorun ortasında dikdörtgen şeklinde bir geçit açtı. Devran’ın büyük gölgesi ışığın içinde daha da devleştiğinde, kollarında Biricik’i tuttuğunu görmüştüm. Kelimeler geriye çekilip sessizliğin koynuna misafir oldular. Yavaşça bize doğru yürümeye başlayan Devran’ın kucağındaki Biricik’in sarı saçları yere doğru akmış, her bir adımda bukleli sarı saçları usul usul sallanıyordu.
Devran, “Bu gece Zeliha’yla kalması daha mantıklı,” deyince, Biricik kollarını Devran’ın boynuna daha sıkı sardı. “Ama beni de yanında istiyor.” Derin bir nefes aldı, bakışları beni buldu. “Üst ranzada biz yatalım, alt ranzada sen ve Gurur? Olur mu?”
Bir an duraksadım. Biricik benim Gurur’un sahte sevgilisi olduğumu biliyor muydu tam emin değildim, hatta birçok şeyi bilip bilmediğinden de emin değildim. Dudaklarım itirazla aralanmak istese de Biricik’in Devran’ın kucağındaki hâlini görünce başımı önüme eğip, her ne kadar bu durumdan kaçarak uzaklaşmak istesem de bunu kabullendim. Başımı ağır ağır salladığımda bu en çok Gurur’u şaşırtmış olmalıydı. Devran başını sallayarak yanımdan geçerken sessizce yutkunmuştum.
Gurur, “Buna mecbur değilsin,” dedi bir anda, o bunu söylediğinde Biricik ve Devran çoktan koridorun duvarları arasından silinip gitmişlerdi.
“Sorun değil,” diye mırıldanarak Gurur’a doğru döndüm. “Ben varken kendini daha iyi hissedecekse, benim açımdan sıkıntı yok.”
Gurur’un dikkatli bakışları yüzümü sıyırdı. Bendeki düşüncelerin özünü bilmek istiyormuş gibi bakıyordu. Sanki gözlerimin arkasında gece vardı ve o, o gecenin içine alıp elinde sönmek üzere olan bir meşaleyle zihnimde gizlediğim o sokak lambasını bulmaya çalışıyordu. Derin bir nefes alınca omuzları yukarı doğru şişti, nefesini vermeden önce gözlerini yumdu ve sonra nefesi usulca dudaklarının arasından firar ederek tenime döküldü.
“Mecbur olmadığın her şeyi sırf aptal bir kalbe sahip olduğun için kabul ediyorsun, sonra da bu mecburiyetler yüzünden gizlice ağlıyorsun,” dedi Gurur, beni benimle vurması şaşkınlıkla gözlerimin aralanmasına sebep oldu. Bakışları yüzümden geri çekilerek koridorun sonuna dokundu. “Akılsızsın, Dağ Gelinciği. Bazen kendini düşün.”
“Böyle bir gecede nasıl kendimi düşünebilirim ki?”
Gözleri yeniden bana takıldı. Sanki daha önce görmediği bir şeye bakıyormuş gibi incelediği yüzümü saran deri sızlamaya başlamıştı. Buz sıcağı gözleri bir anda dudaklarıma düşünce derim tamamen alevlere yenik düştü ve yangın tüm tenime yayılarak kalbimi ısıttı.
“Akılsız Dağ Gelinciği,” diye söylendi. “Aptal yürek.”
“Bana hakaret edip durma, Dağ Domuzu,” diye söylendim, bir an durup kaşlarını çatarak bana komik bir bakış attı ama gülecek hâlim olmadığından gözlerimi kısmak dışında bir şey yapmadım.
“Dağ Domuzu demek?”
“Evet, Dağ Domuzu.”
“Anlaşıldı şimdi Devran’ın teklifini neden kabul ettiğin…”
“Neden etmişim?”
Gözlerini zemine indirirken dudakları hafif bir şekilde yukarı kıvrıldı ve sonra gözlerini yerden çekerek bana dokundurdu.
“Benimle uyumak istiyorsun, koca popo.”
Onu tekmelemekle, arkamı dönüp kaçmak arasında gidip gelirken umursamaz görünmeye çalıştım. “Ben uyuyacağım,” dedim ve gözlerimi koridorun diğer ucuna çevirdim. “Sen gidip başka bir yerde yatsan da olur.”
“Ama yatmasam da olur yani? Yanında da yatabilirim, öyle mi?”
Eğleniyor gibi bir hâli vardı.
“Koca popoluyum ya ben, sığamayız senin ranzana,” diye söylendim.
“Ha küçük popolu olsan benim ranzama beni atacaksın yani…”
Ona cins cins baktım. Kendini tutamayıp tekrar sırıttı.
Homurdanarak sırtımı dönüp yürümeye başladığımda arkamdan geldiğini biliyordum. Göğsümün içinde bana ihanet eden bir kalp vardı bu gece, tüm kararları o kalp veriyordu; o kalp, onu öpmemi söylemişti ve ben de onu öpmüştüm, yine o kalp onun yanında kal demişti ve ben onun yanında kalmaya karar vermiştim. Şimdi o kalp her ne kadar Biricik’i bahane ediyor olsam da onunla uyumak istiyordu ve sanırım ben bunu da yapacak, onunla uyuyacaktım. Birden dilimin damağımın kupkuru kaldığını, göğsümün altındaki kalpten canımın çekildiğini hissettim.
Onun odasının önüne gelene dek konuşmadık. Koğuşun, yani odasının kapısını açmasını beklerken kenara geçip koridorun sonuna baktım. Yener elinde bir kırmızı elmayla duvara yaslanmış boşluğu izleyerek elmasından aldığı ısırığı çiğniyordu, düşünceli bir tavrı vardı.
Gurur, “Annesi aradı bugün,” deyince irkilerek ona baktım. “Biraz tansiyonu yükselmiş, acile götürmüşler. O yüzden bugün biraz gergin. Annesinden haber gelir diye bekliyor.”
Annesi ve Yener’in yaşanan acı şeylere rağmen ilişkilerinin bozulmadığını, Yener’in annesine maddi yönden destek olduğunu biliyordum ama bildiğim diğer şey de annesini görmeye gitmeyişiydi. Yine de annesi için ne kadar endişeli olduğunu fark ettiğimde, aslında buradaki her adamın bir hikâyesi olduğunu fark ettim. Diğerlerinin hikâyesini çok merak ediyordum ama bir yanım bu merakın kötü olduğunu, bilmeye hakkım olmadığını söylüyordu. Zaten o yanım ne istesem tam tersinin doğrusu olduğunu savunurdu.
Sakin gözlerimi Gurur’a çevirip yavaşça, “Bu gece çok gergindi, bu yüzdendi demek,” dedim.
“Hayır. Yener her ne kadar kadınlarla gönül eğlendiriyor gibi dursa da hiç küçük çocuğu olan bir kadınla yatmadı,” diye fısıldadı. “Genelde olgun, çocuğu da Yener yaşına gelmiş kadınlarla takılır ve hiçbir şey zorlamayla olmaz.” Derin bir nefes aldıktan sonra bana biraz daha yaklaştı. “Yener, kadınlar konusunda umursamaz görünse de aslında kadınları çok önemsiyor. Muhtemelen şu an Biricik’i koruyamadığımız için hem kendine hem de bize öfkeli.”
“Yener konusunda yanılmışım,” diye mırıldandım. “İçeri girelim mi? Bizi görecek.”
“Şu an bir silah çıkarıp havaya iki el ateş etsem, dönüp ne bana doğru bakar ne de tavana.”
Gözlerim yeniden Yener’e yöneldi. Bu kez başını arkaya atıp duvara yaslamıştı, bir ayağı da dizinden itibaren kırık hâlde duvara yaslıydı, elleri iki yandan bir kuklanın boş kolları gibi yere doğru düşmüştü ve elmayı tutan parmakları güçsüz görünüyordu. Gurur koğuşun kapısını açınca irkilerek odanın içine baktım. Karanlık odanın hemen karşısındaki pencereden içeri süzülerek yere devrilen ay ışığının gümüş renkli dar yansımasıyla karşılaştım. Gözlerimi iki katlı ranzaya çevirince, Devran’ın Biricik ile üst katta olduğunu gördüm.
Biricik, Devran’ın kollarının arasında küçücük görünüyordu. Devran’ın koca cüssesine rağmen sanki o küçük ranzada ikisi de bir çocuktu. Sanki ikisi de birbirlerinin düşmeyi en sevdikleri uçurumlarıydı.
Biricik bizi fark etti mi bilmiyordum ama Devran’ın karanlığa rağmen seçebildiğim bakışları bizdeydi. Biricik yavaşça sokularak yüzünü Devran’ın boynuna saklayıp elini Devran’ın göğsüne koyunca, Devran onun narin elini avucunun altına alarak göğsüne bastırmasını sağladı.
Gurur fısıltıyla, “Botlarını çıkar,” dedi. Eğilip botumun bağcıklarını çözdüğüm sırada da kapıyı kapattı. Postallarımı çıkarıp ince çoraplarımla yere basarak postallarımı elime aldım ve yavaşça odanın içinde ilerledim.
Gurur üzerindeki ceketi çıkardı, yuvarlak yaka beyaz tişörtü ve kotuyla arkamdan geldi. Yatağın kenarına oturup bakışlarımı kaldırarak ona baktığımda yukarı baktığını, Devran’a bir şeyler söylediğini fark ettim. Bir süre sessizce bir şeyi konuştular ama bunun ne olduğunu anlamlandıramadım. Üzerimdeki hırkayı yavaşça çıkardığım sırada gözleri bana kaydı, içerideki gri renge rağmen yüzünü seçebilmiştim.
“Duvar kenarına,” dedi sadece, sesindeki fısıltı bir fırtınadan bile daha güçlüydü.
Ona çatık kaşlarla baktıysam da bir karşılık alamayınca gürültü yapmamak için dediğini yaparak duvar kenarına geçtim. Üzerimde bir ranza daha olduğundan bir an mezarın içine girmişim gibi hissetsem de elden gelen bir şey yoktu; bu gece yaşanmak zorundaydı. Gurur da ayağındakileri çıkardıktan sonra yatağın ucuna oturdu ve dar yatak onun cüssesinin ağırlığıyla yavaşça çöktü, bedenim ağırlığının yarattığı göçüğe doğru kayınca kaşlarımı çatarak kendimi geri çektim, duvara yapıştım.
Gurur bir süre sırtı bana dönük şekilde oturdu, nefes alıp verirken hareket eden sırtını, omuzlarını görebiliyordum. Ona bu şekilde baktığımda göğsünün altında bir kalp olduğuna inanmak daha da kolay oluyordu. Damarlarında kan seli akıyor, nefesiyle hareket eden bedeni kasılıyor, kalbi atıyordu; o gece gördüğüm katilin aksine Gurur burada canlıydı, yaşıyordu ve olduğunu sandığım adam değildi.
Çok zaman geçmeden sırtı bana dönük şekilde yan yatıp uzun bacaklarını yatağın içine alınca sırtımı tamamen duvara bastırıp yutkundum. Gözlerim karanlığa karışan ensesine, gür saçlarına saplanıp kaldı; saçlarının rengi her ne kadar açık olsa da karanlıktayken koyu görünüyordu. Birkaç dakika o pozisyonda durdu, sanki beni rahatsız etmekten korkuyor gibi bir hâli vardı. Kendimi çatlamış bir akvaryuma ait o balık gibi hissettiğim süre zarfında elim yavaşça Gurur’un sırtına doğru kaydı ve avucumu genişçe açarak onun beyaz tişörtün altında kalan sırtına belli belirsiz dokundum. Gurur irkilince elimi neredeyse geri çekecektim ama sonra bedeni gevşedi, yutkunduğunu duydum.
“Uyudun mu?” diye fısıldadım sadece Gurur’un duyabileceği kadar kısık, buna rağmen Gurur’un teninde bir rüzgâr yaratan o sesle.
“Evet,” dedi yavaşça.
“Uyusan cevap veremezdin,” diye homurdandım kısık sesle.
“Elini sırtımdan çekecek misin?” diye fısıltıma fısıltıyla karşılık verdi.
“Hayır,” diye homurdandım. “Burası çok boğucu. Klostrofobim olabilir benim. Emin olmamakla birlikte, boğuluyorum.”
“Ne yapayım? Bana ne,” diye fısıldadı sessizce.
Ensesini tırmalama isteğiyle kötü kötü bakıp tırnaklarımı tişörtüne rağmen hissetmesini sağlayacak şekilde sırtına bastırdım. Birden hırlayarak bana doğru dönünce, elimi geri çektim ve korkudan irileşen gözlerim onun gecenin içinde parlayan gözleriyle birleşti. Şimdi Gurur iki bacağımın arasında, üzerimde duruyor, az önce ona tırnaklarımı sapladığım elimi diğer elimle birlikte kavramış yatağa bastırarak bana bakıyordu. Gözlerim iri iri açılınca, aniden onun da gözleri iri iri açıldı ve nabzımın sesi odaya yayılmaya başladı.
Yüzüme doğru yaklaşınca, gözlerimi neredeyse yumacaktım ama kalbim öyle hızlı çarpıyordu ki, sanki nefesim ciğerlerime değil, kalbime doluyordu. Boğuluyordum. Kalbimin her atışında boğulduğumu hissediyordum. Her zerremde ateşin ayak izleri büyüyerek beni bir yangına çeviriyordu. Dudakları dudaklarıma neredeyse dokunacaktı ama dokunmadı, kelimelerin damarları zamana bağlanıp zamanı yaşadığımız bu ânın içine zincirledi. Gurur’un yuvarladığı o çığın altında kalmışım gibi hissettiğim sırada burnu burnuma sürtünüyordu.
“Beni öptün,” diye fısıldadı sadece benim duyabileceğim kadar kısık bir sesle, hatta sesi bile yoktu, kelimelerinin rüzgârı vardı. “Benimle kaldın. Benimle aynı yatağa yattın.” Nefesimin harlanan alevler gibi harlanarak hızlandığını hissettim. O da hissediyor olmalıydı. “O tırnaklarını öyle şehvetli bastırırsan, bu kez seni öpen ben olurum, sana kalan ben olurum, yatağına giren ben olurum.”
Gözlerini gözlerime çevirdi, şimdi gözlerimiz aynı çukurun içinde tek bir kişiye ait gibiydi. O kadar yakınımdaydı ki tanrı bile uzağımda kalmıştı.
Sertçe yutkunduğum an gözleri birden dudaklarıma kaydı, nefesi dudaklarımı okşarken yakınlığımız başıma indirilen balyoz darbeleri gibiydi. Avucumun içinde tırnaklarımın izleri kalırken bileğimi daha sıkı kavradı ve yatağa gömmek istiyormuş gibi bastırdı. Bakışları dudaklarımdan yavaşça boynuma kaydı, boynumdaki damarları gördüğünü fark ettim ve damarlarım izlenildiğinin farkındaymış gibi dalgalanarak genişledi; şimdi kanım bile coşkuyla akıyordu.
“Bu gece içimde sana ait bir şey var,” dediği dudaklarını boynuma yaklaştırarak. Gözlerimi yumup çığlık atmamak için ruhumu sıkarken, bedenim tam aksine gevşemiş hâlde onun önünde duruyordu. Dudakları boynuma değer gibi oldu ama belki de boynuma dokunan sadece nefesiydi. “Dürtme içimin sen yanını, bu gece üzerine karanlık olur yağarım.”
Konuşamıyordum, sebebi neydi bilmiyordum. Belki onun tam iki bacak arasına bir tekme koyar, bağırarak buradan kaçıp giderdim ama beni durduran neydi? Yukarıda bir adamın kollarında tüm savunmasızlığıyla uzanan o kız mı? Yoksa beni durduran ben miydim?
Beni durduran neydi?
Gözlerimi araladığım an, Gurur’un boynumun hizasında duran gözleri havaya kalkarak bana dokundu; bu dokunuş kalbimin daha da şiddetle çarpmaya başlamasına neden oldu. Ortamdaki hava çekilmiş, nefesim her ne kadar içime doluyor olsa da ciğerlerime yetmemişti.
Yavaşça geri çekilince gözlerim onun gözlerinden ayrılmak istedi ama yapamadım. Bileklerimi serbest bırakıp yanıma uzandı. Bu defa bana alan bırakmaktansa bana doğru döndü. Sırtüstü yatıyordum, o ise yan yatıyordu ve biliyordum ki gözleri profilimdeydi, beni izliyordu. Ranzanın tavanına bakarken birkaç saniye nefes alamıyor gibi hissetsem de aslında o an soluk soluğa olduğum andı.
“Dağ Gelinciği,” deyince yutkundum ama cevap vermedim. Eli yavaşça yanağıma yaklaştı, işaret parmağının ucuyla yüzüme dökülen, soğuktan dolayı nemini kaybetmemiş saç telini geriye itti, sonra yine aynı işaret parmağını eklem yerinden kırıp keskin parmak eklemiyle çillerimin üzerinden geçti. “Korkutmak istemedim,” diye fısıldadı, gözlerimi kırpıştırdım. Korkmamıştım. “Üzgünüm.”
“Korkmadım,” dedim sadece kısık sesle. Devran ve Biricik’in uykuya daldığını o hoş mırıltılardan anlamak mümkündü, nefeslerinin düzenli sesleri odaya dağılıyordu.
Eli yüzümden ayrılarak kazağımın önüne doğru indi, kazağımın yakasını yavaşça yukarı çekince iç çamaşırı giymediğimi hatırlayıp irkildim. Hırkamı çıkarmamalıydım. Yanağımı yastığa bastıracak şekilde çevirip ona baktığımda, o da aynı şekilde bana bakıyordu. Bu kez yüzünde alay yoktu, eğlenceli her şey yüzünden tasını tarağını toplayarak çıkıp gitmişti. Bir süre onun yüzünü izledim, o da benim.
“Dağ Domuzu,” diye fısıldadığımda kaşlarının hareketini izleyip yavaşça sordum. “Bu gece sana güvenebilir miyim?”
“Neden?”
“Zerda sana güvenmek istedi,” diye itiraf ettiğimde gözlerinin parladığına o kadar emindim ki, bu benim hayalim olamazdı. Bu net olarak gördüğüm şeydi.
“Bu gecelik bana güvenebilirsin.”
Yavaşça ona doğru kaymamla, şaşkınlıkla bana baksa da o an tek ihtiyacım buymuş gibi başımı omzunun biraz altına, göğsünün biraz üzerine koydum. Bu ona isteyerek bu kadar yakın olduğum nadir anlardan bir tanesiydi. Başta ne yapacağını bilemiyor gibi öylece dursa da sonunda elini omzuma atarak beni çok sıkmadan sardı. Gözlerim aşağıya doğru kayınca, her şeye, yaşanan tüm bu şeylere rağmen onun ayakları ile benim ayaklarım arasındaki mesafeyi görmek beni gülümsetmişti. Onunla aramızdaki boy farkı beni gülümsetmişti.
Gözlerimi yavaşça yumarken, “Bu gecelik,” diye fısıldadım. “Sen Mert’sin, ben Zerda.” Yorgun gözlerimi usulca yumduğumda yutkunuşu zihnimde çınlamıştı.
“Bu gecelik,” diye fısıldadı tıpkı benim gibi. Uyku çok uzak değilmiş gibi hissediyordum; teninden gelen buzlu orkide kokusuna karışan sigaranın kokusu boğazımı ağrıtırken sanki uyku hemen başımda duran bir yağmur bulutuydu ve şimdi yağmaya başlayacaktı. “Dudaklarından,” diye mırıldandığında artık uykunun içinde sayılırdım. “Fışkıran kayısı tadıydı.”
Uyku kalbimin ortasından giren bir mızrak gibi gözlerimden zihnime sızarak beni savunmasız bıraktığında, bedenim bir boşlukta asılı duruyormuş gibi hissediyordum. Hissettiğim sıcaklık çok gerçekçiydi. Sanki yüksekte durmuş, kaybettiğim kanatlarla atıldığım ama inmeye cesaretimin olmadığı cehennemi izliyordum. Oysa artık yuvamın burası olduğunu, ateşlerin sadık dostum olacağını, bir daha cennetin hiçbir kapısının benim için açılmayacağını biliyordum. Buna rağmen yuvamdan korkarak yuvamı izliyordum.
Küçük bir kız çocuğu olduğum zamanın birinde gözlerimi açtım. Kahverengi saçlarım omuzlarıma yığıldığında, güneşin altında durmaktan belirginleşip saçlarımın rengini alan çillerimden utandığım zamanlar olmuştu. Diğer çocukların tenleri pürüzsüz, tek renkken benim omuzlarımda, yüzümde, vücudumun neredeyse her köşesinde saçlarım renginde lekelerim vardı. Altımda kırmızı bir kot şort, yazın sıcağına rağmen bacaklarımdaki çilleri göstermemek için giydiğim beyaz külotlu çorap, üzerimde beyaz askılı bir tişörtle sokak sokak dolaşıp, elimdeki külah dondurmanın kenarından sızan erimiş dondurma parmaklarıma bulaşana dek dondurmayı asla yalamazdım. Yine öyle bir günde, güneş başımın üzerinde beni boğmak isteyen bir çift el gibi tenime baskı uygularken rengi ağarmış bir sokağın içinde, çocuk yaştaydım.
Birkaç tutarsız adımın sonunda gözlerimi sokağın diğer ucuna çevirdim. Sokağın diğer ucu kapkaranlıktı, güneş orada doğmamıştı ve ay gökyüzündeki karanlığın boynunda bir madalyon gibi asılı duruyordu. İkiye ayrılmış sokağın güneşli tarafında ben, karanlık tarafında bana çok benzeyen ama benden büyük olan bir kadın vardı. Çocuk bedenime rağmen zihnim, hatırladığım son görüntüm, hissettiğim son beden tam karşımdaydı ama ben ondan ayrıydım; o karanlığın ortasında öylece beni izlerken attığı her adımda karanlık onu takip ediyordu. Her bir adım atışında adımını bastığı yer de dahil olmak üzere geceye boyanıyordu.
Bir saatin görüntüsünü hatırladım. Kadranından iki farklı kol gibi uzanan akrep ve yelkovan hızla dönmeye başladılar ve çizik çizik olan görüntü birden bir cam gibi parçalara ayrılıp yere döküldü. Şimdi var olan görüntüde bir dağ vardı, dağın uçuruma bakan ucunda beyaz bir gelincik rüzgâra meydan okuyor, beyaz yaprakları sallanıp duruyordu. Görüntü ilerledi, gelincik çiçeğinin yanından kayıp geçerek uçurumu kadrajıma soktu ve sonra birden o uçurumun dibine düşüyormuşum gibi hızla zamanın içinden düşmeye başladım. Elimdeki külah kayıp düşerken bedenim yavaş yavaş büyüyor, saçlarım bir kısalıyor, bir uzuyor, geçirdiğim her yıl sanki bir saniyeymiş gibi üzerimde var olup yok oluyordu.
Gözlerimi tekrar açtığımda boş bir odadaydım, odanın beyaz duvarları bomboştu, beyaz bir floresan hemen tepemde yanarak ortamı daha da aklaştırıyordu ve bu görüntü gözlerimi almıştı. Oturduğum sandalyeden kalkıp odanın içinde birkaç adım ilerledikten sonra dizlerimin üzerine düştüm ve bir koğuşun demir kapısının açılırken çıkardığı sesi duydum. Omzumun üzerinden koğuşun açılan kapısına dönüp baktığımda, orada, kapının önünde duruyordum; içeride dizlerinin üzerine düşmüş bana bomboş gözlerle bakıyordum.
Gözlerimi birden açmamla birlikte alnımdan gözyaşı gibi kayan terin şakaklarıma inmesi bir oldu. Yanağımın yaslı olduğu göğsün hafifçe yukarı kalkıp inişini hissedebiliyordum. Acıyan gözlerimi ağır ağır kırpıştırıp odanın henüz aydınlanmayan zeminine indirdim. Şafak sökmeye başlamıştı ama ortam hâlâ griydi. Boğazımda acı bir tatla yutkunup yanağımı Gurur’un göğsüne bastırdım ve bunu yaparken utanma şansını kendime tanımadım. Gördüğüm rüyanın etkisi bedenimde dolaşan bir kum fırtınası gibiydi; gözlerim de tıpkı dilim damağım gibi kurumuştu. Görüntüleri hatırladım, saatin parçalanan kadranını, cam kırıkları gibi yere düşen görüntüyü, dağdaki gelincik çiçeğini, uçurumdan düşüşümü, her yaşımı yaşadığım saniyeleri, o beyaz odayı ve açılan koğuş kapısında beliren bedenimi. Solgun yüzümü… Boş bakışlarımı…
Gurur derin bir nefes alınca onun kollarında olduğumla yüzleştim. Bakışlarımı yavaşça kaldırırken yanağım göğsüne sürtünmüştü. Parfümünün, sigarasının ve teninin öz kokusunun karışımını solurken gözlerim aşağıdan da olsa onun yüzüyle buluştu. Burnunun, dudaklarının, çenesinin, kirpiklerinin ve kaşlarının aşağıdan görüntüsünü sakin gözlerle izledim. Başka zaman elimi ayağımı birbirine sokacak olan bu görüntü, şu an ruhuma demir atan sakinliğin kollarında olduğundan hiç tepki verememiştim.
Sıkışıp kalmışım gibi hissediyordum. Bu adamın hayatına, yaptıklarına, sebep olduklarıma, ona yaptıklarıma, bu adama… Bu adamda sıkışıp kalmışım gibi hissediyordum. Yanağımı göğsüne sürterek gözlerimi uyurken bile güzelliğini koruyan yüzünden uzaklaştırarak tekrar şafağın gri gölgesinin döküldüğü zemine çevirdim. Burnumdan içeri derin bir nefes çekmemle göğsümün o nefesi hazmetmek için şişmesi bir oldu ve Gurur, aldığım nefesin sesini tilki kulaklarını dikerek dinledi. Uykusunda bile aktif olan reflekslerini izledim.
Uyumak için tekrar gözlerimi yumacağım sırada, “Rüya mı görüyordun?” diye sordu kapalı gözleriyle. Aniden sesini duymak neredeyse kalbime indirecekti. Yüreğim hoplarken gözlerimi iri iri açarak ona alttan bir bakış attım. Sadece dudaklarını oynatarak tekrar konuştu: “Vücudunun tepkilerinden anladım, rüya görüyordun.”
“Ne zamandan beri uyanıksın?”
“Kollarımın arasında hamsi gibi titremeye başladığından beri,” dedi gözlerini açmadan.
Kaşlarımı çatıp yavaşça kollarının arasından sıyrılacaktım ki hiç beklemediğim bir refleksle beni kollarının arasına geri çekerek hareketlerimi kısıtladı. Alanıma tekrar girdiği için kokusu birden yine çok yoğun bir biçimde ciğerlerime misafir olmuştu. Ona ne olduğunu anlayamadığımı belli eden gözlerle baksam da onun buz sıcağı gözleri kapalı olduğundan bunu görmedi.
“Oyuncak bir domuzcuk gibisin,” dedi. “Çocukken sarılarak uyuduğum bir domuzcuğum vardı, onu hatırlattın bana. Kal böyle.”
Sakinliğimi yitiremediğimden dediğini yapıp öylece başım göğsünün üzerinde uzanmaya devam ettim. Bir süre hiç konuşmadı, sonunda uyku tekrar gözlerime çökeceği sırada konuşası tuttu ve kaşlarım sertçe çatıldı.
“Çocukken birlikte uyuduğun bir oyuncağın var mıydı?”
Sorusu beklenmedik yerden geldiğinden bir an sadece durup kaşlarımı kaldırarak boşluğa baktım. Uyumak yerine böyle sorular sormasını garipsemiştim. “Neden soruyorsun ki şimdi bunu?”
“Sorasım geldi sordum, koca popo,” deyince öfkelenmek yerine yüzümü buruşturdum. “Var mıydı, yok muydu?”
“Vardı,” dedim. “Ördeğim vardı ama ondan çok korkardım. Sarı, mavi gözleri olan bir ördekti. Sana benziyordu. Tek fark senin gözlerin mavi değil, onun mavi gözleri kocamandı.”
“Ördeğinden korkmana rağmen onunla mı uyuyordun?”
“Evet,” dedim, “uyurken korkmuyordum, uyanınca korkuyordum.”
“Benimle uyurken benden korkmuyorsun, uyanınca korkuyor musun?” Sorusuna anlam veremediğimde devam etti: “Beni ona benzettin.”
Tek kaşımı kaldırdım. “Seninle ilk kez uyudum.”
“Yani devamı da olacak mı demek oluyor bu? Bundan bu anlamı mı çıkarmalıyım?”
“Saçmalıyorsun,” diye fısıldadım. “Biricik ile Devran’ı uyandıracaksın. Uyu.”
“Ördeğin benim kadar yakışıklı mıydı peki?”
“Ördeğim kızdı.”
“Ne?”
“Ördeğim, dişiydi.”
“Ha?”
Sırıttım. “Evet. Elbisesi vardı.”
“Beni elbiseli hayal ettiğini söyleme. Ettin mi?”
“Hem de kırmızı puantiyeli.”
“Çok Allahsız birisin, benimle irtibatı kes ve zıbar uyu,” dedi, tüm bunları kafamı dağıtmak, beni gördüğüm rüyadan, hatta kâbustan uzaklaştırmak için yaptığını hissetsem de böyle olup olmadığından emin olamadığım için tepki vermedim.
“Lan bir sus artık,” diye homurdandı Devran ayağını aşağı doğru sarkıtarak. “Vuracağım şimdi ağzına. Herif konuşmaz konuşmaz, şimdi konuşacağı tuttu.”
Sırıttım, Gurur bir şey söylemek yerine gözlerini açmadan öylece beklemeye devam etti. Çok geçmeden horlamaya başlamasıyla bir an donup kaldım, dudaklarım aralanırken açık duran ağzına ve şiddetli horlamasına dehşet içinde bakıyordum. Birden gözlerini açıp bana gülmeye başlayınca ona kötü kötü baktım.
“Böyle horlasam mesela, benimle yine uyur muydun?”
“Hayır,” dedim dürüstçe.
“Niye üzüyorsunuz beni şimdi hanımefendi? İncindim.”
Gözlerimi devirerek kafamı göğsüne bastırıp, “Sus, uyuyacağım,” dedim.
Devran, “Bence de sus, puantiyeli Gurur,” dedi yukarıdan sakince ve Biricik’in kıkırtısını duydum.
“Devran, hiç hoş söylemlerde bulunmuyorsun,” diye seslendi Gurur.
“Lan sus artık, izzeti ikramını sikeceğim şimdi ya!” diye homurdandı Devran. “Kızı görünce çenesi düşüyor ya.”
“Ne alaka kızla? Kızın yanında artistlik yapma bana,” diye söylendi Gurur.
“Lan sus zaten heyheylerim tepemde, inerim tepene şimdi.”
“Tepemdesin zaten.”
Biricik’in kıkırtılarını duyduğumda, şu an Devran ve Gurur’un aslında bilerek ağız dalaşına girdiklerini ben de biliyordum. Karanlık gecenin sonunda kafasını dağıtabileceği ufak da olsa bir şey bulabildiği için Biricik adına mutluydum. Tekrar uykuya dalana dek Biricik’in ara sıra duyulan kıkırtılarını dinledim.
⛓️
Asla sonunu göremeyeceğimi bildiğim için kendimi kurtarmak istemiştim. Ruhumu alt edemediğimi fark ettiğimde, kelimeler ellerimden tutarak beni tükendiğim yerden kaldırıp uzaklaştırmaya başladı. Kolayca incinen bir kız çocuğuydum, kadındım; bir defa daha kaybedeceğini bilen, dizginleri salınmış bir insandım.
Karşıya geçebilmek istiyordum. Ruhumun karşısına geçmek… Bir gün ışığın yeniden içime dokunmasını istiyordum ama ışık, şimdi beni sadece yakıyordu. Buna rağmen ışığa muhtaçtım ve ona hasret çekmeye başlamıştım. Güneş ışığı yüzüme bir ninni çizmeye başladığında uykumun içinde yutkundum.
Gözlerimi açtığımda yanımda kimse yatmıyordu, depresif bakışlarım yatağın boşluğuna takılıp kaldı. Çoktan kalkıp gitmişti, ben ise onun ranzasında öylece yapayalnız uzanırken güneşin içeriye çizdiği çizgileri izliyordum. Elimi yüzüme götürüp güneşin doğrulttuğu ışığı avucumun içiyle itmeye çalıştım. Sonra doğrulup kenardaki hırkamı alarak üzerime geçirip postallarımı ayaklarıma geçirerek odanın içinde ilerledim. Üst ranza da boştu. Biricik ve Devran da çoktan uyanıp gitmişlerdi. Güneşin önüne geçen bulut birden etrafı griye boyayınca, güneşin yere çizdiği çizgilerin yok oluşunu izledim.
Ardından dağılmış saçlarımı karıştırarak odanın içindeki diğer kapıya doğru ilerledim, daracık bir lavabosu ve bir duş kabini olan tuvalet oldukça temizdi. Dar lavabonun önünde durup bir süre yüzümü izledikten sonra suyu açtım ve birden buz gibi akan suyun ellerime düşmesiyle irkildim. Avucumun içini dolduran berrak, buz gibi suyu arka arkaya yüzüme çarptığımda uyku tamamen beni terk etmiş, birden ayılmış hissetmiştim. Lavabodan çıktığımda yaşanan her şeyin tam da şu an bilincine varmışım gibi hissediyordum.
Koridor bomboştu, bir anda güneşin önünü kapatan bulut yüzünden ortam gri görünüyordu, muhtemelen birkaç saate kalmaz gökyüzü patlar ve yağış başlardı. Birkaç adım attıktan sonra arkama doğru bakıp boş koridoru izledim, boş koridorun sonunda cam duvar başlıyordu; dağ gözlerimin önündeydi ve sanki bulutların içindeydim, her yer güneşi örten bulutun kollarıyla sarılı hâldeydi. Dikkatimi çeken bu görüntüyü izlemek için yavaşça o tarafa dönüp cam duvara doğru yürüdüm ve duvardan birkaç adım geride durup bulutların daha önce hiç görmediğim kadar yakın olan görüntüsünü izlemeye başladım. Normalde uçağa bindiğimde bile kulaklıklarını takıp uyuyan biriydim, gökyüzünü izlemez, izlesem de o anlarda bulutlara denk gelmezdim; şimdiyse bulutların içinde gibiydim. İhtişamlı görüntüyü gözlerimde gizleyemediğim bir büyüyle izliyordum.
Bir nefes bir anda saçlarıma dökülüp enseme kadar akınca titredim, bakışlarım camdaki belli belirsiz puslu yansımaya indi. Gurur’un tam arkamda dikildiğini gördüm. Bu kadar sessiz bir şekilde bana yaklaşması, onu fark etmemiş olmam beni ürkütse de tepkisiz kalmayı başarmıştım. Bir kalp atışı süresince bekledik, ardından Gurur’un bedeni bedenime tıpkı limana yaklaşan bir gemi gibi yaklaştı ve bedenindeki sıcaklığın bedenime dağılışını iliklerimde hissettim.
“Manzara hoşuna mı gitti, Dağ Gelinciği?” diye sordu. Bakışlarımı bulutlara çevirdiğimde cevabımı beklemeden devam etti. “Dağları seviyor musun?”
“Manzara güzel.”
“Evet, öyle,” dedi, bir an algılayamayıp yansımamıza bakınca, gözlerimiz puslu camın üzerinde birbirine saplandı.
Bir süre sustuk.
Sonra konuşan yine o oldu. “Devran’a anlattım.”
“Ne söyledi?”
Yavaşça eğilince yüzünün saçlarımın arasından geçtiğini hissettim. Sonra nefesi kulağımı okşadı ve dudakları kulak boşluğuma neredeyse dokunacakken, “Neden yapmıyoruz, dedi,” diye mırıldandı.
“Bir süre bekleyelim,” dediğimde yakınlığımızdan dolayı onu itmemi bekliyormuş ve bunu yapmadığım için şaşırmış gibi bir hâli vardı. Kollarımı göğsümün üzerinde düğümleyerek derin bir nefes eşliğinde konuştum. “Aniden böyle bir şey yaparsak karşı atak yapabilir.”
“Sen dediğini yaptığında, yani tüm bunlar olduğunda, şantajı yapan biz olacağız, o olamayacak. Beklemenin manası yok.”
“Şantaj yapacağız ve susacak da ama ya bu işin içinde Biricik’in olduğundan emin olup Biricik’le tekrar uğraşırsa?”
“Ortada bir şantaj varken yapmaz, onun gibiler itibarının zedelenmesinden çok korkar. Unutma, beş para etmez insanlar genelde olmayan itibarını korumak için savaşır.” Yavaşça geri çekildi ama kokusu hâlâ buradaydı. Duş mu almıştı? Şampuanının kokusunu alabiliyordum. “Biricik’ten şüphelenmez bile. O tür insanların peşinde hep birileri olur. Kuyularını hep birileri kazar. İstersen bu fikrini bir başkasıyla değerlendirebiliriz, sen bu oyuna girmezsin,” deyince irkilerek omzumun üzerinden ona baktım. “Herif seni daha önce hiç görmedi, değil mi?”
“Hayır. Biricik’i fakültenin önünden alan aracı hep görüyordum ama adam beni hiç görmedi. Binlerce öğrenci var,” dedim. “Hem görse bile inan makyajın öyle bir gücü var ki, beni öz babam bile tanıyamaz.”
“Ne yazık, babanın gözlük numarası kaç? Çünkü ben seni tanırdım.”
Şaşkınlıkla ona baktığımda adi bir gülümsemeyle bana baktı.
“İnsan sevgilisini tanır, değil mi?”
“Sandığım kadar zeki değilsin,” dediğimde bu kez duraksayıp şaşkınlıkla sarmalanan oydu. Bana soru işareti dolu gözlerle bakınca omuz silkerek önüme döndüm. “Dün gece ortaya sunduğum şu fikir çok basitti, siz de yapabilirdiniz ama yeterince akıllı değilmişsin demek ki, aklına bile gelmemiş.”
“Biz altı yedi erkek onu ne tür bir tuzağa çekebilirdik?” diye sordu. “İnan hiçbir kadın, parayla bile tutulsa böyle bir oyuna dahil olmaz. Nihan’ı da tek başına böyle şeylerin içine sokamazdık, o yüzden ona teklif bile etmedik.”
“Yani aklınıza böyle bir şey geldi? Daha farklı yolları da bulunabilirdi.”
“Bu tür adamları sadece kadınlarla kandırabiliriz.”
Sessizce, “İşler yolunda giderse Biricik’in intikamını alacağız,” dediğimde Gurur burnundan sert bir nefes vererek güldü.
“Böyle ciddi konuştuğunda çok şirin görünüyorsun,” dedi bir an ciddiyetle. “Senin üzerinde emanet gibi dursa da ne yalan söyleyeyim, tatlı.”
Ona omzumun üzerinden boş boş baktıktan sonra, “Biricik nasıl?” diye sordum.
“Toparladı. Göründüğünden daha güçlü. Ruhsal olarak yara bere içinde olsa da dışarıdan ona baktığında yıkılmayan bir savaş kalesi görürsün.”
“Hiçbir kadın, bir erkeğin açtığı yaraları gövde gösterisi yapmak zorunda kalarak saklamamalı,” dediğimde bana tuhaf bir bakış attığını hissettim. “Hem bizi yaralıyorsunuz hem de güçlü bir gövde gösterisi bekliyorsunuz. Şiddetin her türlüsüne karşıyım ama o tarz heriflerin hepsini bir depoya koyup ateşe verebileceksin deseler, düşünmezdim. Canavarca, değil mi? Asıl canavarca olan o ve onun gibilerin kadınlara yaptıkları. Benim yarın bir Özgecan olmayacağımın garantisi var mı? Belki ben yarın Münevver olacağım, Ceren olup tanımadığım bir adam tarafından kalbimden bıçaklanacağım? Belki ben Emine Bulut olacağım ve tek istediğim bir dakika daha yaşayabilmek olacak. Sana binlerce isim sayabilirim, binlerce hikâye, belki bir gün benim de ismim aralarında olacak ve ben de bir hikâye olacağım. Sokaktaki yabancıdan mı koruyacağız kendimizi? Sevdiğimiz adamdan mı? Yoksa öz babamızdan mı? Bize kendimizi kimlerden koruyacağımızı şaşırttılar. Ama sen bu dünyada hiç kadın olmadın, beni en fazla ne kadar anlayabilirsin ki?”
“Biliyorum,” dedi yavaşça, sanki tüm hemcinslerinin utancını suçsuz olmasına rağmen sırtında taşıyan oydu.
“O herifi öldürmekten beter edeceğim. Annesi Biricik’i bir adam öldürsün diye doğurmadı.”
Gurur elini yavaşça omzuma koyunca yutkunup boğazımdaki ağrıyla bulutlara baktım.
“Seni anlıyorum,” deyince başımı salladım, birden boğazım düğüm düğüm olmuştu. “Yirmi birinci yüzyıldayız küçük kız, burada canavarlardan değil, insanlardan korkulur.”
“Biricik için bunu yapacağım,” diye fısıldadım. “Bir daha emin misin diye sorma.”
“Zarar görmeni istemiyorum,” diye mırıldandı ama bana karşı koymayacağını biliyordum. İstediğimi yapmam konusunda bana destek olacak, bir gölge gibi üzerimi örterken bunu yapmama yardım edecekti. “Ama istediğin buysa, ki benim de istediğim o herifin mezarı olmak, belki gözünde ben de bir katilim ama yanındayım.”
“Zarar görmemi istemiyorsun,” diye mırıldandım bir an algılayamayarak. Asıl zararı o bana vermişti ama beni koruyordu, bu tüm aldığım darbeleri hazmetmem için yeterli miydi? Bence yeterliydi. Çünkü ben de onun hayatındaki en büyük darbelerden biri olmuştum.
Belki de onun ihtilaliydim.
“Benim yüzümden bir defa daha zarar görmene izin vermeyeceğim.” Güveni iliklerime tohum gibi gömen sesinde, sözünün altına atılmış imzası vardı sanki.
“Teşekkür ederim,” diyebildim sadece.
“Gereği yok.”
Yavaşça geri çekilip ona doğru döndüm. “Gereği olmasa teşekkür etmezdim.” Kafamı kaldırmış ona bakıyordum, benden oldukça uzun olduğundan gözlerini indirmiş beni sakin sayılabilecek durağan gözlerle izliyordu.
“Seni eve bırakayım mı?” diye sordu bir müddet susarak beni izledikten sonra.
Başımı sallarken, “Olur,” diyebildim.
“Kahvaltı yapmadın, yolda sana bir şeyler alırım,” diyerek arkasını dönünce bakışlarım ensesine takılıp kaldı. Yürümeye başladığında ben olduğum yerde öylece dikilmeye devam ediyordum. Sonunda omzunun üzerinden bana bakarak, “Hareket edecek misin, şişman?” diye sordu. “Yatsı ezanına kadar seni mi bekleyeyim?”
Fiziksel olarak çok zayıf da değildim, çok şişman da değildim ama etine dolgun sayılırdım. Fiziksel şakası beni sinir etmemişti ama ben onu sinir etmenin yolunu biliyordum.
“Ben şişmansam sen de puantiyeli Gurur’sun,” diye dalga geçmemle birden bana doğru dönmesi bir oldu.
“Ne dedin sen?”
“Puantiyeli Gurur, dedim.”
“Haha, çok eğlendin mi?” diye sordu yapmacık bir ifadeyle. “Takip et beni.”
“Sabah sabah kavga mı ediyorsunuz siz?” diye soran sert tanıdık ses beni irkiltirken omzumun üzerinden koridorun diğer ucuna baktım. Muşta, sakin adımlarla bize yaklaşıyordu ama Gurur onu gördüğü an üzerine çekidüzen verdi.
“Hayrola?” diye sordu Muşta keskin, koyu renk kaşlarını havaya dikip Gurur’a dik dik bakarak. “Kızın canını sıkacak şeyler mi söylüyorsun yoksa bana mı öyle geldi?”
“Alakası bile yok,” dedi Gurur birden. “Ne demişim? Hiçbir şey demedim ben ona.”
“Bana şişman diyor,” diye homurdandığım an Gurur’un ateş eden bakışları yüzümü kıskacına aldı.
“Demek şişman?” Muşta kaşlarını kaldırarak Gurur’a doğru bir adım attı. “Bir komando olarak en son ne zaman tuvalet temizledin?”
“Ne?” Gurur sertçe yutkunup bir bana bir Muşta’ya baktı. “Tuvalet mi?”
“Evet,” dedi Muşta zehirli gözler ve yapay bir gülümsemeyle. “Bir tuvalet. Hatta iki. Belki üç. Belki de tesisteki tüm tuvaletler. Alaturkalar da dahil.”
Tek kaşımı havaya kaldırıp, “En azından şişman değilsin diyebilirdin, Hakan abi,” dediğimde, Muşta bana omzunun üzerinden baktı.
“Aa şey, evet, şişman değilsin.”
“Hıhııhıh,” diye güldü Gurur ama Muşta ona bakar bakmaz sustu.
“Değilsin şişman, çocuğum.”
“Değilim, değil mi?” diye sordum.
“Ne münasebet? Hem öyle olsan ne olacak?” Tekrar Gurur’a umutsuz bir vakaya bakıyormuş gibi baktı. “Kilolar verilir çocuğum ama beyni sonradan geliştiremezsin.”
“Hıhıhı,” diye gülerek Gurur’u taklit ettiğimde Gurur’un yüzündeki o bozulmuş ifadeyi görmek bana şişman demesine bile değerdi.
“Evi ne zaman tutacaksınız?” Bu soru, Gurur’un da benim de yüzümüzdeki ifadeleri aynı renge boyamıştı. Muşta sakince bizi inceledikten sonra, “Evi yerleştirmesi falan var,” dedi. “Ne kadar hızlı olunursa o kadar iyi sonuç alınır.”
“Henüz babaanneme söylemedim, Muşta,” dedim yavaşça, ona böyle seslenmek bana yaşadığım o geceyi hatırlatmıyordu artık. Sanki ona hep böyle sesleniyordum, onu önceden de tanıyormuşum gibi hissediyordum. Belki de bana böyle hissettiren Muşta’nın bana karşı olan sıcakkanlılığıydı. “Hem arkadaşlarım da bu durumu garip karşılayacaktır.”
“Babaannenle mi kalıyordun sen?” diye sordu Muşta afallayarak.
“Babaannem beni görmek için Muğla’dan geldi, bir süre yanımda kalacak,” diye mırıldanıp Gurur’a baktım. “Dün gece Gurur’la tanıştı ama henüz böyle bir şeyi ona söyleyemem. Bir sevgilim olduğuna inanması bile uzun sürebilir çünkü pek alışkın oldukları bir şey değil. Genelde babaannem bana bir sevgili bulmamı söylerdi, ben de onu geçiştirirdim. Şimdi o bunu söylemeden karşısına birini çıkardım. Sonra arkadaşlarım…” Çok hızlı konuştuğumu fark edince suspus olsam da Muşta’nın anlayışla beni izleyen çivit mavisi gözlerini görünce ferahladım.
“Arkadaşlarını sen kandırırsın, babaannen bizde,” dedi Muşta, bu kadar sakin bir şekilde çözüme ulaşmasını beklemediğimden ona tuhaf tuhaf baktım. “Yaşlı kadınlarla iyi anlaşırım, inan bana anlaşamadığım tek kadın cadı annemdir.” Muşta’nın annesini hayal edemiyordum ama böyle dediği an kafamda Muşta’yı bile hizaya getiren bir kadın belirmişti. “Arkadaşlarına gelince de uydur işte bir şeyler. Arkadaşlar sadece arkadaşlardır, kimseye hesap vermek zorunda değilsin.” Yanımdan geçip gitmeden hemen öncesinde omzumu avucunun içine alarak sıktı; bu oldukça babacan bir tavırdı. “Endişe etme.”
“Teşekkürler,” diyebildim, elini havada teşekküre gerek yok dercesine salladıktan sonra koridorda ilerleyip, çok geçmeden kayboldu.
Muşta’nın bana çocuğum demesini garipsiyordum, çok gençti, saçında beyazı bile yoktu ve dikkatle süzülünce, Adnan ve Tayfun ile aynı yaşlarda gibi görünüyordu. Gurur ile aynı yaşta diyemezdim çünkü Gurur vampir suratlıydı, onun otuz iki olduğuna kim inanırdı ki?
“Gurur,” dediğimde Gurur bana baktı. “Muşta kaç yaşında?”
“Kırk ya da kırk birdi sanırım, neden sordun?”
“Size de bana da çocuğu gibi davranıyor da…” Kırktan daha genç görünüyordu, otuz beşlerinde falan gibiydi ama kırk da epey genç bir yaş sayılırdı. Herkese çocuğum dediğini duyan biri, onu görmese, onu ellilerinde sanırdı.
“O öyledir,” dedi. “Bizim bizden sadece beş altı yaş büyük babamızdır.”
Bu beni gülümsetti.
“Arkadaşlarına o sokağa taşınacağımı, ara sıra bana uğrayacağını, yardımcı olacağını falan söylersin şimdilik,” dedi Gurur, bu söylediği karşısında duraksadım çünkü babaanneme aynı bahaneyi sunmuştum. Kafamızın aynı yönde ilerleyip aynı pusulaya bakıyormuş gibi çalışmasını garipsemiştim doğrusu. “Babaanneni de Muşta ikna eder, zaten Muşta’yı abim olarak tanıtacağız.”
Sakince, “Ben babaanneme senin arkadaşlarıma söylememi söylediğin şeyin aynısını söyledim, yani bizim sokağa taşınacağından falan bahsettim,” dedim.
“Tamam o zaman, mesele kalmamış. Bana yardım ettiğini düşünür.” Sıkıntılı bir nefes vererek arkamdaki camda süzülen bulutlara baktı. Sanırım bu kadar yoğun bir gündemin içinde olmamız onu da yormuştu.
Simi’nin havlaması koridorda çınlayınca Gurur omzunun üzerinden arkasına, ben de hemen önümde uzanan koridora baktım. Koridorda önce koşturan minik Simi, arkasından da Nihan belirdi; Nihan’ın üzerinde spordan geldiğini belli eden bir eşofman takımı vardı ve saçları bunu doğrularcasına terden sırılsıklam hâldeydi.
“Bekle beni, Simi,” diye homurdanırken bize bakıp gözlerini devirdi. “Kestane’nin sesini duydu, o yüzden biraz agresif davranıyor.”
“Kestane,” dedim ve irileşen gözlerle Gurur’a baktım. “Onu görebilir miyim?”
“Tabii.”
Arka arkaya iki kez bu ismi duyan Simi hırlayarak etrafta koştururken beni gülümsetmişti. Gerçekten Kestane’nin ismini duymak bile onun sinirlerini tepesine taşıyordu.
“Lütfen şu kızın yanında Kestane demeyin,” dedi Nihan, Simi bir kez daha havlayınca kendi ağzına vurdu. “Hay ya… Tamam kızım, dur artık. Yok o, bak, sen tek ve prensessin. Harikasın sen.”
Simi durup kuyruk sallamaya başladı. Ama kuyruk sallarken aynı zamanda ara sıra yükselip havlıyor, hırlıyor, sonra sakinleşerek tekrar kuyruk sallıyordu. Yavaşça Simi’ye yaklaşıp diz çökerek onun kulaklarını arkaya doğru okşadığımda bir an durup gözlerini yumarak sanki gülümsüyormuş gibi neşeli bir hırıltı çıkardı. Çenesini okşamaya başladım. Birkaç dakika hiç konuşmadan Simi’yi okşadım ve sonra doğrulup kalkarken Nihan’a gülümsedim.
“Biricik’i gördün mü?” diye sordum sakince.
Nihan’ın yüzü ânında düştü. “Gördüm,” dedi. “En son Yener ve Adnan’ın oğlu Bora’yla oyun oynuyordu.”
“Oyun mu oynuyordu?”
“Evet, Bora kolay kolay insanlarla iletişime geçmez, her nasılsa hissetmiş gibi Biricik ile oyun oynamak istedi. Yener de onlarla oynuyor işte.”
Başımı yavaşça salladım. “Anladım, kafasını dağıtmasına sevindim.”
“Şu konuyu… Uzun uzadıya masaya yatıralım,” dedi Nihan. “Ve yüzünü asma, Çilli. Biz kadınların halledemeyeceği hiçbir şey yok.”
“Öyle.”
“Hadi, yürü,” dedi Gurur, sonra yavaşça konuştu: “Kestane’ye bakalım.”
Simi birden oturduğu yerden fırlayarak etrafta deli deli koşturmaya, durmadan havlamaya başlayınca Nihan neredeyse Gurur’u tekmeleyecekti. Gurur beni dirseğimin altından tutup koridorun diğer ucuna yürütmeye başladığında, Nihan hâlâ Simi’yi susturmaya çalışıyor ama Simi pek de susacağa benzemiyordu.
Gurur ile birlikte Kestane’nin tutulduğu alana doğru yürüdüğümüz sırada neler yapılabileceğinden ve o adama nasıl yaklaşmamız gerektiği hakkında konuştuk. Bana verdiği her cevap onun ne kadar tedirgin, göstermemeye çalışsa da gergin olduğunu belli ediyordu. Kestane, tedavisi tamamlandığı için artık kafeste değil, kendine ait bir kulübede tutuluyordu. Kulübelerinde uyku hâlinde olan köpeklerin arasında ilerlerken beni ilk fark eden Kestane olmuş, gününü geçirdiği kulübeden çıkıp silkelenerek birdenbire sevinçle havlamaya başlamıştı. Beni gecelerce evime kadar takip eden, diğer sokak köpekleriyle de dost olmamı sağlayan Kestane tam orada duruyordu. Tüyleri daha önce hiç görmediğim kadar bakımlı, bakışları neşeyle kaplıydı.
“Kestane!” diyerek gülümsediğim anda iki ayağının üzerinde kalkarak kuyruğunu sallamaya başladı. “Seni özledim, dostum. Kurabiyeleri unuttuğum için üzgünüm,” dedim ve eğilip kollarımı onun temiz bedenine sardım. Kestane de iki kolunu omuzlarıma atmış, resmen bir insandan daha şefkatli bir şekilde bana sarılıyordu. Kestane’nin dilini saçlarımda, yüzümde hissetmek bana eski günleri hatırlatmıştı. Uzun süre onu okşadım, sevdim ve diğer köpekler de kulübelerinden çıkarak bizi izlemeye başladıklarında onların da sevgi istediklerini anlayıp korkarak da olsa iri köpeklere doğru ilerledim. Gurur beni uyarmadığı için bir tehlike olmadığını düşünmüştüm, simsiyah tüylere sahip mavi gözlü kurt köpeğine dokunduğum anda çıkardığı o hoş mırıltıyla bu düşüncenin doğru olduğunu anlamıştım.
Her birini teker teker okşadıktan sonra tekrar Kestane’nin yanına dönüp, Gurur’a baktım. “Eğitiliyor mu?” diye sordum.
“Evet,” dedi Gurur, duraksadığımda bana güven veren gözlerle baktı. “Endişelenme, eğitim anlayışımız düşündüğün türden değildir. Kestane çok akıllı, oyun sanıp her istediğimizi yapıyor. Aslında buradaki çocukların hepsi bunu eğlenceli buluyor. Şurada gördüklerinin çoğu bir bomba imha ekibinin bile devre dışı bırakamadığı bombaları devre dışı bırakabilmiş çocuklar. Koku duyuları olduğu gibi, inanılmaz hisliler. Üstelik onlar bizim mesai arkadaşlarımız. O yüzden Kestane de eğleniyor, merak etme.”
“Ama Kestane bir süre öncesine kadar sokakta yaşayan bir candı,” dediğimde Gurur başını salladı.
“Biz de bu elemanları satın alıyor değiliz, çoğu düşünemeyeceğin kadar kötü geçmişe sahip. Onların yaralarını sararken bizden biri olmalarını sağlıyoruz.”
Anlam veremeyen gözlerle Gurur’a bakmaya devam ettim.
“Şu Suna Hanım,” dedi bir kurt kırmasıyla oyun oynayan K9 cinsi köpeği göstererek. “Sahibi tarafından terk edilmişti, bir de üzerine cinsel istismara uğramıştı, bir insan tarafından.” İri gözlerle ona baktım. “Onu bulduğumuzda veterinerimiz ameliyatlarının masraflı ve zor olacağını, tutunamayabileceğini söylemişti. Çok ağır tedaviler gördü, sayısız kez bıçak altına yattı ama sonunda iyileşmeyi başardı.” Ona doğru ilerleyince K9 cinsi köpek kafasını kaldırıp ona ışıldayan gözlerle, sanki kahramanını görmüş gibi baktı. “Şimdi çok iyi, mutlu. Her kokuyu çok iyi alır, birbirinden ayırır. Değil mi, Suna Hanım?”
K9 yüzünü Gurur’un avucunun içine yerleştirince dudaklarımı birbirine bastırarak acı şeyler yaşadığını öğrendiğim o güzel kıza baktım. Sağlıklı görünüyordu, her şeyden önemlisi çok mutlu gibi bir hâli vardı ve yüzünü Gurur’un avucunun içine koyduğu an sanki dünyalar onun olmuş gibiydi. Ona güvendiğini belli ediyor, saklama gereği duymuyordu.
“Hepsinin böyle yaraları var demek.”
“Çoğu istismara uğramış, şiddet görmüş, terk edilmiş. Çoğunun da annesi onu emziremeden ölmüş, bir şekilde hayatta kaldılar ve yolları bizle buluştu.”
“Şanslılar.”
Omzunun üzerinden bana kısa bir bakış attı. “Sen de karşıma bu şekilde çıkma isterdim,” deyince birden duraksadım ama o, gözlerimde bir şeyleri görmek istemiyormuş gibi hızla bakışlarını benden uzağa taşıyarak sessizlik hırkasını omuzlarının üzerine attı.
“Başka bir zaman,” dediğimde birden durup omzunun üzerinden bana baktı ama kelimeler ağzımın içine yığıldı, konuşamadım. Bizim için başka zaman yoktu, şimdi vardı; zamanın içinden etimiz kemiğimizden dökülmüş gibi dökülerek birbirimize çarpmıştık.
Buz sıcağı gözlerinde bir hareketlilik gördüm. Bir duygu akımı… Sanki söyleyeceğim şey hayat memat meselesiymiş gibi bana doğrudan keskin gözlerini bir bıçak gibi doğrultmuş dikkatle bakıyordu. Dilimin zeminine batan kelimeler orayı kanatmaya başladığında sanki her kan damlası içime gözyaşı gibi akıyordu. Suskunluk üzerime yerleştiği anda Gurur’un kaşları çatıldı.
“Ne söyleyecektin?”
“Hiçbir şey,” diye mırıldandım. “Gidelim mi artık? Kestane’yi görmek iyi geldi.”
Ayağa kalkıp, onun üzerine abanmak için iki ayağının üzerine kalkan köpeklerin arasından bana doğru yürüyüp tam önümde durunca, gözlerini indirerek kirpik diplerindeki duygularla yüzümü sıyırdı. Kafamı kaldırıp gözlerinin içine, tam dibine baktım.
“Bir şey söyleyecektin,” dedi. Kan oturmuş gibi kızarık duran dudaklarını yalayınca bakışlarım dudaklarına dokundu ve bütün dengem altüst oldu. Gözlerimi oradan uzaklaştırmaya çalışsam da görüntüler rengârenk, göz alıcı şimşekler gibi zihnimde çakmaya başlamıştı. Başımı döndüren hisleri güçlükle yok sayıp tekrar gözlerine doğrulttum bakışlarımı. Gözlerinin dibindeki yansımam bulanıklaşmış, gözlerindeki duygular yoğunlaşmıştı. “O şeyi duymak istiyorum.”
“Söyleyeceğim bir şey yok, Gurur,” dedim, ismini bu kadar duru söylemem onun bakışlarındaki fırtınanın daha da artmasına, depremin bir sele dönüşerek önüne kattığı tüm toprak parçalarını sürüklemeye başlamasına neden oldu. “Bir şey söylemeyecektim.” Yutkunup geri adım atmaya çalıştığım anda hiç beklenmedik bir refleks göstererek iri avucunu belime bastırdı ve ben o bunu yapana dek kolunun bedenimin etrafından geçtiğini hissetmemiştim bile. Gözlerim anlık irileşti ama ona tekrar baktığımda bakışlarımdaki rüzgâr dizginlendi.
“Bir şey söyleyecektin.” Beni kendine çekince bir adım atmak zorunda kaldım ve “Tam burada duruyordun,” dedi, gözlerim gözlerinden ayrılamadı. “Bana bir şey söyleyecektin ve tam burada duruyordun.”
Bedenim neredeyse bedenine yaslı duruyordu. Belki bizi birbirimizden ayrı kılan yarım santim bile değildi; hiçlikti. Belki bedenim bedenine bir dağa yağıp yaslanan bembeyaz karlar gibi yaslanmıştı. Kafamı kaldırınca kafasını eğdiği için saç diplerimde çenesini hissettim.
“Bir şey söylemeyecektim.”
“Söyleyecektin.”
“Bir şey söylemeyecektim,” dedim, kafamı kaldırıp gözlerine bakmak istediğimde saç diplerimde sürtünen çenesinin baskısı, kalbimi hızlandırdı. Kafamı kaldırdığım an alnım çenesine sürtündü, kesilmiş olmasına rağmen derisinde pürüzü barınan sakallarının acısını cildimde hissettim. “Soracaktım.”
Beklemediği cevabım gözlerini önce kısmasına, sonra da başını yavaşça aşağı yukarı sallamasına neden oldu.
“Seni dinliyorum, Zeliha.”
“Başka bir zamanda benimle karşılaşmak ister miydin?” Sorum bir anda dudaklarımdan döküldü, Gurur’un göz bebeklerinin genişlediğini görünce bir an sorduğum sorudan dolayı pişmanlık duyacak gibi hissettim ama yüzü, göz bebeklerinin aksine ifadesizliğini koruyordu. Merak, bir insan oldu ve kalp atışlarını ilk ben duydum.
“Unut gitsin,” diye fısıldayarak kollarının arasından çıkıp kapıya doğru döndüm. “Saçma bir soruydu.”
“İsterdim,” dedi tam kapıya uzanacağım sırada. Sesindeki ciddiyet elimin kapının kulpuna yerleşemeden havada donup kalmasına neden oldu. “Saçma bir soru olduğunu düşünüyorsan, kafamı yastığa koyduğumda bunu dilemiş olmam da saçma olurdu sanırım senin için.”
Bir martının denizi olmayan bir şehirde çaresizce uçtuğu o ânı düşündüm; sokağının sonu denize çıkmayan şehrin kaldırım taşlarını eskiten bir kadının döktüğü gözyaşlarını… Bir dalga kabarıp büyüdü, başımın üzerinden bile büyüktü, bana her yaklaştığı an daha da büyüyor, on katım, yüz katım, bin katım oluyordu; gözlerimi kapattığım an o dalganın altında kaldığımı ve nefesimi ciğerlerimin içinde hapsetmişken kaybettiğimi hissettim. Çarpan su bedenimi önce içine alıp savurdu, sonra birden serbest bırakıp içinde öylece süzülmeme izin verdi. Gözlerimi açtığımda okyanusun kalbindeydim. Böyle bir histi. Basit bir cümle gibi kurduğu cümlesinin arkasında bıraktığı enkazı anlatmamı isteseler, dudaklarım bunlara gebe kalırdı.
Enkazı ağlayarak arayan bir kadının, moloz parçalarının içinden hareket eden tanıdık bir el görmesi gibiydi.
Felâketti, korkunçtu, her şey yıkılmıştı ama yaşam oradaydı ve bu mutlu olmak için yeterli gelmişti.
Omzumun üzerinden ona bakacaktım ki birden avuçlarını sırtıma koyarak beni kapıya doğru iterek, “Çık hadi çık,” dedi aceleyle. “Sadece yalan söylüyordum.”
Beni yaka paça çıkardığı odanın kapısını kapatırken bana bakmadı. Adnan hemen ileride belirdiğinde, kalbimin içindeki soru düğümü oldukça büyüktü ve yer kaplıyordu ama bir şeyler söyleyemeden Adnan’a doğru dönüp nefesimi yuttum. Yalan atmadığını biliyordum ama neden bunu dilediğini bilmek istemiyordum. Bu ikimiz için de doğru olmayan şeydi. Bu duyguyu kurcalayıp bir çukura dönüştürürsem beni içine alır ve mezarım olurdu.
Adnan, “Günaydın, Bayan Yenge,” dedi sıkı bir sesle, ardından Gurur’a baktı. “Tuvaletleri sen temizleyeceksin.”
“Böyle bir şey yok, kim uydurdu bunu?” diye sordu Gurur.
“Muşta uydurmaz, söyler ve yaptırır.” Tam yanımızdan geçecekken durup omzunun üzerinden bana baktı. “Bayan Yenge Zeliha, iyi bir insansın.”
Düşünceler kenara yığılırken, “Ne?” diye sordum anlamsız gözlerle Adnan’a bakarak.
“Bayan Biricik’e destek oldunuz ve biz aptal adamlara ne yapmamız gerektiğini öğrettiniz, biz aptal adamlar tek bir kadının bir gecede düşünüp çözüme ulaştırdığı şeyi aylardır yapmıyoruz. Biz salağız, özür dileriz. Saygılarımla. İyi sabahlar dilerim, hoşça kalın.”
Tam yürüyecekti ki durması için elimi kaldırdım. “Bir saniye, Adnan. Benimle bu kadar resmî konuşmana gerek yok.”
“Bir bayana karşı nezaketi elden bırakmamak, beyefendi olmak, bir bayanla konuşurken seçilen kelimelere ve ses tonuna dikkat etmek gerekir,” dedi Adnan sakince.
“Ama benimle konuşurken bana en azından Zeliha de.”
“Bayan Yenge, benden çok fazlasını istiyorsunuz,” dedi Adnan ve yavaşça gülümsedi.
“Sadece arkadaş olmaya çalışıyorum,” dediğimde bana şaşkınlıkla baktı.
“Ne? Benimle mi? Benim gibi kocaman görünen biriyle mi?” diye sordu kulaklarına inanamayarak. “Benden korkmuyor musunuz?”
“Ne?” Bir Gurur’a bir ona baktıktan sonra başımı iki yana salladım. “Neden ki?”
“Bayanlar yüzümün yakışıklı olduğunu ama görüntümün korkutucu olduğunu düşünürdü lise çağlarından üniversitenin son yılına kadar. Beni ezersin, diyorlardı bana. Ben kimseyi ezmem.”
Birden elimde olmadan güldüm. “O anlamda demediklerine emin olabilirsin, Adnan.”
Gurur yavaşça gülünce sesi zihnime doldu, birden durup ona bakma isteğiyle sarsılsam da bunu yapmak yerine Adnan’a bakmaya devam ettim.
“Ne anlamda ezerim ki? Duygusal mı?” Kafasını kaşıdı. “Kimseyi küçümsemek gibi huylarım yoktur, Bayan Yenge.”
“Adnan,” dedim umutsuz bir vakaya bakıyormuş gibi. “Cidden, anlamıyor musun? Seni çekici buldukları için bunu söylemişler.”
“Çekici mi?” Kaşlarını kaldırıp bana garip bir bakış attıktan hemen sonra yüzünü garip bir gülümseme kapladı. Ben ne olduğunu anlamadan avucunu kalbinin üzerine bastırıp yavaşça fısıldadı. “Bu kalp yalnızca oğlum için atıyor, Bayan Zeliha,” dedi. “Kalbimin her atış sesinde oğlumun adını duyacak olan bir kadın için yeterli olmayabilirim.”
Sessizce yüzüne baktığımda gülümseyip başını önüne eğdi ve usul usul bizden uzaklaşmaya başladı.
“Garip bir adam,” diye mırıldandım Adnan’ın koridorda yürüdükçe gitgide küçülen büyük cüssesini izlerken.
“Ona kadınlarla ilgili gönderme yapsan da anlamaz,” dedi birden Gurur. “Bora’dan başka kimseyi sevmeyecek. Yatak arkadaşına değil, oyun arkadaşına ihtiyacı var ve o kişi de Bora, yani oğlu.”
“Peki Bora’nın an…”
“Annesi mi? Bora’yı doğururken hayatını kaybetti,” dedi Gurur soğukkanlılığından bir şey kaybetmeden. “O günden sonra Bora, Adnan’ın hayatı oldu ve o hayat, kadın geçirmez.”
Nefesim boğazıma oturunca, daha fazla acı şey duymama isteğiyle gözlerimi kırpıp birkaç saniye bekledim. “Bora için çok zor olmalı,” diye fısıldadım.
“Adnan için daha zor,” deyince durup ona baktım. “Otizmli bir çocuğa hem annelik hem de babalık yapıyor.”
“Otizmli mi?” Şaşkınlık kanıma zehir gibi yayılınca dilimi ısırıp koparmak istedim.
Gurur, başını usul usul aşağı yukarı salladı. “Bora, otizmli bir çocuk, çok uzun süre konuşmadı. Onu ilk konuşturan kişi Yener olmuştu, o yüzden Yener’e çok düşkündür.”
Sessizce, “Kaç yaşında?” diye sordum.
“Sekiz.”
Sakince başımı salladım. “Üzgünüm,” diyebildim.
“Bunu sana söyledim çünkü Bora’yı görürsen davranışlarını garipseme istedim,” diye açıklamada bulundu. “O da diğerleri gibi normal bir çocuk, sadece fazla özel bir çocuk.”
“Özel bir çocuk,” diyerek onayladım Gurur’u. “Gidelim mi?”
“Gidelim,” dedi sadece Gurur. Daha fazla konuşmadık. Bora’dan ya da annesinden bahsetmedi, Adnan hakkında da kafamı kurcalayan şeyler vardı ama ne ben soru sordum ne de o bir şeyleri merak edebileceğimi düşünüp açıklama yaptı. Sadece yürüdük.
Beni eve bıraktığında saat çoktan öğleni geçmişti. Bir duş almış, sonra olanları çok da açık olmayacak şekilde babaanneme özet geçmiştim. Geceyi Gurur ile geçirdiğimi öğrenince herhangi bir tepki vermemiş, daha çok ismini vermeden hikâyesini yarım şekilde anlattığım arkadaşım, yani Biricik hakkında sorular sormuştu. Evde Ayça ya da Çolpan yoktu, akşam olanları da bilmedikleri için içim rahattı; ikinci bir açıklama metni hazırlamak zorunda kalmayacaktım. Onlardan sakladığım şeylerin sayısının çoğalıyor olması beni huzursuz etse de elden gelen bir şey olmadığını artık anlayabilmiştim.
Akşam bir dersim vardı, dersi kaçırmamam lehime olacağından odama geçip hazırlanmaya başladım. Üzerime siyah, yuvarlak yaka, kısa kollu bir tişört giyip, ilk bakışta kazağı anımsatan deve renginde, siyah ince şeritleri olan bir hırka giydim ve hırkanın eteklerini altıma geçirdiğim siyah pantolonunun içine yerleştirdim. Bir kemer takarak bol pantolonu belime hizaladıktan sonra, saçlarımı ensemin altına doğru bol bir topuz şeklinde toplayarak hafif bir makyaj yapıp çantamı omzuma astım ve evden ayrıldım. Kulağıma taktığım siyah küpeler kulaklarımı şimdiden ağrıtmaya başlamıştı ama ne eve dönüp değiştiresim ne de onları çıkarasım vardı.
Dışarıdaki güneş, bulutların arasından bana dokunmaya çalışır gibi bir beliriyor bir kayboluyordu ama yağmur yüklü bulutların rengi bile kıyamet gibi kopacak olan yağmur damlalarının yaklaştığını resmediyordu. Okula giden otobüslerin olduğu durağa inip doğu kampüsünün merkez durağına uğrayan 12 numaralı otobüsü beklemeye başladım. Beklerken kulaklığımda hafif bir müzik çalıyordu, omzumu durağın uzun, soğuk demirine yaslamıştım ve yanımdan geçip giden yabancı bedenleri izliyordum.
Soğuğun kestiği ellerimi ceplerime koyduğum an bir arabanın ısrarla çaldığı kornanın sesi, dalgın bakışlarımın uyarılmasına neden oldu. Gözlerimi araca doğru çevirdiğim anda Hüsrev’in arabasının durağın biraz ilerisinde park hâlinde durduğunu gördüm. Hüsrev, kafasını arabanın camından çıkararak bana gelmem için işaretler yapmaya başladı. Ayağımdaki siyah topuklu botlar ayaklarımı acıttığı için hızlı yürümek zordu ama birkaç adımda arabanın önüne ulaştım.
Hüsrev, “Okula mı?” diye sordu keyifli bir sesle.
“Evet,” dedim. Hemen yan koltukta Gaye’nin oturduğunu görünce gülümsedim, o da bana genişçe gülümsemiş ve beni aracın içine çağırmıştı.
“Hadi atla, seni de bırakayım,” dedi Hüsrev, normalde iki âşığın yanında çıkıntılık yapmayı sevmezdim ama bu saatlerde doğu kampüsüne gidecek bir sürü öğrenci olduğundan otobüste bu botlarla ayakta dikilmek eziyete dönüşecekti. O yüzden bu kez ikiletmeden kabul ederek arka koltuğa atladım.
Çantamı koltuğun yanındaki boşluğa bıraktığım anda Hüsrev gazı köklemiş ve araç, Isparta’nın hareketlenen trafiğine girip ilerlemeye başlamıştı. Cama doğru kayıp kafamı aracın kapısının camına yaslayarak sokağı izlemeye başladığımda, Gaye durmadan bir şeyler anlatıyor, bazen arkaya doğru eğilip bana sorular soruyordu ama pek hâlim olmadığından sadece gülerek başımı sallıyordum.
“Gaye, aşkım,” dedi Hüsrev birden. “Motorun soğusun, kafasını şişirdin kızın…”
“Aa ne alaka be?” Bana doğru dönüp iki koltuk arasındaki boşluktan üzerime doğru sarktı. “Benden sıkılmaz hiç benim Zel’im. Değil mi, değil mi?”
“Sıkılmam,” dedim sırıtarak.
“Yalan söylüyor ulan,” dedi Hüsrev. “Herkes yolunu değiştirir oldu bizi görünce…”
Gaye, kollarını göğsünün üzerinde kavuşturup Hüsrev’e kırgın bir bakış attı. “Senin benim konuştuklarımda gözün mü var ya? Alçak adam.”
Hüsrev, sırıtıp yavaşça Gaye’nin yanağından makas aldıktan sonra elini tekrar direksiyonun üzerine koyarak, “Bebeğim, o animeyi tam yetmiş sekiz kez izlemiş olman, Zeliha’ya o animeyi tam doksan sekiz kez anlatmanı gerektirmiyor…” dedi.
“Sen ne anlarsın animeden? Oturup bir bölüm bile Sailor Moon izlememiş adamla nişanlandım.” Bana doğru döndü. “İnanabiliyor musun? Otaku bile değil. Okuduğu tek kitap tıp kitapları. Benim animelerden özenerek aldığım iskeletimi götürüp ofisine koymuş, ben o iskeleti arkadaşım olarak almıştım ama o benim iskeletimi asistanı yaptı!”
“Gaye, neden iskelet aldın?” diye sordum kafam karışmış gibi.
“Çünkü çok tatlılar, kanka,” dedi sesini bir çocuğunki gibi incelterek. “Ama şu barzo, benim tatlı arkadaşımı götürdü o serum kokulu yere. Seninle küsme kararı aldım Hüsrev ve buna cevap vermene gerek yok.”
Hüsrev, cevap vermedi.
“Alçak. Bana bir cevap bile vermeyen biriyle nişanlandım, görüyor musun?”
“Hüsrev,” diye mırıldandığımda Hüsrev onu anladığımı anlamış gibi umutsuz bir bakış attı bana.
“Benden gizli bir şeyler mi konuşuluyor şu an yalnız gözlerle?” diye sordu Gaye meraklı meraklı. “Ne oldu, bana da söyleyin…”
“Hiç kuzum, yok bir şey,” dedim öne doğru eğilip omzunu sıvazlayarak. “Vay canına Gaye, zayıflamışsın.”
“Ne? Gerçekten mi? Nasıl anladın ki? Dur. Beni ayakta görmedin bile. Hüsrev, durdur bir arabayı, bir de ayakta görsün. Gerçekten kilo verdim bu arada.” Hüsrev’in koluna yapıştı. “Durdur bir şu arabayı ya!”
Doğu kampüsüne yaklaştığımızda koluma çantamı taktım. Epey baş ağrısı çektiğim bir yolculuk olsa da arkadaşlarımla bir arada olup, böyle saçmalamak birkaç dakikalığına bile olsa iyi gelmişti. Araçtan ineceğim sırada, Gaye, “Aa şu gizemli sarışının nişanlısı değil mi?” diye sorunca bakışlarım Gaye’nin gözlerinin yöneldiği yere, ön camdan dışarıya uzandı ve kampüsün önünde duran son model arabayı gördüm. Arabanın bir kapısı açık duruyordu, kapının hemen önünde dikilen adam oydu. Fakülteye doğru bakıyordu. “Vay canına, altındaki arabaya bak. Canavar gibi!”
“Asıl canavar o arabayı kullanan kişi,” diye mırıldandım.
“Ne dedin, kanka?”
“Hiç,” dedim. “Hüsrev, sağ ol.”
“Sorun yok,” dedi Hüsrev ama şimdi o da ön camdan dışarıya gözlerinde belirmiş bir kuşkuyla bakıyordu.
Araçtan inip özellikle kalabalığa karıştım, her ne kadar kılık değiştirecek olsam bile bu canavar beni görmese daha iyi olacaktı. Fakültenin bahçesine girdiğim anda binaya giren Cenan’ı görmek beni irkiltse de durmadım, ben de arkasından binaya doğru ilerledim. Kadın basbayağı benden şüpheleniyordu, bunu yanındaki komiserle konuşurlarken net bir şekilde duyma şansım olmuştu. Durum böyleyken onunla yüz yüze olmak artık daha da zorlaşmıştı ama bunun da altından kalkabilirim diye düşünüyordum. Cenan’ın kalem eteği, müthiş vücudunu ikinci bir deri gibi sarıyor, sarı saçları omuzlarında oraya yapıştırılmış gibi sabit dururken topukluları koridorda vurucu sesler çıkarıyordu. Merdivenleri tırmanmaya başladığında bilerek ona yetişmek için adımlarımı hızlandırdım ve basamakları tırmanmaya başladım. Arkasında birini hisseder hissetmez omzunun üzerinden gözlerini süzerek aşağıya doğru bir bakış attı; gözlerimiz buluştuğunda hiç beklemeyeceği kadar samimi bir gülümsemeyle ona baktım.
“Merhaba,” dediğimde bana kaşlarını kaldırarak baksa da toparlayıp başını salladı.
“Merhaba, Zeliha.”
Pekâlâ, adımlarını kesip beni beklemesini elbette ummuyordum ama tam olarak bunu yapmıştı. Kafam birden karman çorman olsa da hiç bozmadan ona doğru ilerleyip gülümsememin yüzümden çözülmesine izin vermeden ona baktım. “Bu saatte dersiniz olduğunu bilmiyordum,” dedim.
“Yoktu,” dedi ve sonra ekledi: “Sıkıldım ve bir bakınayım dedim.”
Beni yokladığını biliyordum.
“O gece sizi duydum,” dememle, Cenan’ın şaşkınlığı hızla gözlerine yayıldı. Gurur’un söylediğine uymaya karar vermiştim. “Benimle ilgili konuşuyordunuz sanırım. Hem sarhoştum hem de açıkçası… Biraz korktum. Benimle ilgili bir konu mu var?”
Bilerek bana konuşulanları duyurmuş olmasına rağmen, böyle bir tepki duymayı, ona doğrudan sormamı beklemediği için yüzündeki dehşeti gördüm. “Sadece bu konu hakkında bana yardım edeceğini söylemiştim Uğur’a,” dedi toparlamaya çalışır gibi. “Bununla ilgili konuşuyorduk. O da senin bir öğrenci olduğunu, bu işe burnunu sokmaman gerektiğini söyledi.”
Onu kendi tuzağına düşürmekten keyif alarak başımı salladım. “Sizi gizlice dinlediğimi düşünmeyin,” diye yalan söyledim. “Denk gelmişti sadece. Dinlememem gerekirdi ama kalkacak hâlim yoktu, sonra da duyduklarım beni biraz korkuttu açıkçası.”
“Korkmana gerek yok,” derken hâlâ şaşkın görünüyordu. Gurur haklıydı, bu soruyu sormam kesinlikle benim haneme bir puan eklemişti.
Başımı sallayarak genişçe gülümsedim. “Size güveniyorum. Siz şu yeni yapılan binalarda kalıyordunuz, değil mi hocam? Bağlar’daki.”
“Evet.”
“Erkek arkadaşımla o bloklardan birinden daire bakıyoruz,” dediğimde duraksadı, bana dikkatle baktı ama benim yüzümde hiçbir duygu değişimi yaşanmadı. Gücümü toparladım ve bu oyunu başlatanın o değil, ben olduğumu ona kanıtlamaya başladım. “İlanlarda evin içini, düzenini pek göremedik. Siz rahat mısınız? Bloklardan biri 2+1, diğeri 1+1 olmalı, değil mi?”
“Evet, 3+1 olan bina da var,” dedi sadece ama şaşkınlığı hissedilirdi.
“1+1 yeterli olur herhâlde,” dedim düşünceli bir şekilde.
“Birlikte mi yaşamaya başlıyorsunuz?” Sorusu art niyetten uzaktı, bu beni şaşırtınca ona daha dikkatli baktım.
“Şey, evet,” dedim yapay bir utançla.
“Utanmana gerek yok,” dedi, sesindeki anlayış bu sefer samimi duyuluyordu ama karşımdaki kadının da iyi bir oyuncu olduğunu biliyordum. Sadece yüzünü izleyip, sonra başımı sallayıp utanmış gibi yapma rolünü sürdürdüm. “Madem bunu istiyorsun, elbette yap ama ailen sorun çıkarmaz mı? Çıkarmaları gerektiği için söylemiyorum, sen yetişkin bir kadınsın ama buradaki kızların çoğunun ailesini de az çok tahmin edebiliyorum.”
“Bir şekilde hallederim,” diye yalan söyledim.
Bu olanlar onun kafasını karıştırmış gibi bir süre bekledikten sonra, “Zeliha,” dedi ve bu beni duraksattı. “Sen bu adamı ciddi ciddi seviyorsun.” Bir an durdu. “Değil mi?”
“Evet. Onu seviyorum.”
Bir an, “Neden bunu bu kadar kırgın bir sesle söyledin?” diye sordu. Her nasılsa sanki bu kırgın ses, onu inanması imkânsız olan şeylere bile inandırırmış gibi gelmişti o an bana. Sanki şu an Cenan’ın, benim Gurur’u sevdiğime inandığı ilk andı.
“Çünkü onu sevmek beni çok kırıyor,” diye fısıldadım, bu kez yalan bir darağacı ipi olup boğazıma dolanmıştı. Yutkunamadım, sesimi incelirken durduramadım, başımı önüme eğerken bunu yapmak istememiştim. Cenan birden uzun tırnaklarının çeneme sürtünmesine neden olacak şekilde çenemi tutup kafamı havaya kaldırınca, gözlerimiz birbirine dokundu. Ayağındaki topuklular ve uzun boyuyla, benim ayağımda da topuklular olmasına rağmen benden daha uzundu.
Gözlerinde bir abla şefkati gördüm, hatta bir hüzün… Siyah gözlerinde kapanmamış bir yara gördüm. Kanı hâlâ sızmaya devam eden bir geçmiş… Sızlayan bir kalp.
“Çok sevme,” diye fısıldadı anaç bir sesle. “Mahvoluyorsun.”
“Ne?”
Elini geri çekerken dudakları kederli bir gülümsemeye ev sahipliği yaptı ama Cenan konuşmadı, sırtını dönüp basamakları tırmanmaya başlayarak beni arkasında bıraktı. Gidişini izlerken kalbim ilk kez böyle çaresiz hissediyordu. Cenan’ın canı mı yanıyordu?
“Senin de sesin çok kırgındı,” diye fısıldadım yok olup gitmesine rağmen kendi kendime. “Seni de mi biri mahvetti?”
Akşam dersine girerken, o dersten çıkarken, otobüste evime dönerken, eve geldiğimde duşun altına girerken, duştan çıktığımda ve yatağımın içindeyken hep düşündüğüm Cenan’ın kırgın bakan siyah gözleri, sesi ve kelimeleriydi.
Günler birbirini takip eden deprem artçıları gibiydi. Büyük gün geldiğinde, artçılar geri çekilmiş ve asıl deprem sahnedeki yerini almak için hazırlanmaya başlamıştı. Arkada kalan bir hafta okulda geçmişti, Cenan ile sadece derslerde denk gelmiştik ve birkaç kez Gurur’un evi tutup tutmadığını sormuştu. Bunun dışında iletişimimiz yoktu ama ona her bakışımda zihnimde o gün bana söyledikleri, bakışları, sesinin tonu ve gözlerimin önünden kayboluşu beliriyordu. Gurur ile birkaç telefon görüşmesi yapmamız dışında pek yan yana gelememiştik ve bu bana arka planda bir şeyler döndüğü hissini aşılamıştı.
Bu gece o herifin sadece elit adamların ve eskortların takıldığı bir barda olacağı haberini aldığımızda, artık deprem yeri göğü yıkmak için hazırda bekliyordu.
Gurur yeni yapılan binalardan birkaçını gezmemiz için anahtarları almıştı, bunu bana mesaj yoluyla iletmiş olsa da henüz gezme şansımız olmamıştı çünkü benim derslerim, muhtemelen onun da gündemi yoğundu. O günden bugüne dek Biricik ile hiç denk gelmemiştik ama güvende olduğunu biliyordum. Büyük kavgadan sonra o herif bir daha Biricik’in yanına uğramamıştı ama öğrendiğim kadarıyla her kavgalarından sonra birkaç hafta geri çekilip köpekbalığı gibi sessizce Biricik’i izlerdi. Onu birkaç defa kampüsün önünde gördüğümde de bunu anlamıştım zaten. Her ne kadar Biricik’e sataşmıyor olsa da şeytani gözleri kızın üzerinde durmaya devam ediyordu.
Babaannemin bir süre daha burada kalacağını biliyordum ama ne kızlar ne de ben onun varlığından rahatsız değildik. Aksine eve bir neşe gelmişti onunla birlikte. Her sabah kahvaltımızı hazırlıyor, akşamları yemeğimizi önümüze o koyuyordu. Normalde bunu yapan Ayça olurdu ama şimdi babaannem vardı ve Ayça da kendini biraz özgür kalmış hissediyordu. Son birkaç gündür hazırladığı proje yüzünden okulda yatıp kalkan Ayça’yı görebildiğim saat sayısı biri geçmiyordu. Eve geliyor, bir duş alıyor ve çıkıp gidiyordu.
Beni hazırlanmamız için Nihan’ın yanına götürecek olan kişi Gurur’du ve Çolpan ile babaannemin yanında oturmuş onu beklerken zaman bir türlü akmak bilmiyordu. Çolpan okuduğu romana, babaannem ise tırnaklarına sürdüğü ojeye dalmıştı; her seferinde taşırdığı ojeyi söylenerek tırnağının kenarıyla temizliyor ve sürme işlemine kaldığı yerden devam ediyordu. Dış kapı birden çalınca irkilerek koltuktan fırlayıp kalktım ve babaannem bana kötü kötü baktı; ardından o bakış yerini sırıtışa bıraktı.
“Sevgilin geldi diye mi bu kadar mutlusun? Seni gidi seni… Ay Zeliş, dur dur, kokunu sürünmeden çıkma çocuğun karşısına! Saçlarını topla, pasaklı!”
Gözlerimi devirdim, Çolpan gözleri kitapta bıyık altından gülüyordu ama bunu görmüştüm. Kapıyı açar açmaz karşımda beklediğimin aksine erkek kardeşim Eymen’i görünce gözlerim birden fal taşı gibi açıldı. Eymen, dağınık çikolata rengi saçlarını daha da dağıtarak, “Ne yemek yaptın?” diye sordu kapının önünde.
“Sen Antalya’ya dönmedin mi ya?”
“Döndüm, tekrar geldim. Bu gece sizde yatsam nasıl olur?” İçeri girmek isteyince önüne etten bir duvar örerek, “Nereye nereye?” diye sordum panikle.
“Ne oluyor be?” diye sordu Eymen kafası karışmış gibi bana bakarak.
“Biz üç kızız bu evin içinde, doğru olmaz!” diye yalan söyledim pat diye.
“Dört canım dört,” diye seslendi babaannem. “Dört kızız.”
“Süslü Maria, Muğla’ya dönmedi mi ya?” Eymen sırıttı. “Abla, şakayı abartma, bırak da gireyim içeri…”
“Ya ben sana girme demiyorum, gir ama şimdi girme,” dediğimde Eymen bana tek kaşını kaldırarak baktı. “Ne olurdu yani girmesen?..”
“İyi akşamlar,” diyen o sesle beraber Eymen’in karmaşık bakışları benden çözülerek omzunun üzerinden arkaya doğru kaydı ve o an Gurur’un, Yener ile birlikte basamakları tırmandığını gördüm.
“İyi akşamlar?” dedi Eymen sorar gibi, ardından umursamadan bana doğru döndü ama bilmediği şey, o gelenler komşumuz değildi, bize geliyorlardı.
“Zeliha,” dedi Gurur ve o an Eymen’in kaşları sertçe çatıldı, tekrar arkasındaki adama doğru dönüp dikkatle baktı. Gurur sakin gözlerle önce Eymen’e, sonra bana baktı. “Hazır mısın?”
“Neye lan?” Eymen, sadece başını değil, tüm vücudunu Gurur’a doğru çevirince, Yener’in sırıttığını gördüm. “Kimsiniz oğlum siz?”
“Eymen,” dedim uyarıcı bir tonlamayla.
“Dur bir abla dur,” dedi elini arkasına uzatıp durmamı işaret ederek. “De bakayım bana birader, kimsin sen? Nereden biliyorsun benim ablamın adını?”
Yener, Gurur’a fırsat vermeden konuştu: “Oğlum o senin enişten enişten.”
“Ne diyorsun lan sen değişik?” diye sordu birden Eymen, Yener’e doğru atılarak.
Yener ellerini havaya kaldırıp Gurur’u işaret ederek, “Dur lan, ben değilim, o o!” diye bağırdı. “Aaa, yine yok yere dayak yedirecekler bana. Bir saniye… İlk kez bir kızın abisi ya da kardeşi tarafından dayak yemesi gereken kişi değilmişim gibi hissediyorum.” Ellerini kaldırıp parmaklarıyla durmamızı işaret etti. “Çünkü öyle. Bu bir ilk. Oha.”
“Zevzek,” dediğimde, Yener bana otuz iki diş sırıttı.
“Ablanın erkek arkadaşıyım,” dedi Gurur sakince.
Eymen, “Ne olmuş lan, ben de erkek kardeşiyim,” diyerek dayılandı ve Gurur’un üzerine yürüdü. Birden durup bana baktı. “Ha?”
Yavaşça başımı salladım. “Doğru söylüyor,” diye fısıldadım.
“Nasıl yani, senin şimdi harbiden bir erkek arkadaşın mı var?” Gurur’a doğru. “Ve bu mu?”
“Evet,” dedim.
“Dur bir strese girdim ben.” Eymen düşünür gibi bir poz alınca, Yener de ona tuhaf tuhaf baktı, daha çok kendinden daha garip birini gördüğü için ürkmüşe benziyordu. “Dur ya aşırı stres oldum.” Eymen duruşunu değiştirip bize arkasını dönüp asansöre doğru bakarak düşünme pozu vermeye devam etti. “Şimdi dövmeye kalksam ikisi de sırık gibi, tamam, yanındaki daha kısa ama…”
“Yine olan bana oldu,” diye homurdandı Yener.
“Kabul etsem kendimi geyik gibi hissedeceğim, kabul etmesem ve dayak atayım desem, dayak yeme ihtimalim var. Kafam çok karıştı.”
“Birader, iyi misin, değilsen arayıp polise kendimi şikâyet edeceğim, çok strese soktun beni,” dedi Yener ürkmüş gibi.
“Eymen,” diye fısıldadım. “Saçmalama istersen.”
“Sen saçmalama!” diye bağırarak bana doğru dönen Eymen, birden Gurur’u işaret etti. “Tırmanma sporuyla ilgilendiğini bilmiyordum. Bu ne?”
“Ayıp olmuyor mu? Sadece soruyorum,” dedi Gurur sakince.
“Ablamla konuşuyorum, erkek kardeşi olarak,” dedi Eymen sadece.
“Tamam, erkek arkadaşı olarak alındığımı söylüyorum ben de.”
“Yalnız ben erkek kardeşiyim?”
“Olabilir, ben de erkek arkadaşıyım.”
“Yalnız ben yaklaşık on dokuz senedir erkek kardeşiyim, doğdum doğalı.”
“Tamam, ben bir süre daha erkek arkadaşı olacağım.” Eymen böbürlenir gibi bakınca Gurur ekledi: “Sonra kocası olurum.”
Eymen, olduğu yerde felç olmuş gibi donup kaldığında, babaannem Road Runner gibi saniyeler içinde arkamda belirirken, “Ay kocası mı? Ol ol!” diye bağırdı.
Sonra, Eymen’e inen inme birden bana da indi ve Gurur’a bakakaldım.
Yener çenesini kaşıyarak, “Sen koskoca komando, girdiği hâllere bak. Meğer içinde yıllardır düğün isteği varmış,” dedi düşünceli bir sesle.
“Komando mu?” Eymen ikinci bir şokla kaskatı kesildi. “Bu komando mu?”
“Aslanım,” dedi Yener böbürlenerek. “İki dağcı komando diyecektin herhâlde?”
“Sen de mi komandosun?”
“Benzetemedin mi?”
“Sanki biraz cılız mısın sen?”
“Yok kanka, değilim aslında.” Yener, kendini inceledi. “Değilim be, bu çok iri. Onun yanında öyle duruyorum ben.”
“Ha, anladım. Zor oluyor mu?”
“Kanki zor tabii ya, gece nöbeti falan. Koskoca komandoyuz, buna beş gün önce tuvalet temizlettiler ya,” dedi Gurur’u işaret ederek.
“Hadi be,” dedi Eymen. “Tuvaleti siz mi temizliyorsunuz?”
“Ne alakası var, ben tuvalet falan temizlemedim,” dedi Gurur sertçe.
“Ay olsun ekmeğini taştan çıkartır bu valla,” dedi babaannem araya girerek.
Babaanneme, “Ya ne alakası var, sen de bir dur şimdi,” diye çemkirdim.
“Dağların aslanına tuvalet temizlettiler, hem de tüm tesisi bu temizledi,” dedi Yener hüzünlü bir sesle.
“Her neyse,” dedi Eymen bir anda ciddileşerek. “Saygı duyuyorum.” Bu tepkiyi beklemediğimden ona bakakaldım. “Bana öyle bakma. Yirmi üç yaşındasın, bir aptal gibi davranmamı mı bekliyorsun? Hayat senin hayatın. Tuvalet temizleyen bir komandoyla mı olacaksın? Ol.”
“Tuvalet temizlemiyorum.”
“Niye yalan söylüyorsun çocuğa, temizledin.”
“Sus, sana ne?”
“Doğruları söyleyince sussun Yener tabii…”
“Sen mi doğru söylüyorsun?” Birden kendi aralarında sessiz bir kavgaya girmişlerdi. “Sen sahtekârsın be.”
“Ben mi sahtekârım? Hadi lan oradan, sensin sahtekâr.”
“Senden alası mı var lan?”
“Aynayla mı konuşuyorsun? Tuvaletteki aynalara çok baktın herhâlde…”
“Gebertirim seni.”
“Cart kaba kart,” dedi birden Yener, bir an babaannem de Eymen de ben de Gurur da donup ona bakakaldık. “Dur, geri alıyorum. Hadi lan oradan.”
“Sen kadınlarla sadece o iş için takılmıyorsun, altın günü falan da yapıyorsun, biliyorum ben,” dedi Gurur.
Babaannem, “Ne işi?” diye sorunca, Yener ona kısaca baktı.
“Teyzeee!” diye bağırdı ve babaannem olduğu yerde sıçradı. “Seninle olmaz o iş, olmaz!”
“Ne oluyor ya?” Eymen beni kolumdan tutup kapıdan dışarı çekince şaşırdım ama karşı koymadım. Ayağıma sporlarımı gelişigüzel geçirerek apartman boşluğuna doğru yürüdüm. Arkamızda bıraktığımız Yener ve Gurur, babaannem ile kapıda dikilmeye devam ediyordu ama biz çoktan binanın dışına çıkmıştık bile. Eymen beni önüne çekip sakince, “Oradaki karmaşada konuşamadık,” dedi, şaşkınlığım artsa da sadece başımı salladım. “Ne olursa olsun,” binanın sokak kapısına baktı, “bu tür delilerle takılıyor bile olsan, her zaman sana destek olacağım, biliyorsun değil mi?”
Dudaklarım istemsiz yukarı kıvrıldı. Biliyordum. “Evet.”
“Yaşadığın o boktan ilişkiden sonra bir daha yapamazsın sanmıştım,” dedi, bir anda defterin yaprakları aralanmaya, rüzgârın etkisiyle sayfalar çevrilmeye başladı. Sessizlik kanıma bile çöktüğünde Eymen’e öylece baktım. “Hey, seninle gurur duyuyorum.”
“Tüm bunları…”
“Niye mi söylüyorum?” Eymen, gülümsedi. “Çünkü kıskançlık tatlı bir paylaşamama durumu olarak kalmalı.” Bir an şaşkınca kardeşime bakakaldım. “Kıskanmak sevimli bir çekişme olmalı, yüzü gülümsetebilmeli. Şiddete dönüşmemeli.” Derin bir nefes aldı. “Tabii ki canını sıkarsa onun uzun götünü tekmelerim ama…” Gözlerimin içine baktı. “Kılına zarar gelse dünyayı yakacak bir kardeşin var, doğru ama bunun böyle olması, bana senin hayatına karışma hakkını vermez.”
Bu gece olacakları hatırlayınca bir adım geri atıp ağlama isteğiyle sarsıldım. Bu dünyada beni her şeyden, her kötülükten, içimi acıtan her duygudan koruyacak bir baba ve erkek kardeşe sahiptim, şanslıydım. Bu bana, bu gece için daha büyük bir güç akışı olarak dönecekti, biliyordum.
“Hayatının bir dakikasını bile boşa yaşama,” dedi erkek kardeşim gözlerimin içine bakarken. “Her kadın, bir dakikadan fazlasını hak eder.”
“Aptal,” diye fısıldadım gözlerimi yakan yaşlarla. “Seni seviyorum.”
Eymen, uzun zamandır yapmadığı bir şeyi yaparak beni kollarının arasına çekip sıkıca sarıldığında, güven hissi iliklerimi ateşe veren ucu yanık dal parçaları gibiydi.
“O adamı tanıyacağım,” dedi. “Bu gece eğlen. Sabah bunları koltukta oturup uzun uzun konuşalım.”
“Büyümüşsün,” diye fısıldadım.
“Abla, sadece insan olmayı öğreniyorum.” Bana gülümseyerek geri çekildi.
Eymen, beni binanın önünde bırakıp, son sözünün yankısı içimde sürmeye devam ederken binaya girerek gözden kayboldu. Bir süre bu gece olacakları, kardeşimin gözümün önünde büyüyüşünü, bundan sonra olabilecekleri düşünerek öylece bekledim.
Gurur ile Yener binadan çıktığı anda Gurur’un aracına yöneldik. Sıradaki adım ne olacaktı bilmiyordum ama tüm sorular dilimin altına yuvarlanarak yok olup sessizliği doğurdular. Ön yolcu koltuğuna binen ben olmuştum, Yener arkaya binmeyi kendisi istemişti. Evimin olduğu sokaktan çıkarken gözlerim son kez oturduğum binaya dokundu ve bina gözlerimin önünden silinirken bakışlarım yavaşça yola devrildi.
Yener, “Nihan ve Vural’ın tuttukları bir ev var,” deyince süren sessizlik sonlandı, bakışlarım yoldayken kulağım Yener’deydi. İki koltuğun arasına girip tam ortamızda durmuş, akan yolu izlerken konuşuyordu. “Önce oraya gideceğiz, o ev gidilecek bardan biraz uzakta ama hazırlanmanız için epey süreniz olacak.”
“Plastik makyaj yapılacak mı?” diye sordum, Nihan’ın bahsettiği makyajda yüzümü biraz değiştirmek için hilelere başvurmamız gerekiyordu.
“Onun gibi de denilebilir. Gerçek saç görünümündeki peruklarınız için tam 7000 lira harcadık,” dedi Yener sakince. “Takması biraz zor ama Nihan bu işlerde bilgilidir.”
“Tamamen gerçekçi mi?”
“Tamamen, kafanın derisinden daha çok derinmiş gibi duracaktır,” dedi Yener, Gurur ise onun aksine sessizdi.
“Bir otele mi gidilecek?” Bu soruyu sormamla ikisinin de gerildiğini hissettim.
“Hayır,” dedi Yener sakin kalmaya çalışarak. “Muhtemelen o sizi bir eve götürmeyi isteyecek, bildiğim kadarıyla herif otelde görmüyor işlerini.” Derin bir nefes aldı. “Sizi götürdüğü eve Nihan ya da sen böcekleri yerleştireceksiniz, biz kayıt alıyor olacağız ama ne olur ne olmaz diye Nihan’ın ve senin birer mikrofonunuz olacak, konuşmaları dinleyeceğiz ve işler yolunda gitmezse artık Yallah Bismillah.”
“Hayır, siz karışırsanız başınız belaya…”
“Size bir şey olurken orada durup götümüzü büyütecek değiliz, Zeliha,” dedi birden Yener öfkeyle, sonra tekrar sakin kalmayı dener gibi konuştu: “Kayıt bozulmalarına karşı telefonlarınızın ses kayıtlarını açarak çantanızda bekletirsiniz. Bir de kıyafetlerinizin detaylarına kimsenin göremeyeceği kadar minik casus kameralar takılacak, görüntü almak iyidir. O adamlara bu şekilde şantaj yapılır, bu askerin değil, daha çok taşaklı kodamanların yapacağı işlerdir. Bu yüzden ilk hedefi başkaları olur, biz değil.”
“Akıllıca,” dedim soğukkanlı görünmeye çalışarak. “Peki bu adamın sapkın fantezilerini açığa nasıl çıkaracağım?”
“Aslında sadece bağlanmaktan ve BDSM ilişkiden hoşlandığını söylemen yeterli. Gözünde hakikatli bir erkek gibi görünmek istediğinden deneyimlerini seninle paylaşacaktır,” dedi Yener ama Yener’in cümlesindeki bazı ayrıntılar Gurur’un birden gaza basmasına ve aracı uçurur gibi hızlandırmasına neden olmuştu. Yener’in gözleri sakince Gurur’a dokundu, sonra tekrar konuştu: “İki kadına kendini kanıtlamak için emin ol her hünerinden bahseder.” Sanki iki kadın ayrıntısını Gurur’u sakinleştirmek istiyor gibi vermişti. Sanki orada tek olmayacağımı, Nihan’ın benimle olacağını Gurur’a söylemenin bir diğer yoluydu bu.
“Ona nasıl yaklaşacağım? Yani…”
“Madem bilmiyordun, neden bu işe girdin?” diye sordu birden Gurur sertçe, çenesinin kaskatı olduğunu gördüğümde durup ona bakakaldım. Yener de ona bakıyordu.
“Ben sadece…”
Direksiyona sertçe vurdu. “Seni oraya eskort avı için gitmiş bir bar dolusu şerefsizin arasına yolluyorum,” dediğinde gözlerim irileşti. “Daha fazla soru sorup beni yolun sonuna gelmişken vazgeçirme.”
“Bağırmana gerek yok, seni anladım,” dedim yavaşça. “Soru sormak zorundayım çünkü ben de bu geceyi elime yüzüme bulaştırmak istemiyorum.”
“Bu gecenin neremize bulaşacağı sikimde değil benim,” dedi Gurur dişlerinin arasından. Gözleri doğrudan yoldaydı. “Benim umurumda olan sensin.”
Beklenmedik itirafı Yener’in kaşlarını kaldırarak yavaşça arkaya yaslanmasına ve aramızdan çıkmasına neden olduğunda, titreyen ellerimi kotumun kumaşına bastırarak göğsüme ektiği hissin geçmesini beklemeye başladım. Bir süre konuşmadık. O da ben de Yener de… Ta ki araç, bahsettikleri evin kapısının önünde durana dek…
Telefonuma düşen bildirimle kafamı kaldırıp yutkundum. Telefonumu çıkardığımda gruba gelen mesajı görmüştüm.
Hakan Basri Şenkaya: Vardınız mı?
Devran Soydere: Sizi bekliyoruz.
Vural Demirezen: :@
Hakan Basri Şenkaya: ?
Vural Demirezen: Özr dlrm
Telefonun ekranı karardı. Yener kapıyı açıp araçtan indiğinde ben ve Gurur hâlâ aracın içindeydik. Yener’in aracın kapısını açmasıyla içeriye soğuk dolmuş olsa da kapattığı anda soğuğun önü kesilmişti. Bakışlarım bir süre ön camdan dışarıda durdu, binanın önündeki sokak lambasının altında oturan sarman kediyi izledim. Yener, binanın demir kapısını açıp bahçeye girdi, demir kapının kapanırken çıkardığı gıcırtıyı dinledim ve sonra yine sessizlikle buluştuk.
“Bağırmak istemedim,” dedi Gurur sonunda konuştuğunda. Bunu ben de biliyordum. “Ama bataklık her sesi yutar, Zeliha. Biz seninle bir bataklıktayız ve beni duyabilmen için bunu yapmaya mecburum.”
Sustum, sessizliğim onu rahatsız etmiş gibi yeniden konuştu.
“Bu gece her şeyin yolunda gitmesi için ben elimden geleni yapacağım, sen elinden gelenden fazlasını yapmaya çalışma yeterli,” dediğinde aramızda görünmez bir bağ, bir zincir gibi ikimizi birbirine bağlamış gibiydi.
“Bu gece her şey yolunda gidecek,” dedim ve ekledim: “Öyle olmasını umut ediyorum.”
“Evet, hatta gidip Eylül ile alışveriş yapacaksınız, değil mi?”
“Evet,” dedim neşesiz bir sesle ama bunu beni neşelendirmek için söylediğini biliyordum. “Mert bana şans dileyebilir mi?”
“Zeliha.”
Gurur birden aramızdaki mesafeyi kapatıp beni aracın kapısıyla kendi arasına alınca, karanlık araçta onu bulan bakışlarım ıssızlaştı. “Bu gece Mert’in sesini duyamıyorum.”
“Anladım,” dedim yüzü neredeyse yanağıma dokunacak kadar yakınımdayken. Başımı tamamen ona çevirdim ve fısıldadım: “Önemi yok.”
Tam kapıya uzanacaktım ki, çenemi tutup yavaşça kendine çevirmesiyle, gökyüzüne yığılan bulutları yırtan beyaz ölüm parçaları, gecenin içinden geçerek yeryüzüne düşmeye başladı. Gözlerim buz sıcağı gözlere dokunduğunda bir şehre ölüm gibi kar yağıyordu.
“Ama Gurur burada,” dedi, “Gurur buradayken şansa ihtiyacın yok.”
Dudaklarını dudaklarıma bastırdığında, gecenin koynunda ıssız ve bir zamanlar yalnız olmama rağmen çok kalabalıktım; şehre ölüm taneleri düşüyor, o beni öperken gözlerimin kenarlarından yanaklarıma yağmurlar yağıyordu.