Yüksek ahşap masanın arkasında oturan kıvırcık kısa saçların sahibi orta yaşlarda siyahi, etine dolgun, oldukça güzel bir kadındı. Portatif sandalyesine oturmuş, yüzüne vuran bilgisayar ışığının yansıması gözlüğünü tamamen beyaza boyarken yorgun ve sabahın bu saatinde işinin başına geçtiği için huysuz görünüyordu.
Efken parmaklarını sabırsız ritimler tutturarak masanın üzerine vurmaya devam ediyordu. Kadın gözlüklerinin üzerinden Efken’e düz düz baktı.
“Her zaman her istediğin anında olacak diye bir şey yok, Karaduman,” diye söylendi. “Yaren son aldığı kitapları getirmemiş, eğer teslim tarihini biraz daha geçirirse hesabına yüklü bir miktar yazmak zorunda kalacağım.” Hafif aksanlı bozuk bir Türkçesi vardı ve bu kulağa ilgi çekici geliyordu.
“Kartım olmadığı için beni daha ne kadar bekleteceksin?” diye sordu Efken, sesi sabırsızdı. “Son on yedi dakikadır burada sap gibi dikiliyorum, bu hiç hoşuma gitmedi, Emma.”
Emma sol tarafına çekerek yanağını büke büke çiğnediği sakızı dişlerinin arasına alırken gözlerini devirdi. Bilgisayarın beyaz faresine birkaç dokunuştan sonra açılan sayfaya uzun uzun baktı.
“Sana bir kart çıkarmıştım, onu yanında getirmeden buraya giremeyeceğini de söylemiştim. Son hırsızlık olaylarından sonra kartsız içeri alınmıyor.”
“Ben hırsız değilim, Em,” dedi Efken yüzüne komik sayılabilecek bir dehşet ifadesi ekleyerek. Kaşlarını çatmış, aralık dudakları ve buruşmuş yüzüyle Emma’ya bakıyordu.
Emma bana kısa bir bakış attı. “Onu daha önce hiç görmedim.”
“Onun hakkında benim de şüphelerim var,” dedi Efken birden. “Babaannesi hırsız.”
Emma gözlerini iri iri açtı. “Aman Tanrım, onu içeri almayacağım.”
“Babaannem neyini çaldı ya da neyini çalmadı umurumda değil,” dedikten sonra dirseğimi masaya yasladım. “Selam, Emma. Biraz acele edebilir misin? Bu arada… saçlarının buklelerini kendin mi yapıyorsun? Olamaz. Sen Afro’sun, bu müthiş, hep özenmişimdir. Uzadıklarında müthiş görünüyor olmalılar. Buklelerine bayıldım.”
Emma parlak beyaz dişlerini gösterirken omuzlarını oynatarak güldü. “Tatlım, senin için kart çıkarıyorum.”
“Teşekkür ederim,” dedikten sonra Efken’e omzumun üzerinden büyüklük taslayan gözlerle baktım. Gözlerini devirdi ve kütüphanenin ahşap lobisinde işimiz sayemde çok daha erken bitmiş oldu. Kütüphane şu ana dek gördüğüm en büyük ve en eski kütüphaneydi. Tamamı ahşaptan oluşan kütüphanenin tavanında neredeyse bir bina kadar büyük kocaman, damla şeklinde kristal küpeleri olan bir avize vardı. İçeriye sarı ve ahşap kahverengisinin baskın olduğunu söyleyebilirdim. Hemen ileride büyük bir u şeklini anımsatan ahşap uzun bir masa vardı ve masanın etrafını saran portatif sandalyelerin her biri arasında iki karışlık mesafe yaratılmıştı. Dev rafların her biri yüksek tavana kadar uzanıyordu. Üst raflardaki kitapları alabilmeleri için basamakları geniş tutulmuş kullanışlı merdivenler boş duvarın önüne koyulmuştu. İçeride biraz portakal kabuğu kokusu vardı ama sayfaların kokusu hepsinden daha baskındı. Ciltli kitaplardaki eski derinin kokusu ciğerlerimi yakmıştı.
Topuklu botlarım sessiz kütüphanenin ahşap zeminine vurdukça içeriye yayılan ses, kütüphanedeki birkaç kişinin ilgisini bile çekmemişti. Sabah saatlerinde olduğumuz için içerisi oldukça boştu. Üst kata giden ahşap merdivenler dönemeçliydi ve tıpkı eski bir sarayın merdivenlerini anımsatıyordu; tutamaçları altın varaklıydı. Bana bir beden büyük deri ceketimin yakalarını kaldırıp boynumu içine gömerken bakışlarım içeride dolaşmaya devam etti. Orta yaşlarda bir adam elindeki beyaz uzun tüylü çubuk ile merdivenlerden birine çıkmış, üst raflardan birinin tozunu alıyordu.
Boynunda lacivert fuları olan otuzlarının sonunda olduğunu düşündüğüm kumral -saçlarında kırlar vardı- bir adam elinde tuttuğu ciltli kitabın orta sayfalarından birini açmış, tüm dikkatini o sayfaya vermişti; bir rafın hemen önünde dikiliyordu, yüzü rafa dönüktü. Çevremdeki her şeyi rahatsızlık verdiğini bildiğim bir dikkatle izlemem Efken’in de gözünden kaçmamıştı.
“Bakışların çok ısrarcı, çok rahatsız edici,” dedi sakin bir sesle. Ellerini deri ceketinin ceplerine sokmuştu. Tamamen siyahların içindeydi. Siyah boğazlı kazağı, siyah ütülü olmasına rağmen dizlerinin her bir adımda gerdiği buruşmuş bağları olan kot pantolonu, siyah postalları… Siyah saçları da bu kombinin bir parçası gibiydi. “Her şeyi inceliyorsun. Tıpkı küçük bir kız çocuğu gibi…”
“Görsel hafızama gereksiz her şeyi eklemek gibi vazgeçemediğim sinir bozucu bir huyum var,” diye kabullendim. “Hiç ummadığım bir anda şu fularlı adamı, şurada toz alan yaşlı beyefendiyi ve şu rafların sonundaki ekose elbiseli kızı kesinlikle anımsayacağım.”
Efken tek kaşını kaldırıp bana bir ucubeye bakıyormuş gibi baktı. Evet, bunu gözlerinde mavi lazer ışıkları olan biri yaptı. “Senin beynine oksijen gitmiyor bence,” dedi, sesi alaycı ve sinir bozucuydu. “Her neyse, şu kitap neye benziyordu? Adını hatırlıyor musun?”
“Kaba herif.” Gözlerimi devirip birden ciddileştim. “Su damlası vardı kapağında,” dedim. “Büyük, şeffaf bir su damlası ve şey…” Gözlerimin önüne kapağı getirmemle, kılıç sesleri zihnimi alaşağı etti ve donup kaldım. Efken’in bakışları da yüzümde donup kalmıştı. “Şey, kar tanesi vardı. Su damlasının içindeydi, yüzüyor gibi görünüyordu. Sanki o kar tanesi, su damlasının içine hapsolmuş gibiydi.”
“Az önce neden kalçanı şaplaklamışım gibi baktın?” diye sordu düz, ruhsuz bir sesle. Ona bakakaldım ama o çoktan raflardan birine doğru dönmüş, kalın kapaklı bir kitabı alıp içini karıştırmaya başlamıştı bile.
“Her konuştuğunda ağzının ortasına patlatasım geliyor,” diye mırıldandım duymayacağı bir tonda ama birden duraksayıp, omzunun üzerinden bana bir katilin gözleriyle bakınca bir adım çekilerek onunla ilgilenmiyormuş gibi etrafıma bakındım.
“Ciltli bir kitap mıydı?”
“Evet,” dedim.
“Ciltli kitaplar bu tarafta oluyor. Koridorun sonuna dek devam eden rafların tamamında ciltliler var. Sen de bir ucundan tutsan iyi olur, koca kıçın için biraz efor sarf etmek küçülmesine yetmeyecektir, merak etme.”
“Bedenimle ilgili şakaları yaparken dikkat et, beni öldüreceğini bilsem de ölmeden önce yaptığım son şey burnunun ortasına kafa atmak olur. Ben öldükten sonra da ömür boyu yamuk bir burunla yaşarsın.” Tam bana doğru dönüyordu ki hızlı adımlarla koridorun diğer ucuna doğru yürümeye başladım çünkü kalıp onun zehir zemberek cevabını duymak istemiyordum. Öfkeden kudurabilirdi, kurduğu cümleler onun gırtlağını sıkmak istememe neden oluyordu. Ahşap rafların önünden ilerlerken gözlerim hızla ciltli kitapları tarıyordu. Kitabın sırt kısmında da aynı sembol vardı. Su damlası ve içine hapsolmuş kar tanesi… O yüzden sırtları görünecek şekilde dizilmiş kitapları incelemesi çok daha kolay oluyordu.
Rafın önünde ilerlerken kitaplardan biri dikkatimi çekince durdum. Genç çocuğun kaburga kemiğinde gördüğüm dövmenin bir kopyası kitabın sırt kısmına sembol şeklinde resmedilmişti. Pençe izi… Simsiyah ve dövmenin birebir aynısıydı. Kitabı çekip elime aldığım an küçük bir toz birikintisi etrafta sim parçaları gibi uçuştu. Kalın bej rengi cildin üzerinde de aynı siyah pençe izi vardı, pençe izine dokununca parmaklarım içeri doğru battı. Pençe izi metaldendi ve deri cildin içine gömülmüştü. Kitabın hemen üzerinde yine metal bir yazıyla Bağ Mitolojisi yazıyordu. İlk sayfayı açtığım anda sırtımdan aşağı soğuk sular inmeye başladı. Sararmış saman kâğıdının üzerinde simsiyah bir figür vardı. Bu figür, ayakları üzerinde duran ve pençelerini öne doğru uzatmış bir kurt figürüydü.
Bir süre figürü inceledikten sonra sayfayı çevirdim ve önsözü geçerek ilk sayfayı açtım. İlk sayfanın ortasında bir karga figürü resmedilmişti, simsiyahtı ve gözleri kapalıydı, ölü gibi kâğıdın ortasında uzanıyordu; birden dün geceyi hatırladım ve bu karnıma bir ağrı saplanmasına neden oldu. Hemen aşağısında da şunlar yazıyordu.
Karga Sarmaşığı…
Sarmaşık kargalar birbirlerine bağlı olarak göç ederler. Göçleri sırasında hissettikleri bağlar, onların beslenmesinde büyük rol oynamaktadır. Sarmaşık kargaların kanatlarında taşıdıklarına inanılan rüzgâr, bağ sahibi canlıların enerjisiyle en zirveye vardığında, karga sarmaşığı hızına hız katar ve böylece beslenebilmek için daha hızlı olur, işler onun için yolunda gider. Karga sarmaşıkları, bağ sahiplerini yüz kilometre ileriden hissederek biraz daha hız kazanmak uğruna yüz kilometre kadar uçabilirler. Karga Sarmaşıklar, eğer etrafta güçlü bir koruma kalkanı yoksa, -ki bu kalkanları sadece Gümüş Pençeler kurabilir- çok rahat enerji emilimi sağlarlar. Karga sarmaşıklarının ortalama ömürleri şaşılacak şekilde doksan yılı bulabilir ve sarmaşık kargalarının yaşları ne kadar büyük olursa, kalkanlara karşı direnişleri o kadar da fazla olur. Genelde ölümleri ya enerji toplamaktan vazgeçtiklerinde gerçekleşir ya da bir Gümüş Pençe’nin kurduğu kalkanın gücüne bağlı olarak ağır kanamadan hayatlarını kaybederler.
Yine parantez açmalıyız ki, Karga Sarmaşıkları hiçbir bağ sahibine zarar vermemekle birlikte, bağ olmadan bağa dahil olarak enerjilerden beslenen ilk mitolojik yaratıklardır. Yine de bir yırtıcı olduklarını söylemekte fayda var.
Gümüş Pençe… Bakışlarım bir süre sayfada asılı kaldı. Efken’in evin etrafına yırtıcıların giremeyeceğini söylediği ânı hatırladım, ardından sayfayı çevirdim ve Gümüş Pençe’nin ne olduğunu öğrenmem için merakla çarpan kalbim gördüğüm görüntü karşısında tekledi. Dik duran bir Kızılderili oku ile yayı yan yana duruyordu, oka dolanmış kara bir yılan vardı ve okun etrafında tam üç tur atmıştı. Görsele bakarken titreyen parmaklarımı yazılarda gezdirdim.
Mar…
Gözlerim dehşetle aralandı.
Farsça dilinden gelen bu kelime öbeğinin altında yaşayan soy, topraktan vücut bulup toprak ile beslenen canavarların mensup olduğu soydur. Kadınları tanrıça kadar güzel, erkekleri yakışıklı ve heybetlidir. İnsan formunda aramızda dolaştığına inanılan Marlar, yakın geçmiş zamanda yangınlar çıkararak çok sayıda insan katletmiş, en büyük düşmanları olan Gümüş Pençeler ile ateşkes ilan edene dek çok sayıda felâketi dünyamıza taşımışlardır. En sadık ama bir o kadar da en tehlikeli bağın mimarı olan Marlar, öfkelerini kraliçelerinin ölümüyle beslemektedir.
Hâlâ bir yerde kraliçelerinin kanının tekrar akarak bir damarda hayat sürdüğünü düşünen Marların birçoğu Âdem ile Havva soyundan gelmiş gibi aramızda dolaşsalar da rivayete göre kraliçeleri dönene dek uykuda olup, kendilerini bizden biri sanacaklar. Oysa Marlar, insan formuna girebilmeyi Lilith’e borçludurlar ve Havva ile tek bağlantıları, Lilith’in Havva ile ikiz görsel olmasından dolayı bir süre Havva’yı öz anneleri sanmalarıdır. Uyandıklarında, Lilith’in anneleri olduğunu anlayacak, kraliçe ile birlikte savaşı başlatacaklardır. Hâlâ bir yerlerde uyanmış, hatta hiç insanların arasına karışmamış Marlar olduğu düşünülüyor.
Marların belirgin özellikleri: İnsanüstü güzelliklerinin olduğu, gözlerinin renginin bir Âdemoğlu ve Havva kızından farklılık göstererek kızıl, sarı, sedefli renklerden oluştuğu, dizginlenemeyen öfkelerinin onları asıl formlarına iterek gözlerinin bir sürüngen gözüne dönüşmesine neden olduğu söylentiler arasındadır. Yine söylentiler arasındadır ki, tenleri ölümü hatırlatacak kadar soğuktur, bu soğukluğun nedeni ise kraliçelerinin ölü bedeninin aksine buzların arasında kalan kalbinin hâlâ attığına inanılmasıdır. Bir yerlerde belki de hâlâ akan kanı ile yeniden var olan kraliçenin göğsünde şüphesiz ki buzdan bir kalp atmaktadır.
Kraliçenin göğsünden koptuğu hâlde çarpmaya devam eden kalbini düşündüm, karların arasına düştüğü ânı ve karları kana bulayışını. Gökyüzündeki bulutlardan devamlı olarak kar taneleri düşüyor, kalbin üzerini yavaş yavaş örterken Marlar savaşa devam ediyordu. Kılıç seslerini dinledim, bembeyaz arazinin dört tarafı da ormanlarla çevriliydi ve kraliçenin kalbi yavaş yavaş buza dönmeye başlamıştı.
Son kar tanesi de kalbin üzerine kondu ama artık orada erimedi, öylece bir bronş gibi üzerinde asılı kaldı; çünkü kalp çoktan donmuştu.
Karların altına gömülen buzdan kalp, tekrar atacağı gün için son kez çarptı ve sonra ölüm sessizliği başladı.
Eğilip kalbe baktığımda siyah saçlarım yüzümü bir kafesin içine alarak ifadelerimi ormandan sakladı. Siyah saçlarıma takılan kar taneleri gitgide çoğalıyor, bedenimdeki sıcaklık büyük bir hızla düşüyordu. Kafamı hızla kaldırmamla bir çığlık boğazımda hırıltıya dönüştü. Göz bebeklerimin aşağı ve yukarı olmak üzere iki tarafa hızla çekilerek bir çizgiye dönüştüğünü hissettim.
Çığlığı koparmak için kafamı kaldırdığımda, gökyüzünden düşen kar taneleri artık gökyüzünden değil, kütüphanenin ahşap tavanından dökülüyordu ve kütüphane yavaş yavaş karlar tarafından esir edilmeye başlamıştı. Birden gözlerimi yumup geri açtım. Artık karlar yoktu, kütüphanenin boş ahşap tavanına bakıyordum ve bedenim kaskatı olmuştu.
Hızla etrafıma bakındım. Efken kitapları incelemeye devam ediyordu, fularlı adam çoktan gitmişti ve ekose elbiseli kız not defterine hızla bir şeyler karalıyordu. Duyularım o kadar rahatsız edici bir boyuta ulaştı ki kızın kalemin ucuyla kâğıda çizdiği her harfin sesini duymaya başladım. Kitabı daha fazla okumak istiyordum, daha fazla bilgi sahibi olmak istiyordum. Belki kitapta Nigin Bağı ile ilgili şeyler de bulabilirdim. Bu kitabı ödünç almak istediğim için kapatıp göğsüme bastırdım ve gerçeği hayalden acımasızca sıyıran olayları düşünmeye başladım. Artık bir şeyler yerli yerine oturuyordu. Bende bir tuhaflık olduğunun hep farkındaydım ama şimdi tuhaf olan tek kişi ben değildim. Crystal’in gözlerinin rengi, aldığı şekil, bana seslendiği mahlas… Her şey yerli yerine oturmaya başlıyordu. Kalbim kasılırken düşünmeye başladım. Crystal Mar mıydı? Bu mantıksız şey, şu an inanılmaz mantıklı geliyordu.
Kendimi düşündüm. Gözlerim kendimi bildim bileli kızıldı. Bir benim değil, kardeşlerimin ve babamın gözleri de kızıldı. Miran’ın kahveye daha yakın gözleri dışında, hepimiz kızıl gözlüydük. Babamın ve kardeşlerimin Mar olma ihtimali olabilir miydi? Bir yılan… Tanrım, düşünmesi bile korkunçtu. Her nedense içimden bir ses, kardeşlerimin bu soy ile bağlantısı olmadığını söylüyordu ama kendimle ilgili kafamı karıştıran çokça ayrıntı vardı. Gördüğüm vizyonlar, duyduğum sesler, Crystal’in bana söyledikleri ve gözleri… Koridorun sonuna kadar geldiğimde ahşap duvarda bir oyuk gibi duran pencereden dışarıya baktım. Karşıda yüksek bir dağın karlı etekleri görünüyordu. Hemen dağın eteklerinin aşağısında buzlanmış bir yol ve yola yan yana park edilmiş bir düzine araç vardı.
Efken’e tüm bunları anlatırsam vereceği tepki ne olurdu merak ediyordum. Kalbimin atışları normal seyrinden ayrılarak göğsümü dövmeye başlamıştı. Bana kraliçe diyen o sesi düşündüm. Belki de ben de onlardandım. Bu olabilir miydi? Her ne kadar bana kraliçe diye seslenilse de belki ben de soyun kraliçesinin uyanmasını bekleyen bir Mar’dım. Daha fazlası olabilir miydim? Damarlarımın uyuşmaya başladığını hissettim. Crystal’i bulmam gerekiyordu. Tüm sorularımın cevabının onda olduğunu düşünüyordum. Üstelik Gümüş Pençe’nin ne olduğunu da bir an evvel öğrenmeliydim. İçimden bir ses, her şeyin çok yakında tam bir kaosa dönüşeceğini söylüyordu.
Ben babaannem tarafından buraya bu uyanış için gönderilmiş olabilir miydim? O hep farklıydı, kabul etmesem de ben de hep farklıydım.
“Medusa?”
Efken’in sesi beni gerçeğe öyle sert çekti ki, daldığım düşünce girdabı birden dağıldı. Kelimeler etrafa saçılırken yavaşça ona doğru döndüm. Gözleri kısaca göğsüme bastırdığım kitaba, sonra gözlerime dokundu.
“Bir şeyler bulabildin mi?”
“Hayır,” dedim yavaşça. “O kitabı burada bulabileceğimizi sanmıyorum.”
Elimdeki kitaba tekrar baktı. “O ne?”
“Bağlarla alakalı bir kitapmış. Ödünç alabilir miyiz?”
Tek kaşını kaldırdı. “Tabii,” dedi sadece.
Kütüphaneden çıktığımızda kar fırtınası başlamıştı. Bu görüntüye o kadar aşinaydım ki sanki İstanbul’daymışım gibi hissediyordum. Efken’in büyük cipine binip kar fırtınasına meydan okuyan canavarın içinde ilerlemeye başladığımızda kitap kucağımda duruyordu. İstediğimize ulaşamamış olsak da bir şeyler denemiştik. Cip fırtınaya meydan okur gibi ilerlerken Efken ısıtıcıyı açmıştı ve buz tutmuş bedenim sıcaklık tarafından sarıldığı an gevşemişti. Kitabın sayfalarını karıştırmak istiyordum ama Efken bu kadar yakınımdayken ve o uçurum mavisi gözler sık sık beni kontrol ederken yüzümün alacağı şekillerden endişe duyup bunu yapmamaya karar verdim.
“Baksana,” dediğinde artık arabaların güçlükle ilerlediği yoldan ayrılmış, bir tarafı orman diğer tarafı uçurum olan karlı bir yoldan gitmeye başlamıştık.
“Evet?”
“Geri dönmek istemenin tek nedeni ailen mi?”
Birden bu soru bana o kadar aptalca geldi ki, yüzüme yayılan öfkeyi gizlemeden ona kaşlarımı çatarak baktım. “Ya ne olacaktı?”
Bana bakmadan dudaklarını öne uzatıp, umursamaz bir şekilde omuz silkti. “Mesela bir erkek.”
Anlık bir şaşkınlık yaşasam da direkt, “Hayır,” dedim ve yüzümü buruşturdum. “Hem yerimde kim olsa geri dönmeye çalışırdı.”
“Öyle söyleme,” dedi, ilk cevabımı duymazdan gelmiş gibiydi. “Bazı insanlar içinde bulundukları dünyadan bir kaçış yolu olsa emin ol kaçarlardı.”
“Ben kendi içimde hep kaçışları olan biriyim. Kendimden bile kaçıyorum,” dedim, bu cevap onu duraksattı ama bana bakmadı, yolu izlemeye devam ediyordu. Direksiyon hâkimiyeti hayran kalınasıydı çünkü dışarıdaki fırtınaya rağmen aracı çok iyi kullanıyordu. Tabii bunu altında bir canavar olmasına da borçlu olabilirdi. “Eğer kendimi geride bırakabileceğimi bilseydim, evet belki söylediğin gibi yapardım, yani bunu bir kaçış yolu olarak görüp buraya sığınırdım. Ama insan kendisini geride bırakamıyor. Ailemleyken mutluydum.”
Başını aşağı yukarı salladıktan sonra, “Yani gerçekten orada senin için biri yok mu? Ailen dışında?” diye sordu yeniden, sesi umursamaz geliyordu.
Ellerimi kitabın kapağında gezdirirken Emma’nın benim için çıkardığı kütüphane kartını hatırlayıp birden bir elimi kitaptan çekerek deri ceketimin cebine soktum. Kartı alıp almadığımı kontrol ettim, kart oradaydı. Rahat bir nefes alarak omzumun üzerinden ona doğru baktığımda, bana baktığını görmek beni şaşırtmıştı. Tek kaşını kaldırmış, cevap bekliyor gibi ısrarcı gözlerle beni süzüyordu.
“Hım?”
“Bir soru sordum,” dedi ifadesizce.
“Yok demiştim zaten.”
Düz ruhsuz bir bakışma…
Başını aşağı yukarı sallayıp kaşlarını kaldırarak tekrar ön cama doğru döndü ve araç birden gürleyerek hızını arttırdı. “Yalnızlığı tercih edenlerden miydin yoksa bir ilişkiden falan mı çıkmıştın? Seni biriyle öylesine takılırken hayal edemedim. Romantik ilişkiler yaşayan biri gibisin. Romantizm meraklısı gibisin.”
“Romantizmi sadece okuduğum kitaplardan biliyorum. Tanıdığım bir şey değil,” dedim.
Şaşırmıştı. “Ne yani? Öylesine mi takılıyordun?”
“Daha önce hiç sevgilim olmadı,” dedim açıkça. “Flört etmedim ya da senin deyiminle biriyle takılmadım da.”
Efken’in bir okyanusun kalbini anımsatan mavi gözlerindeki derinlik o kadar büyüdü ki, bana baktığı anda nefesim o okyanusun derinliklerine gömülüp göğsünden silinmiş gibi hissettim. Benim hayatım okuduğum romanlardan, izlediğim filmlerden ibaretti. Bazen roman sayfalarının içindeki bir karaktere âşık olur, o karakter ile öpüşür, o karakter için gözyaşlarım akardı; bazen o karakter ile sevişirdim. Roman bittiğindeyse o aşk da biterdi ve ben yeni aşklara yelken açmak için kitaplığımın önüne doğru ilerlerdim.
“Kozandan çıkıp öylece bana mı geldin?”
Gözlerime bulaşan şaşkınlığın mimarı bu soruydu ve onun sesinden duyduğum için sorudaki anlamdan çok, sesinin bana hissettirdikleri kalbimi hızlandırdı. Gözlerim gözlerine dokunduğunda kirpiklerim onun gözlerinin içine geçmişten izler dokunduruyordu sanki. Direksiyonu kuvvetle kavrayıp yavaşça sağa kırınca diğer şeride geçtik ve ormana yakın hizadan ilerlemeye başladık. Hemen yanımızdan bir kamyonet frenlerinden kopan çığlıkla göğüs kafesimi zonklatarak geçip gitti ve Efken tekrar uçuruma doğru kaydı.
“Bana alık alık bakmaya devam edersen çeneni kıracak kadar sert kavrarım ve seni sertçe öperim,” derken gözleri benden ayrılmış, boğazından gelen erkeksi hırıltı zihnime kazınmıştı. “Bakma.”
Şeytanın kanatlarımı koparırken tırnaklarının içine dolan kan, benim kanımdı. Şimdi şeytan, kalbimin derinliklerinde kanatlarını ardına kadar açmış, koyu renk kanatları beni gölgesinin altına alırken, sırtımdan sicim gibi akan kanlarla onun beni korumasını hayretler içerisinde izliyordum. Tıpkı sırtımda olduğu gibi kalbimde de şeytanın pençe izleri vardı. Efken sessizliğimi fark eder fark etmez bana baktı ve birden yüzündeki o sert ifade kayboldu.
“Ne?” diye sordu, ona nasıl bakıyordum bilmiyordum ama bunu beklemediği kesindi. Gördüğü şeyi beklemiyordu. Gözleri dudaklarıma hızla dokundu, tekrar yüzüme tırmandı ve yavaşça fısıldadı. “Daha önce hiç öpüşmedin,” dedi, gözlerimden çaldığı gerçek buydu ve bu gerçek, tıpkı yaşananların bana geldiği gibi ona da hayal gibi geliyordu.
“Bu seni ilgilendirmez.”
“Hiç öpüşmedin,” diye tekrarladı ama bunu alayla söylememişti. Damarlarım anlam veremediğim bir duygudan alev alacak, sonra da küle dönecek gibiydi.
“Seninle özel hayatım hakkında konuşmayacağım,” diye söylendim.
“Özel hayatın olsaydı, evet, o zaman konuşmazdık,” dedi, şimdi sesinde alay vardı ama çok yoğun değildi. Beni aşağılar gibi değil de daha çok eğleniyormuş gibi konuşuyordu. Yine de o hisse engel olamadım. Damarlarımda yürüyen ateş çok güçlüydü, cehennemden çıkıp gelmiş, şeytanı bile içinden geçerken küle çevirmiş gibi güçlüydü. Şeytanın içinden geçerken şeytanı bile küle çeviren ateş, nasıl olurdu da beni sağlam bırakabilirdi ki zaten? Yanacaktım. Bu alışkın olduğum bir şeydi.
“Ben senin ilişkilerine burnumu sokmuyorum,” dedim.
“Sen benim hiçbir şeyime burnunu sokamazsın, o küçük burnumu koparırım,” dedikten hemen sonra tek kaşını kaldırdı. “Üstelik ilişki ve beni aynı cümle içerisinde bile geçirme. Bu sadece midemi bulandırıyor.”
“O niye?”
“Kendimi hiç ilişkideyken düşünmedim. Seks yapmaktan bahsetmiyorum, şu romantik zırvalıklardan bahsediyorum.” Sesi özellikle romantik kelimesini kullandığı anda kusmak istiyormuş gibi iğrentiyle çıkmıştı. Açıkça bir şeyleri ortaya koyması yanaklarımın içini dişlememe neden oldu. Onu çıplakken ve bir kadınla büsbütünken düşünmek karnıma kupkuru odunlar yerleştirilmiş de o odunları bu düşünce ateşe vermiş gibi hissetmeme neden oldu. “Ama senin gibi bir romantiğin, yani hayatı okuduğu kitaplardaki gibi sanan enayilerden söz ediyorum, en azından öpüşmüş olmasını beklerdim.” Son kelimeleri anlamlandıramadığım pervasız bir öfkeyle dile dökmüştü.
“Ne alakası var? Ben ilk öpücük deneyimini özel biriyle yaşamak istiyorum. İleride düşündüğümde gülümseyeceğim bir anı olmalı.”
“Özel derken?” Bunu iğrenir gibi sormuştu. “Dışarıdaki herkes sıradan, Medusa. Hayatının geri kalanını özel olduğunu düşündüğün ama diğerlerinden hiç farkı olmayan birine verdiğin öpücüğü düşünerek mi geçireceksin? Bu seni aptal yapar.”
“İlk öpücüğünü öylesine birine verdin herhâlde?” diye sorduğumda neredeyse kahkaha atacakmış gibi bir ses çıkardı ama yüzünde bir gülümseme bile oluşmamıştı.
“Seni salak,” dedi sadece.
“Ne?”
“Kes sesini, bu konu sadece iğrenç.”
“Yine ayı moduna aldın kendini,” diye iğneledim onu.
“Kes sesini,” diye uyardı beni.
“İlk öpücüğünü kime verdin? Adını hatırlıyor musun?”
“Sana susmanı söylemiştim diye hatırlıyorum,” dedi gözlerini yoldan çekmeden. “Laftan anlamıyor musun? Sesin beni rahatsız ediyor. Çok ince.”
“Sesim mi ince?” Ona düz düz baktım. “Sesim hiç de ince değil.”
“Boğazına çan takılmış bir kuzu gibi meliyorsun.”
“Bence ilk öpüştüğün kadını hatırladın. Duygularını mı incittim?” diye zorladım onu ve bunu neden yaptığımı anlamadım bile. Onu birini öperken düşününce gürültüler zihnime beynimi parçalamak istiyormuş gibi doluştular, sonra öptüğü kadının tenini okşadığını düşündüm ve gürültüler geri çekildiğinde artık sağırdım.
“Beni kendi koyduğum yasaları çiğnemek zorunda bırakma,” diye tehdit etti. “Seni kar fırtınasının ortasında yol kenarına bir yavru kedi gibi bırakırım ve evin yolunu bulamadan donarak ölürsün.”
“Gerçekten hassassın sanırım bu konuda,” diye homurdandım.
Birden frene öyle sert bastı ki, eğer emniyet kemerimi bağlamamış olsaydım ön cama yapışır, hatta cama çarparak camı kırıp dışarı fırlardım. Gözlerim dehşetle aralandı, göğsüm korkuyla şişerken bir yola, bir ona bakıyordum. Onun ise gözleri doğrudan yoldaydı. Eli enseme kayar kaymaz, buz gibi tenime bastığı sıcak teni bir cızırtının yükselmesine neden oldu. Göz bebeklerim gözümün içinde parçalanacakmış gibi genişledi, dağıldı ve bir mürekkep gibi irisime yayıldı. Beni hızla kendisine doğru çektiğinde karşı koyamadım çünkü şaşkınlık bedenime felç gibi inmişti. Gözlerim gözleriyle bir hizaya geldiğinde kalbim göğsüme doğru kayarak sert yumruklarını savurmaya başladı ve savaş başladı.
Dudaklarımız arasında sadece birkaç santim varken, sıcak nefesini hırıltısına katarak dudaklarıma vere vere konuştu.
“Yasalarımı çiğnetmek zorunda bırakma.”
Yutkunurken, “Ne yaparsın?” diye sordum. “Beni öldürür müsün?”
Dudakları neredeyse dudaklarıma dokunacak kadar yakınken dudağının kenarında beliren o zehirli kıvrımı gördüm.
“Daha da kötüsü,” diye fısıldadı ve nefesi dudaklarımı alev alev yaktı. “Senden ilklerini çalarım.”
“Benden ilklerimi çalmak senin için yasalarından birini çiğnemek mi yani?” diye sordum cesur bir şekilde ama sesim muhtemelen titriyordu. Kendi sesime sağır gibiydim, kendimi duyamıyordum, sadece kurduğum cümleleri biliyordum. Dudakları hâlâ dudaklarıma çok yakındı. Kelimeler kafamın içinde alev alıyor, zihnimdeki yangın bir romanın tutuşan sayfalarıyla büyüyordu.
“Evet,” dedi. Ardından hiç beklemediğim bir şey yaparak, dudaklarını dudaklarımdan teğet geçirip, sıcak dudaklarını yavaşça boynuma bastırdı. Gözlerim aralanırken görebildiğim tek şey camın önünde uçuşan kar taneleriydi. Bir tiyatro sahnesinin önünde, boş koltuklardan birinde oturuyordum ve sahnenin perdesi uçları alev almış bir şekilde yavaş yavaş kapanıyordu. Dudaklarını hayatımın bağlı olduğu damara bastırırken görüntüler bir anda kar tanelerinin arasında var oldu. Siyah bir kurt karların arasında başını kaldırınca mavi gözleri buzdan dolunay gibi ışıldadı; bir yılan karların arasında hızla sürünerek kurda doğru ilerledi ve zaman onun dudaklarının dokunduğu yerde küle dönmeye başladı.
“Seni yaşamından öptüğümde,” diye fısıldadı ve ılık nefesi tüm tenime yayıldı. “Daha önce hiçbir erkeğin seni yaşamından öpmediğini biliyordum ve sen de biliyorsun ki, bu sadece başlangıçtı.”
Söylediklerinin öylesine şeyler olmadığını biliyordum. Kalbimin derinliklerinde bunun doğruluğundan haberdardım. Öptüğü yer, ateşin doğduğu yer olmuştu; şeytanın inini kurduğu, tanrının vazgeçtiği ilk yer.
Dudaklarını boynumdan çekse de çok bir mesafe olmadığından nefesi hâlâ öptüğü yere siniyordu. Boynumdaki damar başta olmak üzere, bedenimdeki tüm damarlar ateşin içinden geçtiği bacalara dönüştü. Bakışlarımı karlardan alamadım. Görüntüler yok oldu ama görüntülerin ve boynuma konan öpücüğün etkisi yok olmadı. Nefesi hâlâ beni yakan bir cehennemken orada, o şekilde durup konuştu.
“Bir gün kalbin kadar içinde olmak istiyorum.”
Buz gibi parmaklarımı kalbime batırıp, bu aciz vücudumun içindeki ateş gibi yanan kalbi çıkarmak ve o kalbi karların arasına atıp bomboş bir göğüsle çıkıp gitmek istiyordum.
“Yoksa bu da mı ilkti?” diye sordu ılık nefesi tenimi okşarken. Yüzünü göremesem de gür kirpiklerinin arasında gizlenen ölüm mavisi gözlerini kıstığını hissedebildim.
“Evet,” diye fısıldadım.
“Bir erkek sınırlarına en fazla ne kadar girebildi?” diye sordu, sesi meraklı küçük bir erkek çocuğunun sesine benziyordu. Dudaklarını boynumdan uzaklaştırmadığı için kafamı toparlayamıyor, kelimeleri dudaklarıma çağıramıyordum. Zihnim mağlubiyet bayrağını kaldırmış sallıyor, teslim olmamı istiyordu. İçimde o kadar kalabalıktı ki, onunla yalnız olmamız baş başa olduğumuza inanmama yetmiyordu. “Hiç mi?” Dudaklarını tekrar boynuma bastıracağını düşündüm çünkü bu defa nefesi bir diğer nefesinden daha yakın gelmişti. Daha sıcaktı… “Bunu da biliyordum,” diye fısıldadı. “Yine de senden duymak istiyorum. Hiç mi?”
“Hiç,” diyebildim kaşlarımı çatarak.
“Bana öfkeli misin?”
“Evet,” dediğim anda yutkundum ve yutkunuşumla dalgalanan boğazıma kirpikleri sürtündü.
“Neden?”
“Çünkü sınırlarıma giriyorsun,” dedim bu defa yutkunmamak için âdeta çırpınarak.
Efken’in kaşlarını çattığını hissettim. “İstediğim her yerine girerim,” dedi birden ve donup kaldım. “Yeter ki ben isteyeyim, istemen için her şeyi yaparım ama pek de bir şey yapmama gerek kalmadan zaten sen de istemiş olursun. Ki zaten beni istiyorsun.”
Kurduğu cümledeki ayrıntı öfkelenmeme neden olmuştu. Daha doğrusu bu öfke miydi yoksa başka bir şey miydi anlam verememiştim ama kanım damarlarımın içinde ateşe dönüştüğüne göre sanırım bu öfkeydi. Onu birden sertçe itmemle, kitabı ön konsola koyup emniyet kemerimi çözmem bir oldu.
“Benimle yaptığın konuşmalara dikkat et. Karşında yatağını ısıtacak bir fahişe yok senin. Seni istediğimi de nereden çıkardın?” diye sordum deliye dönmüş gibi. Sanki bu gerçekti de kendimden bile gizliyordum. Efken’in bakışları yüzüme saplı hâldeydi, hareket etmiyor ya da kelimeleri beni püskürtmek için de olsa kullanmıyordu. Sessizdi. Sadece izleyiciydi. Tam kapıya uzanıyordum ki derin bir nefes aldı ama bana dokunmadı.
“Nereye gittiğini sanıyorsun?”
“Kes sesini,” dedim.
“Yaptığım ima seni rahatsız etti, öyle mi? Yoksa beni istiyor olduğun gerçeğinden mi kaçmaya çalışıyorsun?”
Öfkeyle cipin kapısını açmamla kar fırtınasının şehri bir örtü gibi altına alan uğultusu aracın içine doldu. Uçuşan kar taneleri de içeri giriyordu. Efken bir şey yapmadan sadece, “Tekrar kaçma girişiminde mi bulunuyorsun?” diye sordu. “Dışarıda fırtına var. İki adımdan sonra eğer ceplerine kayalar doldurmadıysan muhtemelen ters dönmüş bir şemsiye gibi uçmaya başlarsın.”
“Seni istediğim falan yok benim,” dedim dışarıdaki fırtınaya rağmen adımımı dışarı doğru atarken. Bir yere gideceğim falan yoktu. Biraz nefes almak istiyordum ve bu nefes alma isteği neden bir anda kör bir bıçağa dönüşerek içimi oymaya başlamıştı gerçekten bilmiyordum. Dışarıda süren fırtınaya rağmen kendimi sadece nefes alabilmek için dışarı atıyor olmam çok saçmaydı.
“Kendi yalanına kendin bile inanmıyorsun. Sana yaklaştığımda buz gibi olan teninin nasıl bir anda cehennem gibi yanmaya başladığını hissettim,” dedi, sesinde alaycılık yoktu ama kar fırtınasının uğultusu sesini karanlığa gizler gibi gizlemişti. Benim aksime o kendinden emindi ve bu beni inanılmaz rahatsız etmişti. Kar fırtınasına ayak basıp kapıyı sertçe kapatarak cipin önüne ilerledim. Fırtına gerçekten çok kuvvetliydi. Rüzgâr beni her an ters döndürüp sürükleyecek gibi sert esiyor, kar taneleri soğuk bulut parçaları gibi değil de kristal mızrak uçları gibi tenime batıyordu.
Kendimi öne doğru siper ederek kar fırtınasının içinde kısık gözlerle kara zorla da olsa yürümeye başladım. Efken’in arkamdan gelmeyeceğini düşünmeye başlamıştım çünkü çoktan ormanın olduğu tarafa geçmiş, sık ağaçların ördüğü sınırın kenarında yürümeye başlamıştım. Eve kadar yürüyebilir miydim? Fırtına bu kadar kuvvetliyken hiç sanmıyordum. Üstelik yolu da bilmiyordum.
Bir süre öylece yürüdüm. Sonunda fırtına beni o kadar yavaşlattı ki, fırtınanın üzerine doğru yürümemem gerektiğini düşünerek ormanın sınırını çizen karlara doğru adım attım ve iki ağacın arasında durup ağaçların yavaşlattığı rüzgârın uğultusunu dinlerken epey ileride kalmış cipe doğru baktım. Cipin kapısını açıp indiğinde birden gerilmiştim ama ne yapacağını merak ettiğimden onu izlemeye devam ediyordum. Efken sanki kar fırtınası ona dokunmuyormuş gibi dosdoğru bana doğru yürümeye başlamıştı. Anlık şaşırsam da bir adım geri atıp avucumu ağacın ince gövdesine bastırdım. Bana bakıyor, kar fırtınasının gözleri kurutan etkisi onda işe yaramıyormuş gibi gözlerini bile kırpmıyordu.
Karşıya geçti, ormana doğru ilerlemeye başladı. Elimi ağaçtan çektim ve ona zorluk çıkarmaya karar verdim çünkü benimle tam bir hödükmüş gibi konuşuyordu. Eğer gerçekten onu istiyor olsaydım bile benimle böyle konuşmaması gerekirdi. Bu tutum çok yanlıştı. Mecburiyetten değil, sadece canı öyle istediği için fahişeliği seçmiş birinin bile hak etmeyeceği türden cümleler kuruyordu. Herkes kendi değerini kendi belirlerdi ve ben kendime biçtiğim değeri onun gibi bir ayının iki paralık etmesine izin vermeyecektim.
Sırtımı ona dönüp, kar fırtınasının en hafif hissedildiğini fark ettiğim ağaçların sıklaştığı ormana doğru yürümeye başladım. Efken neredeyse bana yetiştiğinde, artık yürümüyor, karlara batıp çıkarak koşuyordum. Biri bana böyle bir şey yapacağımı anlatsa, sırf kulağıma çok çocukça geldiği için güler geçerdim ama şimdi bunun içindeydim ve tam olarak bunu yapıyordum.
“Ne halt ettiğini sanıyorsun sen?” diye bağırdı öfkeyle arkamdan. “Gel hemen buraya!”
“Sıkıyorsa yakala, domuz!” diye bağırdım aynı öfkeyi ona yansıtarak. Sanki boşlukta bir çığlık atmıştı da çığlığının yankısı kulaklarına geri dönmüştü. Öfkesinin bir akrebin ölümü olan katran gibi yoğunlaşarak bembeyaz karları siyaha boyadığını hissettim. Hızlı adımlar atarak ayaklarının altındaki karları parçalıyor, bana yaklaşıyordu; ben ise koşmama rağmen onun yürürken olduğu kadar hızlı olamıyordum.
“Arkandan geleceğimi mi sanıyorsun? O ormanda kaybolup ölmek mi istiyorsun?”
Bağırarak kurduğu soru cümlelerini duymazdan geldim.
“Arkamdan geliyorsun şu an!”
“Lanet olası!” diye söylendi. “Bir çocuk gibi davranmayı bırakıp hemen buraya gel. Sana bu haddi ne zaman verdim ben?”
“Hödük,” diye söylenerek daha hızlı koşmaya başladım.
“Sikeceğim şimdi yapacağın işi! Kızım gelsene buraya!”
“Ben senin kızın falan değilim!”
“Kaçıncı sınıfa gidiyorsun? İlkokul üçüncü sınıfa falan mı? Kafama silgi de at istersen, Medusa!” Öfkeyle kükremesi beni inanılmaz keyiflendirmişti.
“Hani arkamdan gelmeyecektin, ne değişti?”
“Ya sikeceğim şimdi ha!..” Ellerini havaya kaldırarak sabır dilenir gibi homurdandı. “Sana buraya gel diyorum. Fırtınanın farkında mısın?”
“Küfür edip durduğun sürece o arabaya binmeyeceğim!”
“O bir araba değil, o benim bebeğim!”
“Siktir git bebeğine bin o zaman!”
“Küfür edemeyecek olan tek kişi ben miyim? Sen de küfür ediyorsun mankafalı!”
Orta parmağımı gösterip hızla ağaçların arasından geçtim ve birden boş bir araziye çıkınca, karlarla kaplı araziye bakakaldım. Bir kilometre kadar ileride orman tekrar başlıyordu. Oldukça geniş arazi karlarla kaplıydı; fırtınanın sesini duyuyordum ama etrafım uzak olsa da ormanlarla kaplı olduğundan artık görüş alanım daha netti.
“Aptal! Nereye gittiğini sanıyorsun?” diye sorarak arkamda durduğunda olduğum yerde donup kaldığımı fark edip o da duraksadı.
“Burası çok güzel,” diye fısıldadım. Aslında dümdüz, karla kaplı bir araziydi ama her nedense sessizliği ve bembeyaz görüntüsü bana kendimi çok huzurlu hissettirmişti. Yavaşça Efken’e doğru döndüğümde aramızda hemen hemen beş metre kadar bir mesafe olduğunu gördüm. “Bir ismi var mı?”
“Her yerin bir ismi vardır,” dedi Efken sadece, sesi durgundu, mavi gözlerini benden çekip hızla etrafta gezdirdikten sonra tekrar bana baktı. Huzursuz görünüyordu. “Kurtboğan Ormanının girişinde duruyoruz.”
“Kurtboğan,” diye fısıldadım tuhaf bir şey duymuş gibi yüzümü buruşturarak. Omzumun üzerinden ormanın sıklaşarak ağaçlarla bezenmiş derinliğine doğru baktım. “Orası mı?”
“Evet,” dedi Efken ifadesizce.
Gözlerim bir an karla kaplı zemine kayınca duraksadım. Karların arasında mor bir şey ışıldıyordu. Dizlerimin üzerine çöktüğüm an, Efken de kafasını aşağı indirip merakla bana bakmaya başlamıştı. Karları parmaklarımın ucunu yaka yaka hızla kazdıktan sonra o ihtişamlı mor çiçekle karşılaştım. Kalbim birden bir kuş gibi kanat çırpmaya başlamıştı.
“Kurtboğan çiçeği,” diye fısıldadım hayranlıkla. “Karların içinde yetişmez ki.”
“Buranın ismi boşuna Kurtboğan Ormanı değil. “Ayrıca ona dokunma, oldukça zehirli bir bitkidir. Ellerini üzerinden çek. Seni öldürebilecek kadar güçlü bir zehri var onun,” dedi Efken, sesi hâlâ renksizdi, sanki griydi. “Şu anda da Kurtboğan arazilerinden birindeyiz.”
Kar fırtınası birden dinmiş, uğultu yerini sessizliğe bırakmıştı ama irili ufaklı kar taneleri gökyüzünde bir delik açılmış gibi hızla yeryüzüne düşmeye devam ediyorlardı. Saçlarıma tutunan kar taneleri koyu renk saçlarımda tezat bir görüntü oluşturuyordu. Aynı görüntü Efken’in kurum siyahı gür saçlarında da görebiliyordum. Kar taneleri saçlarının arasında kutsanıyordu.
Öfkesi dinmiş gibiydi, daha çok bir şeylerden rahatsız olmuş gibi bir hâli vardı. “Hadi gidelim,” dedi, oysa beni ensemden tutup hiç de kibar olmayacak bir şekilde cipe sürüklemesini beklemiştim. Oysa o sadece durulmuştu.
Birden donup kaldım.
Nabzım damarlarımda bir geçit açmak istiyormuş gibi şişerek zonklamaya başlamıştı. Kalbimin atışları rahatsız edici bir boyuta ulaştığında, içgüdülerime kurban giderek birden omzumun üzerinden beni çeken noktalardan birine sert bir bakış attım. Efken’in bana baktığını hissedebilsem de kendimi durduramamıştım.
“Ne oldu?” diye sorsa da ona aldırış etmeden birden ondan uzaklaşarak karlara bata çıka içgüdülerimin beni çektiği noktaya doğru yürümeye başladım. Zihnimdeki Medusa uzun tırnaklarıyla düşüncelerime kazıdığı kanlı kelimeleri izlerken sessizdi. Sonra birden bir ses duymuş gibi irkilerek omzunun üzerinden zihnimdeki karanlığa doğru baktı ve onunla göz göze geldik.
Karların arasında iki gri kaya parçası karşılıklı duruyordu, boyları kısa olsa da karların içinden başlarını çıkarmışlardı. Tam ortasında dikkatimi çeken bordo renkteki bitkiye donuk gözlerle bakmaya başladım. Çiçeğe dokunma isteği içimi kamaştırıyordu. Efken birkaç adımda yanımda bitmişti.
“Sana ne oldu diye sordum,” dedi sertçe. Sonra duraksayarak bordo bitkiye doğru eğildi. “Bu da ne?”
“Yılan yastığı,” dedim tek çırpıda. Acaba bu bitkiyi küçüklüğümden mi hatırlıyordum? Çok küçükken bahçıvanlık yapan bir komşumuz vardı, bir süre sonra kendi çiçekçi dükkânını açmıştı ve birçok bitkiyi kendi bahçesinde yetiştirirdi. Belki de bu bitkiyi orada görmüştüm ve ismi de zihnimde kazılı kalmıştı.
“Bilmediğin bir bitki yok herhâlde.” Efken bunu gergin bir sesle söylemişti. “Hadi, hava daha da bozmadan gidelim artık.”
“Çok zehirli bir bitki,” dediğimde birden duraksadı. “Kurtboğan çiçeğinden bile zehirlidir.” Peki bunu tam olarak nereden biliyordum? Hiçbir fikrim yoktu. Zihnim, içinde ne kadar bilgi varsa dilime dökmüştü. Bildiklerim karşısında ben de şaşkına dönmüştüm ama Efken bunu yadırgamadı. Zaten yadırgayacağı bir şey de yoktu. Kim olsa benim bunları bildiğim için söylediğimi bilirdi. Nereden bildiğimi çözemeyen bendim şu an.
“Kurtboğandan daha zehirlisinin olduğunu bilmiyordum,” dediğinde sesi şaşkınlığını ele veriyordu. Fırtınanın sesi tekrar duyulmaya başladı ama varlığı hissedilmedi. Kar taneleri ağır ağır düşerek saçlarımıza, vücudumuza konmaya devam ediyordu. “Burada ağaçlar ve yabani otlar dışında yetişen tek çiçeğin kurtboğan olduğunu sanıyordum.”
“Zehir zehri çeker,” dedim yavaşça. “Bir şekilde büyümenin yolunu bulmuştur.”
“Hadi,” dedi birden. “Gidelim artık.”
“Tamam.”
Tam geri çekiliyordum ki, yılan yastığı çiçeğinin etrafını birkaç tur saran o figürün karların altından çıkarak kabarışının farkına vardım. Dudaklarım yavaşça aralandı, Efken beni bileğimden tutup çekerken gözleri resmen ateşlerle yanıyordu. Bordo ile siyah rengi arasında gölgeleri olan bir yılan başını yavaşça kaldırınca, başının üzerindeki kar taneleri yere düştü ve yılan boğaz kısmını genişleterek bize bakmaya başladı. Yılanın küf rengi gözlerinin ortasında uzun siyah bir çizgi vardı. Bu çizgi bana Crystal’in gözlerini hatırlatınca bir adım geri çekildim ama gözlerimi yılandan alamadım. Yılan saldırı pozisyonu almıştı ve bir ok yılanına benziyordu.
Efken beni arkasına alarak birkaç adım gerilememizi sağladığında yılan dolandığı çiçeğin etrafında sürünerek yavaşça bize doğru ilerlemeye başladı ama kabarık duran boynu onun kavgaya hazır olduğunu gösteriyordu. Yavaşlığı ise tam tersini… Sanki hem saldırmak istiyor hem de bir şey onu tereddütte bırakıyordu.
“Gidelim buradan,” dedi Efken, bileğimi kavradığı anda yılan birden tıslayarak atağa geçti ve karların içini yararak bir hız treni gibi hızla bize doğru gelmeye başladı.
“Sana saldıracak!” diye bağırdım.
“Bana neden saldırsın, aptal! Kaç!”
“Çünkü bana dokundun!” diye bağırmamla, Efken’in donup kalması bir oldu ve ok yılanı, karları yararak ilerleyip onun ayak bileğini sertçe sarıp sıktı.
“Hay sikeyim!” Efken tekmesini sallayarak yılandan korunmaya çalışırken, ağzımdan çıkıp giden cümlenin şaşkınlığı yerini paniğe bıraktı. Yılan boynunu daha da kabarttı ve tam Efken’i sokacakken, Efken ummadığım bir şeyi yaparak yılanı kabaran boynundan yakalayıp geri çekti. Şimdi yılan kıvrımlı bir kılıç gibi elinde duruyordu. Efken, sol bileğini hedef alarak kazağın açıkta bıraktığı bileğe zehirli dilini sürtüp ölümü akıtmak ister gibi saldıran hayvana daha fazla karşı koyamadı. Yılan ona zehrini akıttığı anda Efken öfkeyle yılanı savurdu ve yılan karların arasına uçarak sertçe çarpıp yığıldı. “Seni öldüreceğim!..” diye hırladı Efken.
“Seni soktu!” Ona doğru koştuğumda yılan karların arasında kıvrım kıvrım kıvranıyor, bize doğru baksa da bize doğru gelmiyordu. Efken’e koştuğumu gördüğü an donup kalmıştı sanki. Efken’in kolunu yakalamaya çalıştığımda Efken sert bir manevrayla geri çekilerek bana öfkeyle baktı.
“Yürü arabaya! Başımı ağrıtmaktan başka yaptığın bir şey yok!”
Suçluluk duygusu kalbimi sararken ona bakakalmıştım. “Ben… özür dilerim,” diye fısıldadım yavaşça, içimde kırgınlıktan çok pişmanlık oluşmuştu. “Bakmamı ister misin?”
“Şu iğrenç sürüngen bir kez daha bana saldırmaya kalkarsa onun kafasını taşla ezerim!” diye hırladı saf bir öfkeyle. “Yürü dedim sana!”
“Tamam,” diyebildim. Karşı koyamadım çünkü elinin ne durumda olduğunu bilmiyordum. Sol bileğinden sokulmuştu, muhtemelen kalbine uzanan damarlardan biri o zehri ölümü için en kolay yoldan kalbine taşımaya başlardı. Panikle karların içinde ilerlemeye başladım. Yanında yürüyordum. Yılanı görmek için omzumun üzerinden arkama baktığımda yılanın karların içinde sürüne sürüne bizden uzaklaştığını, ormana doğru gittiğini görmüştüm. Cipe gelene dek hiç konuşmadık ama aklım sürekli olarak yılanın soktuğu bileğindeydi.
Cipe biner binmez motoru çalıştırmaya çalıştı ama bir şeyler yolunda gitmedi. Cipin motorundan ses gelmiyor, kar fırtınası tekrar şiddet kazanmaya başlıyordu. Gözüm devamlı olarak kazağın örttüğü bileğindeydi ama ağzımı açıp tek kelime edemiyordum. Efken’in sinirleri iyiden iyiye gerilmeye başlamıştı. Aracı birkaç defa daha zorladı ve sonunda öfkelenerek, “Siktiğimin yerinde bir işim de rast gitse, gider mi? Gitmez!” diye kükredi. “Yaptığını beğendin mi?”
“Arabanı ben bozmadım ki,” dedim suçlu bir çocuk gibi.
“Bana masum masum konuşma,” diye diklendi. “Sen bir çocuk gibi küsüp inip gitmesen ne arabanın motorunu durdurmak zorunda kalacaktım ne de o zehirli yaratık dişlerini bana geçirecekti.” Sert, sabırsız bir nefes aldı. “Neden çocuk gibi davranmak zorundasın amına koyayım? Daha sabrımı kaç farklı şekilde zorlayacaksın?”
“Canın mı acıyor?” diye sordum kısık sesle. Karanlık aracın içinde bir süre bakıştık. Dışarıdaki griye dönük bozuk mavi renk yüzlerimizi belli belirsiz aydınlatıyordu.
“Benimle alay mı ediyorsun?”
“Hayır.” Ona doğru döndüm ve içtenlikle, “Sadece canın benim yüzümden yandığı için kendimi çok suçlu hissediyorum,” dedim. “Zehir ölümcül olabilir, hemen bir hastaneye gitmemiz gerekiyor.”
“Buna gerek yok,” diye kestirip attı. “Hem zaten cip de çalışmıyor.”
“Canın acıyor. Hem bu çok tehlikeli de olabilir.”
“Canımın acıdığı falan yok, çocuk değilim ben.”
“Sadece çocuklarının canının acıyacağını sana öğreten dangalak kim?” diye sordum sertçe.
Kar fırtınası sulusepkene dönüştü, artık yağmur ile karışık kar yağıyor, şiddetli yağış aracın ön camını sarsıyordu. Efken öfkeden dişlerini sıkıyordu ama alnı ter damlacıklarıyla dolmuştu; bu görüntü öfkeden daha başka bir şeyi resmediyor gibiydi. Canı acıyordu ya da zehir kanına etki etmeye başlayarak tam şu an vücudunu zorluyordu. Birden onun beni öfkeyle püskürtüp durmasını önemsemeden direksiyonun üzerinde duran kolunu yakaladım ve sol bileğini dikkatlice kavrarken kazağı yukarı çektim. Efken kolunu çekmek için atak yapınca, öfkeyle, “Bir dursana!” diye bağırdım ve o an, sanki yine o ateş onu yakmış gibi donup kaldı. Üzerindeki bu etkime akıl sır erdiremiyordum.
İki göçük izinin etrafı bordo bir haleyle gölgelenmişti. Şeffaf bir sıvı dişin açtığı oyuktan yavaşça sızıyordu, muhtemelen bu zehirdi ama ilk kez böyle bir görüntüye maruz kaldığımdan ne olduğunu tam olarak anlayamıyordum. Efken bileğini sertçe geri çekince eli elimin içine girdi ve parmaklarımız birbirine dolanırken kafamı kaldırıp ona baktım. Dokunuşlarımız birleştiği anda ikimizin de gözleri birbirine saplanmıştı.
Yavaşça, “Bıraksana,” diye fısıldadı.
“Bırakmayacağım,” diye üsteledim ve parmaklarım parmakları boyunca sürtünürken bedenimden yoğun bir elektrik akımı geçti. Medusa, zihnimin derinliklerindeydi. Orada öylece durmuş bana bakarken gözlerinde ne olduğunu anlamaya çalışır gibi sorgu dolu bir ifadeden çok, şefkatli bir ifade vardı. Bu, zehirden ikizimin bana ilk kez şefkatle baktığı andı. Efken’in bileğini yavaşça tuttuğumda, Medusa zihnimin içinde başını önüne eğdi ve kırgınlığın izleri ruhumu sarmaya başladı.
“Bu zehrin çıkarılması gerek,” dedim yavaşça. “Doğrudan sol bileğinde, nabzının üzerini ısırmış. Zehri direkt damarına vermiş, sanki damarının yerini biliyormuş da bunu bilinçli bir şekilde yapmış gibi.”
“Seni neden ilgilendiriyor?”
“Çünkü benim yüzümden seni soktu.”
“Orada da öyle demiştin. Ne demek bu?”
“Yani sonuçta benim yüzümden oradaydın,” diye çevirdim ama kalbimin atış sesleri değişmişti. Göğüs kafesime gerçekler fısıldanıyordu ve bu gerçekleri fısıldayan da kalbimdi. “Her neyse, zehrin çıkarılması gerek. Bir hastaneye gitmemiz şart.”
“Cip,” diye hatırlattı düz bir sesle. “Ve ben hastaneleri sevmem.”
“Hastaneleri sevmemen, zehirlenip ölmenden daha önemli olamaz,” dedim ısrarla. “Birilerini ara ve gelip bizi alsınlar.”
Cebinden telefonu çıkarırken isteksizdi. “Zehir zehiri öldürmez,” diye söylendi ama daha fazla oyalanmadan önce Ceyhun’u aradı, Ceyhun cevap vermeyince de olduğumuz konumu görmek ister gibi etrafa bakarak son çare İbrahim’i aradı. İbrahim’i aramasına her ne kadar şaşırmış olsam da bunu çaktırmamıştım. Suçluluk duygusu kalbimin dengesini bozmaya devam ediyordu.
“İbrahim’in gelmesi yarım saati bulur,” dediğinde alnındaki ter damlacıkları çoğalmıştı. Zihnim bir fikir yaratmak için alarma geçmiş durumdaydı ama ben zihnimdeki karmaşanın aksine oldukça sakin görünüyordum. Elini tekrar elimin içine aldığımda sanki aracın içi daraldı ve ikimiz de kapana kısılmışız gibi yine büyük bir çaresizlikle birbirimizin gözlerinin içine baktık. Dokunuşum bileğini sardı, parmak uçlarımda birikmiş her hissi onun tenine gömerken gözlerimi gözlerinden yavaşça kopardım.
“Zehrin çıkartılması gerek,” diye fısıldadım, sesimdeki korkuyu saklamak için uğraşsam da Efken hissetmiş gibi parmaklarını bileğimin iç kısmına sürttü ve gözlerimiz tekrar buluştu. Nabzımın sesi, dışarıda kopan kıyametin sesinden bile gürdü. “Daha fazla beklemesen iyi olacak.”
“Bir çare var da ben mi bilmiyorum?” diye sordu ama sesi tersler gibi değildi, aksine fısıltısı içimde bir şeyleri harekete geçiriyordu.
“Yani… yok gibi.” Gözleri birden ışıldadı, sanki bir selektör yanıp sönmüş, bir yıldırım tam göz bebeğinden çakarak tüm irisini ışığa boyamıştı. “Efken, kahretsin!” dedim korkuyla. “Gözlerin anlık parladı. Tıpkı… o gece olduğu gibi…”
“Siktir.” Efken bir elini alnına koydu, buz gibi boşalan terleri avucunun içiyle silerken gözlerini sıkıca yumdu. “Bakma.”
“Zehirle alakalı olabilir. Bir şey yapmalıyız, Efken. Cipi çalıştırmanın bir yolu olmalı. Motoruna bakabilecek durumda mısın?” Birden kendi kendime küfretmek istedim. “Ben ne zırvalıyorum ya? Betin benzin atmış durumda.” Bileğini kaldırdığımda, zehrin kanına karışarak yavaşça derisinde ilerlediğini, gözyaşı gibi aktığını gördüm. “Aslında bir yolu var.”
“Neden bahsediyorsun?” diye sordu gözlerini açmadan.
“Gözlerini benden saklamana gerek yok, onları bir kez gördüm zaten,” dedim ve hiç beklemediği anda bileğini sertçe sıkmamla dişlerini gıcırdattı. “Bu biraz acıtacak,” diye fısıldasam da yarattığım baskıya rağmen sesini bile çıkarmamıştı. Parmaklarımı zehrin etrafında oluşan kabarıklığa bastırdım, zehir ile kan birbirine karışarak akmaya başladı ama bu şekilde sadece vakit kaybediyordum; yeterince zehir çıkarmış bile sayılmazdım. Sonunda Efken gözlerini açtı ve o kısa zaman zarfında gözlerimiz birbiriyle buluştu. Çok geçmeden eğildim ve derisini ağzımın içine toplarken iki oyuktan oluşan zehir çukurunu emmeye başladım.
Efken’in mavi gözlerindeki o ışık tekrar parladı ama bu kez daha şiddetliydi, birden parlamış ve sonra birden sönmüştü. Bakışlarının bir saatin ucundan akan zaman gibi yüzüme aktığını hissettim; hisler de o saatin ucundan akıyor ve göğsüme doluyordu. Elini iki avucumun arasına alarak daha sıkı kavradım ve dişlerimi yaranın etrafına bastırarak çekebildiğim kadar güçlü bir şekilde zehri içime çekmeye başladım. Zehri tükürmem gerekiyordu ama dilim zehir ile buluştuğu anda aldığım tada Efken’in kanı da karışınca damarlarıma alkol doluyormuş gibi hissederek inledim. Bilincim zihnimden yükseldi, sonra düşüncelerimi terk etti ve zamandan itilerek geçmişe düşmeye başladım.
Efken’in boğazından bir hırıltı yükselirken, “Siktir,” diye fısıldayışı o hırıltının bastırdığı sessizlikte yitip gitti. Gözlerim yavaşça kısılırken aldığım tattan hoşlanmış olmam beni dehşete düşürmeliydi ama her şey değişmişti; birdenbire dengem bile değişmişti. “O zehri ağzınla çekemezsin, bu seni öldürür,” diye inledi ama sanki bu inlemede daha karanlık anlamlar vardı. “Lanet olsun, tükürmelisin.” Sesi gırtlağının derinliklerinde çıkmış bir yangından yükselen kara dumanlar gibiydi. “Tükür şunu…” Beni uzaklaştırmak ister gibi diğer elini başımın üzerine koyduğu anda kısılan gözlerim açıldı ve ona baktım. Bir uçurumun kıyısında durmuşum, daha son adımımı atmamış olmama rağmen ayağımın altındaki taşlar uçuruma yuvarlanırken ve intihar düşüncesi zihnimde ölümcül bir sarmaşığa dönüşmeye başlamıştı sanki.
İşlerin filmlerde olduğu gibi yürümediğini biliyordum. Bir yılan zehrini emmek, o zehri tükürsem bile ölümle sonuçlanırdı ama Efken’in söylediği şey zihnimin kıyılarını dövmeye başladığında, başka çarem yok gibi hissetmiştim. Zehir zehri öldürmez.
Sonra onun kanının tadını ve zehrin tadını aynı anda almıştım. Belki bu yüksek doz uyuşturucu gibiydi. Sonsuzluk gibi süren bir keyif veriyor gibi gelse de aslında beni öldürüyordu. Altın vuruş gibi… Belki de onun damarlarıyla altın vuruş yapıyordum.
“Medusa, bu zehir seni öldürür!” diye fısıldadı, fısıldamadı yalvardı ama içindeki son ölümü de içmek istiyormuş gibi kanı ile birlikte zehri içime çekmeye devam ettim. Sonunda uğuldayan nabzım yavaşlamaya, aldığım keyif sona ermeye başladığında, Efken’in tutarsız nefesleri de yavaşlamış ve körük gibi inip kalkan göğsü bir ritim tutturarak sönmeye başlamıştı.
“Zehir zehri öldürmez demiştin,” dedim dudaklarımı bileğinden uzaklaştırırken.
Önce bileğine, ardından dudağımın kenarında duran kanıma baktı. Birkaç kalıp atışının bile içine kara zorla sığabileceği o ölüm gibi geçen süre zarfında bana yaklaştı. Gözleri bu kez o ışıkla değil, duygularla parlıyordu. Dudağımın kenarında kalan kanı parmağının ucuyla temizlerken, “Öğle yemeğinmişim gibi davranmana gerek yoktu,” diye fısıldadı. “Kontrolümü kaybedebilirdim. Sana burada, aklına bile gelmeyecek kadar farklı şekilde sahip olabilirdim.” Donup kalmam gerekirken gözlerimi yumup geri açarak ona dikkatle baktım. “Yılan zehri emmek okuduğun kitaplar ya da izlediğin filmlerde olduğu gibi birinin hayatını kurtarmaz ama senin hayatını saniyeler içinde sona erdirebilir.” Beni süzdü. “Tamamını yuttun. Doğrudan yuttun. Tükürmedin bile. İyi misin?”
“İyiyim,” diye fısıldadım. Kanımda hâlâ yüklü miktarda alkol dolanıyormuş gibi hissediyordum. Başım dönmüyordu, bulutların ya da suyun üzerinde de yürümüyordum. Daha garipti. Sadece nabzımın ne kadar canlı attığını, kalbimin coşkuyla yaşam salgılarcasına çarptığını hissediyordum. Efken’in kuşku dolu bakışları yüzümde dolaşırken yutkunmadan duramadım.
“Sana biraz daha bakmaya devam edersem,” dedi karanlık bir ses tonuyla, “zehirlenip zehirlenmediğini anlamaya çalışmayı bir kenara bırakıp, seni parçalamaya başlayacağım.”
“Zehirlenmedim,” diye fısıldadım. “Yani sanırım.”
“Zehri yutan kişi, ısırılarak zehri içine alan kişiden daha hızlı zehirlenir, çok daha hızlı hayatını kaybeder,” dedi Efken sakin olmaya çalışıyor gibi gözlerini başka bir noktaya dikerek. “O aptal yılanın zehirli olduğuna neredeyse emindim.”
“Demek ki değilmiş,” diyebildim.
“İlk işimiz bir hastaneye gitmek,” dedi. “Bağışıklığın vardır, ne bileyim, sonradan etki eder falan. Hiç uğraşamam hastalığınla.”
“Ben iyiyim,” diye üsteledim ve onu kandırmak için, “Belki de gerçekten zehirsiz bir yılandı. Ben panik yaptım,” dedim. Ona bu zehrin damarlarımda alkol gibi gezindiğini söylesem benden korkar mıydı? Gözlerinden ışık çıkaran biri benden korkabilir miydi ki? Belki de zehrin bir yan etkisi olduğunu düşünür, beni hastaneye bile götürmeye gerek duymadan ormandaki kör bir boşluğa gömerdi. Bazen bana sorun çıkaracak olursam bunu yapacak gibi bakıyordu.
İbrahim geldiğinde gerçekten iyiydim. O sarhoşluk hissi damarlarımdan silinmeye başlamıştı ama Efken’in gözleri yine de bendeydi. Bir sorun çıkmasından endişeleniyor gibi bir hâli olmasa da iyi olup olmadığımı merak ediyor gibi görünüyordu. İyiydim. Hatta onun damarlarında tek bir damla zehir kalmadığından da emindim.
İbrahim’in aracı, Efken’in cipinin yanında epey küçüktü ama çok daha konforlu hissettirdiğini söylesem yalan olmazdı. Arka koltuğa binmiştim ve hemen ön yolcu koltuğunda Efken, direksiyonun başında da İbrahim vardı. Aralarındaki gerilimi hissedebiliyordum. İbrahim bir süre hiç soru sormadı. Tren raylarının yanından geçtik, karanlık bir ormanı ikiye ayıran dar yolu takip ettik. Kitap kucağımdaydı, Efken’in cipi ise daha sonra alınmak üzere kenarda bırakılmıştı.
İbrahim sonunda, “Bu hayatta en güvendiğin insan olduğumu biliyorum ama söylesene çiçeğim, senin o müthiş panterin nasıl oldu da istop etti?..” diye sordu, sesindeki zevzeklik Efken’in öfkelenmesine neden olur diye düşünmüştüm ama Efken onu dinlemiyor gibi yolu izliyordu. “Şş,” dedi İbrahim şansını zorlayarak. “Aloo.”
Efken dişlerinin arasından, “Ne var lan?” diye sordu.
“Sadece küçük bir soru sormuştum, neden nazlı çiçeğine bağırıyorsun ki? Alındım,” diye fısıldadı İbrahim. “Ben kalkmışım bu fırtınada, ufacık arabama atlayıp senin jaguarının bile yapamadığını yaparak motorum istop etmeden seni almalara gelmişim, sen bana bağır anca.”
“İbrahim, gerçekten sabrımı sınama,” dedi Efken gözlerini kapatıp şakaklarını ovarak. “Senin şu tamirci arkadaşın var ya, adrese yönlendir onu. O çocuğa yedek anahtarlarımı bırakmıştım geçen ay.”
“Sen kimseye günahını bırakmazsın, eğer benden başkasına güvenip anahtar emanet ettiysen seni arabamdan atmak zorunda kalırım. Bu ilişkideki temel sadece bana güvenmenden dolayı sağlamdı. Ben şu an boynuzlanmış hissediyorum, Efken.”
“Neden boş boş konuşuyorsun?”
“Boş mu? Bu kız geldiğinden beri ilişkimiz hakkında böyle can acıtıcı ithamlarda bulunmaya başladın,” dedi İbrahim sululuğun dozunu arttırarak. Sonra birden ciddileşti. “Şu Nigin Bağı meselesini çözebildiniz mi?”
Hiç tepki vermedim.
Efken, “Sana ne?” diye tersledi İbrahim’i. Yol bir an önce bitsin istiyor gibi sadece ön camdan dışarıyı izliyordu.
“Ölecek olan ben değilim,” dedi İbrahim acımasız bir ses tonuyla, bir an durup sadece onun dikiz aynasına yansıyan yüzünü izledim. “Ama sana bir tavsiye vereyim mi, toprağım? Her şeye rağmen yaşamak güzel.” Bunu bana söylemişti. Bakışlarımı yansımasından çekerek ellerimin arasında tuttuğum kitaba indirdiğim sırada üzerime beraberinde huzursuzluğu da getiren bir sakinlik çökmüştü.
“Halledeceğiz,” dedi Efken beni telkin etmek istiyormuş gibi. “Bir şekilde o hıyarı buluruz.”
“Belki sandığın kadar uzakta değildir o hıyar, Efken’im,” dedi İbrahim sırıtarak yolu izlerken.
“Bir şey biliyorsan söyle, geveleme,” dedi Efken, ses tonu sertti.
“Şöyle ki, emin olduğum bir şey varsa eğer iki hafta içinde o kişiyi görmemiş olsaydı, çoktan ölmüş olurdu,” dedi İbrahim. Ölümümden bu denli basit bir şeymiş gibi bahsetmeleri tüylerimi diken diken ederken durup onları dinlemeye devam ettim ama artık onlara bakmıyordum. “Mustafa Baba bu bilgiyi verdi mi size?”
Yani çoktan onunla karşılaşmış mıydım? Yoksa gerçekten o gece Efken’in gece kulübündeyken karanlık koridorda karşılaştığım adam mıydı? Yakıcı tanıdıklık hissini hâlâ anımsıyordum.
“Sanırım vermemiş. Farkında mısınız bilmiyorum ama bu kız iki haftadan daha uzun bir süredir burada ve hasta bile olmadı,” dedi İbrahim açıklayıcı bir şekilde. “Bu da Nigin’inin çok da uzakta olmadığını gösteriyor. Belki de burnunun dibindedir.”
Efken’in gerildiğini hissettim. Sanırım onun da kafasında o gece bahsettiğim adamın portresi oluşmuştu. Hoş, o adamın yüzünü bile görmemiştim. Hem neden bu bağ sadece kadın ile erkek arasında oluyordu ki? Benim bağlandığım kişi bir kadın olamaz mıydı?
İbrahim’e, “Peki ya bir kadınsa?” diye sorduğum anda donup kaldı.
“Yaren’e de göz diktiysen o gözlerini oyarım ama artık senin ha,” dedi kaba bir sesle.
“Yaren’in adını benim yanımdayken destursuz anacak olursan dilini çeker uzatır boynuna dolarım senin,” dedi Efken sakince.
“Durun bir saniye,” diyerek onları böldüm. “Yani bir kadın olabilir mi?”
“Sanmıyorum,” dedi İbrahim. “Aşk olarak elbette istediğin cinsiyetteki insana âşık olabilirsin ama bu bağın, Âdem ile Havva’dan geldiğine inanılıyor. Yani bir Havva ya da Lilith kızı, bir de Âdemoğlu gerekiyor.” Anlayamadığımı belli etmek ister gibi yüzümü buruşturduğum sırada dikiz aynasından beni izliyordu. “Şöyle ki, bir kadın bir kadına âşık olsa da bir erkeğe bağlanır ama o erkekle aralarında aşk ya da cinsellik olmaz, sadece bağ olur. Zaten bu bağ aşka dayalı da değil. Bağ aşkı yaratsaydı, bu aşk ne kadar gerçek olurdu ki? Sadece bağın getirdiği bir his olurdu. Eğer Nigin olduğun insana âşık oluyorsan, bu kalbinden kopup geliyor demektir. Bağ ile bir ilgisi yok bunun.”
“Yani Nigin olduğu kişiye âşık olması gerekmiyor mu?” diye sordu birden Efken, şaşkınlıkla bir ona bir de İbrahim’e baktım.
“Evet, elbette gerekmiyor.”
“Ama Mustafa Baba dedi ki, gözle görülür bir çekim olurmuş.”
“Bu çekimin cinsellikle ya da aşkla ilgili olduğunu sana söyleyen kim? Mustafa Baba elbette bir çekimden bahsetmiştir ama o anlamda bir çekimden bahsettiğini düşünmüyorum. Ben senin kız kardeşinle ilk tanıştığımda ona âşık değildim, Efken. Biliyorsun ki Yaren reşit bile değildi o zamanlar ve o benim en yakın dostumdu. Sevgi zamanla aşkı doğurdu, en başında aşk yoktu.”
Efken dişlerini gıcırdattı.
“Ne? Örneklendiriyordum sadece.”
İbrahim ve Yaren başlarda sadece dost muydu? Şaşkınlıkla, “Yani bağlandığım kişiye âşık olmayacağım,” dediğimde İbrahim başını salladı.
“Evet,” dedi. “Tabii kime bağlandığına da bağlı bu biraz… Bir bakmışsın bağı çözmeden âşık oluvermişsin Mahinevciğim…”
Sonunda eve çıkan patika yolu gördüğümde oturduğum yerde yavaşça kıpırdandım. Bazı şeyler artık daha duruydu. En azından bağ sadece bedenen ve ruhen bizi birbirimize bağlıyordu ama kalplerimiz bağlanmıyordu. Kalbimi bağın beni kandırarak aşk diye yutturduğu birine vermeyecektim. Her nedense bir anda kendimi çok rahatlamış hissetmiştim.
“Tabii Nigin Bağı’nın var olmasında önemli rol oynayan iki âşık vardı,” dedi İbrahim birden düşüncelere dalmış bir hâlde. Efken’in duraksayarak omzunun üzerinden ona baktığını gördüm. İbrahim ne çok şey biliyordu. “Bundan yıllar önce, yüzyıllar mı denmeli yoksa? Bilmiyorum tam ama bu bağın doğuşuna neden olan iki âşık varmış.” Arabayı biraz daha hızlandırdı. Efken onu susturmak değil de konuşmasını istiyor gibi sessizdi. “Âşıklardan biri Kızılderili soyunun liderinin torunuymuş. Doğduğu ilk günden itibaren bir kurt sürüsünün sahiplenerek koruduğu bu çocuk, yani liderin torunu, on yedi yaşına geldiğinde ilk değişimini yaşamış. Yarı insan yarı kurt görünümünü on yedinci yaş gününde kazanmış.” Birden donup kaldım. “Tabii bu bir efsane. Tamamen kurt formunu alabildiğinde on dokuzundaymış, yirmi birine geldiğinde artık sürünün alfasıymış. Bir gün karların arasında uzanan bir tanrıça görmüş. Yani genç kız o kadar güzelmiş ki, bir tanrıçaya benziyormuş. Kadın uyandığında alfa o kadının en büyük düşmanları olan Marların varisi olduğunu öğrenmiş. Bu kadını öldürmesi gerekiyorken, tutmuş bir de onu sevmiş.”
Marlar.
“Saçma,” dedi Efken sadece.
“Devam et lütfen,” diye fısıldadım.
“Âşık olduğu kadın, yüzyıllardır doğması için beklenen Mar Kraliçesiymiş. Yılanların Kraliçesi…” İbrahim heyecanla soludu. “Ve Mar Kraliçesi de en büyük düşmanı olan Kurtların Hükümdarına, yani alfaya âşık olmuş.” Derin bir nefes aldı. “Bir savaş çıkmış. Gümüş pençelerin yani bahsettiğim kurtların ve Marların yani yılanların bazıları bu aşkı desteklese de soyun kökünde lanet olacağını düşünen diğer büyük Marlar ve Gümüş Pençeler durmamışlar. Ta ki alfayı kraliçenin öldüğüne inandırıp bundan yararlanarak öldürene kadar. Hükümdar o kadar âşıkmış ki, durmuş ve ölümü beklemiş. Yılanların Kraliçesi sevdiği adamın kurt formlu cesedinin başında insan formuyla dikilip ağlarken karlar yağıyormuş. Kraliçe soyunu reddetmiş. Onları öldürmemiş ama yetim bırakmış. Kendi kalbini göğsünden elleriyle, hatta acının ona verdiği ateşten pençelerle sökmüş, karların içine boş bir göğüsle kalbini gömmüş. Marların ölümleri bir insanın ölümünden daha uzun sürermiş. Kalbi olmadan birkaç dakikası daha varmış. Kanlar kraliçenin ölümünü destana çevirirken, kraliçe sevdiği adamın yanına çökmüş, onun kolları arasına girmiş ve gözlerini yummuş. Öldüğünde kar yağmaya devam ediyormuş. Ormanda bir kalkan oluşmuş. Uyanıştaki yılanlar bir daha o ormana adım atamamışlar. Kraliçenin kalbi ise o ormanda, buzların içinde atmaya devam etmiş. O kalkan onların Nigin Bağı’ymış ve bir gün kraliçe ile hükümdar tekrar bir araya gelmediği sürece, o kalkan hiç ama hiç kalkmayacakmış.”
Ormandaki kalkanı hatırladım.
Birden kalbim hızlandı ve araç, karların arasında yavaşlayarak durdu. Kitabı kucaklayıp kendimi araçtan nasıl dışarı atmıştım bilmiyordum ama sarsak adımlarla verandaya doğru koşarken kulaklarım uğulduyordu. İbrahim’in arabası uzaklaşmaya başladığında verandanın ahşap basamaklarını tırmanıyordum.
Efken, “Yavaş,” dedi sert bir sesle. “Düşeceksin.”
“Efken,” dedim birden ona doğru dönerek.
“Evet?”
“Crystal daha önce hiç bu eve gelmiş miydi? Yani ilk kez dün mü geldi?”
Efken afallamış bir hâlde, “Evet,” deyince yutkundum.
“Yani bu ormana da ilk gelişiydi?”
“Evet.”
Bir gün kraliçe ile hükümdar bir araya gelirse kalkan yok olacak, yılanlar bu ormana ayak basabilecekti. Hükümdar ve kraliçe bir araya gelmiş olabilir miydi? Kalbimin atışları göğsümün içine bir çığlık gibi yayıldığında çıktığım basamağı inip Efken’in önüne doğru ilerledim ve kafamı kaldırarak onun uçurum mavisi gözlerinin içine baktım.
“Crystal bir Mar,” diye fısıldadım kendimden emin bir sesle.
Efken’in gözleri aralandı. Bir nehir, içinde yüzdürdüğü cesetleri yüzeyine doğru çıkarınca nehrin rengi kan rengine dönüştü. Bedenimde görünürde hiçbir değişiklik yokmuş gibi duruyordu çünkü yoktu, ruhum ise büyük bir değişimin eşiğinde durmuş atacağı adımın doğruluğunu sorgular gibi gözlerime bakıyordu.
Artık hiçbir şey bana önceden olduğu gibi görünmüyordu.
“Efken,” diye fısıldadım göğsüm korkuyla sıkışırken. “Sanırım ben de öyleyim.”
🎧: Watain, They Rode On