Kendimi bildim bileli hep yaramı göstermekten kaçınmıştım.
Korktuğum birinin beni iyileştirmeye çalışması olmamıştı, korktuğum birinin yaramı görecek olması olmuştu. Bu yüzden ne zaman yarasını gizleyen, herkesten bir sır gibi saklayan insanlar görsem, kalbimin derinliklerinde yakıcı bir tanıdıklık duygusu beni kasıp kavururdu.
Hiçbir zaman sırtımı yaslayıp, sırlarımı hiç korkmadan anlatabileceğim kadar yakın dostlarım olmamıştı. Hatta o kadar az arkadaşım vardı ki, annemin bende bir sorun olduğunu düşündüğünü fark ederdim. Babama göre bu normaldi, arkadaşımın olup olmaması beni diğerlerinden daha farklı yapmıyordu. Yine de yirmi bir yıllık hayatıma büyük bir dostluk sığdıramadığım için bir yanım hep eksikti. Büyümemdeki en büyük etken okuduğum kitaplar, büyürken yanımda olan arkadaşlarım ise kitaplardaki karakterler olmuştu. Bunun böyle olmasına o kadar çok alışkındım ki, uzunca bir süre boyunca bende bir sorun olduğu düşüncesiyle hiç karşılaşmamıştım.
Efken’in veranda merdivenlerini hızla çıkarken tek kelime etmediğini anımsadım. Tüm bunların İbrahim’in anlattığı hikâyeden dolayı olduğunu söylemişti ama gözlerinin derinliklerinde bu konu ile ilgili böyle düşünmediğini ele veren bazı duygu pıhtıları görmüştüm. Geçen birkaç saat içinde odasına kapanmış, duş almıştı, sonunda tekrar onu gördüğümde altında sadece siyah bir boxer, üzerinde beyaz bir tişört vardı. Beni umursamadan o şekilde salona girince dizlerimin üzerinde duran kitaba bakıp iç çektim.
“Bana inanmıyorsun.”
“Başlama yine.”
Koltukta duran ceketinin ceplerini karıştırdığını fark ettim. Bakışlarım kısaca sıkı ve uzun bacaklarına dokundu, sonra tekrar iç çekip gözlerimi kitap kapağına indirdim ve bir süre düşüncelerin dilime akım etmesi için beklemeye başladım.
“Bak, uydurduğum bir şey değil, tamam mı? Bu kitapta da Marlardan bahsediyorlardı. O yüzden almıştım. Hem internette araştırma da yaptım çünkü Crystal bana o şekilde seslenmişti. O geceyi hatırlamıyor musun? Uyandığından falan bahsediyordu.”
Haklı olduğumu bildiği için mi bilinmez, sadece susup ceplerini karıştırmaya devam etti.
“Efken, yalan söylemediğimi biliyorsun.”
“Medusa,” dedi derin bir nefes alarak. “İnanması güç birçok şeyle uğraşıyorum. Beni biraz rahat bırak. Kafanı çocuk masallarıyla doldurup durma.”
“Bana bunu gözlerinden ışık çıkan adam mı söylüyor?” diye sordum anın getirdiği öfkeyle. “Efken, farkında mısın? Hiçbir şey normal değil, buradaki hiçbir şey inanması kolay şeyler değil zaten.”
Gördüğüm sanrılarda, anlık gelen görüntüler ve vizyonlarda birinin bana sık sık kraliçe olarak hitap ettiğini hatırlıyordum. O olmama imkân olmasa da bu benim uyanışımın bir parçası olabilirdi sanırım.
“Ne var biliyor musun?” diye sorarak bana doğru döndü. “Ben doğduğumdan beri o siktiğimin ayı hep buzdandı. Gözlerimde de hep o siktiğimin ışığı vardı. Yani bunlar bana yabancı şeyler değil, anladın mı? Ama bahsettiğin şeyler oldukça yabancı. Sana göre gökyüzünde buzdan bir ay olması, gözlerimden ışık çıkması çok garip olabilir ama bizim için değil. Garip olan Nigin Bağı denen şey, garip olan bahsettiğin bu yılanlar kurtlar.” Bana daha dikkatli bakınca sessizliğim onu duraksattı. “Medusa,” dedi dişlerinin arasından ama oldukça sakindi sesi. Sanki kendini tutuyordu. “Nigin Bağı’na bir şekilde inandım,” diye fısıldadı. “Ama bu kadarına inanamam, bu benim aklıma ihanetim olur.”
“Ama içten içe inanıyorsun. O zehri yuttum,” dediğimde duraksadı. “Kanında dolaşıyordu. Bir yılanın zehriydi. Ve ben onu yuttum. Bak, hayattayım.”
“Başka bir boyuttan geldiğine beni bir şekilde inandırdın, çünkü şahitlerin vardı,” dedi Efken. “Belki de burada olan bazı şeyler seni etkilemiyordur.”
“O gece gördüğünü biliyorum,” dedim kirpiklerimin altından ona bakarak. “Ormanda. Beni bulduğunda. Ağaca yaslı hâldeydim. Sen neler olduğunu gördün.”
“Crystal’in ne çevirdiğini öğreneceğim, tamam mı?” diye sordu sadece, söylediğime cevap vermemesi gözümden kaçmamıştı. Ağzımı kapatmaya karar verdim. Ona bu ormanda gördüğüm kalkandan, Crystal’in gözlerinden, ansiklopedide yazanlardan daha fazla bahsetmenin sadece dilimi yormak olduğunu fark etmiştim. Sonunda cebinde aradığı şeye ulaştı. Bu bir bellekti, gümüş rengi belleği avucunun içine hapsederek bana doğru döndü. Düşünceler kafamın içini işgal etmeye devam ediyordu ama ben oturduğum yerde hareketsizce onu izliyordum.
“Şu Nigin olayını çözmek, o kişiye ulaşmak için büyük bir organizasyon planlıyorum,” dedi. “Şehirde olan tüm gençlerin akın akın geleceği bir organizasyon.”
Sessiz kaldım. Birdenbire bu iş için kollarını sıvamış olması dikkatimden kaçmamıştı aslında. Ne olmuştu da birden buna karar vermişti? Bakışlarım hâlâ ondaydı. Gözlerim bir ara emdiğim bileğine kaydı ve teninde sadece emerken dudaklarımın bıraktığı mor lekeler olduğunu gördüm. Efken yavaşça bana doğru ilerleyip tam önümde durunca gözlerim gözlerine tutundu. Efken o gece o ormanda tüm duygularıma şahit olmuştu ve şimdi karşımda durup gözlerimin içine bakıyordu; onun karşısında çırılçıplak hissetmemin esas nedeni bu muydu acaba?
“Buradan gitmek mi istiyorsun?” diye sordu, gözleri yüreğime akıyordu. Bakışlarımı yüzünden uzaklaştıramadım ve yapabildiğim tek şey başımı aşağı yukarı sallayarak bu söylediğini onaylamak oldu. Uçurum mavisi gözlerinin dibinde daha önce hiç duymadığım bir dilde, bildiğim alfabeye bile ait olmayan harflerle yazılmış uzun, anlamının içimi yakacağını bildiğim bir metin yazılıydı sanki. “Gitmen için elimden geleni yapacağım,” dedi, bu cümleyi kurduğunda sesinde anlaşılması güç bir şey vardı. “Sen de karşılığında ona âşık olmayacaksın.”
“Ona âşık olmayacağım,” dedim kurumuş bir dille.
“Güzel. Şimdi yaşadığın her şeyi bir kenara koymanı istiyorum.”
“Kenara koyulacak şeyler değil bunlar.”
“Medusa,” dedi yılmış bir sesle. “Marlar falan, bunlar geçmişten günümüze kadar gelmiş içi boş efsaneler.”
“Sana bir şeyleri emreder gibi söylediğimde, mesela durmanı falan, neden ateşmişim gibi benden uzaklaşıyorsun?” diye sordum sadece, tek bir soruydu bu ama Efken’in yüzünün donup kalmasına yetti.
“Bunu ben de bilmiyorum,” dedi. “Sadece bana biraz zaman ver. O zamana dek düşünüp düşüncelerini kördüğüm etme.”
“Peki,” diye fısıldadım. “Ama bu cümlelerden bana inandığın kanısına varıyorum.”
“Medusa,” dedi sadece, sesi sertti ve ben de sustum.
Odadan çıktığında Yaren’in gelmesini beklemeye başlamıştım çünkü konuşacak birilerine ihtiyaç duyuyordum ama Yaren o gece eve dönmedi. Sezgi ve Ceyhun’un evinde kalacağını Efken’in yaptığı bir telefon konuşmasına şahit olduğumda anlamıştım. Efken cipini tamir etmesi için almaya giden tamirciyle de konuşmuştu. Sonrasında evde derin bir sessizlik oluşmuştu. Bir şeyler yemiş, duş alıp sıcak ve temiz kıyafetlerin içine girmiştim. Yumuşak pudra rengi kazağım, siyah yün dokulu taytım ve uzun, dizlerime kadar çektiğim çoraplarımla bedenimdeki soğuğu yok edemesem de üşümemi geçirebilmiştim. Saçlarım geç kuruyordu çünkü uzun ve gürlerdi, nemli saç diplerimi ovuştururken tekrar salona girmiştim. Salondaki koltukta oturuyordu. Gümüş yüzüklerin süslediği güçlü parmaklarının arasında bir tarot destesi tutuyordu.
İçerisi tıpkı onun gibi sıcak ve güvenliydi. Kokusunu tenini duvarlara sürterek her yana yaymıştı sanki. Biraz kahve, tarçın ve yoğun bir şekilde baharatlı bir kokuydu. Ona özel, güvenli hissettiren bir kokusu vardı ama gözleri hiçbir zaman güven verecek şekilde bakmıyordu.
“Bu gece yalnızız, ha?” diye sordu alayla, bana değil, elinde tuttuğu desteye bakıyordu. Bu düşünce, yani onunla yalnız olma düşüncesi birden garip bir hissin karnıma dolmasına neden olsa da tepkisizce içeri girip koltuğun kenarına oturarak onu izlemeye başladım.
“Onlarla ne yapacaksın?”
Göz ucuyla bana baktı. “Öylesine karıyorum. Bir şey yaptığımdan değil.”
“En son ne zaman onları kullandın?”
“Ara sıra oynarım ama kullanmam,” dedi net bir sesle. Her an tersleyecekmiş gibi gergin dursa da cevaplarını beni incitmeden veriyordu.
“Daha önce birine fal baktın mı?”
“Ben buna fal bakmak demezdim,” dedi sert bir sesle. “Ben falcı değilim. Bu kulağa iğrenç geliyor.”
“Daha önce birinin geleceğine göz attın mı?” diye değiştirdim soruyu.
“Hayır,” dedi dürüstçe. “Ben genel olarak kartları dizerim, kartlar bana olacakları söyler. Birine özel açmadım ama birçok kez tek bir seçim ile birçok kişinin nasıl etkileneceğini gördüm. Yani ben biri için bakmasam da kartlar bana birilerini hep gösterir.” Bu konu onu germiş gibi gözlerini bana dokundurup hızla kartlara geri indirdi. “Salak salak sorularına devam edecek misin?”
“İnsan gibi konuşabildiğimiz nadir anlardan, bozma istersen,” dedim kuru bir sesle.
“Ben hep öfkeliyim,” dedi. “Nedenini bilmiyorum. Küçüklüğümden beri bu böyle.”
Bu açıklığı beni şaşırttı ama tepki vermedim. “Sinirli biri olduğun çok belli.”
“Sana hiçbir şey göstermedim,” dedi ters bir sesle. “Canımı sıkan da bu.”
“Neden?”
“Sana öfkelenmek istiyorum ama öfkelenemiyorum. Sana yıkıcı konuşmalar yaparken bile bir şey beni durduruyor ve en az hasarla kurtuluyorsun. Oysa istesem seni paramparça edebilirim.” Tüm bunları göğsü yavaşça inip kalkarken ama gözlerinde belirmiş bir öfkeyle tarot kartlarına bakarken söylemişti. “Seni ilk bulduğumda bana birilerinin gönderdiği bir maşa, bir köstebek olduğunu düşündüm çünkü benim etrafımda dostumdan çok düşmanım vardır. Ama bu düşünce kısa sürdü. Senin öyle biri olmadığın çok açıktı.”
“Aslına bakılacak olursa bana hiç zarar vermedin, sadece bazen incitici konuşuyorsun. Bunu bir kadınla nasıl konuşacağını bilmediğine veriyorum,” dedim, bu cümlem onun kaşlarını sertçe çatmasına neden oldu.
“Senin bu gördüklerin bir hiç,” dedi, asıl canavar gözlerinin gerisinde beni izliyordu. Kartları hızlıca karıp, “Neden böyle anlamıyorum,” dedi kendi kendine. “Sana öfkelensem, seni incitsem, seni parçalasam ne olacak ki? Senin ne önemin var ki?”
“Bir önemim yok,” dedim sessizce.
“Evet,” dedi sertçe. “Senin bir önemin yok.”
Kırgın bir sesle, “Biliyorum,” diye fısıldadım.
“Ben de bilmek isterdim,” dediğinde duraksadım. Kartları koltuğun üzerine koydu, ikiye kesti, iki farklı deste olarak ayırıp destelere bir süre baktıktan sonra desteleri tekrar birleştirdi. “Senin bir öneminin olmaması gerekiyor, sen öylesine bir kadınsın.”
“Zaten yok,” dedim ümitsiz bir sesle, gözlerim boşlukta kör olmuş gibiydiler; sanki baktığım yerde gördüğüm hiçbir şey yoktu. Mavi gözleri beni bulunca, gözlerim yeniden açılmış gibi ona bakmaya başladım. Artık baktığım yerde çok şey vardı.
Boğuk sesiyle, “Neden öyle bakıyorsun?” diye sordu.
“Gözlerinin rengine bakıyordum,” dedim birden.
Tek kaşını kaldırdı. “Ne varmış gözlerimin renginde?”
“Gözlerin senin aksine masmavi. Ama sen siyahsın,” dediğimde bakışlarının yüzümde yoğunlaşması, göğsümdeki cehennemde alevlere hükmeden şeytanın bile nefes seslerinin gürleşmesine neden oldu. “Gökyüzü gibi. Gökyüzü günün belli bir saati maviyken, belli bir saati siyah olur ya hani. Öyle. Sen bir gökyüzüne benziyorsun. Bir uçurumun dibi kadar karanlık olmana rağmen, o kara uçurumun tavanındaki mavi gökyüzüne benzeyen gözlerin var. Uçurum mavisi…” Ona birden yaklaştığım için duraksadı. Gözlerinin içine dikkatle baktım. “Tuhaf olan, şu maviliğin içinde simsiyah pençe izleri var. Siyah, uzun yara izleri gibi duruyor.”
Zaman, Efken’in gözlerinin dibinden yükselen bir girdaba dönüştüğünde, saniyeler o girdaba takılarak ölüme sürüklenen bedenler gibiydi ve dakikalar var oldukça, o bedenlerden dökülen yardım çığlıkları saatlere uzanıyordu. Hiçbir şey söylemeden bir süre yalnızca gözlerimin içinde boğuldu. Uçurum mavisi, siyah uzun yara izlerine sahip olan gözlerinin içinde var olan kelimelerin sözlük anlamını bilmiyordum; hatta dilime oldukça yabancıydılar ama dil ne kadar farklı olursa olsun, hisler mimiklere taştığında kelimeler sadece sahneyi dolduran seslerden ibaret olurdu.
Serinkanlı bakışları birden kayboluvermişti. Kelimeler gözlerinden bir yazarın parmaklarından taşan roman kelimeleri gibi taşıyordu ama ben onları okuyamıyordum. “Uçurum mavisi mi?” diye sordu, sesinde yabancı bir his günden güne büyüyordu da onun da kelimelerini yutarak ikimizi samut ediyordu sanki.
Sanki Efken’in üzerimdeki etkisi bir güneşti ve ben de onun etrafında dönen, ısısı ve ışığına ihtiyaç duyan dünyaydım.
Belki de hissettirdikleri değil de o güneşti. Etkisi değil de kendisi ısı ve ışığın ta kendisiydi. Efken kara bir güneşti. Ben de onun etrafında dönerek ısınıp aydınlanmaya çalışan mavi, küçük gezegendim. Onun binde biri bile etmezdim ama o benim varlığımın kaynağıydı. Bu karanlık beni ne kadar aydınlatırdı bilmiyordum ama ona ihtiyacım vardı.
“Evet,” dedim sonunda konuştuğunda. “Gözlerin uçurum mavisi.”
Bir şey söylemeden gözlerime bakarken kartları avucunun içiyle bir yelpaze şeklini alacak şekilde açtı.
“Seç,” dedi yavaşça.
“Kart mı?” Gözlerime inanamıyormuş gibi ona bakakaldım.
“Beni mi seçmek isterdin?” diye sordu alayla, sonra gözlerini anlık kartlara indirip tekrar bana doğru çevirdi. “Bir tane seç.”
Yavaşça parmağımı kartlara uzattığımda bakışlarımız ikimizin ortasında ışıldayan, birleştikleri an büyük bir yangına dönüşecek ateş parçaları gibiydi.
“Hisset, Medusa,” diye fısıldadı, sesi zihnimde bir kalkan oluşturdu ve diğer tüm düşünceleri dışarıda bırakırken beni kendine odakladı. “Bir sıcaklık parmak uçlarını yaktığında, doğru kartın üzerindesin demektir.”
Gözlerimi yumup parmaklarımı kartların üzerinde dolaştırmaya başladım. Parmak uçlarımda ilerleyen alevi hissettiğimde, birden hareketlerim sonlandı ve parmağımın altında duran kartı yavaşça çektim. Efken’in önüne kadar itip gözlerimi açtığımda Efken kartı yavaşça çevirmişti. Gözlerinin şaşkınlıkla aralandığını, sonra da bana tutunduklarını gördüğüm anda ne gördüğünü anlamak için gözlerimi karta indirdim ve o an ben de donup kaldım. Bu kart, babaannemin bana bir kitabın ayracı olarak verdiği Azize kartının ta kendisiydi.
Efken yavaşça, “Asale,” diye fısıldadı ve o an bakışlarımız buluştu.
“Asale mi?”
Efken’in omuzları genişlerken, “Rüyalarından gelen mesajlara dikkat etmen gerek,” dedi. Birden gördüğüm her şey, sanki zihnimin sahnesinin ipi Efken’in parmaklarının ucundaymış ve o ipi çekmiş, perdeyi açmış gibi önüme döküldü. “Biri var,” dedi Efken. “Bir kadın. Seni korumak için her şeyi yapıyor. Aynı zamanda etrafında sezgileri çok kuvvetli bir kadın var, o kadından gelecek nasihatleri dinlemelisin.” Bakışları birden gözlerime saplandı. “Kendine güven. Sezgilerin o kadından bile güçlü. Eğer Azize seni temsil ediyorsa, bu senin ne kadar güçlü olduğunu gösterir. Azize bilinçaltı bağlantılı bir ilim, bilgi ve güç kartıdır. Azize, bilinçaltının gardiyanı ve koruyucusu olarak tanınır. Her cevap senin bilinçaltında gizli.”
“Rüyalarımdan gelen mesajlar…” Sustum. Efken gözlerimin içine bakıyordu.
“Hep rüya görür müsün?”
“Evet,” diye fısıldadım.
“Nasıl rüyalar?” diye sorguladı beni.
“Bazen savaş… Bazen başka şeyler, karmaşık görüntüler… Sonra bir sembol,” dediğimde duraksadı. “Bir sembol görüyorum.”
“Sana o sembolü çizmeni istesem çizebilir misin?”
“Evet.”
“Şimdi çizebilir misin?”
“Hayır,” dedim kuru bir sesle. “Büyük bir tuvale ve şövaleye ihtiyacım var. Bir kâğıda çizebileceğim kadar sığ değil. Önünde durup tamamen düşünerek, her hattını hatırlayarak çizmeliyim.” Birden bunu neden merak ettiğini sorgularcasına ona baktım.
“Senin için bunları ayarlarım,” dedi ve ekledi. “Yarın.”
“Neden?”
“O sembolü görmek istiyorum.”
Bir şeyleri tıpkı benim gibi kurcalayacaktı. İçimden bir ses, bu sembolü ona göstermenin bizi çıkış yoluna götürmede büyük rol oynayacağını söylüyordu. Sessizce başımı sallayıp yorgun bir şekilde dizlerimi karnıma doğru çekerek bakışlarımı karşıdaki duvara çevirdim. Beni izlediğini biliyordum ama ben ona bakmadım.
“Karga olayını çözebildin mi?” diye sordum sessizce.
“Leşleri artık orada değil,” dedi sadece, bu da demek oluyordu ki olayın sırrını o da çözememişti. Yutkunup başımı sallarken çenemi yavaşça dizime yaslamıştım. Soru sormamam gözünden kaçmamış gibi duruyordu.
Derin bir nefes alarak, “Yaren ne kadar süre orada kalacak? Sadece bugünlük mü?” diye sordum.
“Hayır. Bir organizasyon ayarlıyorum, her şeyi hallettiğimde gelecek. Şimdiden ayağımın altında dolaşırsa sinirlerimi bozar. Böyle şeyler onu hep heyecanlandırıyor.”
“Nasıl bir şey planlıyorsun?”
“Bir balo?” dedi alay eder gibi, sesinden iğrendiğini anlayabilmiştim. “Şu herifi artık bulmalıyız.”
“Neden bir anda onu bulmaya karar verdin?”
“Sana onu bulacağımı söylemiştim.”
“Birden bugün daha istekli göründün gözüme.”
“Evet, salağın tekine âşık olmayacaksın çünkü.”
“Tek sorun salağın tekine âşık olacak olmam mıydı gerçekten?” Sorumu şaşkınlığımı bir nebze olsun gizleyemeden, şok içinde sormuştum. Efken bir şey söylemek yerine kartları topladı, siyah kadife bir kesenin içine koyduğu kartlar ile birlikte salondan çıktı. Tekrar yanıma döndüğünde parmaklarındaki yüzükler de yerlerinde değildi. Elinde kalın bir viski şişesi tutuyordu; şişenin ucu inceydi ama gövdesi epey tombul duruyordu. Ellerine baktım. Bu ellerini yüzükleri olmadan ilk görüşümdü. Parmaklarına kazılı dövmeleri incelemem bittiğinde yüzüne baktım. Beyaz filtreli sigarasını dudaklarının arasına dengeledi. Sigaranın ucunu çakmağından fırlayan alev ile tutuşturup bakışlarını bana çevirdi. Hâlâ iç çamaşırıylaydı, üzerindeki beyaz tişörtün katladığı kol kısmında bir nokta büyüklüğündeki kahve lekesi dikkatimden kaçmamıştı. İçki şişesini kafasına dikince bakışlarım boğazında kavis yapan sert âdemelmasına takılıp kaldı ve o aldığı içki yudumunu yutana dek o kavisi izlemeyi sürdürdüm.
“İçecek misin?” diye sordu bana şişeyi dudaklarından uzaklaştırıp bana doğru uzatırken. “Kafanı dağıtır.”
Bakışlarım bedeninde dolaştı, ardından uzattığı şişeye bakarken, “Teninin hep sıcak olmasının nedeni alkol mü?” diye sordum açıkça.
Güneş, bu gökyüzünde hiç var olmamış olsa da, onun gözlerinde doğdu. Efken’in bakışları güneş kadar sıcak, güneş kadar parlaktı. Isısını odanın diğer ucundan bile hissedebiliyordum. Bana bakışı kalbimin atışlarını çözüyor, göğsüm bir cehennem gibi harlanıyor, ateşler içinde yanan düşüncelerim ise buz tutuyordu. Elinde tuttuğu içki şişesini yere indirirken bakışları gözlerimin derinliklerinde daha da güçlü bir etki yaratmaya başladı.
“Tenimin sıcak olması dikkatini çekmiş gibi,” dedi, sesindeki anlam karnımdan aşağı ılık bir hissin kayarak cemre gibi düşmesine neden oldu. Bakışlarımı anlamların kulaç attığı gözlerinden uzaklaştırmak istedim ama o gözlere, güneşli bir günde gökyüzünde salınan rüzgâra tutunmuş bir uçurtma gibi tutunmuştum. Sanki bakışları güneşti ama kendisi tutunduğum rüzgârın ta kendisiydi. Bana doğru bir adım atınca, ayağının altındaki yer zangırdadı. Bakışlarım yüzünde sabitli kalsa da kalbim sanki her zerresini görüyordu. “Senin tenin de hep buz gibi. Kara dokunuyormuşum gibi hissettiriyor.”
Bana dokunduğunu düşünmek midemin tepe taklak gelmesine neden oldu. İçimde şaha kalkmış siyah bir atın yeleleri rüzgârda savruldu ve kalbim kendi içinde infazını gerçekleştiriyormuş gibi birden yavaşladı; ölüm sanki başucumdaydı. Bakışlarım Efken’in uçurum mavisi gözlerindeyken konuştum.
“Demek ki benim tenim de senin dikkatini çekmiş.”
Bakışları sanki bir kartalın güçlü kanatları gibiydi ve o kanatları, benim cehennemimin göğünde çırpmaya devam ediyordu.
“Senden bunu saklamadım,” dedi sakince. İçkiyi dudaklarıyla buluşturdu. Daha dolgun olan üst dudağı içkinin ağız kısmını kavradığında dudaklarının dolgunluğunun ne kadar baş döndürücü olduğunu düşündüm. İçki şişesini dudaklarından ayırdığında dudakları içkinin nemiyle parlıyordu. “Sadece tenin değil, Medusa. Düpedüz sen ilgimi çekiyorsun.”
İtirafı, göğüs kafesi mezarlığımdaki tüm ölülerin çürümüş bedenlerinden duyulan kör yankılı ağıtlara dönüştü. Nefesimi tutup bu an yok olana dek öylece beklemek istedim ama ısrarcı gözleri beni ânın içinde tutarken zamanın zehirli kıskaçlarını kalbimde hissetmemi sağlıyordu.
“Merak ediyorum, Medusa,” dediğinde artık bana bu isimle seslenmesi hiç sorun teşkil etmiyormuş gibi kalbim sızladı. Sanki o gün o şafak vaktinde beni bulduğunda beni öldürmüştü ve cesedim yeni bana hamileydi; onun gözlerinin önünde yeni beni ölü bir bedenden doğurarak var etmiştim. “Aslında kim olduğunu. Neden var olduğunu. Var oluş nedenini… Neleri sevdiğini, neleri sevmediğini. Bu normal mi? Seni merak etmek beni çok öfkelendiriyor. Seni her merak ettiğimde, kafanı bedeninden ayırmak istiyorum ama bir yandan da o güzel kafanın o zarif boynunun üzerinde kalmasını diliyorum.”
Yutkundum, bu onun da yutkunmasına neden oldu.
“Bana her ne yapıyorsan, bunu kesmek zorundasın. Buna belli bir süre daha meydan okurum ama meydan okumak zorunda kalmak bile beni öfkelendiriyor. Bu öfke bana zarar verdiği kadar kimseye zarar vermedi. Ölü bir bedene bile… Ama sana verir. Sana bana verdiğinden daha büyük zararlar verir. Sana, kendime verdiğim zararlardan çok daha büyüğünü veririm, Medusa.”
Her nedense, sadece, “Biliyorum,” diyebildim, çünkü evet, bunun böyle olacağını biliyordum.
“Seni bilmek istiyorum, bu beni çıldırtıyor.” İçki şişesini dudaklarına götürürken bir an duraksadı, sanki bir şey daha söyleyecek gibiydi ama son anda susup içkisini yudumladı.
“Sana hiçbir şey yapmıyorum,” diye fısıldadım, kalp atışlarım öyle çok sessizdi ki, göğsümün altındaki kalp durmuş bir saatten farksızdı. Tıpkı o saatin artık zamanı takip edemediği gibi, kalbim de duygularımı takip edemiyordu.
“Yalan söylemeyi bırak. Sen de bana bir şeyler yapabildiğinin farkındasın. Ve hiçbir kadın Efken Karaduman’a hiçbir şey yapamaz.” Gözlerimin içine bakıp birden önümde bitti ve ben daha ne olduğunu anlamadan çıplak dizini koltuğa bastırarak yüzüme doğru eğildi. “Ama sen yapıyorsun. Aklımı kaçıracak gibi oluyorum. Belki de her şey senin bir oyunundur. Benim aklımı kaçırmam için gönderilmişsindir. Bunu yapabilecek güçte olman seni öldürmek istememe neden oluyor ama bunu yapamayacak kadar da güçsüz hissediyorum karşında. Beni anlıyor musun?”
Yakınlığı ne yapacağımı şaşırmama yol açsa da başımı hızlıca sallayabildim. Aslında anladığım falan yoktu, tıpkı onun gibi benim de kafam allak bullaktı. Bunu anlayabilmesinin imkânı yok gibi durduğundan pasif bir kabullenişle dolup taşmıştım. Oysa anlayabildiğim hiçbir şey yoktu.
“Beni anladın mı?” diye sordu erkeksi bir sesle.
“Çok karmaşıksın,” dediğimde duraksadığını hissettim. “Tutarsızsın.”
“Biliyorum.”
“Peki neden?”
“Senden önce böyle değildim,” deyince alkol kokan nefesi saçlarıma ve yüzüme yayıldı. Kalp atışlarım yeniden hâlâ ölmediklerini, burada olduklarını haykırmak ister gibi sertçe çarpmaya başladılar. Yüzü yüzüme son derece yakın duruyordu, bakışlarımız birbirlerine bir adak çaputuyla bağlanmışlar gibi tutunup kaldıklarında, zor bir hisse kurban giderek yavaşça yutkundum. “Senden önce sadece öfkeliydim. Şimdi karman çormanım. Düğüm gibiyim. Evet, ben bir düğümüm. Sen geldin ve beni bir düğüme çevirdin. Benim gibi bir adamı…” Nefesi yüzüme aktıkça, nabzım arsız bir ritim tutturup çok daha hızlı vurmaya başlıyor, damarlarım kanımın yoğunluğuyla âdeta dalgalanıyordu. “Yüzüne baktığımda fikrim değişiyor, içim allak bullak oluyor. Sana bakmadığım zamanlarda senden çok rahat nefret ediyorum, çünkü bana ayak bağı olduğunu düşünüyorum. Ama sana bakınca… bu fikrim de kolayca küle dönüşüyor.”
Dudaklarımı birbirine bastırıp kokusunu ciğerlerime çektim. Kokusu içimi deşip onu hatırlatan hatıraları derinlerime taşlara kazınmış yazılar gibi oyuyordu. Onun içimi kendisiyle oyduğunu fark ettiğim anda nefesim kesildi ve kokusu birden yok oldu. Gözlerinin içine bakmak için başımı duvara yaslamış, sırtımı tamamen koltuğa bastırmıştım.
“Dahası gözlerine baktığımda, o kızıl gözlerinin derinliklerinde bir kız çocuğu olduğunu görüyorum. Masumsun. Saf düşüncelerin, tıpkı düşüncelerin gibi saf kalmış bir bedenin var. Bu seni çok daha çekici kılıyor.” Derin bir nefes alıp bir elini koltuğun sırt kısmına bastırınca, başımın hemen yanında uzanan damarlı koluna ve ona baktım. “Kafamı karman çorman ettiğin yeter,” dedi isyan eder gibi. “Ben seninle ilgili hastalıklı düşüncelere sahip olmak istemiyorum. Fıtratımda yok bu.”
Korktuğum bir denizdi Efken. Sanki yüzmeyi bile bilmiyordum. O denizi hayranlıkla izlesem de, kıyısına adımımı bile atamayacak kadar korkuyordum ondan. Derinliğinden, sonsuz maviliğinden, çok uzaklarda gibi görünse de kıyıyı da bazen alaşağı ettiğini bildiğim güçlü dalgalarından…
Ve ben o denizi izlerken bile nefessiz kalıyorken, nasıl olurdu da girip o denizin içinde kulaç atmaya başlardım?
“Kafamın içini özgür bırak, ben de ellerimi üzerine gölge gibi düşürmeyeyim,” dediğinde sesinde karanlık bir tehdit vardı; o tehdit tenime sindi, derimin altında ilerleyerek damarlarıma ulaştı. “Aksi hâlde sana öyle çok dokunacağım ki, sadece kafamın içini değil, tüm tenimi tutsak edeceksin ve bunun karşılığı senin müebbettin olmam olacak.”
Yutkunurken, “Bu açıkça bir tehdit,” diye fısıldadım.
“Kesinlikle,” dediğinde dudakları neredeyse alnıma sürtünecekti.
“Geri çekilme zamanın gelmedi mi?” diye sordum, sesimde tehditten eser yoktu ama yine de onu itecek gücü toplayabilmiştim. Ellerimi çıplak göğsüne koyup onu ittiğimi düşünmek bile tüylerimin ürpermesine neden oldu. Bir de bunu yapacak olursam, asıl yangını o zaman başlatmış olmaz mıydım?
“Evet,” dedi acımasızca. “Geldi. Kafamın içinden geri çekilme zamanın geldi de geçiyor. Beni bu bocalamadan kurtar, yoksa ya sonun olacağım ya da saflığın parmaklarımın parçalanırken başlangıcın olacağım. Ve bu başlangıç, içinde olmayı dileyeceğin bir başlangıç olmaz.” Dudaklarını saç diplerimde hissettim ama çok hayali bir dokunuştu bu. Belki hiç var olmamıştı bile. Efken geri çekilince gözlerimi kaldırıp ona saldırmaya hazır ama yaralı bir av gibi baktım; avcının karşısında hiç şansım olmadığını bilsem de ölümcül yarama rağmen son saniyelerimde bile kendimi savunmak ister gibi saldırmak için hazırdım. “Küçük bir uyarıydı, saf yılan,” dediğinde, bana yeniden yılan olarak seslenmesi kasılmama neden oldu ve yavaşça yutkundum. Koltuğa yasladığı elinin güçlü parmaklarının arasında duran sigaranın külü ölü bir beden gibi bükülerek koltuğun üzerine düştü. Sanki o külün kütlesiz sesini bile duymuştum. Algılarım tam şu an hiç olmaması gerektiği kadar saldırgandı. “Sadece küçük bir uyarı.”
Geri çekilince son kül zerrecikleri üzerime yığıldı. Bakışlarım ondaydı ama o artık bana bakmıyordu. Elindeki içki şişesini sallayarak bir yudum daha aldı ve kaslı sırtını bana döndü. Çıkışa doğru ilerlediğini gördüğümde gücü damarlarıma çağırıyordum ama bedenim uyuşmuş, bir pelteye dönüşmüştü. Öylece oturmuş gidişini izleyecek olmak kanıma dokundu ve konuştum.
“Benim de seninle ilgili merak ettiklerim var,” dedim.
Adımları durdu ama bana doğru bakmadı. Çıkışın önünde dururken bedeninde bir sorgu dolaşıyor gibiydi çünkü sırtı kaskatı kesilmişti.
“Neymiş onlar?” diye sordu, sesi ilgisiz gibiydi ama bedenindeki gerilim tam aksini savunuyordu.
“Eğer cevaplayacaksan sana onları sorarım.”
“Pazarlık yapabilecek konumda değilsin.”
“Evet,” diye bastırdım. “Öyleyim. Yani anlattığın kadarıyla, bence tam olarak o konumdayım.”
Keyifsiz, alay dolu bir ses çıkararak omzunun üzerinden bana baktı. “Bak yine aynısını yapıyorsun. Beni öfkelendiriyorsun,” dedi, sesinde tehdit yoktu ama buna güvenerek devam edemezdim.
“Amacım öfkelendirmek değil, merak ediyorum.”
“Cevaplar, soracaklarına bağlı.” Sigarayı dudaklarına götürdüğünü fark ettim. “Yatak odamda olacağım. Eğer cevapları öğrenmek istiyorsan, yatağa gel.” Bunu söylerken bana bakmamıştı bile. Koridora çıktı ve karanlıkta kayboldu. Göğsümün derinliklerinde uluyan o kurt, keskin pençeleriyle göğsümün topraklarına yaralar açarken bir süre öylece durdum ve bekledim. Beni yatağa çağırmıştı. Anlam karmaşası yaratıp kendi kendimi dehşete düşürmek istemiyordum, bu çağrının altında garip anlamlar bulmaya çalışmaktan vazgeçmeliydim ama o an bunu yapamadım.
Odasına gittiğimde onu yatağın içinde bulmayı bekliyordum ama kıyafetlerimin olduğu poşetleri yere koyup, tekli koltuğa oturmuştu. Lambaderin ışığı kapalıydı, içeride saf bir karanlık kıvrılarak dolaşıyordu. Ayın gümüş renkli ışığı pencerenin aralık duran perdesinden içeri doğru düşmüş, yere ölü bir beden gibi serilmiş yatıyordu. Işığın üzerinden geçerek Efken’in önüne kadar yürüdüm. Viski şişesini iki bacağının arasına almıştı ve çıplak bacaklarının arasında duran buz gibi içki şişesinden soğuğun gözyaşları akıyor, bacaklarını ıslatıyordu.
“Otursana,” dedi buyurucu bir ses tonuyla. Bu canımı sıksa da yatağın ucuna oturup, bedenimi ona doğru çevirdim. Koltuk camın önünde olduğundan ayın ışığı sırtına vuruyor, teni bir figür gibi belli olsa da yüzü karanlığa gömülmüş hâlde duruyordu. “İçecek misin?”
Tam şu an gerekiyordu.
“Evet,” diyerek elimi uzatınca, bacaklarının arasına sıkıştırdığı şişeyi ıslanan bacaklarının arasından çıkararak bana uzattı. Gümüş renkli ışık yüzüme çarpıyor, tenimi gözler önüne seriyordu. Efken yüzümü görebiliyordu ama ben onun ne gözlerini ne de uçurum mavisi gözlerini göremiyordum. Şişeyi alırken, “Teşekkürler,” dedim basitçe.
“İç.”
Şişeyi dudaklarıma götürdüğümde de beni izliyordu. Onun kalın dudaklarının izini taşıyan şişenin ucunu ağzıma aldığımda yüzünü saran karanlığa rağmen, beni delip geçen bakışları tenimi ateşler içinde bırakmıştı. Şişenin ucundan ağzıma akan içkinin tadı damağıma yayıldığı andan itibaren gözlerim kısıldı. Viskinin yakıcı tadı kulaklarıma ateş olup yağdığında yutkundum ve bir yudum içki hızla boğazımdan aşağı kaydı. Sakince şişeyi bacaklarımın arasına koyduğumda beni izlemeye devam ediyordu. Kulaklarım tek bir yudum almış olmama rağmen cayır cayır yanmaya başlamıştı.
“Sor,” dedi, emir dolu sesi zihnimde bir yarık açtı; kelimeler o yarıktan dışarı akarken sorular yavaşça dilimin ucuna toplanmaya başlamıştı.
“Ne iş yapıyorsun?”
Tek kaşını kaldırdığını hissettim. “İlk sorun bu mu gerçekten?”
“Seninkisi ne olurdu?” diye sordum yavaşça.
Buna cevap vermedi. “Uzun yıllardır gece kulübü işletiyorum,” dediğinde şaşırmadım çünkü aslında bunu biliyordum. Ekstra bir işi olmasını beklemiştim ama sanırım yoktu. “Aynı zamanda bir sanat galerim de var.”
“Ne?”
“Evet?” dedi sorar gibi.
“Başkalarının eserleri mi yoksa senin eserlerin mi var orada?”
Derin bir nefes aldı. “Benim,” dedi sahiplenici bir tonlamayla. “Ama eserlerimi satmıyorum ve kimse o galerinin bana ait olduğunu bilmiyor. Yılın belli zamanlarında sergilerimiz oluyor. İnsanlar birkaç zırvalık görmek için tonlarca para dökebilir, Medusa.”
“Sanat senin için zırvalık olsa bunu yapmazdın,” dedim kısık sesle.
“Evet ama onlara göre zırvalık.”
“Sadece resim mi peki?”
“Evet,” dedi. “Ebat olarak epey büyük tablolar.”
Şaşırmıştım. Onu bir tablo için ter akıtırken, boyalara bulanmış hâldeyken hayal edemiyordum ama yine de onu oraya, o görüntünün içine yerleştirdiğimde, kusursuz görüntüsüyle hemen oraya uyum sağlamıştı.
Sindirmek için viskiden bir yudum daha aldım.
“Zengin misin?”
“Evet,” dedi, birden yüzümü buruşturmak istedim ama zaten içkinin tadından dolayı yüzümü çoktan buruşturmuştum. “Param var.”
“Sadece gece kulübü ve sanat galerisinden kazandığın parayla zengin olabiliyor musun ki?”
“Evet,” dedi ama sesinde alay vardı. Daha karanlık işlerde de bezi olduğunu fark edip yutkundum ama irdelemedim.
“Vay canına, seni hiç resim çizerken hayal edemiyorum,” diye fısıldadım dürüstçe. “Dövdüğün adamların kanıyla falan çiziyorsundur.”
Alayla güldüğünü işittim.
“Öldürdüğün mü demek istedin?”
“Ne?”
Tekrar gülse de bu kez gülüşünde alay yoktu, başka bir şey vardı; yüzünü görmeyi istediğimi fark etmeme neden olan bir şeydi bu.
“Peki sen?” diye sorunca kafamdaki her şey bir yana dağıldı. “Daha önce hiç sevgilinin olmama nedeni ne? Beklentilerini karşılayacak kadar aptal bir romantik bulamamandan mı yoksa bekâretini otuz yaşına kadar saklamayı düşündüğün için mi?”
Yanaklarıma oturan kan ile panik içinde içkiden bir yudum aldım. Ona neydi benim bekâretimden? Birden gerçekten çok utandığımı hissettim ve sonra utanç, pasif bir öfkeyi gün yüzüne çıkardı.
“Benim bekâretim seni ilgilendirmez.”
“İlgilendirir,” dedi sertçe.
Kaşlarımı çattım. “Sen neden bu yaşına kadar ciddi bir ilişki yaşamadın?” diye sordum.
“İlişki yaşamaktan kastın seks yapmaksa hep seks yaparım,” dedi birden pat diye. Avuçlarımın arasında duran içki şişesi kayıp düşecek ve tüm içki yere yayılacak sansam da bu olmadı. “Kendimi duygusal bir ilişkinin içinde düşünemiyorum. Bir kadınla en fazla iki saat yan yana kalmışımdır.”
Benimle günlerdir yan yanaydı, günler haftaları doğuruyordu.
“Belki de farkında değilsindir ama sen de doğru kadını bekliyorsundur,” dediğimde homurdandı.
“Doğru kadın ve doğru adam diye bir şey yoktur, Medusa. Gerçekten doğru olanın gelmesini bekliyorsan babaannem yaşına gelene dek bakire kalırsın ve sallanan koltuğuna oturup dizine yatırdığın şişman çirkin bir kediyi okşarsın.”
“Sen öyle san,” diye tersledim onu. “Peki gerçekten merakımdan soruyorum. Neden Crystal’e bir şans vermedin?”
“Şu Mar olduğunu söylediğin kadına mı?” diye sorarken sesi keyifliydi. “Sana dedim, ben kimseye şans vermem, kimseden şans da beklemem.”
“Ne yani? Ondan hiç etkilenmedin mi bile? O çok güzel.”
“Evet, güzel,” deyince karnıma saplanan bıçağın sapını tutan kişi o bıçağı içimdeyken acımasızca çevirmiş gibi hissettim. “Ama sadece güzel. Etrafım güzel kadınlarla çevrili, Medusa. Sadece bir tanesini gördün.”
“O zaman herhangi biriyle de şansın olabilir.”
“Hiçbiri kasıklarımın altında sarkan uzun şeyde değil,” deyince yanaklarım ısındı. “Güzel olmaları ya da bana bir şeyler hissediyor olmalarını hiç umursamadım.”
“Bir gün umursayacağına inanıyor musun?”
Sessizce, “Peki sen?” diye sorarak konuyu değiştirdi. “Hiç kimseyle olmamışsın, bunu anladım. Peki hiç kimseyi sevmedin mi?”
Derin bir nefes alırken, “Hayır,” diye itiraf ettim. “Üniversitenin ilk yılında çok fazla erkekten tanışma teklifi alıyordum ama tamamı reddedilince sonraki senelerde hiçbiri bana yaklaşmamaya başladı.”
“En azından seni görmeyecek kadar aptal değillermiş,” dedi gergin bir sesle. “Girdiğin her ortamda dikkat çekiyor olmalısın.”
Şaşırsam da, “Bilmem,” diyerek geçiştirdim. “Doğum günün ne zaman?”
“16 Kasım,” dedi umursamaz bir sesle. “Senin?”
“9 Ocak,” diye fısıldadım.
“Rüyanda gördüğün sembolü çizebildiğine göre, senin de çizim yeteneğin var sanıyorum?”
“Lisedeyken yağlı boyayla ilgileniyordum. Yağlı boya yapıyordum.” Lisenin üçüncü sınıfına kadar odam hep boya ve tiner kokardı, annem bu kokudan nefret etse de babam o kokuyu her defasında ciğerlerine doldurup bana gururla bakardı. Yaptığım çoğu tablo pek değere sahip olmazdı, vasatın da ötesinde olurlardı ama babam her birini evimizin deposunda saklamaya devam ediyordu. Çizim yeteneğim doğuştan mıydı bilmiyordum ama üniversitede okuduğum bölümde de lisede yaptığım çizimler işime yaramıştı. En azından elim kaleme kolayca alışkanlık kazanmıştı ve bu yüzden daha az zorlanmıştım. “Genelde çizime dayalı ödevleri de ben yapardım.”
“Üniversitede hangi bölümü okuyordun?” Kaşlarını kaldırdı. “Dur tahmin edeyim, mimarlık falan mı? Sende öyle bir hava var.”
“Evet,” dedim, bunu kolayca tahmin ettiği için epey şaşırmıştım. “ODTÜ’de mimarlık okudum.”
Anlamamış gibi bir süre yüzümü izlediğini hissettim. Sonra, “Sanırım okulunun bir kısaltması,” dedi kendi kendine. “Peki mesleğini yapıyor muydun?”
“Açıkçası hayır,” diye fısıldadım. “Kardeşlerimin sorumluluğu üzerimdeydi. Babam da nasıl desem… Biraz korumacı? İş bulmuştum ama şehir dışındaydı ve babam da beni yollamak istemiyordu. Gitsem giderdim, karışmazdı ama ne birden kardeşlerimi bırakabildim ne de babamın üzülmesine dayanabildim. Hem zaten yeni mezun oldum sayılır, belki döndüğümde bir ara bunu yapabilirim.”
“Yirmi bir yaşındaydın, değil mi?”
İçkiden bir yudum alırken başımı salladım. “Evet.”
“O zaman seneye mezun olman gerekmiyor muydu?”
“Ben ocak doğumluyum.”
“Nasıl yani?”
“Yeni yıldan sonra doğanlarla değil, önce doğanlarla aynı anda başladım. Yani okula bir yıl önce başlamış oldum.” Yanaklarım ısındı. “Bir de ilkokul birinci sınıftayken hızlı öğrendiğim için iki sene atlatmışlardı beni. Yani ben üç sene kadar önde gidiyorum denilebilir.”
“Süper zekâsın yani,” dedi alayla. “Anladım. Yine de yeni mezun sayılırsın. Mezun olduğun an iş hayatına atılmaman iyi olmuş, bu biraz sıkıcı olurdu,” deyince kaşlarımı kaldırdım. “Birkaç yıl öğrencilikten kurtulmanın tadını çıkar.”
“Sen ne okudun?”
“Psikoloji,” dedi dümdüz bir sesle.
“Vay be. Ciddi mi bu?”
“Evet?”
“Sen insanın psikolojisini daha çok bozarmışsın gibi geliyor…”
Alayla güldü. “Yüksek lisans yaptım,” dedi birden, tokat yemiş gibi ağzım kocaman açıldı. “Klinik psikoloji.”
“Neden mesleğini yapmıyorsun?”
“İnsanların ruhlarını çözmeyi seviyorum, tamir etmeyi değil.”
“Yani sırf ruhları çözebilmek için mi o bölümü okudun?”
“Evet, olamaz mı?” Elini uzattı. “Şişeyi ver.”
Şişeyi ona uzattım. Dudaklarımı yasladığım yere dudaklarını yaslayıp şişeyi kafasına dikti ve içki boğazını doldurmaya başladı. Çenesine taşıp bir su damlası gibi akan içkiyi izledim. Şişeyi ağzından uzaklaştırdığı an elinin tersiyle ağzının kenarını silerek bana baktı. Şişeyi tekrar sıkı bacaklarının arasına aldıktan sonra duruşunu dik konuma getirdi.
“Merak ediyorum,” dediğimde duraksadı, birden konuşmamı beklemiyor gibi bir hâlin vardı. “İlk birlikteliğini yaşadığında da mı birlikte olduğun kişiye karşı bir şeyler hissetmiyordun gerçekten?”
“Birliktelik yaşamak?” Kafamda antenlerim varmış gibi baktığını biliyordum. “Seks yapmaktan mı bahsediyorsun?” Neredeyse homurdanacaktım. “İlk seksimi yaptığımda lise birinci sınıftaydım,” deyince küçük dilimi yutacağımı sandım. Gözlerim o kadar iri açılmıştı ki, Efken’in boğazından yükselen alay dolu sesi duyana dek gözlerimi ne denli iri açtığımı bile fark etmemiştim. “Şu ifadeyi takınma, cidden komik görünüyorsun. Rahatsız edici derecede komik… Ne bekliyordun ki? Öylece bir kenara geçip kendimi tatmin etmemi mi? Bu benlik değildi. O zamanlar yaşım kaç olursa olsun, özüm hep aynıydı.”
“Kendini beğenmiştin yani,” dedim şok içerisinde. “Reşit olmadan, reşit olmayan biriyle yattın öyle mi?”
“Hayır,” dediğinde şaşkınlığım iki kat arttı. “Seks yaptığım kişi benden büyüktü.”
“Ne? Reşit biriyle mi yattın? Lise bire giderken?”
“Evet?”
“Üst sınıflardan mıydı? Son sınıf falan?”
Merakım onu eğlendirmişe benziyordu. “Hayır,” deyince kaşlarım havaya kalktı. “Staj için gelen asistan öğretmenlerden biriyle.”
“Oha!”
“Ne var bunda?”
“Senin yaşına bakmadan mı?..”
“Her zaman iriydim ve yaşımdan büyük görünürdüm,” dedi. “Onu ayartmak benim için sadece bir iki teneffüs sürdü.”
“Çok adisin. Hem bu o kadını da pedofili yapar. Sen reşit bile değildin.”
“Reşit birinden daha büyük görünüyordum, sakinleş.”
“Bir de öğretmen olacaktı yani. Olmuştur kesin. Diğer öğrencileriyle yapmayacağı nereden belli ki? Çok korkunç bu!”
“Kimse benim kadar iyi baştan çıkaramaz,” dedi Efken keyifle.
“Psikoloji okumuş biri için sığ düşünüyorsun. Bu çok zararlı. Öğrencileriyle çarpık ilişkileri olan bir öğretmen profili geldi gözümün önüne, bu çok korkunç.”
“Şu an öğretmenlik yapmıyor,” dedi Efken, sesi gergindi. “Kendisinden yaşça büyük bir üniversite dekanıyla evlendi, bayağı zengin bir dekandı. Bildiğim kadarıyla şu an kocasının mirasını yiyor.”
“Nereden biliyorsun?”
Yavaşça esnedi. “İnsanları tamir etmem dedim, başkalarını zehirlemelerine izin veririm demedim.”
İçki şişesine uzanmak için ona doğru eğildiğimde başta bu yakınlığa anlam yükleyemeyip donup kaldı. Bacaklarının arasına uzanıp şişenin baş kısmını kavradığımda birden bacaklarını sımsıkı konuma getirerek içkiyi almama engel oldu. Bacak kasları öyle güçlüydü ki, ne kadar çekiştirsem de içkiyi alamamıştım. Saçlarım yanaklarımın üzerine düşerek yüzümü gizlediğinde, uzun saçlarım omuzlarına sürtünmüştü. İçki şişesini bir kez daha çekmeye çalıştım ama bu da boşa gitti ve homurdanarak kafamı kaldırıp ona baktım. Uçurum mavisi gözleri paslı bir gümüş gibi parlıyordu.
“Şunu versene.”
“Yeter bu kadar,” deyince gözlerinin içine daha büyük bir dikkatle baktım. Birden hiç olmamamız gerektiği kadar yakın olduğumuzu fark etmiştim. “Yatağa gir, Medusa.”
“Bana emirler yağdıramazsın,” diye söylendim.
“Alkole bağışıklığın olduğunu sanmıyorum,” dedi. “Daha fazla içme. Yatağa bir gevezeyle girmek istemiyorum.”
“Seninle yatağa girecek olan da kimmiş?”
Hırıltılı bir nefes verdikten hemen sonra içki şişesini kenara koyarak ayağa kalktı. Birden karnıma bastırdı ve ben ayaklarım yere sabitli duracak şekilde yatağa uzanmak zorunda kaldım. Siyah saçlarım yatağa birbirine girmiş yılan bedenleri gibi serilirken, Efken iki bacağını karnımın üzerinde açarak üzerime çıktı ve gözlerini indirip yüzüme bakmaya başladı. Tam üzerimdeydi ve başıma dikilmiş bir gökyüzüne benziyordu. Kızıl bir gülün tohumu sanki içimde bir yerlerde kökünden sarsılmış ve tomurcuğu çatlamıştı. Sonra o kan rengi yapraklar serbest kalarak tamamen açılmıştı. Efken güçlü ellerinin sıcak avuç içlerini bileklerimin iç kısmına bastırdı ve yatağın üzerinde tamamen gerdi. Sanki beni kendine ait bir çarmıha germişti.
Nabzım onun güçlü ve sıcak avcunun içine telaşla çarpıyordu. Gözlerini yüzümün her zerresinde gezdirmeye başladı. Üzerimde olduğu o süre zarfında, kalbim kanlı bir çatışmanın ortasındaymış gibi hissetmiştim. Gözlerinin içine baktığımda orada bir ayna olduğunu gördüm. Evet, mavi gözleri bir ayna gibi parlıyordu. O aynaya düşen karanlık yansımamı izlerken kalbimin gerdiği göğsümdeki deri sık sık dalgalanıyordu. Onun gözlerinin içine bakmak, aynalarla kaplı bir odanın tam ortasında çırılçıplak durmak gibiydi ve her ayna, içinde binlerce yansımayı sığdırıyor, on binlerce ayna birbirlerinin kalbinde benim görüntümü taşıyordu. Eğilmiyordu, öylece duruyordu ama öylece dururken bile sanki bizi birbirimizden ayıran o mesafe gitgide daha da yok oluyordu.
“Benimle uyuyacaksın,” dedi sadece. Ses tonundan zihnime düşen kelimeler aklım tarafından çevrelense de mantığım bu kelimeleri olmaları gerektiği yere koyamadı. “Bu yatakta.”
“Neden?” diye sordum, soluk soluğaydım.
“Çünkü ben öyle istiyorum.”
“Seninle uyumamı mı istiyorsun?”
“Bunu benim sesimden duymak istiyorsun, değil mi?” diye sordu karşılık olarak. Ortam çok sessizdi, her bir kalp vuruşunun sesi duyuluyordu. Kalp atışlarımın sesi kalp atışlarının sesine karışmıştı. Yavaşça eğilince, nefesimi tuttum ve dünya üzerime yıkılıyormuş gibi korkuyla doldum ama korkunun arkasına sakladığı o baskın his kendini belli etmeye başlamıştı. “Benimle uyumanı istiyorum.”
Buna karşılık sadece sertçe yutkunabildim.
Yüzünü neredeyse yüzümün hizasına indirince, kalbimin çığlıklarını daha yakından duyabilme şansı oldu.
“Nasıl bu kadar güzel görünebiliyorsun?” diye sorunca, avuçlarının içinde cam parçaları varmış da bileklerimin içine batıyormuş gibi gözlerimi acıyla yumdum. “Bu senin sihrin mi yoksa?..” Dudakları dudaklarımı teğet geçerek kulağıma yaklaştı. “Söylesene, kimseye söylemem. Yoksa güzelliğin senin silahın mı?”
Gözlerim yavaşça boşluğa kaydı. Parkeye sızan o gümüşten maviye dönen ışığı tekrar gördüğümde, o geceyi hatırladım. O gece Efken’in o ışığın altındaki görüntüsünü… Sihirli kelimeleri zihnime dolarken gözlerimi o genişleyen ışık nehrinden ayıramadım. Işık yavaşça yatağa tırmanmaya başladığında gözlerimi birden Efken’e çevirdim. Yine o karşı koyulamaz çekim, kasıklarımdan yukarı tırmanarak kalbime doğru yola koyulmuştu. Sanki o ışık, ikimizin de duygularını en zirve noktaya taşımak için her seferinde sinsice bizi altına almaya çalışıyordu.
“Seninle uyuyacağım,” dedim onu durdurmak ister gibi elimi birden kirli sakalların sarmaya başladığı kemikli yanağına bastırarak. Bakışları, dokunuşumu hisseder hissetmez donup kaldı. O ışık bizi altına aldığı anda her duyguyu en yüksek seviyede hissedeceğimizi düşünmeden edemedim. Bu yüzden onu bir an önce kendimden uzaklaştırmam gerekiyordu ama ona dokunduğum an, bedenim birden kırmızı alarmlar vermeye başlamıştı. Ona dokunmak muhteşem bir şeydi.
Yanağını avucumun içine bastırarak, “Ani hareketler yapma,” diye hırladı ve ışık onun bedenini altına almadan üzerimden kalktı. Nefes nefese odanın içinde ilerlemeye başladığında, ışık kıyıyı yıkayıp geri çekilen küçük bir dalga gibi yavaşça geri çekildi ve ışığın uzaklaştığı ânı çatık kaşlarla izledim. “Yarın senin için gereken malzemeleri hallederim,” dediğinde üzerindeki beyaz tişörtü çıkarıyordu. Anlayamadığım için karman çorman bir ifadeyle tavana baktım. Sonra ondan şövale ve tuval istediğimi hatırlayıp gözlerimi yavaşça yumdum. “Yatağa gir.”
Gözlerimi devirerek yatağa girdim. O da hemen arkamdan girmişti. Yorganı üzerime çektiğim anda onunla aramızda bir bariyer olur sanmıştım ama Efken birden yatağın bana ait olan kısmına kaydı ve ben daha ne olduğunu anlamadan beni sıcak kollarının arasına çekti. Dudaklarım şaşkınlıkla aralansa da kelimeler oradan dışarı çıkmadı. Efken beni güneşten bile sıcak olan kollarının arasında tutarken ben de nefesimi tutuyordum. Sırtımı göğsüne yaslamıştım, sadece iç çamaşırının sardığı bedeni doğrudan bana yaslı hâldeydi.
“Nefes al,” diye fısıldadı yüzünü saçlarıma gömerken. “Henüz ölmek için çok erken.”
“Bu kadar yakın olmaya…”
“Gerek var,” dedi yavaşça. “Buna ben karar veririm. Şimdi kapat gözlerini ve zıbarıp uyu.” Alkol kokan nefesi saç diplerime yayılınca yutkunup gözlerimi yumdum. Yakınlığımız aklımı başımdan âdeta uçurmuştu. “Kıpırdamak yok,” diye fısıldadı. “Eğer beni uykumdan uyandıracak olursan, bir çarparım bir de duvardan yersin.”
O tehditkâr ve tehlikeliydi.
O benim içime atılan bir düğümdü.
Ama yine de onun kolları daha önce tatmadığım kadar güvenliydi.
Uyku kaçınılmazdı.
Kördüğüm olmak kaçınılmazdı.
🎧: Les Discrets, L’échappée