🎧: Ayna, Gelincik
Bazen cehennem öyle çok saftı ki, cennetteki abartı tüm iyilerin kalbini dondururken, şeytanlar avuçlarını kalplerine bastırıp hissediyorlardı.
Bazen kötüler o kadar iyiydi ki, öldürdükleri her insanın kanı iyilerin ellerini kirletiyordu.
Yine bazen kötüler o kadar kötüydü ki, iyilerin ellerini kirleten kanı döken yine iyiler bile olsa, o kanı ova ova onların parmaklarından çıkarırken, cinayeti üstleniyorlardı.
Altımızdaki araba, geride bırakarak ilerlediği asfaltın üzerine ateşler dikiyor gibi öne doğru atılıp duruyordu. Bir köşeye gizlenmiş, avının boynunda atan damarı izleyen bir vampir gibi açlıkla, öfkeyle, önüne geçemediği bir saldırma içgüdüsüyle öne atılan aracın yarıya inmiş camından içeri doluşan rüzgâr saçlarımı dağıtıyor, saç tellerimi yüzüme vuruyor, uçuşturuyordu. Parmaklarımı kaldıramayacak kadar donmuş hâlde olduğumdan saçlarımı düzeltme girişiminde bulunmadım ama kalbimin içi bir çuval gibiydi, o çuvalın içinde iğneler vardı, çuvalın yüzeyini delik deşik eden sivri uçlu gri iğneler… Kalbimdeki ağrının sebebi bu iğneler miydi?
Kalbimin atışları kulağımı sağır edecek kadar fazlaydı.
Ve yine kalbimin atışları, elimi göğsüme bastırıp yaşayıp yaşamadığımı sorgulatacak kadar sessizdi.
Gurur gaza kökleyince arabadan bir hırıltı yükseldi, motordan gelen o kükreme sesi zihnime yayıldı ve bu sesi hiç unutmayacağımı düşündüm. Bu ânı ve bu sesi hiç unutmayacaktım. Gurur’un direksiyonu sıktığını, direksiyona baskı uygulayan parmaklarının yarattığı gıcırtıdan anlamıştım. Yutkundum, boğazıma korkudan çaldıklarım battı. Buradaydı, korku tam da burada, boğazımın ortasındaydı. Kalbimi terk edip boğazıma yükselmişti, ağzımı açsam sadece korku dolu çığlıklar atıp, haykıra haykıra ağlayacaktım.
Öksürmek istediğimi hissetsem de saçlarım o kadar çok yüzümdeydi ki, ağzımı açarsam hepsini yutacaktım sanki. Gözlerim rüzgârın yüzüme çarpmasından mı yoksa hissettiklerimden midir bilinmez sulanmışlardı. Kirpik diplerim ağrıyordu. Acaba kasılarak tekleyen kalbimin yükselerek tüm bedenime bıraktığı ağrıyı ağırladığım için mi bu kadar yorgun hissediyordum? Öyle bir şeydi ki bu, dudaklarımdan tek bir kelime, kelime değil harf dökülse, Gurur hissettiğim korkuyu kemiklerinin içinde, iliklerinde hissedecekti.
Birini öldürmüş olma ihtimali yoktu. Bu ihtimali kafamdan silmişti. Yüzündeki şaşkınlığı, gözlerindeki o depremi görmüştüm; ruhunda hissettiğine emin olduğum deprem öyle güçlüydü ki benim bile dengemi darmaduman etmişti. Kelimelerin ne kadar bozuk, ne kadar bayat ve küflü olduğunu, boğazıma takılan her kelimenin acı tadını yutarak içime gömdüğümde anlamıştım. Araba mümkünmüş gibi daha da hızlanınca, bedenimdeki kasılmalar çoğaldı ve rüzgâr içeri beni tokatlamak istiyormuş gibi doluştu. Oysa rüzgârın dokunuşları, o sert tokatları bile beni gerçeğe sürükleyemiyordu. Zihnimde rehin kalmıştım.
Kafamda bir şeyleri yerine oturtmanın mümkün olmadığı saniyelerde, Gurur boğazından çıkan bir hırıltının ardından, “Titreme!” diye kükredi ve sesi bir dalga olup beni altına aldığında, asıl titremeyi şimdi içimde, ruhumda, tüm bedenimde, her zerremde hissediyordum. İrkilerek sırtımı koltuğa sertçe bastırıp olduğum yere sinmeye çalıştım. Eğer bir mezar kazıp içine girmemi isteselerdi tam şu an bunu yapardım; tek istediğim şu an burada olmamaktı. Bir mezara bile razıydım.
Bir mezarın içinde olmaya bile razıydım.
Dışarıda çiseleyen yağmur, rüzgâra tutunarak aracın içine dalıp yüzüme fiskeler indiriyordu.
Kalbimin atışları bir odaya yayılan ses gibi içime yayıldı. Göğsümdeki zonklamayı hissettim. Başımı havaya kaldırmamla saçlarım boynuma yığıldı, boynuma çarpan rüzgâr onları yana doğru uçuştursa da saçlarım yine boynuma yayılmış hâldeydi ve bu görüntü beni boynuma kadar toprağa gömülmüşüm gibi gösteriyor olmalıydı. Öyle olmasa bile öyle hissettirdiği kesindi. Gözlerimi aracın tavanına dikerek derin bir nefes almaya çalıştığımda aldığım nefes boşluk olup içime dolarak korkunun daha fazla yer bulmasını, tamamen yayılmasını sağladı.
Araba sarsıldı, kaya parçalarının üzerinden geçerken kaya parçalarını âdeta parçaladı. Koruluğun kalbinden geçerek dar bir patikayı tırmandı ve çok geçmeden tesis, hayalet bir yapı gibi birdenbire gözler önüne serildi. Gözlerimi indirip camdan dışarıya baktım, tesise gitgide daha da yakın konuma geliyorduk. Araba tesisin biraz ilerisinde durunca, birden içeriyi yağmurun sesi doldurdu. Düşen damlaların sesi anlık da olsa korkuyu belirsizleştirdi ama çok geçmeden çakan şimşeğin ışığı beni ürküttü; biraz sonra şimşeğin o çığlık kadar sert olan gürültüsü içeriye doluştu. Gözlerimi yumup bana vereceği bir sonraki komutu bekledim. Şu an karşı koyacak güçte değildim. Sadece bir şeyler olsun istiyordum. Tutunabileceğim türden şeyler. İyi olmasa bile, çok da kötü olmayan şeyler.
Bana bir şey söylemeden aracın kapısını açtı, zaten içeriyi kıskıvrak yakalayan soğuk, daha da arttı. Kafamı omzumun üzerinden ona doğru çevirip ona baktım. Birkaç defa arka arkaya arabanın tavanını yumruklayınca, içinde durduğum araba sarsıldı ve korkuyla aracın kapısına tutunup gözlerimi sıkıca yumdum. Ağlamak istiyordum. Tam şu an, dünya üzerinde kimse benim kadar ağlamak istiyor olamazdı. Hayır, bunu kabul etmiyordum. Lanet olsun, ağlamak istiyordum.
Birden aracın önünden dolandı, ben daha ne yapacağını kestirememişken o birden benden taraftaki kapıyı açarak içeriye doğru uzandı. Gözlerim yuvalarından çıkacak gibi irileştiğinde ne yapacağını merak ediyordum. Birden kendimi savunmak ister gibi geri çekildiğimde, duraksadı ve içeriye doğru eğilip, ellerini güven verici bir şekilde kaldırarak, “Sakin ol, Zeliş,” diye fısıldadı. “Sana zarar verecek değilim.”
Ne diyeceğimi bilemiyormuş, konuştuğu dili bilmiyormuş, hatta hiçbir şey duymuyormuş gibi baktım ona. Duysam da anlamıyordum. Bunu yadırgamadı ve gözlerime yayılan o korku dağılana kadar elleri havada bekledi. Sonunda gözlerimdeki panik dağılmış olacak ki ellerini bana doğru uzatıp beni dirseklerimin altından kavrayarak yavaşça koltuğa doğru çekti.
“Bak bana,” dedi ilk defa farklı bir ton kullanarak. Kafamı kaldırdım ve çaresizlik içinde buz sıcağı gözlerine baktım. “Hani sana daha kötüsü olacak demiştim ya?” dedi. Başımı salladım. “Artık olmayacak.” Duraksayıp sadece gözlerinin içine baktığımda dirseklerim hâlâ avuçlarının içindeydi, kollarım dirseklerimden kırılmış gibi cansız duruyordu. “Korkma. Korkmak yok, anladın mı?” Başını salladı, başımı salladım. “Elimize yüzümüze bulaştırmayacağım.” Başını salladı, onay bekler gibi baktığını görünce ben de başımı zorla da olsa salladım “Güzel. Bilmeni istiyorum.” Beklentiyle ona baktığımda konuştu: “Bu kez kendi götümü kurtarmak istediğim için değil, seni de korumak istediğim için buradasın.”
Bir şeyler söylemek için dudaklarım aralandı ama çok geçmeden o dudaklar korkulu bir iniltiyle geri kapandı. Gurur, gözlerimin içine bakıyordu. Yutkunup kara zorla, “Peki artık daha kötüsü olmayacaksa, bu şu an en kötüsü oldu demek mi oluyor?” diye sordum başımı yavaşça aşağı yukarı sallayarak.
Sadece gözlerimin içine baktı.
Sonra birden dirseklerimi bıraktı ve bana sarıldı.
Hiç düşünmedim, getirisini ya da var edebileceği hiçbir şeyi düşünmedim. İhtiyacım olan tek şey buymuş gibi ona sarılıp kollarımı boynuna sıkı sıkı sararak, boynuna doğru yavaşça konuştum. “Bunu istemiyorum,” diye fısıldadım dehşet içinde. “Daha kötüsü olmasın. Olmasın, ne olursun.”
Eli belime kaydı, beni sıkıca tutup kendine bastırırken nefesinin saçlarıma yayılışını hissettim. Bu beni daha da yaraladı.
Korku her yerdeydi. En çok da içimde.
“Anlamıyorsun, değil mi?” diye fısıldadım. “Mahvoldum ben. Mahvoldun sen. Biz. Mahvolduk.” Bu, belki de ilk defa kendimden öte, onu düşündüğüm andı. “Mahvolduk.”
“Ben mahvolduk demeden mahvolmayacağız,” dedi, parmaklarını belime bastırıp, burnunu omzuma yasladı ve derin bir nefes alırken omzuma yaslı durduğu için boğuklaşan sesiyle konuştu: “Mahvolmadık.”
“Burnu büyüklük yapıyorsun,” diye fısıldadım ona sıkıca sarılmaya devam ederken.
“Her yerim büyük benim, bilmiyor musun?” Beni neşelendirmek istiyor gibi yavaşça güldü. “Doğru, henüz bilmiyorsun. Şimdilik.”
Burnumu çekip, “Ne yapacağız?” diye sordum.
“Böyle kalacağız. Şimdilik.”
“Şimdilik,” dedim.
“Evet. Şimdi Gurur’a değil de Mert’e sarılıyormuşsun gibi sarılsana, daha kolay olur belki.”
“Zor değil ki,” dedim dudaklarım boynuna yakın bir yerdeyken. Bu onu bir an duraksattı. Sonra çenesini omzuma sertçe bastırdı.
“Tamam o zaman, Gurur’a sarıl,” dedi.
“Gurur’a sarılıyorum,” dedim yutkunarak. Çok kısa sürede beni sakinleştirmesine şaşırmıştım aslında. Bu hiç mümkün değilmiş gibi geliyordu.
“Korkmak konusunda haklısın,” dediğinde, bu gerçeği bana öylece söylemesi tüm tüylerimi ayağa dikse de ondan ayrılamadım. Ona tutunuyordum, ihtiyaç duyduğum buydu, birine sığınıp sadece korkmak istiyordum. “Hiçbir çocuk korkmadan büyüyemez.”
Beni öyle bir tuttu ki, çocukluğum avuçlarında parçalanacak diye düşündüm. Kalbimin boğazıma kadar yükselen ağrısını hissetmiyordu belki ama içimde süren varlığından da haberdardı. Belki ne kadar ağrıdığını bilmesi imkânsızdı ama ağrıdığını biliyordu işte. Kalbim, göğsümün altına gömülmüş bir ceset gibiydi ve ben kendi kalbimin mezarıydım; göğüs kafesim, kalbimin üzerine yerleştirilen tahtalardı, kalbimi saran her bir damar aslında kalbimin kefeniydi. Ben kendi kalbimin ölümüydüm.
“Düşün ki ben senin geçmen gereken sınavın değilim, senin için o sınavı hazırlayan öğretmeninim. Sen o sınavdan kalsan bile ben senin için telafisini hazırlayacağım.” Kelimeleri bir ninni gibi zihnime dolduğunda şaşkındım çünkü onun da en az benim kadar karmaşık hisler içerisinde olduğunu biliyordum. Buna rağmen bana sarılmış, beni yatıştırmaya çalışıyordu.
Tüm bunların bir şaka olmasını öyle çok isterdim, öyle çok isterdim ki… Onunla öylesine yaşadığım bir günde, öylesine bir insan olarak, onun da benim için öylesine bir insan olduğu bir anda tanışmak isterdim. Bu ânı yaşayacaksak, bu ânı yaşamamızın sebebi bu olmasın isterdim. Çocukça isteğim, içimdeki ağrının daha da çetrefilli hâle gelmesine neden olunca sustum ve sadece ona sarıldım, ihtiyacım olan buydu; en azından şimdilik buydu.
“Cenan bu kez bu olayı çözecek,” diye fısıldadım korku içinde. “Nasıl bir oyun oynarsak oynayalım, artık onu yenemeyiz.” Korkudan gözlerim yaşlarla dolabilirdi ama kendimi tuttum, rüzgârın gözlerime yerleştirdiği ıslaklık dışında ben ağlamıyordum. Ağlamayacaktım. Bugün olmayacaktı bu. Bugün gözyaşlarımı özgür bırakmayacaktım. Sürüklendiğim telaşı fark etmiş gibi parmaklarını belimden yukarı kaydırarak kollarıma çıkarıp beni sıkı sıkı tuttu. Bu tutuş bile, kelimeleri olmayan dilsiz, sessiz, ıssız bir cevaptı. Sakinleştiğimi fark ettiğimde ağzımı açtım ama kelimeler dilime fırsat vermeden geri çekilerek boğazıma doldular.
“Şimdi senden beklentim, sakin kalman. O gece olduğu gibi,” diyerek bana o geceyi hatırlattı. “O geceyi hatırlıyorsun, değil mi? Hiç unutmazsın. Biliyorum. Tıpkı o gece olduğun gibi olmanı istiyorum, Zeliha. Yaşadığın olayın ağırlığına rağmen üzerine çöken o sessizliği yeniden görebilmek istiyorum senden. Çünkü içeri girdiğimizde buna ihtiyacımız olacak.”
Yüzünü göremediğim için neyden bahsettiğine dair hiçbir fikrim yoktu. Gerçi onun yüzünü izlerken de düşündüklerine erişemiyordum, kelimeleri yüzüme su gibi çarpsa bile o su soğuk mu yoksa yanıyor mu, fokur fokur kaynıyor mu anlamıyordum. Belki de yüzüme her su serptiğini sandığımda aslında yüzüme buzlarını dokunduruyordu.
“Senin yaptığından mı şüphelenirler?” Sakince sorduğum soru, fırtınayı nefesimde taşıdığımın habercisiydi. Birdenbire bu kadar sakinleşmiş olmamı yadırgamadı, bunu zaten bekliyormuş, böyle olacağını biliyormuş gibi rahattı.
“Onlar benden asla şüphelenmezler,” dedi, sesindeki rahatlık bir an bana ferah bir nefes aldırdı. “Ama söyleyecekleri seni erkenden korkutabilir.”
Kaşlarımın ortasında derin bir yarık peyda oldu, suskunluğum bir süre sonra derin bir nefesin eşiğinden geçerek sonlandı. “Sessiz kalırım,” dedim, bu söylediğim ona güvence vermem demekti, bunu biliyordu; hoş, sessiz kalacağımı da biliyordu. Çünkü ben hep öyleydim. Dişlerimi ona saplayıp kanını son damlasına kadar akıtmak istediğim zamanlarda bile aslında sessizdim.
Ben sessiz kalırdım kalmasına ama o konuşsun istiyordum. O konuşmazsa, içimdeki karanlık daha da büyüyecek, ruhumda hep gece olacak gibi hissediyordum.
Parmakları tenimden usulca ayrıldı, geri çekileceğini anladığımda bir boşluğa yıldırım gibi düştüğümü hissetsem de ben de kendimi geri çektim ve Gurur, aracın dışına çıktı. Aracın tavan kısmı boynunu ve yüzünü benden aldığında, sakince göğsünü, ardından da dışarıya düşen yağmur damlalarını izlemeye başladım. Birkaç dakikayı bana armağan etmişti. Bana müsaade ettiği o kısa süre zarfında kendimi toparlayabilmem mümkün olmasa da düşüncelerimi dizginleyebilmenin bir yolunu bulmuş sayılırdım.
Sonunda, “İçeri girmemiz gerekiyor,” dedi, ondan beklemediğim kadar sakindi bana karşı. Birkaç dakikanın aksine, şu an böyleydi. İçime yerleşmiş o kaçıp gitme isteğine rağmen yavaşça araçtan indim. Tam karşısında durdum. Gurur, kaşlarını çattı ve bir şey söylemek ister gibi ağzını açtı, sonra bunun hiç gereği olmadığını düşünmüş olacak ki ağzını geri kapatıp, dikkatle beni izlemeye başladı. Gözlerime toplanmış kırmızı bulutları uzun uzun izledi. Yüzümü ekşitip, ağlamaya başlamamak için güçlü bir çaba sarf etmem gerekmişti ama bunu başarmıştım.
İçimde kırgın gözlerle yüzümü izleyen o küçük kız çocuğu kafasını kaldırıp Gurur’un kokusunun ne kadar güzel olduğunu fısıldayınca, titreyen avuçlarımı küçük kızın dudaklarına bastırarak telaşla ve biraz da korkuyla onu susturdum. Ne yeriydi bunun ne de zamanı… Ama kokusu… Güzeldi. Güvenliydi. Buz gibi kokuyordu. Ve biraz da orkide gibi. Durup kaşlarımı çatarak ona baktığım an buz sıcağı gözleri zihnimde geziniyormuş gibi hissettim. O tıpkı buz tutmuş bir orkide gibi kokuyordu.
Ne yapacağımı bilemeyerek yüzüne baktım ve gözleri bir kum fırtınası gibi ruhumu sardı. “Seni bu boka bulaştırmamalıydım,” dedi. “O gece kaçıp gitmene izin vermeliydim.”
Bu itirafı benim için beklenmedikti. Tek kelime edemeden onu izledim. Dürüstlüğü, yüzündeki güzel çizgilere gömülmüş kederli kelimeler gibiydi. Bir okyanusun içine kıymık gibi batmış binlerce gemi artığı gibi… Pişmanlığı yüzünde izledim. Bu pişmanlığın özünde olmak beni bir hayli şaşırtmıştı.
“Hayatını mahvederdim,” dedim hiç düşünmeden. “Buna rağmen mi?”
Buz sıcağı gözlerinde herhangi bir duygu değişimi yaşanmadı. Sadece gözlerimin içine bakıyordu. “Hayır,” dediğinde kendinden emin sesi ruhumu titretti. “Bunu yapmazdın.”
Yağmur damlaları yüzüne düşüp tenine tutunuyordu. Kirpiklerime çarpan yağmur damlaları görüşümü anlık da olsa bulandırıyordu ama ona bakmaktan vazgeçmiyordum.
“Beni tanımıyorsun,” diye fısıldadım, başını iki yana sallayarak ciddi gözlerle gözlerimin içine baktı.
“Dudaklarım dudaklarına değdiği gece seni ezberledim, seni içimde misafir ettim. Seni içimde misafir ettiğim o gece içimi dağıtıp çıkıp gidebilirdin. Her şeyi yerli yerine koydun ve gitmek için sessizce kapıyı açmamı bekledin.”
“Beni kandırmak mı istiyorsun?” Sorum onu hiç beklemediği bir yerden yakalayıp sarsmış gibi gözlerime şaşkınlıkla baktı. “Eğer öyleyse, bunu yapmana gerek yok. Sen böyle şeyler söylemediğinde de ben sana güveniyorum.” Bu söylediğim karşısında sadece gözlerini ağır ağır kırpıp geri açtı. “Boktan herifin tekisin ama kötü biri de değilsin, biliyorum. Ama senin kötü olduğuna kendimi inandırmazsam, sana hak vermeye başlarsam -ki veriyorum, bunu durduramıyorum- vicdanımı kim susturacak?”
“Bunu bana güvenmen için söylememiştim.” Cümlesi karşısında afalladığımdan bir an sadece susup gözlerinin içine baktım. Konuşması gerekiyordu. Duymak istiyordum. Beni şu an olduğum cehennemden yalnızca o çıkarabilirdi. Bana doğru bir adım attı, rüzgâra karışan buz tutmuş orkide kokusunu soludum. Ne yapacağımı bilemeyerek gözlerine baktım. Başını yavaşça eğip, “Seni çoğu kez kandırdım,” dedi. “Ruhun duymadı. Kandırmak sadece yalan söylemek değildir, ben senin sadece gözlerine bakarken, yanında dururken, öylesine bir şeyden bahsederken bile seni kandırıyorum.” Bu gerçek, kalbimi olduğundan daha ağır hissedemez sanıyorken daha da ağırlaştırıp göğsümdeki yükünü arttırmıştı. “Seni dün gece de kandırdım. Söylediklerimin hiçbiri yalan değildi, seninle konuşurken Mert’tim, sana arkadaşlarını anlatan Mert’tim ama kafamdaki o tilki Gurur var ya, işte o Mert’in sana anlattıklarından kendine paylar çıkardı. Dedim ki içimden, Mert bunları ona anlatıyor, onun güvenini kazanıyor, anlatsın. Zeliha sen havanın durumunu biliyor olsan ama sana gelip havanın durumundan yanlış şekilde bahsetsem, gerçeği bilmene rağmen benden duyduğun için bunu iyiliğini düşündüğümden yaptığımı söyleyip bana inanabilecek bir kızsın.”
Sessizce başımı aşağı yukarı salladıktan sonra, “Dün gece Mert’ken bile mi beni kandırdın?” diye sorduğumda, sorduğum sorudan çok, gözlerimde gördükleri onu kahretmiş gibi gözlerini benden uzağa taşıyıp yumdu. Dişlerini sıktığını gördüm, kemikli suratında onlarca mezar taşı belirmişti.
“Seni kandıran Mert değildi, bendim. Ben seni kandırmak zorundayım, Zeliha.” Gözlerini açıp bana çevirince birden kalbimden yükselen o ağrılı gürültüyü duydum. “Ben seni kandırıp, sana asla kanmamak zorundayım.”
Sakin gözlerle, “Neden?” diye sordum.
“Kanarsam, kapıyı açmam, çıkamazsın.” Anlayamadım ama belli etmedim, anlamadığımı biliyormuş gibi derin bir nefes aldı. “Bir süre sonra yerli yerine koyduğun her şeyi kırıp dökmeye, kapıya vurup seni çıkarmam için bağırıp çağırmaya başlarsın.”
Parmak uçlarım sızlıyordu. Parmaklarımı güçsüzce kotumun kumaşına sürttüm. Bir müddet sonra dişlerim takırdamasın diye sıktığım çenem çözüldü ve üşüdüğümü daha net bir şekilde hissetmeye başladım. Gurur önümden geçip giderken kolu omzuma sürtmüştü. Birkaç saniye olduğum yerde, aynı boşluğu izleyerek bekledikten sonra döndüm ve aracın kapısını kapatıp, tesise doğru ilerleyen Gurur’u takip etmeye başladım. Kandırılmışlık hissi yoktu, kalbimi ağrıtan kelimeler bile durmuş yüzümdeki sakinliği anlam veremiyormuş gibi şaşkınlıkla izliyordu.
Kafamın derisinde ıslaklığı ve soğuğu hissediyordum. Sonunda tesisten içeri girdik ve önümde uzanan tertemiz, bomboş koridorda ilerlemeye başladım. Gurur hemen hemen bir, bilemedin iki metre önümden yürüyordu. Koridorun diğer ucunda beliren isim Devran’dı, yüzünde her daim varlığını koruyan o buzdan ifade, dudaklarındaki düz çizgiyle bize doğru yürürken aslında gergin olduğunu hissedebiliyordum ama onu izleyen bir başkası olsa, onun hiçbir şey hissetmeyecek kadar duygularından arınmış olduğunu düşünürdü.
Dolgun dudaklarını ağır bir şekilde yaladıktan sonra, Gurur ile aralarında sadece bir metre kadar kaldığında, “İşte bu kez battığın bok, boyun kadar,” dedi duygularından arınmış, sakin sesiyle. Gurur, hiçbir şey söylemedi, Devran kolunu dirseğinden kırarak elini Gurur’a uzattı, Gurur’un da bunu yaptığını gördüm ve birbirlerinin ellerini kavrayıp bir yumruk oluşturdular. “İşler çok boktan,” dedi Devran elini geri çekmeden. “Muşta tam üç kalem kırdı.”
Gurur, başını sallarken elini geri çekti. “Hiçbir ilgim yok.”
“Biliyorum,” dedi Devran. “Ama bu her kimse, tarzı seninkine benziyor, bu olay bir seri katil hikâyesine dönecek gibi görünüyor.”
“Bir seri katil olmadığım kalmıştı,” diye homurdandı Gurur, ardından sakince, “Herkes biliyor mu?” diye sordu.
Devran, kaşlarını kaldırıp, “Yani,” dedi. Gözleri beni buldu. Bana bir an çekiniyormuş gibi baktığını fark etsem de çok geçmeden gözlerindeki o duygu dağıldı. “Merhaba, Zeliha. Nasılsın demeyeceğim.”
Başımı salladım sadece. Dememesi gerekiyordu. Buraya geldiğim ilk geceki kadar olmasa da ona yakın bir çaresizlik hissediyordum içimde.
Yener, “Hoş geldiniz Ken ve Barbie ama bahsettiğim plastik olanlar değil, karı koca katil olan, lakapları Barbie ve Ken olan delilerden bahsediyorum,” dediğinde, kafamı kaldırıp sesin geldiği yöne baktım. Koridorun sonundaki duvara yaslanmış, kollarını göğsünün üzerinde bağlamıştı, bize değil karşısındaki duvara bakarken kafası hafif yukarı doğru olduğundan âdem elması boğazını yırtacak gibi görünüyordu. Omzunun üzerinden bize doğru bakıp derin bir nefes aldı. “Adnan büyüklüğünde bir bok okyanusuna battınız. Su nasıl diye sorup durduğumuza göre, bence biz de batmak üzereyiz.”
“Siktir edin şunu, randevusu vardı ama ekildi,” dedi Devran bizi neşelendirmek istiyormuş gibi.
“Ben ekilmem, ekerim,” dedi Yener ve bir elini kaldırıp, diğer eli hâlâ göğsünde bağlıyken duvara bakarak konuştu. “Üzülme Yener, zaten memeleri yeterince büyük değildi.”
Kurtlar Vadisi operasyon müziği melodisi etrafa yayılmaya başladığında, bu melodiyi en son yaklaşık beş sene önce duyduğumu anımsadım. Yener telefonunu cebinden çıkarıp sakince açarak kulağına götürdü.
“Söyle, aşkım.”
Sevgilisi mi vardı? Yener’in? Gurur’un anlattıklarını anımsayınca bu düşünceyi zihnimden kovdum, mümkün bile değildi. Gözlerini yumup başını duvara yaslayarak derin bir nefes aldı. “Ah, ne yazık. Bir saat önce yarına erteleyelim diyordun, ne oldu da bir saat sonrası için öne aldın?” Gözlerini açmadan, yüzünde büyük bir ifadesizlikle dinledi kadını. Bir an bu görüntü içimde tuhaf bir yere dokundu. Gözlerini açtığında, baktığı duvarda ne görüyordu bilmiyordum ama ben gözlerinde boşluğu görüyordum. “Aşkım, bugün bensiz eğlen. Hatta…” Dudakları yukarı kıvrıldı. “Eda. Eda’ydı değil mi?” Başını salladı. “Evet. Beni bir daha arama, aşkım.” Telefonu kapatıp cebine koyduktan sonra duvara yaslı bedenini öne doğru iterek duvardan ayrıldı. “Ben ekilmem,” dedi şakayla karışık durgun bir sesle. “Ekerim.”
Başka zaman onu görsem, onu bunu yaparken izlesem onun bir şerefsiz olduğunu düşünebilecekken, şu an içim böyle çaresizlikle doluyken sadece yüzündeki alayın arkasına gömdüklerini düşündüm. Belki de onunla ilgili gerçeği bilmesem, o durgun yüzünü fark etmezdim bile.
“Ben ortadan kaybolayım biraz, Muşta’dan dayak yiyecek kişi listesinde olmak istemiyorum,” dedi alayla, yine de gözlerinde o durgunluk asılı duruyordu. “Güzel insan,” dedi başını öne uzatıp sırıtarak. “Üzülme delikanlı kadın, bunu da hallederiz.”
Dudaklarım yukarı kıvrıldı, başımı yavaşça salladım. “Biliyorum.”
Göz kırpıp, ellerini ceplerine koyduktan sonra, “Kestane’yi görmek istersen, onlar için olan revire gideceğim,” dedi kafamı dağıtmak istiyormuş gibi. “Bu arada, bu ilk kez bir kadına imalardan uzak bir yere gitmek için yaptığım teklifti…” Dişlerini göstererek güldü.
“Teşekkür ederim, olayı ayrıntısıyla öğrenmek istiyorum.”
Omuz silkti. “Muşta patlamaya hazır bomba,” dedi gözlerini Gurur’a çevirerek. “Bombok bir durum var ortada, plan lazım.”
“Yapacağım bir şeyler,” dedi sadece Gurur. “Zeliha, gidelim.”
Muşta’nın odasına giden koridoru hiç konuşmadan yürüdük. Devran ve Yener bizle gelmemişlerdi. Var olan sessizlik, odanın kapısına geldiğimiz an ortadan ikiye bölünerek sonlandı. “Ne olursa olsun karışma,” dediğinde, anlayamadığım için ona gözlerimi kırpıştırarak baktım. “Sadece dinle, korkularınla değil, mantığınla dinle.”
Başımı salladım.
“İçeri gir,” dedi Muşta sanki tüm algılarını kapının arkasına saplayarak geleceğimiz ânı bekliyormuş gibi. İrkilip korkuyla kapıya baktım. Gurur, hiçbir şey söylemeden kapıyı açıp içeri girdi, ben de arkasından girdim ama bunu yaparken ellerim sanki bileklerime bağlı uzuvlarım değildi, ellerim bir yabancının elleriymiş gibi uyuşuktu. Muşta’nın yüzüne sabitlenmiş sakinliğin arkasındaki öfkeyi hissettiğim an odadan çıkmak istesem de artık kaçma ihtimalim yoktu. Yüzleşmek zorundaydım. Çivit mavisi gözlerini usulca kaldırdı, bir bıçağı karnıma saplıyormuş gibi gözlerime sapladı ama çok geçmeden benden ayırıp Gurur’a çevirdi.
“Bir veteriner daha,” dedi taştan ağır bir sesle. “Neredeyse birebir, aynı şekilde.”
Gurur sadece, “İmkânı yok,” dedi.
“Ben götümden mi uyduruyorum lan yavşak herif?” Muşta’nın sorusu bir uğultu gibi her yana yayılarak etrafı çınlattığında, Gurur’un arkasına gizlendim ve sadece yutkundum; kelimeler dikenler gibi boğazımı yırtarak inip kalbime battılar. Gurur benim aksime ifadesizdi, bense cehennemin kapısını avuçlarımı bastırıp ateşleri avuç içi çizgilerimde hissederek itiyordum.
“Bu konuyla bir ilgim yok,” dedi Gurur. “İlgim olmayan bir konunun hesabını mı vereceğim?”
Muşta dişlerini sıkınca zaten belirgin olan elmacık kemikleri derisini yırtarak dışarı fırlayacak sandım. Hissettiğim korkuyu bastırmaya çalışsam da bu çok güçtü, Muşta’nın öfkesi her yana yayılmış, bir sis bulutu gibi üzerimize çökmüştü. Endişeleri de bu öfkenin ardında gizleniyor olmalıydı.
Parmaklarının arasında çevirdiği kalemi fark edince, gözlerim usulca masasının yüzeyine kaydı. Masanın üzerindeki ortasından ikiye kırılmış kalem artıklarını görünce yutkunarak tekrar ona baktım. Öfkesi çivit mavisi gözlerine oturmuş bir felâket gibiydi. Ağzını açsa tüm kemiklerimi un ufak edebilecek kadar korkutucu kelimeler edebilecekken, sadece susup gözlerini sıkıca yumarak dişlerini gıcırdattı. Bir an bu hareketinin tüm eylemlerinden çok daha korkutucu olduğunu düşündüm. Patlamaya hazır bir bomba gibiydi ve Gurur, yanlış renkteki kabloyla oynuyordu.
“Gurur,” dedi sonunda konuştuğunda, gözlerini açmasıyla çivit mavisi gözlerinden petrol renginde yükselen alevleri izledim. “Bu olayı çözmen gerek.” Kalemi bir defa daha çevirdi. “Ve bunu yaparken asla şüpheli listesinde olmaman da gerek.”
“Şüpheli listesinde olmam için bir sebep yok,” dedi Gurur, ardından ekledi: “Sadece Kaplaner bana kafayı takmış durumda. Onu kıl edecek hiçbir ayrıntı olmamasına rağmen benden ne istiyor, neden bu konuyu irdeliyor anlamıyorum.” Gurur’un soğukkanlılıkla kurduğu cümleler zihnimde bir farkındalığın daha önünü açmıştı. Cenan, gerçekten de bizden şüpheleniyordu ve bunun elle tutulur bir nedeni bile yoktu. Bir anda kendimi bu olayın ortasında bulduğum yetmezmiş gibi, öğretmenimin şüpheliler listesinde ilk sıradaydım. Hakan Basri Şenkaya’nın gözlerine ölüm bulaştı, ardından ölüm dağılarak yerini doğuşa bıraktı ama bu defa doğan duygunun rengi yoktu, ismi, cinsiyeti yoktu. Yabancı bir duygunun göz bebeklerini genişletmesiyle, burnundan aldığı öfkeli nefes, burun deliklerini genişletti.
Yavaşça yutkunduktan hemen sonra, “Çok kusursuz yaptın,” dedi Muşta, bu cümlesi tüylerimi ürpertmişti. “Sadece senin gibi özel insanlar bu kadar kusursuz iş çıkartır.” Gözlerini bana çevirdi. “Ve rolünüze iyi çalışmamış olma ihtimaliniz de onun şüphelerini güçlendiriyor. Ne istiyorsunuz siz? Her şeyin bitmesini mi?” Başını iki yana salladı. “Buna izin veremem.” Gözlerini Gurur’a silah gibi doğrulttu. “Ortada biri var, bu kişi her kimse seni ya bilerek taklit etti ya da işine hayranlık duydu ve senin gibi olmak istedi.”
İhtimallerin tamamı delilikti, tamamı korkutucuydu, tamamı bana olduğum konumu, kendimi sorgulatıyordu ama ben yine konuşmadım. Hakan Basri Şenkaya, güçlü, damarlı ellerini masanın üzerine koyup bir bütün hâline sokarak yumruk yaptı. Ciddi bakışlarını önce ellerine indirdi, sonrasında da bize doğru çevirip bir bir gözlerimizi yokladı. Gözlerimizde görmek istediğinden ötesini görmüş gibi derin bir nefes aldıktan sonra konuşmaya başladı.
“Gurur,” dediğinde nefesi ölüm kokuyordu, belki de artık ölüm bizim yere düşen gölgemizde, kurduğumuz kelimeleri var eden harflerin ruhundaydı. “Bu herif her kimse -ya da kadın, fark etmez- senin için bir şans da olabilir, bir felâket de.”
Ne demek istediğini anlamadım ama Gurur anlamış gibi görünüyordu. Sadece başını aşağı yukarı sallayarak Muşta’yı onayladığını belirtti. Dehşet dolu gözlerimi ona çevirdiğimde beni göremezdi, ben arkasındaydım, yüzü sadece bir çizgi gibi belli belirsiz görünse de ifadesinden anladığım kadarıyla o da bu insanı şansı olarak kullanmak istiyordu.
“Eğer onu bulup yakalatabilirsek, oklar bize doğrulttuğu uçlarını bizden uzağa götürür.” Muşta’nın cümlesi kanımı doldurdu ama o ânın getirdiği durgunlukla hiçbir şey söyleyemedim. Şaşkınlığımı gözlerime bile bulaştırmamış olmalıydım, bana bakmadı, Gurur’da olan gözleri zekâyla parladı. “Ama bu bir yem de olabilir. O yüzden kartlarının tamamını açmaktansa bir süre sessiz kalıp, Zeliha’ya odaklanman gerekiyor.”
“Ne kadar sürer?”
“Bunu karşındaki kadın belirler,” dedi Muşta duygusuz bir sesle.
“Bu süreçte göz önünde mi olmalıyım yani?” Gurur, sorduğu sorunun ardından derin bir nefes aldı, ortadaki ciddi konu onları çok etkilemiş gibi görünmese de masaya ortasından kırılarak saçılmış kalemler tam aksini söylüyordu.
“Yakınlığınızı arttırmanız gerekecek,” dedi Muşta. Ellerini masasının üzerinden çekmeden gözlerini yumruklarına indirdi, gözlerini kısıp bir süre bu işin içinden nasıl çıkacağını düşünüyormuş gibi dalgın bir şekilde bekledi. Burnundan çektiği nefes içimi tedirginlikle doldurduğunda, o nefesi geri bırakması, içimde deprem etkisi yaratmıştı. “Bu süreçte Zeliha’nın ona yakın olması gerek. Sana da öyle.”
“Ona?” diye sordum karman çorman bir sesle, sesimin titrediğini Muşta çivit mavi gözlerini gözlerime saplayana dek fark etmemiştim bile.
“Kaplaner’e,” dedi buzdan bir sesle. “Ona sokulman, gözünde muhteşem bir öğrenci, iyi bir arkadaş olman gerek.”
Duyduklarım, korkudan ziyade beni anlık bir kahkaha atma isteğine itince, başımı alayla iki yana salladım. Oysa tek hissettiğim korkuydu ve Hakan Basri Şenkaya da bunu biliyordu; bunu Gurur da biliyordu, az evvel karşılaştığım Devran da Yener de… Bunu Kestane bile bilirdi.
“Cenan Kaplaner gibi biriyle arkadaş olmak mı?” Sesimdeki alay Muşta’yı afallattı ama bunu bana çaktırmamak istiyormuş gibi ciddiyetle baktı yüzüme. Umursamadan sadece, “Bunun mümkün olabileceğine inanıyor musunuz?” diye sordum.
“Evet,” dedi Muşta. “Şimdiye dek iyi idare ettin.”
“Ortada yeni bir katil var,” dediğimde sesimdeki titreme, yerini isyana bırakmıştı ama Muşta, yüzüme bu hiçbir şey ifade etmiyormuş gibi baktı. Bakışı içimde bir isyan başlatma isteği doğursa da hissettiğim korku beni dizginledi. “Ortada neden öldürüldüğü bilinmeyen bir kurban daha var,” diye fısıldadım çaresizce. “Bu hiçbir şey ifade etmiyor mu?”
“Ortada suçsuz bir üniversite öğrencisi ve ona kafayı takmış avukat bir öğretmen de var,” dedi Hakan Basri Şenkaya. “Seni mi düşünmem gerek, yoksa ölümü şaibeli birini mi?”
“Beni düşünmen için bir sebep var mı?” diye sordum. “Sen de diğerleri gibi kendini korumak istemiyor musun?”
Hakan Basri Şenkaya, acı bir şekilde gülümsedi. “Ben bu işin içinden hiç yara almadan çıkarım ama evlatlarım çıkamaz,” dedi, gür olmaktan uzak olmasına rağmen güçlü duyulan sesi beni duraksattı. Çatık kaşlar, sarsılmış gözlerle baktığım mavi gözlerinin merceğinde kendime rastlamıştım. “Seni de önemsiyorum, daha küçücük bir kız çocuğusun benim gözümde.”
Gurur konuşmadı, Muşta’nın bakışlarıysa ne söylersem söyleyeyim beni korumaya devam edermiş gibi güven vericiydi. Geri çekilme isteği içimi deşse de başını kaldıran o tarafım çok inatçıydı, görmediklerim varsa göstersinler istiyordum, anlamıyorsam anlatacaklardı, başka yolu yoktu.
“Peki o diğer veteriner? Ya sırf Gurur’un temiz işine özendiği için tıpkı onun gibi cinayet işleyen biri tarafından sebepsizce öldürüldüyse?”
“Onu Gurur öldürmedi, değil mi?” Gerçekçi sorusu beni tokatlamış gibi irkiltti.
“Ama ya gerçekten Gurur’a özenen biri yüzünden…”
“İçinde insan öldürme isteği olan biri zaten sonunda birine özenerek ya da kendi yöntemiyle birini öldürür, değil mi?”
“Aksi olursa?” diye sordum konuyu değiştirmek ister gibi. Aksini düşünmek istemesem de Hakan Basri Şenkaya’nın haklılığını görmek beni sarsmıştı. “Yani bu iş büyürse?”
“Gurur yakalanırsa ve bunun sebebi sen olursan mı?” Muşta’nın acımasızca sorduğu soru bir bıçak olup kalbimi ikiye bölmüş gibi hissettirdi bana.
Keşke ona, yapma, diyebilseydim. İçimi böyle deşme, kalbimi ikiye bölme, böyle olsun istemedim.
Gözlerinde duygularımı görmüşçesine bir şefkat belirir gibi oldu ama kendini kısa sürede toparladı. “Ne olur biliyor musun, Zeliha? Gurur görevinden edilir, ona verilen eğitimi kötüye kullanmaktan hüküm giyer, onun yanında diğerleri de yardım ve yataklıktan görevlerinden edilir, Gurur kadar büyük olmasa da belli büyüklükte hapis cezası alırlar. Çıktıklarında devlet onları görmezden gelir, yok sayar, dışlar. Hiçbir yerde iş bulamazlar.” Ellerini masaya bastırıp gözlerimin içine baktı. “Ne olur biliyor musun, Zeliha? İnsan içine çıkamazlar.”
Duyduklarım kalbime çok derin bir sancının saplanmasına neden olmuştu. Tüm bunların sebebinin ben olduğumu düşünmek bile kalbimi ağrılarla dolduruyordu. Ben kötü bir insan olmak istemiyordum. İçime gömdüğüm kız çocuğunu iyi bir insan olarak saklamak, iyi bir insan olarak büyütmek, bir gün içimden özgür kalarak beni terk ettiğinde aynada kendime huzurlu bir insan olarak bakabilmek istiyordum.
Hakan Basri Şenkaya ile ilgili anladığım bir şey vardı. Himayesi altına aldığı askerleri sadece askeri olarak değil, genç yaşına rağmen her birini evladı olarak görüyordu ve korkusu göt altına gitmek değil, korkusu onların zarar görmesiydi. Tıpkı bir baba gibi geniş, güvenli kanatlarını açarak bu çocukları kanatlarının altına almıştı ve şimdi beni de o kanatların içinde istiyordu.
Ben o kanatları hak edecek bir şey yapmamıştım. Ben onların üzerine bir kara gölge gibi çökendim. Her ne kadar tam tersini savunuyor olsam da aslında Gurur’u bu karanlığa sürükleyen bendim.
Her şeyin sebebi bendim. İyiliğin sebebi bendim. Kötülüğün sebebi bendim. Onun parmaklarına bulaşan kanın sebebi bendim.
O gece oradaydım, o geceyi yaşamıştık ve o geceden ağır yaralı çıkmıştık. Şimdi tedavi kabul etmeyen, hâlâ kan sızan yaralarımızla hayatta kalma çabası verirken her adımımızda arkamızda kan lekeleri bırakıyorduk.
Gurur’u içine alan bakışlarıma oturan duyguları silemedim çünkü içimde öyle fazlaydılar ki, taşmasalardı ruhum dikiş yerlerinden patlayıp onları kusardı. Sessizlik dilime çöreklense bile Hakan Basri Şenkaya’nın bana baktığında gördükleri tam olarak içimi kan havuzuna çeviren duygular olmalıydı. Çünkü sustu ve sadece beni izledi. Beni izlemek nasıldı bilmiyordum ama benim yerimde olmak çok berbattı; şu an ben olmak çok yaralayıcıydı.
Gurur, onu izlediğimi fark etmiş gibi, “Sorun yok,” dedi sadece, öylece kurduğu o tek kelime benim kalbimi daha da darmadağın etmişti ama bu kelimeyi sarf etmesinin tek nedeni içimde var olduğunu bildiği suçluluk duygusunu köreltmekti. Hislerimin ağırlığı odaya bir ruh gibi çökmüştü. Sanki duvarlardan içimde attığım çığlıkların yanaklarından sicimle inen gözyaşları akıyordu.
“Zeliha’nın olabilecek tüm sorunları bilmesi gerekmez mi?” Hakan Basri Şenkaya’nın sorusu, Gurur’un çenesinin kaskatı olmasına neden oldu. Bilmediklerimi hayal etmek bile korkunçken, bilecek olmak daha büyük bir kâbus olacaktı ama yine de ihtiyacım vardı; bilmeliydim. Belki de kafamda kurduklarım kadar kötü değildi? Belki de daha beteriydi ama en azından belirsizlik olmazdı. Belirsizlik insanın içini deşen aç kurtçuklardı; kalbimin içinde o kurtçukların yaşadığını, kalbimin damarlarını kemirdiklerini hissettim. Bu his berbattı.
“Gerekmiyor,” dedi Gurur birdenbire, Muşta duraksayarak yüzüne baktı, sonra kaşlarını kaldırıp sorgulayıcı bir ifade takındı ama Gurur, buna aldırış etmedi. “Onu yeterince korkuttum. Daha fazla korkmasına gerek yok.”
“Bilmek istiyorum,” dediğimde, Gurur omzunun üzerinden uyarıcı gözlerle bana doğru baktı ama arkasında olduğum için kafasını bana doğru çevirmemişti, sadece gözlerini ve profilini görmüştüm. Dişlerini yine sıkınca çene kemiği kaskatı olup dışarı doğru belirginleşti.
“Eğer seni ele verirse, senin öğrenim hayatın biter, bu doğru,” dedi Muşta. “Ve yine şunu söylemeliyim ki, Gurur’la yan yana görüldün, şüpheli tavırların da vardı, Kaplaner en başta sana yaklaştı çünkü sen kolay bir avdın. Yani Gurur seni ele vermese bile Gurur ele geçirilirse, sen de ele geçirilmiş olursun.” Söylediklerindeki haklılık payı tüylerimi havaya dikse de sağlam bir şekilde durup devam etmesini bekledim. “Yani bu demek oluyor ki, senin de alacağın bir ceza olacak. Yargı her zaman doğru kararlar vermez, Zeliha. Eğer yargı, Devran olsaydı sana ona güvenmeni söyleyebilirdim ama bahsettiğimiz yargı, Devran değil. Senin içinde bulunduğun konumdansa, o gece yaşananlara odaklı kararlar verilecek, bunu biliyorsun, değil mi?”
Başımı salladığımda kalbim acıyordu. “Evet, biliyorum.”
“Daha acımasız olmamı ister misin?” Sorusu bir an bana çok nahif geldi, sanki hislerime dokunup onları incitmekten korkuyormuş da beni incitmek için benden izin alıyormuş gibi… Başımı salladım sadece. Kelimeler dilimin altındaki bataklığa gömülmüştü. Muşta’nın mavi gözleri şimdi esrarengiz bir şekilde başlayan yangının özüymüş gibi görünüyordu. Derin bir nefes aldı. “Kabul etsen de etmesen de şu an Kaplaner seni anahtar olarak görüyor. Şimdi ikinci bir cinayet daha işlendi ve bu cinayet hemen hemen Gurur yapmış kadar profesyonelce işlenmiş. Dahası bu kadar kusursuz işi sadece özel eğitimler görmüş insanlar yapar.”
Bu son cümle beni yutkundurdu. O gece Gurur’un gözlerindeki, hareketlerindeki, her şey bittiği andaki tavrındaki soğukkanlılığı hatırladım. Damarlarımın içinde buz gibi sular akıyormuş gibi titreyerek başımı önüme indirdiğim an, Basri abinin yüzünün gözlerimin önünden silindiği andı. Beni izliyordu. Duyduklarımın beni yaraladığını bile bile susmadı, konuştu.
“Şimdi sana daha çok yaklaşacak çünkü artık bizlerle bir bağlantın olduğunu biliyor. Belki seni bir suçlu olarak görmüyordur, belki görüyordur, belki seni sadece bize yaklaşmak için bir maşa olarak kullanacaktır, belki tek istediği senden duyacağı bilgilerdir,” dedi beni hafifletmek istiyormuş gibi. “Ama artık onu daha sık göreceksin, çocuğum.”
Son cümlesi uzun uzun boşluğu izlememe neden oldu. Onu daha sık görecektim, bunu biliyordum. Artık Cenan, yere düşen gölgem kadar yakınımda olacaktı. Her an belki de benden koparacakları için fırsat kolluyor olacaktı, en savunmasız anlarımda bir akbaba gibi güçlü kanatlarını başımın üzerinde çırparak benden koparacağı her parçayı gözüne kestirecekti. Birdenbire onu suçlayamadım. O bir hukuk insanıydı, adalet savaşçısı… Ama bunun adaletle ne ilgisi vardı ki? Belki de o gece adaleti sağlayan Gurur’du. Belki de adalet asıl o gece sağlanmıştı. Birden bu karanlık düşünce kanıma bir zehir gibi sızarak içimi kapladı. Bana neler oluyordu?
“Neden adaleti kendi merceğinden bakıp gördükleriyle sınırlandırıyor ki?” Sorum birden dudaklarımdan pata küte dökülerek ortaya serildi. Anlık sessizlik dalgası büyüyerek üzerime çarpınca kafamı kaldırıp beni dikkatli gözlerle izleyen Muşta’ya baktım. “Cenan neden adaletin sadece olması gerektiği şekilde öğretilen tarafıyla ilgileniyor?”
“Çünkü bu onun görevi,” dedi ama gözlerinde beni anlamak ister gibi görünen derin bir ifade belirmişti.
“O bir polis değil,” dediğimde kaşlarını kaldırdı. “Sadece bir öğretmen. Bir zamanlar iyi bir avukat olan, şu an sadece öğretmenlik yapan bir kadın. Neden birdenbire onu hiç ilgilendirmeyen bir cinayetle bu kadar yakından ilgilenmeye başladı? Bu ülkede her gün binlerce cinayet haberiyle güne başlıyoruz ama Cenan Kaplaner’in ilgilendiği tek cinayet vakası bu.” Bir adım öne çıktım, şimdi Gurur ile yan yanaydık. “Cenan sizle ilgili bir şeyler mi biliyor?”
Hakan Basri Şenkaya’nın dudakları usulca yukarı büküldü, gözlerinde cansız bir ifade vardı ve gülüşü de neşeden binlerce kilometre uzaktaydı. “Bilmem,” dedi yavaşça. “Belki de beni çok iyi tanıyordur.”
Bu cümle üzerine sadece donup kalmıştım. Cenan, Hakan Basri’yi tanıyor muydu? İhtimaller denizinde yan yatmış bir şekilde boğulmayı bekleyen ruhum, başını kaldırıp gözlerini zihnime doğrulttu. Gurur’un durgun bakışları omzunun üzerinden tekrardan bana doğru döndü, gözlerinde daha önce görmediğim bir ifadeye rastlayınca, yutkunarak bakışlarımı ondan kaçırıp yeniden Hakan Basri Şenkaya’ya çevirdim. Parmaklarının arasında tuttuğu kalemi bir defa daha çevirip benden bir cevap bekliyormuş gibi büyük bir dinginlikle yüzümü inceledi.
“Cenan’ı tanıyor musun?”
“Tanımasam onu bir tehdit olarak görmezdim.” Kalemi bir defa daha çevirdi. “O bir çaylak değil.”
Bu yüz yüze kişisel bir tanışma mıydı yoksa bir olayın doğurduğu sonuç olan tanışma mıydı bilmiyordum. Basri abinin gözlerinden de hiçbir şey okuyamıyordum.
“Cenan sandığımdan daha tehlikeli, değil mi?”
Kalemi bir defa daha döndürüp gözlerini birden bir çivi gibi suratıma çaktı.
Parmağını kalemin ortasına yavaşça bastırıp gözlerimin içine baktı. Ve kalem kırıldı.
Sertçe yutkundum, gözlerini ikiye bölünen kaleme indirip, “Çıkın,” dedi sadece. “Yemekhaneye gidin, diğerlerini de toplayın, yarım saat içinde herkes toplanmış olsun. Orada olacağım.”
Odadan çıktık ama düşünceler zihnimde bir yığın olarak o odada kalmaya devam etti. Yenilgiyi asla kabul etmeyeceğini düşündüğüm adama, yani Gurur’a baktım. Koridorda büyük bir sessizliği üzerine atmış, hemen yanımda sakin adımlarla ilerliyordu. Cenan ile ilgili sorular sormak istesem de bunu yapamadım. Ne yeri ne de zamanı değildi. Hem bir şeyleri ayrıntısıyla bildiğini de düşünmüyordum.
“Beklediğimden daha az korkunç konuştu,” dedim sonunda sessizliği kılıcımla ikiye bölerek, buna cevabı hemen, “Kız çocuklarına zaafı var,” oldu. “Kıyamıyor.”
Kaşlarım çatıldı. “Daha korkunç şeyler de söylerdi yani, öyle mi?”
“Ağzımı mı arıyorsun, Zeliha?” Omzunun üzerinden bana kısa bir bakış atınca omuz silkerek koridorun diğer ucuna baktım. Burnumuzun boktan çıkabildiği tek bir gün olabilecek miydi? Birlikteyken hep daha kötüsü olacakmış gibi hissediyordum ama şunu da fark etmiştim, yanında biri varken bir şeylere göğüs germek daha kolaydı.
“Göremediğim, bilmediğim çok şey var, değil mi?”
“Kendin de söylüyorsun, göremediğin çok şey var.”
Göz ucuyla ona bakınca koridoru izlediğini gördüm. “Bir süre daha sevgilicilik mi oynayacağız?”
“Öyle görünüyor,” dedi. “Birdenbire aramızdakinin bittiğini söylersek Cenan horoz gibi didikler durur.” Derin bir nefes aldı. “Hem sen bensizken ne yapacağını bilemezsin.”
Bu cümlesini hiç beklemediğim için içime doldurduğu hissin de nedenini bir müddet hiç anlayamadım. Bu bana salıncakta sallanırken en tepeye varıp ağaçların dallarının arasına girmişim, tam en yükseğe ulaştığım için sevinç çığlıkları atacakken dallar kollarımı kesmiş de sevinçle değil acıyla çığlık atmaya başlamışım gibi hissettirmişti.
“Haklısın,” diye fısıldadığımda, bunu beklemiyormuş gibi kaşlarını çattı ama bana bakmadı. Yürümeye devam ediyordu. Nereye gideceğimizi bilmediğimden meraklı meraklı etrafıma bakınıp, içimdeki ağırlığı gizleyemeden yutkundum. “Peki ya sevgilicilik oynamamız daha çok göze batıyorsa?”
“Yanına gelebilmem için geçerli bir sebebe ihtiyacımız var,” dedi sabit bir sesle. “Öylece elimi kolumu sallayarak sana gelemem. Bu onu daha da işkillendirir.”
“Yemekhanede ne konuşulacak?”
Sorduğum soru aniden konuyu değiştirmemiş gibi sakince, “Senin ve benim izlememiz gereken yolu planlayacağız,” dedi. “Ben kendim de halledebilirim ama Muşta, ekibin de fikirlerini önemsiyor. Bazen Yener bile çok mantıklı şeyler söyler.” Bu beni gülümsetecek sandım ama içimdeki korku buna engeli bastı. Sakince başımı sallamakla yetindim.
Adnan, koridorun sonundaki odanın kapısını açıp dışarı çıkınca, onun da tıpkı Devran ve Yener gibi sadece kamuflaj pantolon giydiğini, üzerinde beyaz, yuvarlak yaka bir tişört olduğunu gördüm. Siyah saçları dün akşam gördüğümün aksine daha kısaydı, belli belirsiz yeşeren sakallarını da kazımış olmalıydı, esmer teni daha parlak ve canlı görünüyordu. Bizi görünce elini kaldırdı ama halsizdi, derin bir nefes alarak, “Barbie ve Ken de gelmiş,” dedi Yener’i taklit ederek.
“Yemekhaneye,” dedi Gurur sadece, tek söylediği bu olmuştu ve ben Adnan’ın yanından geçerken başımla selam verebilmek dışında bir şey yapamamıştım. “Diğerlerini de topla.” Onu arkamızda bırakarak bir diğer koridora saptık ve bir labirente benzeyen koridorların birinde daha adımlarımız büyümeye başladı.
Yaşadığım korkudan biraz sıyrılınca, “Diğer katil,” diye fısıldadım, sonra durdum ve omzumun üzerinden ileriyi izleyen Gurur’a baktım. “Ona ne olacak? Nasıl bulacaksınız?”
“Orasıyla polis ilgilensin.”
“Ya seni taklit etmeye devam ederse?”
“Aptal olma,” dedi sertçe. “Şansı yaver gitti ve ilkinde başarılı oldu, eğer devam ederse kendini ele verir. Profesyonel olduğunu düşünmüyorum.”
“İlkinde şansın ondan yana olması…”
“Bizim şanssızlığımızdı,” diye tamamladı. Başımı salladım. Haklı olmasını umuyordum çünkü artık tutunabileceğim hiçbir şey kalmamıştı. Buna tutunarak bir süre daha devam edebilirdim belki. Belki…
Büyük cam duvarı gördüm, dağın başında olduğumuzu keşfetmemi sağlayan manzara içime uğursuz rengiyle dolarken bir kapı daha açıldı ve önce Simi, ardından da Nihan odadan çıktı. Nihan’ın odasının önünde olduğumuzu fark edince hafızam eski görüntüleri önüme bir bir sermeye başladı. Nihan bizi görünce yüzünde anlık bir şaşkınlık trafiği yaşandı, ardından eğilip Simi’yi kucağına aldıktan sonra, “Gurur,” dedi endişeyle. “Neler oluyor?”
“Bildiğine eminim.”
“Elbette eminsin teşkilat hoplakoya girmiş durumda,” dedi ve ardından düzeltti: “Yani aşırı derece kaos yaşanıyor birkaç saattir.”
“Yemekhaneye gel,” dedi Gurur. “Orada daha net konuşulur.”
Simi kucağındayken başını iki yana salladı. “Bu zavallı kızı bu işe alet etmemeliydiniz. Bu yaptığınız plan en başından rezaletti.”
“Fikirlerini yemekhanede söylersin, Nihan,” dedi Gurur ve birden elimi kavrayıp beni durmamam için hızlıca yürütmeye başladı. Avucundaki baskıyı avucumda hissetmek bir duygunun kalbimi hedef almasına neden olmuştu. Kendi ağzının içinde söylendiğini duydum: “Ben de bu çocuğu mahvetmeye çok meraklı değildim.”
Duyduğumun farkında değildi. Aceleyle beni peşinden sürüklerken gözlerim ensesine, saçlarına, yüzünün sadece yandan belli belirsiz görünen profiline dokundu. O beni bir bez bebek gibi oradan oraya çekiştirirken ben bir anlığına her şeyi geride bırakıp yalnızca onu izledim.
“Herkesin de bir fikri var anasını satayım,” diye söylenince gözlerimi kırpıştırıp bakışlarımı ondan uzağa taşıdım. “Her neyse.”
Birden elimi bıraktı, boşluk hissi parmaklarıma yayıldı.
Çift kanatlı, ortasında cam bir pencere olan kapıyı iterek açınca, önüme serilen temiz odaya baktım. Uzun, metal bir masa hemen yemekhanenin ortasında duruyordu. Masanın etrafında metal sandalyeler vardı, masanın diğer ucunda kalan boşlukta bir kapı daha vardı, muhtemelen orası mutfaktı. Gözlerimi masanın çaprazındaki pencerelere çevirdim, yağmur yağmaya devam ediyordu, içerisi neredeyse karanlık sayılabilecek kadar loş olsa da temiz bir koku ve parıltı mevcut olduğundan bana son derece güvenli gelmişti. Gurur duvardaki düğmeye basınca elektronik bir ses dalgası etrafı sardı, ardından bembeyaz floresanlar içlerinde oldukları cam panelleri aydınlatarak her yana dağıldı. Şimdi her yer bembeyazdı. Öyle aydınlıktı ki elimi kaldırıp ışığın altına tutsam damarlarımın içinde akan kanı bile görebilirdim sanki.
Ardından çift kanatlı kapıyı birileri daha itti ve kapının kanatları duvara çarparak açıldı. Kapının arkasında beliren yüzlerden biri Adnan, diğeri Devran’dı, hemen arkalarından Nihan ve Vural da içeriye girdiler. Derin bir nefes alan Gurur, nefesini sesli bir biçimde verirken masaya doğru ilerleyip metal sandalyelerden birinin bacaklarını yere sürte sürte çekti, sandalyeye oturup başını geriye doğru atarak cam panelin içindeki floresanları izlemeye başladı. Gözlerinin acısını sanki gözlerimde hissetmişim gibi gözlerimi kırpıştırdım. Beyaz ışık yüzünü altına alarak tüm kıvrımları gözler önüne sermiş, boynundan dışarı bir bıçağın ucu gibi çıkan âdem elması bile şeffaf bir renge bürünmüştü.
Yener, yanında bir adamla içeri girince onlara doğru döndüm. Kısa saçlı, minik ve kalkık bir burna sahip, dövmeli bir askerdi bu adam. Yener’den uzundu ve Yener’den bir tık daha kalıplıydı ama bakıldığında oldukça genç görünüyordu. Muhtemelen buradaki askerlerden bir iki yaş daha gençti. Kahverengi gözlerini bana sabitledi, başta soğuk olan bakışları yumuşadı ve başını sallayarak beni selamladı.
“Girdap,” dedi sadece, adının bu olduğunu WhatsApp grubunda onun mesajlarını gördüğümü hatırlayınca fark ettim.
Hemen ardından biri daha içeri girdi, esmer, grubun en irisi ve uzunu Adnan ile aynı boylarda, korkunç gözlere ve ifadeye sahip dövmeli bir adamdı bu. Adnan’dan bile daha esmerdi, kaslarından elektrik kabloları gibi geçen korkutucu damarları bile görebiliyordum. Bu adamın da grup konuşmasındaki diğer asker olabileceği düşüncesi zihnime yayıldı. Adı neydi?
Bana bakmadan, “Muşta niye çağırdı?” diye sordu ortaya. Sesi de tıpkı görüntüsü gibi korkutucuydu.
“Olayla alakalı, Tayfun,” dedi Adnan ve adamın ismini öğrenmiş oldum. Tayfun sadece çenesini sıkarak başını salladı, burnunun kanatları genişledi, öfkelenmiş görünüyordu ama bunu göstermemek için kendini sıkıyor olmalıydı. Yine de öyle korkunç görünüyordu ki, her an birini yumruklayacakmış gibi bakıyordu.
“Öncelikle bilirkişi olduğum için, olayı ele alıyorum,” dedi Yener avuçlarını masaya bastırıp, bir dedektif edasıyla eğilerek. Gözleri hepimizin üzerinde dolaştı. “Sonralıkla, Gurur ve Zeliha’yı bir kere sevişirken basarsa ilişkilerine inanır.”
Adnan, “Ne diyorsun ulan ahlaksız ayı,” deyince, Nihan, Yener’in ensesine sertçe vurdu, Yener’in kafası öne doğru gidip geldi.
“Bu lafın yeri mi aptal?” dedi Nihan öfkeyle. “Biz neyin derdindeyiz, bu neyin derdinde?”
“Ne vuruyorsun be bana aa?” Vural’a baktı. “Bak şu kıza söyle bana çat çat vurup durmasın yengem diye bir şey demiyorum ama hep hor görülen, şiddet uygulanan ben oluyorum. Hoş mu? Hayır, değil.”
“Yayık yayık konuşma,” dedi Tayfun, masaya doğru ilerleyip bir elini masaya koyduktan sonra kalçasını da masaya yasladı. “Muşta gelince ne yapacağımızı konuşuruz.” Bana baktı. “Korkuyor musun? Kork.” Bir an duraksadım, Girdap elini Tayfun’un koluna koyup onu susturmak ister gibi baktı ama Tayfun durmadı. “Fazla iyi kalpli olmanın sonu bu. Dünyanın hassas kalpler için yaratılmış bir cehennem olduğunu bilmiyor musun? Bu cümleyi de mi hiç duymadın?”
Tayfun’un acımasız sözlerinin arkasında gizlenen bir şefkat vardı. Beni tanımıyor olmasına rağmen bunu bana gizliden gösteriyor olması beni şaşırtmıştı. Evet, dilinden dökülenler acıydı, hatta kalbimi şu an hissettiklerinin on misli büyük bir baskıyla acıtmıştı ama yine de kötü niyetli olmadığını görüyordum. Gözlerini Gurur’a çevirdiğini görünce ne söyleyeceğini merak etmeye başlamıştım.
“Şu an için yapabileceğiniz en mantıklı şey iki âşığı oynamak,” dedi, kelimelerinin üzerine kırbaç gibi indirdiği sesine rağmen söyledikleri beni durgunlaştırdı. “Ne sen bu kızın peşini bırakabilirsin ne de bu kız olanları kafasından silebilir. Birbirinize güvenebileceğinizi de düşünmüyorum.” Bana baktı. “Senin yarın gidip her şeyi itiraf ederek Cenan ile anlaşma yapmayacağın ne belli? Her iyilik, içinde onu karartacak bir kötülük barındırır. Güneş batmadan, ay görünmez. Senin güneşini gördük, ayını görmemiz için karanlığı çökertmene izin vermemiz gerekir ve buna hiç niyetimiz yok, ufaklık.” Şaşkınlıkla ona baktım, durmadı, konuştu: “Birini elinden geldiğince kurtarmak kolaydır, kendini kurtarmak için çok daha fazlasını yaparsın. Bu böyledir.”
Kapıyı açan Muşta, arkasında soğuk bir rüzgârı da beraberinde getirdi. Tayfun sustu, kelimeleri artık geçmişe bırakılmış anılardı, bir daha üzerinde durulmadı. Muşta, kimseye aldırmadan içeri geçti. Sanki herkesi görmezden gelmişti. Yener ile göz göze geldiğimizde bakışlarına bulaşan o hafif endişeyle karşılaşmak dilimi damağımı kurutmuş olsa da gözlerimi kaçırıp bu olmamış gibi davrandım.
Muşta, üstündeki ceketi çıkarıp masanın diğer ucunda tek başına duran metal sandalyenin üzerine astı. Ensesini yavaşça ovduktan sonra masaya doğru yaklaşıp, ellerini masanın üzerine bastırarak başını masaya doğru indirdi.
“Şimdi,” dedi sakin bir sesle. “Sıradan bir çift gibi nasıl görünülür? Sizden boş konuşmalar değil, içi dolu fikirler duymak istiyorum. Ve bu süreçte…” Mavi gözlerini kaldırıp direkt olarak bana baktı. “…söylenen hiçbir şeye karşı çıkmadan sadece can kulağıyla dinleyeceksiniz.”
Bir sessizlik dalgası üzerimi örttü, boğulacağımı sansam da ciğerlerim suyu kabul ederek kelimelerin içinde yüzmeye başladı. Muşta beni anlamış gibi başını aşağı yukarı salladıktan sonra güçlü parmaklarını masaya vurarak, aynı pozisyonda, “Sizi dinliyorum,” dedi, sesindeki resmiyet üzerine bir adım geri çekilme isteğiyle doldum ama bunu yapmadım.
Vural, “Sevgililer genelde hep bir aradadır,” dediğinde, Simi onun kucağındaydı, Simi’nin kulaklarını okşuyor, metal masaya yansıyan beyaz ışığı izliyordu. “Nihan ve ben hep bir aradaydık, hâlâ öyleyiz. Bakıldığında Gurur ve Zeliha çok da yan yana değiller aslında. Gurur’un sadece okulun çevresinde görünmesi şüpheleri üzerine çekiyor bence. Cenan’ın onları daha sık ve daha farklı yerlerde bir arada görmesi gerektiğini düşünüyorum. Ama Zeliha’nın yüzünde şu an var olan tedirginlikle değil, mutlulukla, gülümsemeyle…” Mesaj yazarken olduğunun aksine tane tane, güzel bir aksanla konuşuyordu. Gözlerini bana çevirince durgun bakışlarım gözlerine tutundu. Sakin bakan gözlerini uzun süre yüzümde bekletti. “Endişelerinden sıyrılmalısın. Endişe seni güçsüzleştiriyor. Savunmasız görünüyorsun.”
Vural’ın bunu yüzüme vurması gerekmezdi, ben bunun zaten farkındaydım.
“Vural haklı,” dedi Nihan, başını sallayarak nişanlısına destek attı. Gözlerinin bende olduğunu fark ettiğim an otomatikman ben de ona bakmaya başladım. O bir kadındı, beni buradaki koca adamlardan daha iyi anlayıp analiz edebildiği kesindi. Ne hissettiğimi tam olarak anlaması imkânsız olsa bile tahminleri hepsininkinden daha doğru olmalıydı. “Zel, müthiş bir kızsın, şu âna kadar çok iyi idare ettiğini düşünüyorum.” Bana güven veren gözlerle baktı, birden onun bir yabancı değil de bir arkadaş kadar güvenli olduğunu düşündüm ama birilerine güvenmek için henüz çok erkendi sanırım. “Ama korkularını geride bırakmazsan, daha çok korkmak zorunda kalabilirsin.” Haklılığı kalbimi daha da feci ağrıttı. “Kendini akışa bırakıp, endişelerin hiç yokmuş, hiç de olmamış gibi davranman işleri kolaylaştırır. Cenan Kaplaner ile ilgili ilk izlenimim, onun kesinlikle çok iyi karakter analizi yapabildiği. Seni hareketlerini izleyerek tanıyor, seni senden dinleyerek değil…”
Başımı olumlu bir şekilde salladım, Nihan bana sıcak bir gülümseme gönderdi.
Öylece yemekhanenin ortasında dikilmeye devam ettim.
Adnan, “Bayan Yenge,” deyince Yener ile Girdap birbirlerine bakarak sırıttılar ama sesli gülemediler, Muşta burnundan soluyordu ve bunu yaparlarsa başlarının belaya gireceğinden bence emindiler. “Bana kalırsa Gurur’un arkadaşlarınızla olan ilişkilerini geliştirmelisiniz. Yani şöyle ki, bence arkadaşlarınız Gurur’a öyle çok güvenip sevmeliler ki, Bayan Cenan bunu gördüğünde şüphelerine gem vurabilmeli. Sonuçta bir çete işi yapıyor olamazsınız, değil mi?”
“Doğru,” dedi Muşta başını sallayarak. “Herkesten önce Zeliha’nın çevresinin güvenini kazanmalısın.”
“Hatta kazanmalıyız,” dedi Vural. Nihan başını sallayarak onu onayladı.
“Aynı zamanda Zeliha’nın sık sık tesise gelmesi garip karşılanabilir, yani hiçbir sevgili tesiste buluşmaz.” Yener sözünü bitirir bitirmez Nihan’a baktı. “Sen nişanlısın ve burada yaşıyorsun, hiç bakma bana öyle camış tımarlayacak baytar gibi.”
“Ciddi bir konu üzerine konuşuyoruz,” dedi Nihan. “Seni tımarlama işlemini sonraya saklıyorum.” Tekrar bana baktı. “Bana kalırsa güvenin de ötesinde bir şeyler görmeli. Ailenle, arkadaşlarınla olan bağı dışında, Gurur’un senin için ne kadar gerçek olduğunu göstermelisin ona.” Kollarını göğsünün üzerinde bağlayıp iri gözlerini ileriye dikerek bir müddet bekledi. Gözleri bir fikirle parlayınca, “Aslında buldum,” dedi, sinsi bir sırıtış yüzüne mürekkep gibi yayıldı. Beni korkutan bakışlarının devamı şu cümlelere gebeydi: “Birlikte yaşadığınızı görse, ne olursa olsun ilişkiniz olduğuna inanırdı. Tamamen birlikte yaşayın demiyorum ama ortak olarak kaldığınız bir ev olması… Bu Cenan’ın ilgisini çeker. Özellikle ona yakın bir yerlerde olan bir ev…”
Bu fikir beni dehşete sürükler, dilimi karşı çıkışlarla doldururdu normalde ama şu an sadece sakince herkesin fikirlerini zihnimde ağırlıyordum. “Cenan’ın komşusuyum zaten,” dediğimde Nihan kaşlarını kaldırarak bana baktı. “Aynı mahallede oturuyormuşuz, birkaç defa denk geldik ve öğrendim.”
“Daha iyi işte,” dediğinde Nihan’a kimsenin karşı çıkmaması dikkatimden kaçmamıştı. “Yine o sokakta, Gurur ile ortak kalacağın -her zaman değil-bir ev bulsanız, bunu onun gözüne soksanız, daha inandırıcı olur. Aralara şirin kavgalar sıkıştırırsınız. Ara sıra senin Gurur yüzünden sinir krizleri geçirdiğini görürse kesin bir şekilde sevgili olduğunuza, iki normal çift olduğunuza inanır zaten.” Sırıttı. “Sinir krizleri geçirmeden sevgili olunmaz…”
“Arkadaşlarım bunu yadırgar,” dedim, karşı çıkmak niyetinde değildim, her ne kadar hissettiklerime rağmen tek istediğim bu olsa da yapacak hâlim yoktu. Fikirlere açık olmak istiyordum. “Yani bakıldığında belki de Cenan gibi bir kadını inandırabilmenin tek yolu bu gibi görünüyor olabilir ama arkadaşlarım benim henüz yeni birlikteliğe başladığım biriyle eve çıkmayacağımı bilir.” Hüsrev’in konuşmaları zihnime yayılarak içimde çınladı, gözlerim boşluğa takıldı. “Zaten hâlihazırda bu durumu garipsiyorlar.”
“Önce arkadaşlarının onu sevmesi gerek zaten. Bunu çok hızlı yapmanız gerekiyor çünkü zamanımız kısıtlı.” Nihan, Muşta’dan onay bekliyormuş gibi bakınca, Muşta başını salladı.
“Nihan haklı, bu şimdilik bir süreliğine sizi hedef olmaktan kurtarır.” Derin bir nefes aldı, bu nefese neler sığdırmıştı kim bilirdi. Gurur’a baktığını gördüm. “Bu süreçte katili de başıboş bırakamayız. Bu yaptığı şeyin devamını getirip getirmeyeceğini bilmiyoruz ve seriye bağlarsa başımız ağrımaya başlar.”
“Seriye bağlaması daha iyi,” dedi Gurur beklenmedik bir sakinlikle. “Onu yakalarlar ve her şey biter.”
“Ne zamandan beri masum insanların ölmesini istiyorsun?” Muşta’nın sorusu bir tokat gibiydi, Gurur bir an durdu, dişlerini sıkarak bakışlarını metal masaya indirdi. Dışarıda hızlanan yağmurun sesi yemekhanenin duvarlarına sinmeye başlamıştı. “Üstelik ne olursa olsun, vereceği ifadeler de konunun uzamasına neden olabilir. İlk cinayeti işleyen kişiden esinlendiğini, ona özendiğini söylerse ne olacak?”
“Kimse inanmaz,” dedi Gurur. “Üstelik kabul edeceğini sanmam. Bununla böbürlenecektir. Şu an katil olmanın mükemmel bir şey olduğunu bile düşünüyor olabilir. Yoksa neden beni taklit etsin?”
“Herkesin psikolojisiyle, parmaklarının ucunda kuklaların iplerini tutuyormuş gibi oynuyorsun,” dedi Muşta başını aşağı yukarı sallayarak. “Ama hiç düşünüyor musun? Ya senin de zayıf bir noktan varsa, Gurur Mert Çalıklı?”
“Olmadığını hiç söylemedim, Muşta.”
“Önemli olan onu gizleyebilmen ve ben sende çok garip şeyler görmeye başladım.” Muşta’nın bu cümlesi, Gurur’un buz soğuğu gözlerini birden kaldırıp dikkatle Muşta’ya bakmasına neden oldu. Duyduğu şey onu şoka uğratmış gibi bakıyordu. “Gördüklerim beni korkuttu, Gurur.” Muşta, ona bakmadan gözlerini masaya indirdi. “Dikkatini topla. En iyisi olman, yarın senden daha iyisinin olmayacağı anlamına gelmiyor.”
Sessizlik…
Muşta, “Akşam haberleri,” deyince, Yener verdiği mesajı anlamış gibi köşedeki sehpanın üzerinde duran kumandayı aldı ve yemekhanenin duvarına monte edilmiş küçük LCD ekran televizyonu açtı. Televizyonun açılmasıyla, şehre ait yerel kanalın logosunu gördüm ve saniyeler içinde haber jeneriği girdi. Muşta’nın saate bakmadan dakik bir şekilde bunu söylemesi tüylerimi ürpertse de spikerin beyaz kâğıtları kaldırıp derin bir nefes eşliğinde seslendirmeye başladığı haber, beni Muşta’nın dakikliğinden daha da çok sarsmıştı.
“Geçtiğimiz günlerde işlenen sır cinayetin ardından bugün aslında cinayetin kişisel sebeplerden değil, veteriner hekimlere yönelik bir saldırı olabileceği yönünde olduğunu düşünmemize neden olacak bir cinayet haberiyle bültenimize giriş yapıyoruz,” dedi genç kadın, yüzünde yapmacık bir üzüntüyle kameranın merceğine baktı. “Akıllara Isparta’da bir seri katil mi dolaşıyor sorusunu getirten olay, bugün sabaha karşı yaşandı. Bu, şehrimizde yaşanan ikinci veteriner cinayeti olduğu ve katilin neredeyse aynı şekilde cinayet işlemesi, 30 gün dolmadığı için akıllara seri bir katilin aramızda olduğu ihtimalini kazıdı.” Gizliliğin sebebini anlayamamıştım ama veterinerin ne ismi ne de yaşı söylenmemişti, bir erkek olduğu biliniyordu ve merkezde kliniği olan bir veteriner olduğundan bahsediyordu. Ellerim bumbuz olmuş hâlde haberi dinlediğim sırada, yemekhanedeki herkes tıpkı benim gibi televizyona odaklanmıştı. “Diğer veterinerlerimizin güvenliği için artık haberlerimizde bilgi, adres paylaşımı yapamıyoruz,” diyen sunucu bundan rahatsızdı, haber niteliği oldukça yüksek olan bu olaydan görüntüler paylaşamamak onları üzmüşe benziyordu.
“Yayın yasağını koydurtma sebepleri, katilin olay yerine geri dönmesini istiyor olması olabilir, sonuçta adres verilirse başka meraklılar da ortalıkta dolaşıp delil olabilecek her şeyi yok edebilirler,” dedi Muşta buzdan bir sesle.
“Biz gitmeyeceğimize göre endişeye gerek yok,” dedi Yener, ardından durup Muşta’ya baktı. “Değil mi?”
“Endişeye gerek var,” dedi Muşta. “Eğer katil gerçekten taklit için öldürüyorsa, zaten delil köreltme ihtiyacı duymaz ve her şeyi muhteşem yaptığını düşünür.” Derin bir nefes aldı. “O yüzden ikinci kez delil aramaya gidilmediği için Kaplaner tamamen profesyonel işi olduğunu düşünebilir, ki bu okların tekrardan Gurur ile Zeliha’ya dönmesini sağlar.”
Tayfun, “Bir anda yalnızca Gurur’un orada olması dikkatini çekiyordur, tek bir asker daha çok ilgi çeker, sonuçta cinayeti tek bir kişi işledi,” dedi, çenesini kaşıyıp korkutucu derinlikteki çelik rengi gözlerini ileriye çevirdi. “Ama kalabalık bir şekilde etrafını sararsak, oku hangimize çevireceğini şaşırır. Hedef şaşırtmak onu yavaşlatır.”
Muşta işaret parmağını Tayfun’a doğrultarak, “Haklı,” dedi sertçe. “Burada olması gereken de bu.”
“Hedef mi şaşırtacağız?”
“Evet,” dedi Muşta. “Gurur, Zeliha’nın hayatına tam anlamıyla dahil olacak ve siz de etraflarını bir halka gibi sarıp onları korumanız altına alacaksınız. Böylelikle Kaplaner’in saldırması gereken iki kişi değil, birçok kişi olacak.”
Gurur, bir şey söylemedi. Merkezde kandırılıp hayatlarına sızılacak kişiler onun değil, benim hayatımdan insanlar olduğundan karnıma ağrılar girdi ama konuşmadım. Ortamda daha ciddi bir konu vardı da konuşulmuyordu sanki. Varlığımın bu konuya engel olduğunu hissetmek beni daha belirgin bir korkuyla sarsa da artık hâlim yoktu. Konuşsalar da bir şeyleri değiştirmezdi. Bundan böyle ne şu an korktuğumdan daha fazla korkacaktım ne de şu an hissettiğimden daha çaresiz hissedecektim. Her şeyin enini yaşamış bir insan için tüm duygular abartısız gelmeye başlıyordu.
“Benim yapmam gereken nedir?” diye sordum kendi düşünceleri, iradesi, duyguları olmayan bir insanmışım, bir hiçmişim, bir sesin çarparak yankı uyandırdığı boşlukmuşum gibi. Gurur’un buz sıcağı gözlerinin bana çevrildiği andı bu. Bakışları yüzüme tutundu, kirpiklerinin altındaki gözlerde yansımam duruyordu ama ona bakmadım. Sadece bana nasıl derin bir şekilde baktığını hissedebiliyordum. “Ne yapmam gerekiyorsa yaparım.”
Bu kabulleniş herkesten ve kendimden çok Gurur’u şaşırtmışa benziyordu. Gözlerim çok kısa süreliğine onun gözlerine dokununca, gözlerindeki yakıcı ifade, kirpiklerini bile ateşe vermiş gibiydi; sanki uzun süre gözlerine baksam alevleri yüzümü tutuşturacaktı. Gözlerimi kaçırıp üzerime sis gibi çöken sakinlikle Muşta’ya baktım.
“Gurur’u kabullenmelerini sağlamalısın, çocuğum,” dedi Muşta sesinde saf bir abi şefkatiyle, sakince başımı aşağı yukarı salladım; tıpkı bir kukla gibi… Basri abi bundan hoşlanmıyormuş gibi görünüyordu ama bir yanı buna mecburdu, biliyor ve onu suçlayamıyordum.
“Zeliha,” diye fısıldadı Nihan, ona bakmadım ama onu duyduğumu biliyormuş gibiydi. “Çok üzgünüm.”
Sadece yutkunup onu duyduğumu belli etmek ister gibi gözlerim Muşta’dayken başımı salladım.
“Aynı evde kalmanız şart değil, senin evde kaldığın günler muhtemelen Gurur burada olur,” dediğinde çivit mavisi gözlerindeki düşünceler depremde yıkılmış evler gibi harabeye dönmüştü. “Bunu yapabilir misin?”
“Yaparım,” dedim hiç düşünmeden, bu kadar kolay kabul etmem Basri abiyi de şaşırtmışa benziyordu. Gözlerimdeki duyguların hepsi birer birer yandı, külleri göz bebeklerime dağıldı. “Ne gerekiyorsa yapacağım, bir çocuk gibi davranmayacağım.” Kelimelerimin devamı yoktu, bununla birlikte sırtımı dönüp çift kanatlı kapıya yönelerek kapıyı açıp kendimi koridora attım.
Bir labirente benzeyen her koridoru, hatıralarımda hep burada yürüyen bir hayaletmişim gibi kolaylıkla aşıp tesisin çıkışına geldiğimde, dışarıya nasıl çıkacağımı bilemeyerek koca kapıya bomboş gözlerle bakıyordum.
Gurur arkamdan yaklaşıp, elini omzuma koyunca irkilerek geri çekildim ve buz sıcağı gözlerin sahibine kızarmış gözlerimde yakılmış duygularla baktım.
“Gözlerime niye öyle bakıyorsun?” Sorum onu aniden yakalamış gibi afalladı. “Bak gözlerime.” Ona doğru döndüm, eli omzumdan kayarak boşluğa düştü. Kafamı kaldırıp gözlerinin dibine baktım. Dibinde cehennem vardı. Gözleri cehennemin dibiydi.
“Âşık gibi bak bana, Gurur,” dediğimde duraksadı, bakışları dudaklarıma indi, sonra tekrar gözlerime tırmandı. “Öyle bir bak ki bana, benim için öleceğine inansın herkes.” Elimi birden, hiç beklemediği bir anda göğsüne koyup kalbinin atışını parmaklarımda hissettim. Gözlerimi yumup kalp atışlarını ezberledim. “Bana bakarken bu kadarlık hız yetmez, bana öyle bir bak ki, kalbin göğsünde alev alsın, öyle çok atsın ki parmak uçlarım yansın.” Gözlerimi açtığımda, gözleri şimdi gözlerimdeydi. Kalbinin atışlarının parmaklarımın ucuna sertçe çarptığını hissedince sertçe yutkundum. “Ben bundan sonra topyekûn senin esaretinde, sana zincirliyim,” dedim yavaşça. “Yalancı mı olacağım? Zaten yalancıyım. Durmadan yalan söylemek zor değil artık, Zincir. Zerda da yok artık. Mert de yok artık, Zincir. Bundan sonra sen benim yalan söylediğini bile bile inanmayı seçtiğim, güvendiğim tek adamsın ve aynı zamanda düşmanımsın. Çünkü haklı olmana katlanamıyorum. Senin haklılığın bana bir hayat borçlu.”
“Zeliha…”
“Kapıyı açar mısın?” Sakin gözlerle ona baktığımda da parmaklarım kalbinin üzerindeydi. Sertçe yutkundu, âdem elması boğazında kayar gibi oynadı. “Kapıyı lütfen aç,” diye fısıldadım. “Nefes alamıyorum.”
Başını salladı ya da belki de sallamadı, sadece gözlerinde gördüğüm ifade beni parçalara ayırdı. Gözleri gözlerimdeyken bir elini yana doğru uzatıp bir düğmeye hafifçe dokundu, bakışlarımız birbirinden hiç ayrılmadı. Geri çekildim. Gözlerime daha fazla dokunup, oradaki anıları karıştırmasını istemedim. Kapı açılır açılmaz sırtımı dönerek ondan uzaklaşmaya başladığımda da gözlerini sırtımda hissedebiliyordum.
Yağmurun dokunuşları saçlarımdayken hiç durmadım, yürüdüm, sırtımdaki gözlerine aldırış etmeden nefes aldım, yürüdüm, durdum, nefes aldım, tekrar yürüdüm, sonunda durup kafamı kaldırıp gökyüzüne bakmaya çalıştım ve yağmur damlaları yüzüme düşmeye başladı.
Gözlerimden yaşlar birdenbire öyle sicim gibi inmeye başladı ki, yağmur damlaları yüzüme düşüyor olmasa utançtan koşmaya başlardım. Ağladım, buna ihtiyacım vardı.
“Artık Zerda yok mu?” Sorusu bir yankı olup dağa yayıldı, yutkunup yüzüm göğe dönükken gözlerimi araladım. Gözlerimin içine yağmur damlaları düştü, gözlerimden gözyaşları döküldü. “Olsun,” dediğinde duraksadım ama o durmadı. “Zerda da olsun.”
Omuz silktim.
“Ağlıyor musun sen?” Sorusu beni ürpertti, gözyaşlarımı göreceğini düşünmek kalbimi sarmaşık gibi sarsa da bir an bunu hiç umursamadım. Bana doğru yaklaştığını hissettim, ayağının altındaki taşların sesini duyuyordum. “Ağlıyor musun?” Omzuma dokununca korkarak ürperdim. Bakışlarımı ona çevirdiğimde, gözlerimde gördüğü şey elini geri çekip bir adım geri atmasına neden oldu. “Ağlama.”
“Ağlamıyorum,” diye mırıldandım.
“Bana da mı yalan atıyorsun?”
Sadece gözlerinin içine baktım.
“Beni evime götürür müsün?” Sessizce sorduğum soru karşısında gözleri gözlerimden çözülerek dudaklarıma kaydı, dudaklarıma bakarken derin bir nefes aldı ve sonra da gözlerini yumdu.
“Götürürüm tabii.”
“Teşekkürler.”
“Ağlama ama.”
Yine bir şey demeden sırtımı döndüğümde, “Ağlama,” dedi, bu defa sesi çok gürdü.
Sustum.
“Ağlamadığını neden söylemiyorsun?”
“Niye söyleyeyim?”
“Buna inanmak istiyorum belki ben?”
Sessizce yutkunup, “Evime gitmek istiyorum,” dedim, aracına doğru yürüyeceğim sırada, Gurur’un sessizliği sırtıma saplı duran bir bıçağa dönüşmüştü.
“Dağ gelinciği,” diye mırıldanmasıyla, bakışlarım omzumun üzerinden ona kaydı, yüzüne düşen yağmur damlaları teninden gözyaşları gibi kayarak akıyordu. “Özgürsün.”
Bir zincir yerde sürünürken çıkardığı sesi zihnime bıraktı. Sanki elinde tuttuğu zincirimi ayaklarımın önüne doğru atıp, gözlerimin içine bakmıştı. Kaşlarımı çattım, başını omzuna doğru eğdi ve o şekildeyken başını tekrar salladı.
“Özgürsün.”
“Özgürlük mü?”
“Gerisini ben halledeceğim,” dediğinde birden gözlerimden akan yaşlar akmayı bir kenara bıraktı. “Planların hepsini unut. Git ve uzun, güzel bir hayat yaşa. Sana hiçbir şey olmayacak.”
“Na…”
“Özgürsün.”
“Gurur.” Ona doğru döndüm. “Hayatını mı mahvedeceksin?”
“Gurur’un umurunda değilsin,” dediğinde şaşkınlıkla ona baktım. “Ama Mert için öyle değilmiş. Dedi ki, Zerda yoksa, bomba senin elindeyken pimini ben çekerim.” Dudakları yukarı kıvrılır gibi oldu.
Bir nefeslik düşünce payı bıraktım kendime. Sonra ona doğru döndüm, tamamen. Ona doğru yürüdüm, düşünmeden. Gözlerinde bir şaşkınlık dalgası kabardı, bakışları bakışlarıma bir zincir gibi dolandı, tam ağzını açıp, “Hâlâ ne istiyorsun? Özgürsün,” diyecekti ki, parmaklarımın ucunda yükselip avucumu pürüzsüz yanağına bastırdım. Gözlerinde yansımam bir yağmur damlası boyutundayken, dudaklarım dudaklarına kırılan bir kemiğin kaynayışı gibi yaslanarak kaynadı.
Onu öptüm.
Zerda dedi ki: Mert’i öpmezsen, bomba senin elindeyken pimini ben çekerim.