Kalbine karanlık değen bir yazarın bile ilk satırları beyaz kâğıda dökülürdü.
Ben beni yazan kadının parmak uçlarındaki açık yaralardan sızan kan rengi mürekkeptim. Çocukluğumu zihnimdeki karanlık bir mahzende kilitli tutuyordum. O çocukluk, kalbinde kırık bacağıyla koşan sakat ata rağmen o yarıştan galip çıkacağını sanmıştı. Kalbimin derinliklerinde zalim bir duyguyla o çocuğu bugüne o odanın içinde hapis tutarak getirmiştim. Şimdi bir melodi sesi geçmişin içinden koparak şimdiye yayılıyordu. Saçlarım, düşüncelerimden kadar ağırdı. Gözlerimi araladığımda, o çocuk onu sakladığım karanlık odanın kapısına sırtını yaslamış, dizlerini çenesinin altına koyarak yaşlı gözlerle alıştığı karanlığı izliyordu.
Onunla uyumuştuk ve bu ilk değildi. Uyanmıştım ve yanımda değildi, bu da ilk değildi. Karanlığın bir mahzene çevirdiği odasına yavaşça sızan melodinin yarattığı o yakıcı tanıdıklık hissi içimi delip geçmişti; ruhumun damarlarıma tutunarak yığıldığı yerden doğrulup kalktığını hissettim. Siyah saçlarım omuzlarıma yığılırken gözlerim karanlığa alışana dek bekledim ve melodi sessizliğin içinde daha da güçlendi.
Çıplak ayaklarımı yere bastığımda zemindeki soğukluk içime işledi. Üşüdüm. Bakışlarım bir süre daha karanlığı dövdü, tıpkı o hoş melodinin göğsümün içine yerleştirilmiş kimsesiz kalbi dövdüğü gibi… Sonunda odadan çıktım ve karanlık koridoru etkisi altına alan melodiye dikkat kesildim. Nereden geldiği tam olarak belirsiz olsa da bir piyanonun kalbinin atış sesleri olduğu kesindi. Melodi sanki bir trendi ve ben paslanmış demirden raylardım, tekerleklerine kattığı hızla beni paramparça ederek üzerimde ilerliyordu. Dağınık saçlarımı düzelterek yavaşça koridorda ilerlemeye başladım. Melodinin her bir zerresi içinde kimsenin sırtlanamayacağı türden ağır bir geçmiş taşıyordu sanki.
Işığın yavaşça sızdığı açık duran kapıya doğru ilerledim, hemen mutfağın çaprazındaki kapıydı ve geldim geleli kapalı olan bu kapıyı ilk kez aralık görüyordum, üstelik içeriden de dışarıya doğru hafif bir ışık yayılıyordu. Parmaklarımı kapıya bastırıp ahşap kapıyı yavaşça itince, kapı tamamen açıldı ve ışığın sızdığı boş odaya karşılaştım. Melodinin sesi artık daha kuvvetliydi. Yavaşça odaya girdim, odanın içi dardı ve bir duvar ile ikiye ayrılmıştı. Duvarın diğer tarafında da bir kapı aralık duruyordu. Boş, odanın içinde ilerlerken pencereden içeri dolunayın gür ışığı ayaklarımın önüne serilmişti. Aralık olan diğer kapıya yaklaştığımda duraksadım. Bu evde böyle bir oda olduğunu bile bilmiyordum ama odanın hemen içinde geniş cam bir kapı duruyordu; cam kapıdan içeriye dolunayın gümüş rengi akıyor, gümüş renkli ışık doğrudan siyah piyanonun üzerine serilmiş uzanıyordu. Piyanonun önünde, piyanoya ait siyah sandığın üzerinde sırtı bana dönük şekilde oturan adamı tanıyordum. Çıplak ve esmer omuzlarına ay ışığı vuruyor, teni o ışığın altında bronz bir elmas gibi parıldıyordu.
Her bir tuşa basışında sırtındaki kaslar hareket ediyor, melodi bir rüzgâr sesini ve yükselen okyanus dalgasının sesini zihnime taşıyordu. Bu müziğin içimde bir yerlere canımı yaka yaka dokunduğunu hissettim.
Efken Karaduman piyano çalıyordu.
Siyah saçları, ay ışığının altında karanlık bir denize yakamoz parçaları düşmüş gibi ışıldıyordu. Her bir tuş, teninde bir kasın seğirmesine yol açıyordu. Omzumu kapının pervazına yaslarken bedenimdeki tüm dermanın çekildiğini hissettim. Birden yüreğimin derinlerine acıyı pare pare işleyen bu melodi beni kederle doldurmuştu. Daha önce bir yerde duyduğum bir melodi olmadığına emin olmama rağmen, sanki kalbim bu müziğe anılarını gömmüş gibi acıyla, derin bir hüzünle çarpmaya başlamıştı. Dejavu hissi öyle kuvvetliydi ki, eğer kapıya yaslanmış olmasam dizlerimin üzerine çöküp ağlamaya başlardım.
Efken durmadı, o melodiyle ruhumu yakmaya devam etti. İçimdeki yangın tüm ormanı etkisi altına alabilecek kadar kuvvetliydi; karları bile yakardı. Birden zihnimde o görüntü öbekleri belirdi. Karların tıpkı cehennemin kazanlarında kaynayan alevler gibi kızıla döndüğünü gördüm, kan renginde kor gibi yanan kar tanelerinin içlerinde parlayan alev sarısı yansımalar gözümü alıyor, tenim ateşin çıkış noktasıymış gibi cayır cayır yanıyordu.
İçeri geçmişten bir hayalet gibi süzüldüm.
Efken varlığımı çoktan fark etmiş olmalıydı ama durmamıştı, melodiyi zamana yayarak anılarımın içine kazımaya devam etmişti. Tam arkasında durup dövmeli parmaklarının beyaz siyah tuşların üzerine bıraktığı izleri izlemeye başladım. Aramızda üç adım vardı ya da yoktu, kokusu ciğerlerime soğuk ile birlikte doluyordu. Teninden yayılan sıcaklık aramızdaki mesafeye rağmen tenime ateşin başındaymışım gibi vuruyordu. Kazağımın kollarını avuçlarımın içine alarak ona doğru bir adım daha attım; içgüdüsel olarak yaptığım bu şeye sanki içgüdüsel olarak tepki verdi ve oturduğu siyah sandığın üzerinde öne doğru kayarak bana yer açtı. Konuşmasak bile bedenlerimiz birbirlerinin hareketlerine odaklanmış gibiydi. Arkasında kalan boşluğa bacaklarımı bir bir öne doğru uzatarak oturdum ve yanağımı çıplak, sıcak sırtına yasladım. Gözlerimi yavaşça yumduğumda, Efken’in kaslarının dokusu her bir tuş ile doğru orantılı olarak tenimin altında hareket ediyordu.
Ona bu denli yakın olmak tuhaftı ama engellenemezdi. Kendimi ona yaslanmış hâlde bulduğumda bunu durdurmak istemedim. Geri çekilemedim ve o da geri çekilmemi istemedi. Ruhumda her anının yazılı olduğu bir roman saklıyordum ve şimdi o anılardan birinin yazılı olduğu sayfa alev almış, tek bir anı tüm roman sayfalarına bedel olmuştu. Gözlerimi sıkıca yumup yanağımı sıcak sırtına tamamen yasladığımda gözlerimin gerilerinde biriken duygular gözyaşlarına dönüşmeye başlamıştı. Sırtı sanki en hakiki yangınların bile içinde söndüğü derin, karanlık bir kuyuydu; bir mezardı ve hatta bir uçurumdu.
Melodi uzun süre zihnimdeki ateşleri tazeledi. Ruhumda çıkan yangın büyüdü. Romanın sayfaları ateşlere teslim oldu, düşüncelerime dokunan ateş yangının harlanması ve büyümesiyle daha da ölümcül seviyeye ulaştı. Şimdi zihnimde artık ulaşamadığım o eski anılarla dolu görüntüleri taşıyan film bobinleri bile alevlere teslimdi. Her duygu içimde müthiş bir hızla büyüyerek damarlara ayrılıyor ve duyguların ağırlığı karşısında aciz nefesler alarak bu hissin yok olmasını bekliyordum.
“Seninle ne yapmam gerektiğini bilmiyorum,” diye fısıldadığında, melodi parmak uçlarında son nefesi vermişti. “Seni yanımda tuttuğum sürece, beni neyin beklediğini bilmiyorum.”
Kelimeleri içime batan keskin cam kırıkları gibiydi. Sanki kelimeler sesinden kayıp düşmüş, parçalanmıştı ve ben de o parçalara ellerimi uzatıp onları bir araya getirmek için kanımı akıtmaya başlamıştım. Oysa ne olursa olsun, parçalanan bir daha eski hâline dönmezdi ve keskin bir parça onu birleştirmek için dokunsan bile ilk seni keserdi.
“Varlığım seni rahatsız ediyor mu?” diye sordum, kısık sesim ortama dağıldığında Efken piyanonun bir tuşuna daha dokundu ve oluşan ses, kalbimin derinliklerine akarak hislerimin üzerini örttü.
“Hayır,” dedi, biliyorum, dürüsttü. “Ama sen beni rahatsız ediyorsun. Üzerimdeki hükmün beni rahatsız ediyor. Yapabileceklerini tahmin edebiliyorum ve bu tahminler henüz gerçek değillerken bile beni rahatsız ediyor. Henüz sadece bir ihtimalken bile canımı sıkıyorsun.”
“Üzgünüm,” dedim yutkunurken. Boğazıma kan tadı oturunca kaşlarımı çattım. Sanki kuramadığım her cümlenin öldürdüğüm cesedinden sızan kan ağzımın içini bir ecel nehrine dönüştürüyordu.
Bir tuşa daha bastırınca, az önceki ses birden iki sesin çarpışmasıyla melodiye dönüştü. Efken’in parmakları sanki bedenimde dolaşıyor, kusursuz parmak uçlarındaki dokunuşlar beni fethediyordu. Piyanonun tuşlarına bana dokunuyormuş gibi yavaşça dokunuşunun ardından piyanonun derinliklerinden yükselen sesleri kalbimden yükselen atış seslerine benzettim.
“Kolay değil, biliyorum. Ama benim için de kolay değil.” Kelimelerini taşıyan sesi melodinin arkasında bir hayalet gibi ilerleyerek zihnimin içine daldığında hazırlıksız yakalanmış gibi hissetmiştim. Parmakları tuşların üzerinde gezinmeye başladı ve bu kez tanıdık bir melodi etrafı sardı. Moonlight Sonata diye düşündüm sessizce, bu eseri nereden biliyordu? Sorular zihnimin içine daha sonra uyanmak üzere derin uykuya dalan bir canavar gibi çöktü. “Kendim de dahil olmak üzere etrafımdakilere sadece zarar veriyorum.”
“Ama onları korumaya da çalışıyorsun.”
Melodi devam ediyordu.
“Evet,” dedi. “Zaten bu yüzden zarar görüyorlar. Benim çevremdeki her düşman, önceliği bana değil, korumaya çalıştığım insanlara verir.” Düşmanları olduğunu biliyordum, konunun ne olduğunu, ne tür insanlarla takıştığını bilmesem de onun gibi birinin düşmanları elbette olmalıydı. Karanlık bir aura salgılıyordu. “Belki de seni etrafımda tutmam seni en büyük hedef hâline getiriyordur. Efken Karaduman’ın yanında bir kadın olmaz, birçok kadın olur ve hiçbiri kalıcı değildir. Senin varlığını fark ederlerse bir açığımı yakaladıklarını düşünecekler.”
Derin bir nefes aldım. “Bana yardım etmeye çalışıyorsun.”
“Çalışmıyorum,” deyince duraksadım, yanağım hâlâ sırtındaydı. Melodiyi yaratmaya devam ettiği. Tıpkı müziği var eden bir tanrıya benziyordu ve yarattığı müzik kalbimin içinde ölmüş bir anıyı yeni baştan canlandırıyordu. “Ben bencilim, Medusa,” dedi sertçe. “Seni sadece yanımda olmanı istediğim için yanımda tutuyorum. Yardım etmek istediğim için değil.”
Kalbim paramparçayken, “Ama bana yardım edeceksin,” diye fısıldadım.
“Kahretsin ki edeceğim.” Yutkunduğunu duydum, sesi yine yıkıcı bir tona yükselmişti. “Ama her şey elimde olsaydı, her şey benim istediğim şekilde olabilecek olsaydı, sana asla yardım etmezdim.”
Kurduğu cümle bana solmuş bir gülü hatırlatmıştı; eskiden kırmızı olan ama ölümü tattığı için kahverengiye dönen, yapraklarında siyah çürükler olan… Sanki kurduğu bu cümleyle birlikte içinde o gül solmuş, yaprakları çürümüştü. Melodi var edilmeye devam ederken nefesim boğazımı yaktı ve gözlerimi yavaşça araladım. Ayın gümüş renkli ışığı onun çıplak bedeninin yarısını aydınlattığı gibi benim de yüzümü ve koyu renk saçlarımı aydınlatıyordu.
“Söylediklerime inan,” diye fısıldadım.
Küçük, koyu renk saçları omuzlarından aşağı lüle lüle akan bir kız çocuğu içinde olduğumuz boş, ortasında tek bir piyanoya ev sahipliği yapan odanın zemininde koşturuyordu. O kız çocuğunu Efken göremiyordu ama o kız çocuğunun ruhu, can acıtan ezgiyle var oluyor, müzik her yanı sardıkça kız çocuğu yaşlarını alarak gözümün önünde usul usul büyüyordu.
“Ben kimseye güvenmem.” Sessizliğimi korudum, onun üç kelimelik cümlesi ise kalbimi ağrıtmıştı. “Bana kanıtlasalar da inanmam. Sen bana kanıtlanması belki de bin asır sürecek şeylerle geliyorsun ama içimde bir yer sana inanmak istiyor. O yer sana tutunuyor ve sana inanıyor.” Birden sustu, sanki konuşmak onu dehşete düşürüyordu, sanki tüm bunlar onun değil, kalbinin düşünceleriydi. “Eğer yapabileceğime inansaydım, seni öldürürdüm. Çünkü varlığın beni dehşete düşürüyor.”
Yanağımı korkusuzca onun sırtına sürttüğümde bedeni buna tepki olarak yavaşça kasıldı. Melodi serin bir dalga gibi içime çarparak ruhuma yayılırken gözlerimi tekrar yumup ellerimi güçsüzce belinin iki yanına yerleştirdim. Bu defa dokunuşuma herhangi bir tepki vermedi. Bedenim birden bedenine karşı zerre yabancılık duymadı, sanki ona dokunmak benim için nefes almak kadar doğaldı. Ellerim karnına doğru kaydı ve parmak uçlarım birbirleriyle tam karnının üzerine temasa geçti. Onu yavaşça sarmıştım ve bu olurken sadece nefes alıp vererek müziğine devam etmişti.
Kar tanelerinin düşmeye başladığını, bedenimizi altına alan gümüş renkli ay ışığının üzerinde oluşan gölgelerden anlamıştım. Kar taneleri döne döne düşüyor, bedenimize soğuğun siyah izlerini çiziyordu. Ona sarılırken kendimi olmam gereken yerde, olmam gereken kişiyle, olmam gereken andaymışım gibi hissediyordum.
“Kendimi yalnız hissediyorum,” dediğimde duraksadığını hissettim. Gözlerimi yumduğumda ayın ışığının vurduğu yüzümden akan kar tanesi gölgelerini gözlerim kapalıyken bile hissedebilmiştim. “İtiraf etmesi benim için çok güç olsa da kendimi hep yalnız hissettim.”
Parmakları piyanonun tuşları üzerinde yavaşlamıştı ama konuşmuyordu. Melodiyi var etmeye devam etti. Sanki etrafa dökülen benim hüznümün sesiydi. Burnumu çekip gözlerimi açmadan çocukluğumdan bir anıyı zihnime davet ettim. Düşüncelerimin içinden kanlı bıçaklı bir şekilde geçerek zihnimin sahnesinin ortasında beliren o anıda da yalnızdım. Kabul etmesem de ben aslında hep yalnızdım. Etrafımda insanlar varken yalnızdım. İnsanlar çevreme toplanır, ben yokmuşum gibi birbirlerine sokularak gülümserler, hayatlarını bir şekilde devam ettirirlerdi. Benim belli bir yaşa kadar hissettiğim o yoğun yalnızlık tek dostum, tek sığınağım olmuştu. Bir canavar değildim ama insanlar bana yaklaştığında bir canavar kadar korkunç olabiliyordum. İnsanlar bir süre sonra benimle ilgili olan ümitlerini tamamen yitirir, beni görmezden gelmeye başlardı. Onlara göre insanları etrafıma yaklaştırmayan bendim ama benim bu duvarı örmemdeki en büyük sebep yine bu düşünceyle benden uzaklaşan insanlar olmuştu.
“Hep yalnızdım,” diye fısıldadım.
“Şu an yalnız mısın?” diye sorunca durup gözlerimi araladım; kar taneleri döne döne düşüyor, ayın ışığı güçlü bir şekilde parlıyordu. Müziği yaratan parmaklarının hareketleri artık çok daha ağırdı. Notalar onun parmak uçlarında doğuyor, parmak uçlarında büyüyor, parmak uçlarında can veriyordu.
Cevap vermediğim için tekrar daha sert bir sesle sordu.
“Şu an yalnız mısın?”
Onun varlığı içime dolarken, “Hayır,” diye fısıldadım.
“Güzel.” Dişlerini sıktığını hissettim. Notalar parmak uçlarında doğdu, büyüyemeden öldü ve tekrar doğru. “Peki bu gece benim kollarımda uyurken yalnız mıydın?”
“Hayır,” diye mırıldandım, can çekişiyor gibiydim.
“O zaman yalnız hissetme,” dedi ve parmaklarını tuşların üzerinden çekti. O an, müziğin sustuğu, gecenin içeri dolduğu andı. Büyük avuçlarını karnının üzerinde duran ellerimin üzerine kapatarak ellerimi sıcak avuç içlerine hapsetti. “Sen şu an bu ve diğer tüm evrenlerdeki, tüm kainattaki en yalnız olmayan kadınsın.”
Sessizliğimi korudum ama kalbim korumadı. Efken yavaşça bana doğru dönünce ellerimiz birbirinden ayrılır sandım ama şimdi ellerimiz ikimizin bedenleri arasında birleşmiş şekilde duruyorlardı. Kar taneleri yeryüzünden çekilmedi, ay benim yüzümün sol, onun yüzünün sağ tarafını aydınlatıyordu ama dışarıdan bakan biri ikimizin de sol tarafına ışık vurduğunu düşünürdü, ki öyleydi de.
Birden yine o acı verici çekimi hissettim. Ayın ışığı tenimizi közlüyordu sanki. Onun da aynı şeyleri hissettiğini gözlerinin derinliklerinde görebilmiştim. Bir elini kaldırıp yüzüme yerleştirince, kirpiklerimin altında şaşkınlıkla sarsılan gözlerimi kaldırıp onun uçurum mavisi gözlerine baktım.
“İsmin,” diye fısıldadığımda bakışları derinleşti. “Efken ismini ilk kez duydum. Anlamı nedir bilmiyorum.” Gözlerimi kaçırmak üzereydim, konuyu dağıtmaya çalıştığımı anlamış gibiydi. “İsminin anlamı ne?”
“Yıkım,” deyince tek kaşımı kaldırdım. Ona bu kadar uyan başka bir isim daha olamazdı.
“İsminin anlamı bu mu?”
“Evet.” Gözlerimin içine, ta içime bakıyordu. Parmak uçlarında var olan yangınla yüzüme düşen saçı kulağımın arkasına taşıdı. “Şu an sana sinir olmadığım nadir anlardan birindeyiz,” deyince şaşkınlığımı gizleyemedim. “Sonra yine en sinir olduğum kadın sen olacaksın.”
“Şu an yalnız değilim,” diye mırıldandım. “Sonra yine en yalnız kadın ben olacağım.”
“Hayır. Olmayacaksın.” Gözlerimin içine bunu kanıtlamak istercesine baktı. “Ben varken yalnız değilsin.”
“Bir gün olmayacaksın,” diye fısıldadım ve kalbim sanki çığlık atıyormuş gibi şiddetle çarptı. Bu düşünce benden çok kalbimi dehşete düşürmüş gibiydi. Efken’i sadece üç, dört haftadır tanıyordum, o zaman nasıl oluyordu da şimdiden onun yokluğunu düşününce göğsümde bir boşluk uluyordu? Kazazede hisler içimi kangren edecekmiş gibi sıkmaya başlamıştı. Ruhum daralıyordu. Efken de sanki aynı şeyleri hissediyormuş gibi öyle uzun baktı ki gözlerime, ruhum kirpiklerime bulaşan gözyaşlarına dönüşecek ve ben onun önünde ruhumu ağlayacağım sandım.
“O gün, bugün değil Medusa,” dediğinde bakışlarım gözlerindeki akrep ve yelkovanı takip etti; gözleri sanki bizim için zamanı susturmuştu. Zaman şu an onun gözlerinin içindeydi ve gözlerinin içinde zaman ile baş başaydım. Bir eli yavaşça boynuma kaydı, boynumu avucunun içine nazikçe alırken diğer eli artık belimdeydi. “O gün, bugün değil.”
Her dokunuşu, kalbimde ve ruhumda yarattığından bile büyük bir hissi bedenimde yaratıyordu. O küçük kız çocuğu, dalgaları saçları hızından dolayı sırtını döverken odanın içinde koşturmaya devam ediyor, piyanonun etrafında turlar atarken elbisesinin eteklerini uçurarak kendi etrafında dönüyordu.
Kalbimin ibresi onu gösteriyordu.
“O gün bugün değil,” diye fısıldadım yıkıma. “Biliyorum.”
Beni yavaşça belimden yakalayarak kendine bastırdı ve bedenim bedenine yaslandı. Çok kısa bir temasın hemen ardından hızla geri çekildi, sanki bunu yapmazsa kıyamete sürüklenecektik. Piyanoya doğru döndü, çıplak sırtı bana kaldığında yavaşça sokulup yanağımı tekrar sırtına yasladım ve Efken müziğine kaldığı yerden devam etti.
Parmaklarım Efken’in üzeri hafif toz tabakasıyla kaplanmış romanlarında dolaşıyordu. Bana güveniyor muydu bilmiyordum ama evde Yaren olmamasına rağmen beni tek bırakıp, rüyalarımda sahne alan sembolü resmedebilmem için gerekenleri temin etmeye gitmişti. Odası, buraya geldiğim günden beri ilk kez bu kadar aydınlıktı. Gökyüzünde güneş olmasa da mavinin yoğun rengi içeriyi çok iyi aydınlatıyordu. Kitaplardan birini çekip elime aldığım an sırtında yazan yazıyı okumadığım için gördüğüm görüntü karşısında birden donup kaldım. Dante’nin Cehennem’ini elimde tutuyordum. Kapağı tamamen aynıydı. Üzerinde büyük harflerle İLAHİ KOMEDYA yazıyordu ve altında da daha küçük puntolarla CEHENNEM. Tek fark, dehşet içerisinde tuttuğum kapağın yazarının adının olması gerektiği yerde küçük bir puntoyla Anonim Eser yazıyor olmasıydı.
“Hassiktir,” diyebildim, tek diyebildiğim bu olmuştu. Yayınevi kısmında sadece şehrin ismi yazıyordu, bir logo ya da marka ismi yoktu. Sayfaları ellerim titreyerek açarken göreceklerimin beni şoka sokacağından emindim. Rastgele açtığım sayfalardan birinde kitaba ait olan bir cümle yazıyordu. Benden önce her şey sonsuzdu; sonsuza dek süreceğim ben de.
Durdum ve tekrar sayfaya baktım.
İçeri girenler, dışarıda bırakın her umudu.
“Bu o,” dedim dehşetle. “Nasıl ya? Benimle dalga mı geçiyorsunuz?”
Hızla Cehennem’i yerine bırakıp kitap yığınlarının içinde romanları ayıklamaya başladım. Çoğu aynı kapağa sahip eserler benim dünyamdandı ama üzerlerinde Anonim Eser yazıyordu, yazarlarının isimleri yoktu. Yayınevlerinin mührü ya da logosu da yoktu. Sadece Varta yazıyordu. Şehrin ismi vardı, hepsi buydu. Üstelik içerikleri de geldiğim yerle tamamen aynıydı. Sadece bazı romanlarda geldiğim ülkenin isimleri değil, hiç duymadığım ülke isimleri geçiyordu. Sanki biri tüm bize ait romanları buraya göre revize etmişti.
Kitaplardan birinde İngilizlerden bahsediliyordu, bildiğim bir romandı ama roman İngiltere’de değil başka bir ülkede geçiyordu. Konuştukları dil de İngilizceydi ama İngiltere’den bahsedilmiyordu bile. O gün buraya geldiğimde bahsettiklerini hatırladım. Benimle de Türkçe konuştuğum için Türkiye diye bir yer uydurduğum konusunda dalga geçilmişti. Tanrım! Bu kitapların tamamı buraya göre uyarlanmış, birebir aynı eserlerdi. Tek fark şehir, ülke ve bize özel terimlerdi.
“Lütfen, aklımı kaçırmak istemiyorum!” dedim romanlardan birinin kapağını hızla kapatıp gözlerimi yumarak beklerken. O günü anımsadım. Tıpkı bizim gibi Facebook, Twitter, Instagram gibi birçok medya aracını kullanıyorlardı. Hızlı bir şekilde odadan ayrılıp Yaren’in odasına girdiğimde alnım ter damlacıklarıyla doluydu. Laptopunu çalışma masasından alırken kalbimin atış sesleri odayı dolduracak kadar kuvvetliydi. Laptopu açıp hızla şifreyi girdikten sonra internete bağlandım ve Facebook’un kurucusunu araştırmaya başladım. Yoktu. Anonimdi. Anonimdi!
Geldiğim yerde var olan bazı şeyler burada da vardı ama burada her şey anonimdi! Birkaç araştırma yapmıştım. Hepsini hızla, harfleri yanlış yazarak yapmıştım ama gördüğüm sonuçlar beni sakinleştirmemiş, daha da çılgına çevirmişti. Evet, birçok şeyin sonucuna ulaşılamıyordu ama bize ait bazı şeyler burada da vardı. Anonim adı altında birçok şarkımız farklı dillere bile çevrilmiş, farklı insanlar tarafından seslendirilmişti. Birkaç filme de rastlamıştım ama tamamen her şeyi bulabilmiş değildim. Birçok şey tıpkı benim adım gibi sırdı. Anonim eser adı altında bile sunulmamıştı.
Özellikle eserlerin sahiplerini arattığımda asla sonuç çıkmıyordu.
Bir an duruldum. Kısa bir andı. Akşam Efken’in piyano başındaki hâlini hatırladım. Moonlight Sonata… O besteyi biliyor olmasının imkânı yoktu ama onu çalmıştı. Kulaklarımla duymuştum.
Laptopu kapatıp kapağını indirdiğim sırada dış kapının açılıp kapandığını duydum, ardından anahtarlar şangırdadı. Yaren’in odasından yüzüm kireç gibi bembeyaz bir hâlde çıktığımda Efken aldığı poşetleri vestiyerin önüne koyuyordu. Beni fark eder etmez deri ceketinin yakalarını indirip gözlerini bana doğru çevirdi.
Kaba bir sesle, “Hayalet görmüş gibi bakacağına şu poşetleri alsana,” deyince, ruhsuz bakışlarım usulca gözlerine tırmandı. Uçurum mavisi bakışları yüzümde asılı kalmıştı ama ne söyleyeceğini bilemiyor gibi bakıyordu. Birkaç saniye sonunda, “Ne oldu?” diye sordu, sesi sertti.
“Dante’nin eserini çalmışsınız,” dedim kısık sesle.
Tek kaşını kaldırırken yüzü buruştu. “Ha?”
“Cehennem,” diye fısıldadım. “İlahi Komedya.”
Kafası karışmış bir hâlde, “Kitaplarımı mı karıştırdın?” diye sordu. Hem bana kızmak istiyor gibiydi hem de olayı çözmeye çalışıyor gibiydi; sanırım aklı karışan tek kişi ben değildim.
“Dante’nin eserini çalmışsınız,” dedim tekrar şok içinde.
“Kızım iyi misin? Ne saçmalıyorsun yine?”
“O kitap anonim bir eser değil.” Derin bir nefes alarak odasına yöneldim. Arkamdan gelmediğini fark ettiğimde, omzumun üzerinden ona boş boş baktım. “Efken, gel.”
“Ben senin evcil köpeğin değilim, eğilip kuçu kuçu da de istersen.”
“Gel,” diye bastırdım onu duymazdan gelerek.
Bir an yüzü gerildi ama kireç gibi yüzüme uzun süre bakınca bir şeylerin yolunda gitmediğini anlamış olacak ki teslim olarak beni takip etti. Odaya girdiğimizde bedenim kaskatıydı. Efken tüm kitaplarının dağılmış olduğunu görünce, “Ne halt yediğini sanıyorsun?” diye söylendi kaba bir sesle. “Bu odanın hâli ne? Çıldırıp evden kaçman bile olasıydı ama odamı darmaduman etmen değildi. Bunu neden yaptın?”
Cehennem’i yavaşça elime alıp doğruldum ve Efken’e döndüm. “Bu kitabın yazarı anonim mi?”
“Evet,” dedi bana cins cins bakarak.
“Değil.”
“Ne?”
“Dante Alighieri,” dedim. “Bu kitabın yazarının adı.”
“Pekâlâ her geçen gün akıl sağlığını biraz daha kaybetmeye başlayan deli kadın,” dedi Efken sakince. “Bunu nereden çıkardın? Yazarı babanın oğlu falan mı?”
“Ben deli değilim, bunu sen de iyi biliyorsun,” dedim kuru bir sesle. Kitabı yavaşça salladım. “Bu kitap geldiğim yerden.”
“Ne?” İşte şimdi şok olma sırası ondaydı.
“Duydun,” dedim, hâlâ olayın şaşkınlığı içerisindeydim. “Bu kitap oradan ve yazarı da anonim değil. Dante.”
Siyah boğazlı kazağının içinde soğuktan dolayı biraz açılmış esmer tenini izledim. Bir süre tepki vermeden elimdeki kitaba baktı. Ardından derin bir nefes alarak, “Emin misin?” diye sordu.
“Evet. Sadece bu kitap değil, Efken,” dediğimde duraksamıştı. “Kitaplığındaki anonim eserlerin tamamı oradan.”
“Bekle. Ne söylediğinin farkında mısın?”
“Evet,” dedim. “Hiçbirini okumamış olmalıyım, değil mi? Sana hepsinin özetini çıkarabilirim.”
“Medusa…”
“Ciddiyim. Yaren’in bilgisayarını aldım ve araştırdım. Kullandığınız uygulamalar da oradan ve hepsi anonim kuruculardan. Hatta anonim yazar ve bestekarların şarkıları bile oradan.” Derin bir nefes aldım. “Geldiğim yerden.”
“Bu…” Sustu, kelimeleri toparlayamıyor gibiydi. Evet, Efken Karaduman ilk kez kelimeleri toparlayamıyordu.
“Evet, korkutucu,” diye tamamladım onu, bana bakakaldı, sanki kafasının içinden geçen düşüncenin en çok bu cümle ile kanı uyuşmuştu. “Bu konuyla ilgili bize yardım edebilecek biri var mı?”
“En yaşlı ve bilgi sahibi Mustafa Baba,” dedi.
“Efken, sanırım onu görmemiz gerekiyor.”
“Sanırım,” dedi sadece. Bana inanıp inanmadığını bilmiyordum ama şaşkınlığı gözlerinden okunuyordu. Kitap yığınına doğru dönüp kitapları toplamaya başladığımda arkamda dikilmiş beni izlemeye devam ediyordu. Birkaç kitabı yan yana dizdikten sonra, “Anonim eserlerle ilgili bildiklerin var mı peki?” diye sordum yavaşça.
“Burada tek bir yayıncı, tek bir matbaa var, her şey oradan çıkar,” dediğinde onu can kulağıyla dinliyordum. “Anonim eserler genelde isimsiz gönderilerin içinden çıkar. Kapaklarına kadar tasarlanmış bir kopyasıyla gönderilir. Hatta sırf kapakları da tasarlanmış bir çıktı şeklinde gönderildiği için eserlerin hep aynı kişiye ait olduğu düşünülmüş bir süre. Tabii yıllar geçtikçe bu iş devam etmiş. Konular ve hikâyeler hep farklıymış,” dedi Efken. “Bunun bir akım olduğu düşünülmüş ve kabul edilmiş. Anonim eserler yüzyıllardır var.”
“Peki film ve şarkılar?”
“Onlar da aynı şekilde anonim olarak bırakılıyor. Öyle kabul ediliyor.”
“Hiç kimse bu şeyi sorgulamadı mı gerçekten?” Kitaplardan birini sertçe boşluğa sokunca, Efken, “Yavaş,” diye homurdandı.
“Hiçbiriniz Facebook gibi bir siteye kaydolurken bunun kimin fikri olduğunu merak etmediniz mi cidden?”
“Neden edelim? Geri zekâlı gençler orada düzüşecek birkaç flört bulur ve aptal saptal paylaşımlar yaparlar. İnsanlar kendilerini gösterecek bir yer bulduklarında bu yeri kimin tasarladıklarını önemsemez.”
“İbrahim size bunlardan bahsetmedi mi?”
“O deliyi sikine takan var mıydı sanıyorsun sen?”
“Kendinize ait bir şeyiniz var mı bari?”
“Anonim olmayan birçok eserimiz var,” diye homurdandı Efken.
Bir an duraksadım. “Mesela?”
Kitaplardan birini çıkardı, kitabı bana uzatırken birden tüylerim diken diken oldu. Bu kitabı yığıntının içinde görmemiştim bile ama kapağını gördüğüm an tanımıştım. Bu, anonim eserlerimizden biriydi ama hayır, tam kapağın ortasında yazarın ismi yazıyordu ve daha önce hiç duymadığım bir isimdi bu.
“Bu,” diyebildim, sesim titremişti. “Hayır, olamaz.”
“Ne?”
“Bu anonim bir eser,” diye fısıldadım.
“Üzerinde yazarının adı yazıyor.”
“Tamam işte, diyorum ki, bu bizim anonim eserlerimizden. Yazarı bilinmeyen eserlerden.”
Kafam bir çıkmazın içinde karman çormandı. Efken de şaşkındı, bu net bir şekilde hissediliyordu. Belki de boyutlar birbiriyle bağlantılıydı. Belki de ben burada sadece bir yansımaydım, bir parçam belki de hâlâ oradaydı. Olabilir miydi? Kafam çok karışıktı. İçimden bir ses böyle olmadığını, tek ve bütün olarak burada olduğumu söylüyordu.
“Belki de işler böyle ilerliyordu,” dedi Efken ve o an kafamı kaldırıp ona baktım. “Bu konuyu Mustafa Baba ile konuşacağız. Şimdi gidip senin için aldıklarıma bir bak. Renklerle oynuyor musun bilmediğim için bulduğum her rengi aldım.”
“Sadece siyah yeterli,” dediğimde başını salladı.
“Aldıklarım yetmezse benim de siyah akriliklerim, yağlı boyalarım var.” Bana ne durumda olduğumu anlamaya çalışıyormuş gibi baktı. O benden daha soğukkanlıydı, ben hâlâ bir hayalet gibi bembeyaz olmalıydım. “Medusa,” dediğinde kafamı kaldırıp tekrar ona baktım. Bana böyle seslenmesine alışmaya başlamıştım ama alışmamalıydım. Benim bir ismim vardı. “Senin kadar ben de merak ediyorum bu defa. Öylesine söylemiyorum, geçiştirmiyorum, bu konuyu konuşacağız.”
“Önceden beni geçiştiriyordun yani,” dedim başımı sallayarak. “Her neyse, bunu biliyordum zaten.”
“Bazen çekilmez olabiliyorsun.”
“En azından dürüstüm.”
“Ya da sadece inatçısın ve kendi bildiğini okuyorsun.”
“Karmaşa yaratmaya çalışmıyorum,” dedim dürüstçe. “Gerçekten. Sadece dur ve bir anlığına Mahinev olmaya çalış. Emin ol Mahinev olmak, burnu büyük Efken olmaktan çok daha zor.”
Dudaklarının kıvrılacağını düşünsem de bu olmadı. Bana renksiz bir suratla bakarken sadece, “Büyük konuşuyorsun,” dedi.
“Büyük konuşmuyorum. Neler hissettiğimi bilmiyorsun,” diye fısıldadım. Tam yanından geçecektim ki, birden bileğimden kavrayarak beni durdurdu. Bileğimi mengene gibi saran yüzüklerin ve dövmelerin olduğu parmaklarına, ardından yüzüne baktım. Dişlerini sıkmış, yüzünde dizginlemeye çalıştığı bir öfkeyle gözlerimin dibine bakıyordu. Ruhumu görürse öfkesi geçermiş gibi bakıyordu ama bu defa çıplak ve yaralı ruhumu ondan gizlemiştim. Dişlerini her nasıl sıktıysa yanaklarında oluşmuş ölüm çukurları çok derindi. Elmacık kemikleri tenini yırtacak ve dışarı doğru sivrilecekti sanki.
“Kendi hissettiklerine öyle çok odaklanmışsın ki etrafındaki insanların hisleri biraz bile umurunda değil, değil mi?” diye sordu. “Tıpkı bencil ve şımarık küçük bir kız çocuğu gibisin.”
“Bunu bana bencil olduğunu haykıran adam mı söylüyor?”
“Sana söylenen her şeyi kullanmayı seviyorsun, değil mi?”
“Ne fark eder?” diye sordum sertçe. “Ne hissettiğimi bilmiyorsun.”
“Sen de benim ne hissettiğimi bilmiyorsun,” dedi aynı sertlikle.
“Sen bir şey hissedebilir misin?”
“Ben de hissedemem sanıyordum,” dediğinde duraksadım.
“Neden büyük konuşuyorum, biliyor musun?” diye sordum konuyu dağıtmak ister gibi. “Duy diye. Çünkü öyle bir egon var ki, sadece istersen duyuyorsun insanları. Psikolojiden anladığın doğru ama dediğin gibi, sen bir insanı asla tedavi edemezsin. İstemediğinden değil, yapamayacağından. Sen anca yara açarsın.”
Kaşlarını kaldırdı ama yüzünde hayrete dair bir şeyler oluşmadı. Aksine duymaya alışkın ya da hazırlıklı olduğu bir şeyleri söylemişim gibi soğukkanlılıkla bakıyordu. Gece piyano çaldığı boş odada koşuşan o küçük kız çocuğu şimdi kapının dibine çökmüş, bizi dinlerken çenesini dizlerinin üzerine bastırarak öylece boşluğu izliyordu.
“Anlamışsın,” deyince bir an dilimi ısırmak istedim çünkü Yaren’e söylediklerimin tam tersini yapıyordum şu an. Tıpkı Yaren gibi onu incitmiş olabilir miydim? O soğuk, taştan suratına baktığımda hiçbir şey göremedim. Herhangi bir duygu… Hiçbir şey. Teninden yayılan o kor sıcaklığına rağmen yüzü ve ifadesi buzdandı. Bileğimi sertçe kavrayıp beni kendine doğru çekince bedenim bedenine yaslandı ve sıcak nefesi harıl harıl tenime dökülerek beni kasıp kavurdu. “Ben sadece yara açarım.”
“Sadece bir an olsun sana böyle söylediğim için bir pişmanlık duydum,” dedim keskin bir sesle. Bileğimi sertçe geri çekip, ona neredeyse tokat atacakmışım gibi öfkeli bir ifadeyle baktım. Avucumun içinde yüzündeki buzu kırmak isteyen bir güç yanıyordu. “Sen üzülmeye değmezsin.” Onu iterek yanından geçtim, bedeni sarsıldı ama ne bu onu harekete geçirdi ne de söylediklerim. Öylece durdu, odadan çıkıp gideceğim ânı bekledi. Belki de hiçbir şey beklemedi, sadece durdu.
“Güzel,” diye fısıldadığında elim kapının yuvarlak topazındaydı. “Biri bana üzüleceğine, kalbime birkaç el ateş etsin daha iyi.” Birden kurduğu bu cümleyle yutkundum ve kalbimin içinde taş kadar ağır bir hissin varlığını hissettim. “Ve senin gibiler ne beni üzebilir ne de kalbime birkaç el ateş edebilir.”
“Sen bu söylediğine inanıyorsan sorun değil,” dedim ve kapıyı araladım. “Ama yerinde olsam elime bir silah vermezdim.”
Hisler öyle yoğundu ki, içimdeki sessizliğe bile anlatamıyordum. Düşünüp üzerinde durmam, takılıp saatlerce kafa patlatmam gereken onca şey varken, ben tutmuş onun gibi bir herifin söylediklerine kalbimi yoruyordum. Pahalı poşetleri salona taşırken dudaklarımdan kelimeler devamlı olarak çıkıp gitmek, bir bıçak olup ona saplanmak istiyorlardı ama kendimi tutuyordum. Konuşmayacaktım. Şövale ahşaptandı, kurulması epey kolay, uzun ve şu ana dek kullandıklarım arasında en iyilerdendi. Pahalı ahşabına dokunup duruyordum, pürüzlü değildi, yeni cilalanmıştı ve parlıyordu. Tek bir poşetin içinden birbiriyle sırt sırta gelecek şekilde üç büyük tuval çıkmıştı. Tuvaller oldukça büyüktü, neredeyse bir pencere boyutundaydı ama çok daha büyükleriyle de iş yaptığım olmuştu. Tuvali şövalenin üzerine yerleştirirken uzun, boğucu yoğunluktaki koyu renk saçlarımı kafamın üzerinde büyük bir topuz şeklinde doladım ve fırçalardan birini saçlarıma geçirerek topuzu sabitledim. Bu sabah giydiğim turuncu kazağımın bir kolu devamlı olarak aşağıya düşüyor, tek omzumu açıkta bırakıyordu. Altımda siyah mini penye bir şort, bacaklarımda da dizimin üzerine dek uzanan siyah çoraplarım vardı. Kendimi tüm geceyi bu tuvalin önünde geçirmeye hazır hissediyordum ama önce biraz kahveye ihtiyacım vardı.
Kahve yapıp kurduğum düzeneğin önünde yerimi aldığımda Efken’in duşta olduğunu eve yayılan suyun sesinden anlamıştım. Tenine çarpan suyun şakırtısı öyle kuvvetliydi ki, tüm eve yayılmıştı ve ben de ister istemez o sese kulak kesilmeye başlamıştım. Saatler ilerlemeye başladığında, sonunda palete sıktığım üç rengi karıştırmıştım. Dakikalarca hiçbir şey yapmadan tuvalin önünde durduğumu fark ettiğimde içerisi gölgeli bir karanlık ile dolmuştu. Lacivert, koyu gri ve siyahı birbirine yedirerek parlak, alt tonlarında lacivert parıltıları olan güzel bir siyah elde ettiğimde ince fırça ucuyla taslağımı oluşturmaya başladım. Kahvemin yarısını içmiştim, diğer yarısı ise çoktan buz gibi olmuş, yanıma çektiğim sehpanın üzerinde fincana bıraktığı koyu lekeyle öylece duruyordu.
Rüyalarımda duvarlarda, zeminde, bazen yatağımın beyaz çarşafının üzerinde kömürle ya da kanla çizilmiş şekilde gördüğüm o sembol birçok figürün bir araya getirerek oluşturduğu bir semboldü. Bu yüzden en baştan, en tepe noktasından başladım ve çizgiler yavaşça şeklin taslağını çıkarmam konusunda dostum oldu.
Dışarıda karla karışık yağmur yağmaya başlamıştı.
Şimşek belli aralıklarla loş salonu aydınlatıyor, doğrudan tuvale düşüyor ve yağmur damlaları sanki tuvalin üzerinde ilerliyormuş gibi karanlık gölgeler hâlinde tuvaletin yüzeyinde hareket ediyordu. Zaman aktı, aktı ve aktı… Yağmur dindi, kar fırtınası başladı, sonra hava tekrar sulusepken ile buluştu ve şimşekler göğü aydınlatmayı sürdürdü. Tüm bunlar olurken ay bulutların ardına gizlenmemişti, gözlerim ne zaman pencereye dokunsa buzdan dolunayı ve ortasından geçen çatlak gibi lekeyi görebiliyordum.
Suyumun tamamen bulanıklaştığını fark edince su dolu kabımı alarak salondan çıktım ve şimşeğin belli aralıklarla aydınlığa kavuşturduğu koridorda ilerlemeye başladım. Banyoya girip lavabonun önünde kabı duruladıktan sonra içini temiz su ile doldurup banyodan çıktım. Parmaklarımdaki boyaların izleri kabın yüzeyine rengini vermişti. Efken’in mutfağın yanındaki odaya girdiğini gördüm, bana bakmadan girmişti, ben de salona döndüm ve tam tuvalin önündeki yerimi aldığımda, piyanonun bir yası anımsatan çığlığı evin tüm duvarlarına çarparak müziğin ağıtını başlattı.
Ben boyalar, o ise melodi ile sevişiyordu. Müzik ve renk birbirlerine dokunup evin her yanına yayılarak evi saran karanlığı bir nebze olsun aydınlattılar. Parmaklarıma biriken boyayı bacağımın çıplak kısmına sildikten sonra paleti elime aldım ve yenilediğim boyaları fırçanın ucu ile temiz bir yere aktararak karıştırmaya başladım. Tüm bunlar olurken Efken’in müziği bana eşlik ediyordu. Bu gece kavalyem onun notalarıydı.
Bir süre sonra bir değil, iki resim kendini zamanın ibresini kırarak var ettiğinde, parmaklarımdaki derman çekilmiş, sanki bitirdiğimi hissetmiş gibi o da müziğin sonuna gelmişti. Evet, tam iki resim var etmiştim. Tuvallerden birinde az da olsa renklerin olduğu bir resim vardı, diğerinde ise hep gördüğüm o sembol… Bir elimde palet bir elimde fırçayla var ettiğim sembolün önünde dururken nabzımı taşıyan zehirli sarmaşıklardan damarlarımın içindeki kan geçmişin fısıltılarıyla uğulduyordu. Diğer resmi var ettiğim tuvali kuruması için kenara bırakmıştım. Birkaç dakika hiç hareket etmeden bekledim ve çok geçmeden arkamda belirdi.
“Bitirdin mi?” Sorusunu taşıyan sesinde duygular vardı ama tanıdık değillerdi, her biri yolda rastladığım yabancılar gibiydi. Ya öylece yanlarından geçip gidecektim ya da elimi uzatıp her biriyle tokalaşarak onlarla tanışacaktım. Düşmüş omuzlarımın ortasında duran boynum büküktü, başımı yavaşça salladığımda derin bir nefes dudaklarımdan koparak dışarı süzüldü. Yorgunluk değildi bu, geçmişle yapılmış bir hesaplaşmaydı.
“Evet,” diye fısıldadım.
Bir adım daha atınca alanıma girdiğini hissettim ve bu kalbimin hızlanmasına neden oldu. Sanki bir okyanustum ve Efken de hiç keşfedilmemiş bir adaydı, onu kalbimin ortasında saklıyordum ve bazen o ada içimde yüzüyordu. Efken’in sıcak nefesi saçlarımın arasına sızıp enseme doğru aktı ve bedenim karanlık bir ürpertiye gebe kaldı. Ruhumun rahminde var olan o his birikintisi tıpkı düşük yapan bir kadının bacaklarından süzülen kanlar gibi süzülerek kalbimi ağzına kadar doldurdu.
Efken sıcak elini omzuma koydu, dokunduğu omzum kazağın firar ederek kayıp düşüp çıplak bıraktığı omzumdu. Beni yavaşça kendine doğru çevirdi. Paleti ve fırçayı tutan kollarım tamamen aşağı doğru sarkmıştı, fazla sıvılaşmış bir damla siyah boyanın yere düşerken çıkardığı o tık sesini bile duydum. Duyularım muhteşem bir şekilde gelişmiş gibiydi; o ne zaman bana yaklaşsa böyle oluyordu.
Efken gözlerini bedenimde gezdirirken, “Bunu hep görüyor muydun?” diye sordu, arkamdaki şövaleye asılı tuvale resmedilmiş figürlerden bahsettiğini biliyordum. Başımı usulca salladım.
“Bu hep gördüğüm,” diye fısıldadım. “Bir de bir süredir gördüğüm var.”
Efken duraksadı, bunu ilk duyuşu olduğu için şaşırmıştı ama şaşkınlığını ustaca gizledi. “Çok fazla ay ve güneş var,” dedi, bana bakıyordu ama çizimi yorumluyordu. “O dairelerin içindekilerden biri karga.” Bunu söylemesiyle aklıma birden o kargaların cesetleri geldi ve ürperdim. Efken yavaşça yanımdan geçerek tuvalin önüne doğru yürüdü. “Bu bir sırtlan mı?” Sesindeki karmaşayı fark etmiştim. Başımı yavaşça salladım.
“Evet, sanırım. Bunu görüyordum.”
“Anladım,” dedi.
Elimdekileri bırakıp tuvali şövaleden çıkardıktan sonra diğer resmin yanına bıraktım ama Efken birden yanımdan geçerek diğer resmin önünde bitmişti. Resmi aldı, parmaklarına tuvalin kenarındaki kurumamış boyaların bulaştığı ânı temkinli gözlerle izledim.
“Bu da bir süredir gördüğün mü yoksa?” diye sorarken elindeki tuvali çoktan şövalenin üzerine yerleştirmişti bile.
“Evet,” diye fısıldadım.
Bir süre konuşmadı. Öylece durdu ve biri yerde, diğeri şövalenin üzerinde olan resimleri izledi. Sonra usulca bana doğru döndü ve, “Bugün sana söylediğim o şeyler saçmaydı,” dedi, sesi toktu; sanki bana kızgın gibi bir hâli vardı.
“Neler?”
“Senin gibiler dedim ya, sen bahsettiğim insanlar gibi değilsin. Belki başta benim için bir tehdittin ama en başında da senin öyle biri olduğunu düşünmedim.”
“Nasıl biri?” diye fısıldadım.
Bana öfkeyle baktı, sanki onu konuşturmak istemem onu deliye döndürüyordu. Dahası, deliye dönmesinin esas nedeni konuşmak istemiyor olmasına rağmen onu konuşturabiliyor olmamdı.
“Herhangi biri,” dedi ve ekledi. “Herhangi bir kadın.”
Onun için hissettiğim her duygu, tanrının kendi merhametinden kopararak içime yerleştirdiği iyilikler gibiydi. Ona baktığımda gördüğüm yalnızca saf bir karanlıkken, hissettiklerim o karanlığı aydınlığıyla boğabilecek, bir gece yarısı gökyüzünde yükselen buz tutmuş dolunay gibiydi. Yumruklarını sıktığını gördüm. Bir süre sol yumruğunun eklemlerine kazınmış dövmenin harflerini izledim, bu süre zarfında ne o ne de ben konuşmamıştık. Dolunayın yarattığı ışık salonun zeminine ölü bir beden gibi serilmişti ve yarattığı aydınlık, o bedenden sızan kanlara benziyordu. Yağmur dinmişti.
Konuyu değiştirmek ister gibi derin bir nefes aldı.
“Diğerini uzun zamandır görüyormuşsun. Peki ya bu?” Omzunun üzerinden yavaşça tuvale kaydı ve sonra yeniden bana baktı. “Ne zamandan beri rüyalarında bu sembolü görüyorsun?”
Sorusu usulca zihnime sızdı, erkeksi sesi zihnimdeki buzların üzerine güçlü karlar yağdırmaya başladı ve bakışlarım usul usul salondaki karanlık köşede duran ahşap şövalenin üzerine yerleştirilmiş tuvale kaydı.
Tuvalin üzerindeki dolunay çizimine, dolunayın ortasında duran hançere ve hançerin etrafını sarmış zehirli yılanın keskin dişlerine baktım.
Uçurum mavisi gözler üzerimdeydi.
“Yirmi bir yaşına girdiğim o karanlık geceden beri.”
Efken için bu cevap, bir sessizliğin doğuşu gibiydi. Uzun süre kalın dudakları herhangi bir cümleye ev sahipliği yapmadı; sesi bir uçurumun dibinde kaybolmuş gibiydi ama göğsüne doldurduğu hırıltılı nefesleri duyabiliyordum. Bakışlarım onu takip ettiğinde, gözlerinin boşluklardan topladığı harfleri gördüm. Ne kadar sessiz olsa da mavi gözlerindeki anlamlar dilsiz değildi; sesleri olmasa bile kendilerini ifade edebilmenin bir yolunu bulmuştular.
“Söyleyeceğin bir şeyler mi var?” diye sordum kendimden emin bir sesle. Bana bir anlığına baksa da sonunda sessizlik içinde başını iki yana salladı. Yine de bana söyleyeceği bir şey olduğundan neredeyse emindim. Yine de üstelemedim ve boyalı parmaklarımı bir defa daha çıplak tenime sürterek geri çekilip eserlerime baktım. Saatlerime mâl olmuş olsa da, ikisi de zihnimin çarmıhına gerilen görüntülerdekilerin birer kopyası gibiydiler. “Bunları neden görmek istedin?” diye sorduğumda uzun süredir sessizdik.
Efken, “Bir mesaj içeriyor olabilirler,” dedi, bunu zaten ben de biliyordum ama ondan duymak garibime gitmişti. “İstersen onları anonim olarak galerimde sergilerim,” deyince bir an durup ona inanamayan gözlerle baktım. Omuz silkti. “Belki gören tek kişi sen değilsindir ve biri peşlerine düşer.”
“Benden başka birileri daha bu sembolleri görüyor olabilir mi?”
“Neden olmasın?” diye sordu.
Tek kaşımı havaya kaldırarak, “Mesela sen görüyor musun?” diye sorduğumda bir an duraksayıp, bakışlarını bana doğru çevirdi. “Bunlara benzer şeyler olmasa bile bence senin de rüyaların bazı şeylere ev sahipliği yapıyor. Figürlere, belki sembollere ya da sadece vizyonlara?”
“Geç oldu, gidip dinlen,” dedi geçiştirir gibi ve sırtını dönüp salonun çıkışına doğru yürüdü.
“Dur,” diyerek arkasından ilerledim. “Ne zaman haklı olsam kaçıyorsun.”
Aşağılayıcı bir ifadeyle bana doğru bakıp, “Senden kaçmak mı?” diye sordu, sesinde de aynı aşağılama tınısı vardı.
Omuz silkerken umursamaz görünmeye çalıştım. “Evet.”
“Sana bu cüretini veren benim, haklısın,” dedikten sonra önüne döndü ve karanlık koridorda kayboldu. Beni yıldıramazdı, hemen arkasından koridora girdim ve onu takip etmeye başladım. Odasına girdi, kapıyı açık bıraktı çünkü arkasından bir fırtına gibi ilerlediğimi biliyordu. Arkasından odaya girdiğimde lambaderin kızıl ışığı odanın içinde küçük bir alev parçasından sızan ışık gibi parlıyordu ama yine de içerisi yeteri kadar aydınlık değildi.
Efken üzerine bol kısa kollu bir tişört giydi, tişört lacivertti ve kolları onun kaslı pazuları için bile oldukça boldu. Altında sadece siyah bir iç çamaşırı vardı, kalçalarını saran boxerı tişörtün uzun kumaşıyla örttükten sonra pencereye doğru ilerledi. Pencerenin pervazındaki sigara paketini aldı, bir sigara çıkarıp dudaklarının arasına yerleştirdi ve tüm bunlar olurken zaman, tıpkı pencerenin camından kayan gözyaşını anımsatan yağmur damlaları gibi odanın içinde kayıp gitmeye başladı.
“Bana güvenmiyor olabilirsin ama eğer senin de rüyalarına konuk olan bazı garip semboller varsa bunları bilmek benim hakkım,” dedim kesin bir dille. “Ya her şey birbiriyle bağlantılıysa?”
“Hiçbir şeyi bilmek senin hakkın falan değil. Konu bensem, her şey beni ilgilendirir. Gördüklerim de görmediklerim de.” Sigaranın ucunu zipposundan fırlayan ateşin gazabıyla tutuşturdu ve mahşeri tadan tütün kavrularak turuncu bir ışık şeklinde yanmaya başladı. Efken sigarayı dudaklarının arasında ezerek içine çekti ve tütünün çatırtısını dinledim. Ateşin sesi, tıpkı öfkesinin sesi gibiydi.
“Her zaman sen soruyorsun, ben cevaplıyorum. Bu ne zamana dek böyle sürecek?”
“Eve dönmeyi isteyen sensin, ben değil. O yüzden sorulara elbette sen cevap vereceksin tanrının cezası,” diye homurdandı.
“Sen yardımcı olursan daha çabuk dönerim,” dedim.
“Mecburmuşum gibi.”
“Değilsin!” diye bağırdığımda duraksayarak bana omzunun üzerinden ölümcül bir bakış attı. “Değilsin, evet,” dedim başımı sallayarak. “Ama bana yardım edeceksin, neden işleri uzatmak yerine doğrudan sonuca gitmiyoruz?”
“Senin için kimse uğruna yapmadıklarımı yapıyorum,” dedi, karanlığa rağmen gözlerine çöken gece, karanlığı bile kalbinden bıçaklayacak kadar gaddar ve koyuydu. “Gözlerini açsan iyi edersin. Senin için yaptıklarımın farkında bile değilsin.”
“Benim için ne yaptın?”
“Kimse için yapmadıklarımı,” diye bastırdı. “Ben hiçbir kadın için birinin ayağına gitmedim, kütüphanelerde dolaşmadım, araştırmadım, düşünmedim, çıkış yolu aramadım. Senin için arıyorum.”
“Ama her defasında benden almaya çalışıyorsun, bana hiç vermiyorsun,” dediğimde tek kaşını kaldırdı.
“Sana ne vermemi bekliyorsun?” diye sordu, sesi keyifliydi; sigarayı dudaklarından uzaklaştırmış ve dumanı usulca dışarı bırakmıştı. Yüzü beyaz bir duman tabakasının arkasında kaldı.
Gözlerimi devirdim. “Demek istediğim bu değildi.”
“O olmasa bile bunu istemediğini söyleyemezsin,” dediğinde onu yumruklamak istedim.
“Bu işi bilerek uzatıyorsun,” dedim. “Bilerek yokuşa sürüyorsun.”
“Diyelim ki öyle, elinden ne gelir?” diye sordu kendini beğenmiş bir sesle.
“Gidip kendi başımın çaresine kendim bakarım,” dediğimde sesim hiç olmadığım kadar ciddi geliyordu. Bir an duraksadı. Gözlerinin aralandığını görür gibi oldum. Sigarayı kavrayan parmaklarının sıkılaştığını, sigaranın ucunda yanan turuncu alevin harlanmasından anlamıştım. “Sonsuza dek beni bekletecek değilsin.”
“Çıkıp gidersen ölürsün,” dedi. “Ve bunu yapan ben olmam.”
“Ne yazık,” diye fısıldadım. “Eminim sen olmak isterdin.”
“Belki,” diye mırıldandı ama ciddi olmadığını biliyordum.
“En azından bir şeyler yaparak ölmüş olurum, burada bir süs köpeği gibi oturup seni beklemekten daha iyidir.” Sırtımı dönüp odanın çıkışına ilerlerken bir şeyler söylemesini beklemiştim ama orada öylece durup sigarasını içmeye devam etti. Tam kapıdan çıkıyordum ki sigarasının dumanı dudaklarının boşluğundan firar etti. Sonra da o boğuk sesiyle konuştu.
“Şu kapıdan çıkıp gittiğinde özgür olacağını falan mı sanıyorsun?” diye sordu, bir an sesi bulutların arkasına gizlenmiş o dolunay gibi karanlığa gizlenip sırtıma hafif ışığıyla vurdu. “Kokunu biliyorum. Nerede olursan ol, cehenneme bile gitsen, ki orayı her yerden daha iyi bilirim, seni bulurum.” Duraksadım, cevap bile vermeden onu dinliyordum. “Bana mecbursun, bunu kabullen. Benden başkası sana yardım edemez. Geç ya da erken, canım istediğinde ya da hemen şimdi, zamanı fark etmez, sana yardım edeceğimi söyledim ve edeceğim. Efken Karaduman’ın her sözü bir yemindir.”
Sigarayı söndürüp cesedini bir kenara fırlattığını hissettim.
“Açıkça bana canın istediğinde yardım edeceğini söylüyorsun.”
“Evet,” dedi.
“Neden?”
“Bir nedeni olmak zorunda mı?”
“Evet,” diye fısıldadım.
“Seni kendime mecbur kıldım,” dediğinde kaşlarım çatıldı. “Sana benden başkası yardım edemez. Ve ben ne zaman gitmeni istersem, o zaman gidersin.”
“Sana mecbur değilim,” diye yalanladım ama gerçeği biliyordum, tıpkı onun bildiği gibi ben de biliyordum ve bu gerçek ruhumdan çok büyük parçaları acımasızca koparıyordu. “Sana mecbur olmaktansa ölürüm daha iyi.”
“Ailenin yanına dönmeden ölmek mi? Her şeyi onlar için yapıyorken?” Sesinde alay aradım ama yoktu, sadece gerçekler vardı. “Bana onların yanına dönebilmek için mi katlanıyorsun?”
“Evet,” dedim.
“İşte bu bile seni bana mecbur yapar.”
“Ben…”
“Medusa, şimdi çıkıp gidersen gelir seni bulurum ama benimle biraz daha inatlaşırsan, öleceğini de bilsem peşinden gelmem. İşleri zorlaştırma.”
“İyi bir adam mısın yoksa kötü bir adam mısın anlayamıyorum,” diye fısıldadım çaresizce. Ona hissettiğim şey her ne ise birden bu şeyi taşımak bana çok ağır gelmişti.
“O kadar kötü bir adamım ki,” dediğinde nefesi birden ensem boyunca kayarak tenime yayıldı ve bu kadar hızlı hareket ediyor olması şaşkına dönmeme neden oldu. “İstersem seni kendi isteğinle benim yanımda kalmaya ikna ederim. O kadar kötü bir adamım ki, bunu yapabilirim.”
Tüm bu süreci uzatmasının nedeni yanında kalmamı istemesinden miydi? Efken Karaduman gibi bir adam birinin onun yanında kalmasını ister miydi? Söyleyecek binlerce şeyim olmasına rağmen hiçbirini seslendirmeye hevesim yoktu. Düşünceler zihnime saldırıyor ve kanlı çatışmada kaybettiğim her bir kelime için yas bile tutmadan onları kafamın içindeki kimsesizler mezarlığına gömüyordum.
Efken yanında kalmamı istiyor olamazdı.
Bariz bir şekilde bir çekim olduğunu hissedebiliyordum, bazen benim için yabancı gelen bu çekimi adlandıramıyordum bile ama hepsi buydu. Eğer İbrahim Nigin Bağı ile bağlandığımız kişilere karşı başta aşk ya da herhangi bir duygusal çekim hissetmeyeceğimizi söylememiş olsaydı, Efken’in o aptal bağ ile bağlandığım kişi olduğunu bile düşünebilirdim ama değildi. Hem onun gibi bir hödüğün bir kadına çekilebileceği tek konu seks olurdu. Ve cinsellik, benim topraklarımda henüz tohumları ekilmemiş bir deneyimdi.
Yorgun bir şekilde ellerimi aşağı sarkıtıp, derin bir nefesin ardından, “Evet, babaannem yüzünden ihanete uğramış gibi hissediyorum ama tüm bunlara rağmen eve dönmek istiyorum,” diye fısıldadım, sesim duygulardan arınmış olsa da, gözyaşları gözlerime çok yakın bir konumda öylece durmuş akıp akmayacakları konusunda bir kararsızlık yaşıyorlardı. “Babama ihtiyacım var. Bağımız çok gelişmiş olmasa da anneme de ihtiyacım var. Kardeşlerime ihtiyacım var. Onları özledim. Neredeyse bir ay oldu.”
“Ağlamayacaksın, değil mi?”
Sorusu birden bana masum geldi.
“Hayır,” diye yalan söyledim.
Benim yerimde bir başkası olsa tüm bunları kaldırabilir miydi? Sanmıyordum. Ben kaldırabiliyordum. Henüz yirmi bir yaşındaydım, belki birçok şeyi deneyimleyebilecek yaştaydım, belki sorumluluk sahibi olmanın biraz daha kolaylaştığı bir yaştaydım ama bunlar kolay şeyler değildi. Benim yaşadıklarım kolay şeyler değildi. İncindiğim için değil, birden tüm yaşananlar üzerime binip beni dibe çekmeye çalışıyormuş gibi aşağı doğru asıldığı için gözlerimin kenarlarının yaşlarla dolduğunu hissettim.
Nefesi enseme akmaya devam ediyordu. Burnumu yavaşça çekip başımı iki yana salladığımda bir elini kaldırıp yavaşça başımın üzerine koydu. Sıcak avucunu hissetmek bazı duyguların açığa çıkmasına neden olurken kendimi çok zayıf hissettim. Ona tüm yaşadıklarımı haykırsam da beni anlamazdı. Geldiğim günden bugüne dek normal olan tek bir şeyle karşılaşmamıştım. Gökyüzündeki donmuş ay, tuhaf gözler, sanrılar, sesler, bir yılanın zehrini resmen yutmuş olmam, efsaneler… hepsi birbirinin üzerine binerek birken bine dönmüştü ve tüm bunlar ağır şeylerdi.
“Ağlıyorsun,” diye fısıldadı.
Tam itiraz için ağzımı açıyordum ki, birden büyük avucu ağzıma kaydı ve dudaklarımı altına alarak kapattı; kelimeler dilimin altında bir göçüğün altında kalmış gibi ezildiler. Diğer eli belime kaydı, karnıma dolandı ve sırtımı onun bedenine yaslamamı sağladı.
“Şşh,” diye fısıldadığında sesi bir damla kan gibi içime damladı ve o bir damla kan damarlarımdaki kanlara karışarak içimde şefkat şeklinde akmaya başladı. “Sadece biraz daha kalmanı istemiştim.”
İtirafıyla birlikte artık gözlerimden âdeta yaşlar boşalıyordu. Gözyaşlarım sicim gibi kayarak onun parmaklarını ıslatıyor, gözlerim karanlık koridora takılmış bir şekilde yere serilmiş güçsüz ay ışığını takip ediyordu.
“Ama madem bu küçük kız çocuğu babasını özledi, onu elinden tutup çıkışa kadar geçirmek benim görevim.” Sesi geçmişten kopup gelen bir ninni gibiydi. Dudaklarını saçlarımın üzerine bastırınca, gözlerimi yumdum ve gözyaşları şiddetli bir şekilde yanaklarımdan kayarak avuç içlerini ıslattı. “Ağlama, güzel yılan,” diye fısıldadı, yılan demesi değil de güzel demesi dikkatimi dağıtırken boğazımdaki acıyla zar zor yutkundum. “Böyle ağladığın süre senin için yapmayacağım hiçbir şey yok,” dedi ve anlık duraksamadan sonra cümlesini tamamladı, “muş.”
Bir dediği bir dediğini tutmasa da, tutarsız olsa da, beni bazen paramparça edecek kadar ağır cümleler kuruyor da olsa, şu an dürüst olduğunu biliyordum. Beni yavaşça kendine doğru çevirince ağladığımı görmemesi için hızla yüzümü göğsünün mayın dolu tarlasına sokarak oraya sakladım. Kolları beni öyle sıkı sardı ki, gözlerimden akan yaşlar yüzümün sınırlarında donup kaldı. Bir süre konuşmadık, sadece bana sarıldı ve ben de güçsüzce ona tutunarak karşılık vermeye çalıştım. Efken’e sarılmak bir koruma kalkanının içine girmek gibiydi. O beni her şeyden koruyabilecek güce sahipti sanki. Etle, kemikle, kanla değil de ilahi bir şeyle var olmuştu sanki bedeni. Her nedense ona karşı koyuyorken, ona öfkeleniyorken ve hatta ona sığınıyorken bile her şeyiyle herkesten farklı hâle gelmişti benim için. Bazen çok ürkütücüydü. Bazen ondan ölesiye korkuyordum. Bazen korkarken bile ona geri adım attıracak kadar savaşçı oluyordum. Bazen bir baba gibi sıcaktı, bazen tehlikenin ta kendisiydi, bazense güvenilmezdi ama yine de her sözü bir yemim demekti.
Ona güveniyordum.
Elektriklerin birden damardaki son damla kanın da çekildiği gibi evin içinden çekilmesiyle lambader söndü ve ev derin bir karanlığa gömüldü.
“Burası çok karanlık,” diye fısıldadım.
“Karanlığı sevmiyor musun?” diye sordu, sesi boğuktu ve fısıltısı zihnimde kasırga çıkarmıştı.
Düşündüm. Karanlığı severdim. Bazen beni korkutsa da karanlık bana huzur verirdi. Bazı zamanlar karanlıkta göremediğim kolların beni sıkıca sardığını hissederdim. Tıpkı Efken’in kolları gibi…
“Karanlıktan hem korkuyorum hem de onu seviyorum,” diye fısıldadım.
“Karanlıktan korkuyorsun yani?” diye sordu tuhaf bir durgunlukla.
“Ama seviyorum da.”
“Peki bir gün korkmadan sevebilecek misin karanlığı?”
Kalp atışlarım sanki evin duvarlarında bir melodi dolaşıyormuş da o melodiye uyum sağlıyormuş gibi önce yavaşladı, sonra da bir anda hızlandı.
Boğazımda har tadıyla, “Bilmem,” diye mırıldandım.
Birden eli çeneme kayınca bedenim buz kesti. Tepkilerim sanki bir zincirle bağlılarmış gibi pasif kalmışlardı. Efken başımı yavaşça havaya kaldırınca yüzüm karanlığa rağmen onun gözlerinin önüne serildi. Karanlıkta yavaşça parlayan mavi gözlerini görünce nabzım öyle sert bir manevrayla damarlarıma çarparak ilerlemeye başladı ki, bir an içimde havai fişekler patlıyor sandım. Gözleri yine o ışıklarla parlıyordu ama bu defa o ışıklar, karanlığı delerek bana aydınlığı sunuyordu. Oysa Efken’in varlığı karanlıktı. Dudaklarının yüzüme yaklaştığını hissedince ciğerlerimdeki hava dışarı çıkamadı. Sıkıştı.
O kız çocuğu şimdi yeniden buradaydı. Karanlık odaya düşen adım seslerini duyuyordum. Hızla koşturuyor, bizi birbirimize bağlayan bir çemberi oluşturuyormuş gibi etrafımızda dönüp duruyordu.
Parmak uçları çenemi okşarken, “Belki seversin karanlığı?” diye fısıldadı, nefesini o kadar net hissettim ki ayak bileklerimin karıncalandığını hissettim. Dudakları dudaklarımın hemen dibinde duruyordu. Küçük bir hareket bu teması var edecek kıvılcımın çakmasına neden olabilirdi. Kalbim beklentiyle kasıldı. “Belki ihtiyacın olan şey ailen ya da bir başkası değildir. Karanlıktır?” Sorar gibi söylemişti bunu. Düşüncelerimin onunla dolduğunu hissettim. “Bilebilir misin, Medusa? Bilemezsin.”
Garip bir duyguya esir düşerek, “Efken,” diye fısıldadım. Adı bir zincir gibi boğazıma dolandı.
“Şşh,” diye susturdu beni ve nefesi dudaklarıma öyle gür çarptı ki, sanki beni öpmüş gibi birden tüm bedenim uyarı vermeye başladı. Elleri sırtıma kaydı, beni kendine sabitlerken gözleri hâlâ ışıldıyordu. Ona karşı öyle savunmasız hissediyordum ki kendimi… Gardımı düşürmeme neden oluyordu bu adam. Elleri sırtıma yumuşak dokunuşlar bahsediyor, bir yılan gibi sırtımda turluyordu. Dokunuşu beni sakinleştirmiş, yanaklarımdan kayan yaşları kurutmuştu. Dudaklarını dudaklarıma dokundurmadan teğet geçirerek boynuma yaklaştırdı ve ben ne olduğunu anlayamamışken kulak boşluğum ile boynum arasında bir noktaya yumuşak bir öpücük kondurdu. Dudakları hâlâ boynumdayken kelimeleri tenime akmaya başladı ve sesinin mürekkebi beni bir roman sayfasına dönüştürdü. “Karanlığın seni kollarına almasına izin ver. Bırak da aydınlığına karanlık düşsün. Belki bu senin asıl istediğindir. Belki de senin tek istediğin karanlığın ta kendisidir. Kendini karanlığa teslim etmeden bunun cevabını öğrenemezsin, Medusa.”
Efken konuşurken aslında ruhum bir şeylerin farkına varmış, farkına vardığı bu şeyi bana da anlatmıştı. Bir adamın sesiyle meğer ruh değil, beden de ayrılabilirmiş ruhtan.
“Belki bir gün öğrenirim,” diye fısıldadım, sesim titrese de aslında bu bir meydan okumaydı. Dudaklarını boynumdan usulca uzaklaştırdığında nefesi hâlâ öptüğü yere akmaya devam ediyordu.
“Biraz uyu,” dediğinde geri çekilmişti. Şimşeğin ışığı karanlık tarafından sarılmış odayı aydınlattı ve sonra gök gürültüsü ışığı takip etti. “Sonra da ilk işimiz önce şu sikik herifi bulalım.”
Nigin olduğum kişiyi…
“Bir balo düzenleyeceğimi söylemiştim,” dediğinde sırtını bana dönmüştü. “Oraya mutlaka gelecektir.”
“Teşekkür ederim.”
Buna cevap vermedi. Bunun yerine, “Uyu,” diyerek yavaşça odadan çıkıp gitti.
Odaya döndüğünde çoktan yataktaydım ama bacaklarımdaki boya lekeleri kurumuş olsa da yorganın altına girmemiştim. Elinde üçlü bir şamdan tutuyordu ve şamdanın üç kısmında da üç beyaz mum yanıyordu. Şamdanı komodinin üzerine bıraktıktan sonra bakışlarını yatağın üzerindeki bedenime indirdi.
“Sen nerede uyuyacaksın?” diye sordum kısık sesle, bu soruyu sorarken ona değil, kurumuş boya lekelerinin olduğu uzun tırnaklarıma bakıyordum.
“Şuna korkuyorum, nereye gidiyorsun demiyorsun da.”
Kaşlarımı çatarak, “Korkmuyorum,” diye fısıldadım, korktuğum falan yoktu.
Üzerindeki tişörtü birden kafasından çıkardı ve tişörtün kumaşı tüm bedenine sürtündü. Kaslı göğsü çıplak kaldığında gözlerim kasıklarından başlayarak göğüs kafesine kadar süren kas tabakasında dolaştı. Tişörtü yere fırlatıp birden üzerime çıkınca nefesimi tuttum ama hemen üzerimden geçerek yatağın diğer tarafına devrildi. Ben şok içinde omzumun üzerinden ona bakarken başının altındaki yastığı benim başımın altında olması gereken yastık ile değiştirip, benim yastığımı başının altına koydu.
“Bu da neydi şimdi?”
“Biraz da benim yastığıma bırak kokunu,” diyerek yüzünü yastığıma gömdü ve mumun ateşi titreyerek esmer yüzünü aydınlatırken uzun kirpikleri gözlerinin altındaki derin çukurlara serildi. “Ben senin kokunla uyurken.”
🎧: Megadeth, Promises