Her zaman beni dışarıdaki tehlikelerden koruduğuna inandığım bir kabuğum olmuştu.
Beni mahvedeceğini bildiğim kör acıları yaşamaktan hep korkmuştum ama bir yandan da o acıların daima benimle olduğunu, ruhumun bir köşesinde saklandığını hep bilmiştim. Yabancılar benim için her zaman kabuğumun dışında dolaşan, kabuğuma yara izleri veren tehlikelerdi, hiçbir zaman bir insanı kalbime tam olarak kabul edememiştim çünkü incinmekten hep korkmuştum. Ruhum zaten kırılgandı ve birçok defa kırılmıştı. Şimdi yeniden kırılmıştım, korktuğum o şeyler gerçek olmuştu, hiç ummadığım anda hiç ummadığım birinden yememem gereken ağırlıkta bir darbe yemiştim.
Eğer bunu bir yabancı yapsaydı, kabuğumun etrafında dolaşarak beni varlığıyla tehdit eden bir yabancıdan darbe yeseydim toparlanmam çok daha basit olurdu, kolayca ayağa kalkar ve yara almış kabuğumla yoluma devam ederdim. Ama şimdi kabuğum sırtıma öyle ağır geliyordu ki, durmadan ağlamak istiyordum. Beni bu kör kuyunun içinde tek başıma bırakmışlardı.
İçindeki tüm buzlar eriyerek suya dönmüş votkamı içerken ileride sim parçaları gibi parlayan ışıkları izliyordum. Ne ara buraya gelmiş, ne ara alkol almaya karar vermiştim bilmiyordum. Koridorda gördüğüm yabancıyı hatırladığımda bir an duraksadım, uzun ince votka bardağını dudaklarımdan uzaklaştırıp derin bir nefes aldım. Adamın kokusu hâlâ burnumda, sesinin tonu hâlâ zihnimdeydi. Sanki onu tanıyordum. O Nigin Bağı kurduğum kişi olabilir miydi? Şu ana dek Efken dışında birini tanıyormuş gibi hissetmemiştim. Şimdi ikinci bir adam vardı, onun bıraktığı hisler Efken’inkinden çok daha farklıydı ama sanki onu da tanıyordum. Geçmişimde bir yerlerde o adamın pençe izleri varmış gibi hissediyordum.
“Ne düşünüyorsun?” Sezgi’nin sesi düşüncelerimi bölünce yavaşça ona doğru baktım. Efken locada değildi, neredeydi bilmiyordum ama cehenneme kadar yolu vardı.
“Biriyle karşılaştım,” dedim açıkça. “Lavaboya giderken.”
Yeşil gözleri karanlıkta bile parıldıyordu, bana saf bir merakla baktı. “Bir şey mi dedi? Eğer seni rahatsız ettiyse onu dışarı attırabiliriz.”
“Öyle değil,” diye mırıldandım. “Ben sanki onu tanıyordum.”
Sezgi birden, “O aradığınız kişi olmasın?” diye sordu zihnimi okumuş gibi.
“İlk kez buradayken birini tanıyormuş gibi hissettim,” diye yalan söyledim, Efken’e karşı da yakıcı bir tanıdıklık hissiyle dolmuştum ama Sezgi’nin bunu bilmesine gerek yoktu.
“O zaman bağlandığın kişi yakınlarımızda,” dedi Sezgi dehşet içinde. “Efken bunu duyacak olursa…”
“Onu öldürür mü?” diye sorduğumda Sezgi duraksadı, yüzündeki kan çekilmişti. “Bana bunu yapacağını söyledi.”
“Senin için onu öldüreceğini mi söyledi? Neden?”
“Bağ anca bu şekilde koparmış,” dediğimde başını yavaşça salladı, sanki Nigin Bağı konusuna oldukça hâkimdi.
“Doğru,” diye mırıldandı. “Bağı koparmanın tek yolu birinin ölmesidir. Bu her ilişkide böyledir. Aşkta da, dostlukta da, ailede de.”
Üzgün yeşil gözlerine yayılan geçmişi izledim. Yemyeşil bir ormandı gözleri ve anılar o ormanın içine denizden taşmış şiddetli su dalgaları gibi ilerleyen alevlerdi. Birden elimde olmayan bir sebepten onun omzuna dokunup yavaşça omzunu sıktım, Sezgi gülümseyecek gibi oldu sonra birden dokunuşumda onu rahatsız eden bir şey varmış gibi kaşlarını çatarak yüzüme pürdikkat bakmaya başladı. Tam elimi geri çekecekken sıcak avucunu buz gibi elimin üzerine kapatıp daha büyük bir dikkatle bana bakmaya başladı. Onun yeşil gözleri gözlerime gri kayalıklara çarpan siyah dalgalar gibi çarpıyordu. Gözlerimizin içinde birbirinin ters yönüne doğru çarpan nabızlar vardı sanki.
“Niye bu kadar soğuksun?” Sorusu esrarengizdi, ürperdiğimi hissettim. “Mahinev, senin tenin buz gibi.”
“Şey, bilmiyorum.” Rahatsız olduğum için elimi elinin altından kurtarıp gözlerimi kaçırma gereği duydum. “Ben kendimi bildim bileli hep soğuğumdur. Hiç ısınmam.”
Sezgi’nin dudakları aralanır gibi oldu, sonra dudaklarını birbirine bastırıp bir süre bekledi. Tekrar konuşmaya başladığında konu soğukluğumdan uzaklaşmıştı.
“Efken senin için bağlandığın kişiyi öldürecek mi yani?” Sezgi’nin sorusuyla bakışlarım tekrar ona saplandı.
“Öyle söyledi.”
“Bence bunu seni kurtarmak için yapmazdı,” deyince irkildim. “Bence o adamı gerçekten öldürmeyi arzuluyor.”
“Neden?”
“Anlamadığını söyleme bana? Efken’in etrafında nasıl dört döndüğünü fark etmedin mi?”
Duyduklarım kalbimi tekletse de kulaklarım bunları reddeder gibi uğuldamaya başlamıştı.
“Etrafımda dört döndüğü falan yok,” diye reddettim, böyle bir düşünceye tutunup o düşünceyi zihnime yerleştiremezdim. Bu konu hakkında düşünmek bile istemiyordum. “Bana nasıl davrandığını görmedin mi? Bazen beni öldürecekmiş gibi bakıyor.”
“Onun bir kadınla geçireceği süre en fazla iki saattir, o da işte anlarsın ya,” dedi gözlerini devirdi. “O sebepten.”
“Ne sebepten?”
“Seks yapar ve biter,” dedi Sezgi açıkça. Ardından çenesiyle aşağıda dans eden topluluğu işaret etti. Başta ne anlatmak istediğini anlamadım, o yüzden topluluğa baktım ve ileride, dans eden kalabalıktan uzak bir kolonun önünde dikilen Efken’i gördüm. Uzun, düz ve gri tonlarına yakın sarı saçları olan saks mavisi dar elbisesinin içinde tanrıça gibi görünen bir kadın hemen yanında duruyor, ısrarcı bir şekilde Efken’e bir şeyler anlatıyor gibi görünüyordu. Efken kalabalığı izliyordu, kadına bakmıyordu, kadının ise bütün ilgisi Efken’in üzerindeydi. Gözlerini tek bir an olsun bile Efken’den ayırmıyordu, haklı sayılabilirdi çünkü mekândaki en güzel adamı izliyordu.
“O kadınla birlikte mi olacak?” diye sorduğum anda soluğuma bir canavarın pençeleri batmış gibi acıyla dolduğumu hissettim. Avucumu göğsüme götürmek, birden buzdan alevlerin içinde yanıyormuş gibi teklemeye başlayan kalbimi tutmak istedim. Bu ihtiyaç bir uğultuya dönüşerek tüm vücuduma yayıldığında, karanlığın kökleri ruhumu sımsıkı sarıp boğmaya başlamıştı.
“Bahse var mısın?” Sezgi kıkırdayarak bana baktı. “Eğer Efken senin etrafında dört dönmüyorsa, bu gece o güzel kadınla işi pişirir, kazanan sen olursun.” Tıpkı benim gibi o ikisine bakıp güldü. “Ama olur da Efken Karaduman bu gece o kadınla işi pişirmezse, senin etrafında dört dönüyor demektir ve kazanan ben olurum. Normal şartlarda Efken, yani tanıdığım Efken, elbette o kadınla düzüşecek.”
İçimde harlanan his rahatsız edici bir boyuta ulaşmaya başlamıştı. Votkanın tadının dilimi uyuşturduğunu hissettim. Bardağımda kalan son içkiyi kafama dikip omuz silktim. “Umurumda olduğundan değil, dört dönmediğine de eminim ve bence evet, o kadınla birlikte olacak,” dedim tükürür gibi.
“Evet,” dedi Sezgi birden, bu bir kabulleniş miydi? Kalbim çılgınlar gibi çarpmaya, nabzım damarlarımı yakmaya başladı. O kadınla yatacak mıydı yani? Neden? “Normalde tanıdığım Efken elbette o kadını şimdi alır ya tuvalete götürür ya tenha bir yere ya da vakti varsa kadınla birlikte kadının evine gider. Ama bence bu gece bu olmayacak.” Son cümlesini kurana dek titriyordum, son cümlesi birden titrememin geçmesine neden oldu.
Gözlerimi kadına diktim. O kadar çok konuşuyordu ki birden ona elimin tersiyle bir tane patlatma ihtiyacı duydum. Eğer Efken’in yerinde kolonun önünde dikilen kişi ben olsam, muhtemelen elimin tersiyle sarışına bir tane patlatmıştım. Bu düşünceden iğrendiğimi fark ettim.
“Neyine?” diye sordum Efken’in ilgisiz gözlerini izlerken.
“Kazanan ben olursam Efken’in boynuna dişlerini batırırsın,” deyince birden şoka uğradım. “Kazanan sen olursan, Ceyhun’a yapmamı istediğin her ne ise onu şimdi hemen burada yaparım.”
“Ne istediğinin farkında mısın sen?”
“Evet,” dedi eğleniyor gibi. “Elbette. Tam olarak bunu istiyorum.”
“Beni öldürür,” dedim dehşet içinde. “Adamı neden ısırayım?”
“Yalnız canım öldürür mü yoksa başka bir şey yapmak için çıldırır mı, işte orasını hiç bilemeyeceğim,” dedi alayla gülerken. “Evet, sen zaferin karşılığında ne yapmamı istiyorsun?”
“Eğer ben kazanırsam, Ceyhun’a evlenme teklifi et,” dediğim anda rengi benzi attı. Birden hain bir sırıtışa kurban giden suratımla ona bakmaya başladım.
“Abartma istersen.”
“Yeni tanıdığım bir adamı ısırmamı isteyen kişi mi söylüyor bunu?”
“Efken’e evlenme teklifi et demedim.”
“Ceyhun ve sen sevgilisiniz.”
“Efken ve senin ileride sevgili olmayacağınız nereden89 belli ki?”
Birden donup kaldım. Karnıma haşlak sular dökülmüş gibiydi, nefesim tutarsız bir şekilde göğsümün içine yayıldı ama ciğerlerime ulaşmadı. Bakışlarımı tekrar Efken ile o kadına indirdim. Onunla sevgili olma düşüncesi… Bu içimde beklenmedik bir bombardımana neden oldu. Kalbim kasıldı, midem kaynadı, karnım içeri göçtü ve nefesim keskin bir manevrayla ciğerlerimi oydu.
“O adam kimseyle sevgili olamaz, hıyarın teki,” dedim sert tutmaya çalıştığım ama şaşkınlığa yenik düşen sesimle. “Hem ben gideceğim. Çok yakında.”
“Sadece şakaydı,” diyerek sırıttı. “Peki, kabul.”
Sarışın küçük çantasının içinden bir kart çıkarınca oturuşumu dikleştirdim. Onları daha net görebilmek için kafamı öne doğru uzatmıştım ve bu Sezgi’yi çok eğlendirmişti. Yaren ile Ceyhun telefonda bir şeye bakıyorlar, Yaren heyecanla ona ekranda gördüğü şeyle ilgili bir şeyler anlatıyordu. Sarışın, kartı uzun tırnaklarının arasına alarak Efken’e uzattı, Efken kadına kısaca bakıp kartı aldı ve başını salladı. Kalbim yine o tutarsız atışlarıyla göğsümün içinde terör estirmeye başlamıştı.
“Kartı aldı,” dedim soluk bir sesle. “Ben kazandım.”
Sarışın kalabalığa karışarak Efken’den uzaklaşmaya başladığında gözlerim hâlâ uçurum mavisi gözlerin sahibindeydi. Efken birkaç saniye sonra elindeki kartı yere atıp ellerini ceplerinin içine yerleştirdi ve kafasını kaldırdı. O an, ikimizin göz göze geldiği andı.
Sezgi fısıldadı: “Hayır, kazanan benim.”
Efken’in gözleri gözlerimde durduğunda, ayaklarımıza vuran geçmiş geri çekildi ve geleceğin içinde bir kurt büyük pençeleriyle toprağı kazarak yaralamaya başladı. Uçurum mavisi gözlerinde bu kez gördüğüm kendini beğenmişlik değildi, başka bir duyguydu.
“Şimdi gidip onun boynunu ısırmalısın,” dedi Sezgi dirseğiyle yavaşça omzuma vurarak.
“Saçmalama.”
“Bahse girdik ve ben kazandım,” diye homurdandı. “Yapmak zorundasın.”
Büyük bir his hiç beklemediğim bir anda içimi yaktı.
Küçük bir kızken gözyaşlarım gözlerime köklerini bırakmış bir ladin ağacına dönüşmüştü, kalın köklü gövdesinin içinde bambaşka ağaçlar da büyümeye başlamıştı ve bir süre sonra gözyaşlarım öyle çok köklenmişti ki, hiçbir balta o ağaçları değil devirmeme yaralamama bile yardım edememişti. Efken bana o uçurum mavisi gözlerle bakarken ağaçların gövdelerinin yaralandığını, yüzümü sarmaşık gibi saran o kalın köklerin çürüdüğünü hissediyordum. Sanki onun gözleri yıllardır avucumun içinde sıkıca kavramaktan avuç içlerimi yara yaptığım baltadan bile daha keskindi ve o gözler beni geçmişimin sarmaşıklarından arındırıyor, o ağaçlar birer birer gözlerimin içine yıkılarak var olacak gözyaşlarının yolunu kesiyordu.
Oturduğum yerden kalktığımda Sezgi sırıtıyordu. Merdivenlere yöneldim, Efken kafasını kaldırmadan, sadece gözlerini yukarı dikmiş şekilde beni takip ediyordu. Parmaklarımı merdivenlerin kenarındaki korkuluğa koyup yavaşça kaydırarak basamakları inmeye başladım. Gözleri her saniye bendeydi. Son basamağı da inip kalabalığın içine girdim ve gözleri benim üzerime takılı hâlde kalabalığa daldı. Ona doğru yürümeye başladım. Bakışları toprağıma köklerimi salan zehirli sarmaşıklar gibiydi, her bir adımda ona karışıyordum ve o ölümcül sarmaşıklar bedenimi sarıyordu. Bedenimi saran zehrine rağmen biliyordum ki ne şifayı bulabilecektim ne de o zehrin kollarında ölü bulunabilecektim.
Tam önüne geldiğimde gözlerimi kaldırıp mavi gözlerine baktım, onun gözleri de bendeydi.
“Az önce lavaboya giderken biriyle karşılaştım. Tanıdığım biri gibiydi, bana tanıdık hissettirdi,” dediğim anda tek kaşını kaldırdı, bakışlarım ve kelimelerim birbirinden farklıydı. Gözlerine bakmak, cehennemdeki en yüksek vadinin tepesine çıkıp, cehennemdeki en derin kuyuyu, hatta uçurumu izlemek gibiydi. “Nigin Bağı’yla bağlı olduğum kişi o olabilir mi?”
Efken bana okyanusun dibindeymiş de onu tutup yüzeye çekmişim gibi soluk alıp verişi değişmiş ve şaşırmış bir hâlde bakakaldı. Dişlerini sıktığını yüzündeki çukurlar belirginleşince fark etmiştim. Yine de ifadesi hızla eski hâline döndü.
“Hâlâ burada mı?”
“Bilmiyorum. Yüzünü görmedim.”
“Ne?” Bana yüzünü buruşturarak baktı. “Yüzünü bile görmediğin bir adamla bağın olduğunu mu düşünüyorsun? Bu aptallık.”
“Hissettim,” dediğimde duraksadı. “Yüzünü göremesem de omzu omzuma dokunduğunda ve sesini duyduğumda, onu tanıdığımı hissettim. Bilmiyorum. Belki de sadece tanıdıklık hissiydi.”
“Omzu omzuna mı dokundu?” diye sordu, sesi gergindi, doğrudan gözlerimin içine bakıyordu ve mavi gözleri yüzünün ortasında parlak gümüş renkte bir pençe izi gibi duruyordu.
“Evet. Her neyse, o şu an burada olabilir.”
“Ben aranızdaki çekimi görmediğim sürece kimseyle bağlı değilsin demektir,” dedi sertçe. “Hem ne biliyorsun? Belki bağ diye bir şey yoktur, beni de bir deli saçmalığına inandırıyorsun.”
“Düne kadar inanıyordun.”
“İnandığımı söylemedim,” dedi ve birden sırtını bana dönerek kalabalığın içinde ilerlemeye başladı.
“Bekle. İnandığını söylemiştin.” Arkasından giderken kalabalığa çarpıyor, önemsemeden onu takip etmeye devam ediyordum. “Sana dur dedim, Mustafa Baba’ya güvenmiyor musun? Madem güvenmiyordun neden bana yardım edeceğini söyledin?”
Birden bana dönmesiyle bir adım geri çekilme ihtiyacı duydum. “Sana yardım edeceğimi söylemedim, o sikiği öldüreceğimi söyledim!” diye bağırdı hiddetle, müziğin bile yavaşlamasına, insanların dönüp bize bakakalmasına neden olan gür sesi kalbimin atışlarını tutarsız bir ritmin ortasına sürüklemişti. “Ne bekliyorsun? Müziği kapattırıp buradaki tüm orospu çocuklarını tek tek önüme getirteyim sonra da hepsini kurşuna mı dizeyim?” Silahı mı vardı? Söylediklerinde ciddi miydi? Gözleri ciddi olduğunu resmedercesine ateşler içerisinde yanıyordu. Damarlarımda dolaşan o hisse meydan okuyamadım, içimde hem korku hem de çıkış noktası belirsiz bir öfke hissettim.
“Bağlı olduğum kişiyi bulabilmem için beni bu sikik yere getiren sendin,” dedim kısık sesle.
“Seni buraya canım öyle istediği için getirdim,” dedi dişlerinin arasından ama yüzündeki öfke öyle büyüktü ki, bunu hırlayarak hatta bağırarak söylese yine aynı etkiyi hissederdim. “Seni kendi ellerimle bir orospu çocuğunun eline bırakmayacağım.” Birden bu cümlesi büyüdü, ikimizin de üzerine zamandan kopan bir dağ büyüklüğündeki o sayı parçası gibi düşmeye başladı. Kalbimin atışları göğsümü döven bir çift acılı el gibiydi, yumruklarıyla göğüs kafesimi neredeyse yamultmuştu. “Seni,” dedi kelimenin üzerine basarak ve bana doğru bir adım attı. “Hiç kimsenin.” Bir adım daha attı. “Eline.” Yüzüme doğru eğildi, sıcak nefesi yüzümü okşadı. “Bırakmayacağım.”
“Ama sen dedin ki…”
“Seni hayatta tutarım,” dedi sertçe. “Hepsi bu. Onu bulduğumda da öldürürüm. Sonra sen yoluna gidersin ben de yoluma. Ama burada olduğun müddetçe benden başkasının yanında olmana izin vermeyeceğim. Büyü mü ya da her ne boksa, çocuk masalı mıdır ne sikimse, hurafe midir nedir, hiçbiri sikimde değil.” Çenemi sıcak parmaklarının arasına alarak havaya kaldırdı. “Tek seferde söylüyorum, açıkça. Buradasın, benimlesin.”
Dişlerimi sıkarak ona göz bebeklerim de dahil olmak üzere bedenimdeki her parça titrerken öfkeyle bakıyordum. Gözlerini gözlerimden çekmeden çenemi biraz daha havaya kaldırıp yüzüme doğru tamamen eğildi, yüzlerimiz arasında bir santim bile yoktu. O kadar yakındık ki sanki yüzü yüzümdü.
“Onu tek başıma da bulabilirim,” diye fısıldadım öfkeyle.
“Dene,” dedi. “Sen daha onun gözlerinin içine bakmaya fırsat bulamadan ben onun sırtına elimi sokup kalbini avucumun içine almış olurum.”
“Korkunçsun.”
“Öyleyim,” diye fısıldadı dudaklarıma doğru.
“Yalancısın.”
“Benim her sözüm bir yemindir,” dediğinde afalladım, geri çekilmeden nefesiyle beni acılar içinde bırakmaya devam etti. “Onu öldüreceğim, seni kurtaracağım ama bunu seni kurtarmış olmak için yapmayacağım. Burada benden başkasının yanında olmaman gerektiği, benimle olman gerektiği ve seni yanımda istiyor olduğum için yapacağım.”
“Beni neden yanında istiyorsun?”
“Çünkü seni daha çözmedim, Medusa.”
“Şu an yalan söylüyorsun. Demek ki senin her sözün yemin değilmiş,” dedim dişlerimin arasından.
Güldü, gülüşü tüyler ürperticiydi ve kesinlikle içten, neşeli değildi. Kulağıma eğilince etli dudakları neredeyse derime sürtündü.
Fısıldadı: “Sen ne duymak isterdin sinsi yılan?”
“Gerçeği,” dedim dişlerimin arasından. Nefesi kulağıma aktıkça, kelimelerin yan yana dizildiği roman sayfaları alevlere teslim oluyordu. Ve sonra Sezgi’nin dediğini yaptım. Parmaklarım yavaşça onun biçimli ensesine kayarken, dudaklarımı bana sunar gibi önüme bıraktığı esmer boynuna yaklaştırıp, o kalın derisini dişlerimin arasına aldım.
Bedeninden yerle göğün yerini değiştirebilecek kadar şiddetli bir güç akımı geçti. Sanki bedenlerimiz mavi bir ışıkla sarılmış, kimsenin göremediği bu kalkan bizi içine hapsederken ikimiz de mavi alevlerin içinde esir kalmıştık. Dişlerimi boynunun kalın derisine sürterek geri çekecektim ki büyük avucu belime kaydı, güçlü parmakları sıkı bir tutuş sergileyerek belime yapıştı ve akabinde bedenim bedenine sertçe yaslandı. Dudaklarım boynunda asılı kaldığında, gözlerim şaşkınlıktan iri iri açıldı. Göğüs kafesim sanki kalbim patlamaya başlamış bir volkanmış, öldürücü lavlarını döküyormuş gibi genişlemişti. Parmakları elbisenin kumaşını delip geçecek, tenime ulaşacak, tenimde büyük izler bırakacak sandım. Öyle bir bastırıyordu ki, bacaklarım bile titriyor, ruhum ise idam ipi boynuna dolanmış bir hâlde ölüm fermanını okuyan o adama bakıyordu.
Hırıltılı nefesi sanki benim içimi dolduruyordu. Büyük avuçları hızla enseme, oradan da gür saçlarımın içine kaydı. Birbirine dolanmış gibi yılan gibi birbirimize yaslı hâlde kaldığımız o süre zarfında hareket yetimi kaybetmiştim.
“Dünyama ilk kez gelmiş bir yabancısın,” diye inledi kulağıma doğru. “Ama bedenim bin yıldır seni bekliyormuş gibi yanıyor.”
Kelimeleri zihnime çamur gibi değdi, bir romanın sayfalarına karanlık kelimeler çizdi. Bakışlarım boşluğa tutunduğunda, kalbim zincirlerini koparmak ister gibi göğüs kafesime yaklaştı, kemikten parmaklıkları sarstığı sırada ona dolanıp onu bağlayan damarlarından zincirler şangırdadı. Zincirlerin içi kanla doluydu.
Avucumu göğsünün üzerine yerleştirmeden hemen önce, ikimizin arasındaki o var edilememiş dapdar boşluğa soktum. Göğsüne dokununca sıcaklığı avucumun içini yaktı. Gözlerime anılar doldu, boşluğu bir daha doldurulamayacak hisler doldu, var olduğu anda bir daha kurtulamayacağım duygular doldu. Onu itmek istesem de duyduklarım tam tersini yapmamı söylüyordu, içimde bir yer vardı ki o yer onun kelimeleriyle ısınmaya, hatta yanmaya başlamıştı.
“Bana dokunmana hem katlanamıyorum hem de bana daha çok dokun istiyorum,” dedi sert, ulaşılamaz bir sesle. Sanki sesi benim önüme örülmüş bir duvardı ve o buna rağmen o duvarın arkasından benimle konuşurken elini duvara bastırıyor, benim de elimi duvara koymamı istiyordu. “Ve bu siktiğimin şeyi beni daha da öfkelendiriyor. Öfkelenmemem lazım. Öfkelenmek yok. Öfke yok.” Son cümleleri dibinde olmama rağmen benim bile duyamayacağım kadar silikti. Yavaşça benden uzaklaşmak için geri çekilince kafamı kaldırdım ve ona baktım. Uçurum mavisi gözlerinin sınırlarında zehirli kara yılanlar birbirlerine yaklaşarak büyümüş bir göz bebeği şeklini almışlardı. Evet, onun göz bebekleri yoktu, onun gözlerinin içinde birleşip ayrılan kara yılanlar vardı.
Ne diyeceğimi bilemez hâlde ona bakmaya devam ettim. İnsanlar etrafımızda dans ediyorlar, kızıldan sarıya evrilen o yoğun ışık yüzlerimize darbe vurarak ikimizi de bir aydınlatıyor, bir karanlığın bağrına iterek çekip gidiyordu.
“Beni neden ısırdın?” diye sordu, gözleri doğrudan gözlerimdeyken sakince sorduğu soru üzerine gözlerim bir an dudaklarına kaydı, çok küçük bir boşluk bıraktığı dolgun dudaklarına baktım ve yandım. Hızla gözlerinin içine baktım.
“Nigin Bağı’na inanıyor musun inanmıyor musun?”
“Sana beni neden ısırdın diye sordum.”
“Ben de sana Nigin Bağı’na inanıp inanmadığını sordum,” diye mırıldandım.
Bana doğru eğilince kalbim göğsümün içinde suyun altında kaldıkça eriyip küçülen bir sabun gibi eriyerek küçüldü. “Sana dedim ki, beni neden ısırdın?” Gözleri gözlerimin içindeymiş gibi yakınımdaydı. Ilık nefesi devamlı olarak dudaklarıma çarpıyor, kafamın içini yasak görüntülerle dolduruyordu. “Madem Nigin olduğun adamın burada olduğunu hissediyorsun, neden onun değil de benim boynumu ısırdın?”
Göğsüm hızla kalkıp inse de kelimeler dudaklarıma misafir olmamak konusunda ısrarcıydı. Ona tüm bunların Sezgi ile girdiğim bahiste kaybettiğim için olduğunu söylemek istesem de bir yanım aslında öyle olmadığını, istemesem zaten bunu yapmayacağımı söyleyip duruyordu. Medusa zihnimdeki buzdan duvardan sıçrayarak inip kelime yığınlarıyla dolu karanlık odanın ahşap zeminine topuklu ayakkabılarının takırtılarını emanet ederek yürümeye başladı. Onun görüntüsünü zihnimden silmeye çalıştığımda ise Efken’in parmakları tekrardan bel boşluğuma dokunmuş, beni ürpertmişti.
“Seni ısırdım çünkü bahse girdik,” diyebildim, sesim acı çekiyormuşum gibi çıkıyordu.
“Hım, Sezgi’yle mi?” Nereden biliyordu? Gözlerinin içine bakmak için tekrar kafamı kaldırdığımda, yüzünde zafer kazanmış gibi bir ifadeyle bana bakıyordu. “Yanılmamışım, Sezgi’yle,” diye onayladı kendini. “Asla yanılmam.”
“Bilerek mi o kadının verdiği kartı yere attın? Seni ısırayım diye mi?”
“Ne?” Kafası karışmış gibiydi. “Kadın ve ben üzerine mi bahse girdiniz?”
“Evet,” dedim omuz silkerek. Bir kadın yanımdan geçerken sertçe bana çarpınca Efken hırlayıp beni bel boşluğuma bastırdığı parmaklarından kopan güçle kendine doğru çekti, sonra da kadına düşmanca bir bakış attı. Kadın, “Affedersiniz,” diye mırıldanarak resmen kaçar gibi uzaklaşmıştı bizden.
“Sorun değil,” diyebildim ama kadın çoktan beni duyamayacağı kadar uzağa gitmişti bile. Tekrar Efken’e baktım. “Eğer o kadınla gitseydin ya da kartı alıp cebine koysaydın bahsi ben kazanmış olacaktım.”
“Benimle ilgili ne biliyorsun ki?”
“En azından teklif eden hiçbir kadını geri çevirmeyeceğine eminim.”
“Canım isterse,” dedi, sonra ekledi. “Henüz bana teklifte bulunmadın.”
Gözlerimi devirdim. “Eğer bunu bekliyorsan, çok beklersin bile diyemeyeceğim çünkü bu çok, sonsuzluk kadar sürecek bile olsa öyle bir şey olmayacak,” dedim sertçe. “Ayrıca Sezgi de söylemişti, senin o kadınla gideceğini ya da onunla bir tuvalet köşesine, herhangi tenha bir köşeye gidebileceğini…”
“O zaman neden bahse girdi? Fikri seninkiyle aynıysa?”
“Çünkü bu gece benimle aynı fikirde değildi,” dedim gözlerinin içine dik dik bakarak.
Efken’in tek kaşı havaya dikildi, gözlerini karanlık bürüdü ama buna rağmen gözleri hâlâ koyu bir maviydi, kararmaya başlayan bir gökyüzüne benziyordu. Bazen bu gözlerin lacivert olduğunu düşünüyordum.
“Bu gece seninle aynı fikirde olmamasının sebebi neymiş? Bunu sana söyledi mi?”
“Söyledi,” diyerek meydan okudum. Bakışları gözlerime bir bıçak gibi saplanıp, gözlerimin derinlerinde bir yara açarak oradan mürekkep gibi kan akıtmaya başladı. Sanki kelimeler o kandan mürekkep tarafından var edilecekti ve o, ben konuşmasam bile kafamdaki her şeyi okumuş olacaktı.
Bana bir şey sormadı.
Ya ağzımdan duymak istemiyordu ya da önemsemiyordu.
“Şöyle söyledi,” diyecektim ki, bir kadının uzun bordoya boyalı tırnaklarının Efken’in gömleğinin üzerinde belirişini gördüm. Ardından görüş alanıma uzun parmaklar, ince bilek ve alev sarısı saçlar girdi.
“Merhaba,” dedi kadın bana bakmadan Efken’in profiline bakarak. “Uzun zamandır ortalarda görünmüyorsun, mekânını bile boşladın.”
Bu o kadındı.
Crystal.
Bana bakmıyordu bile. Gözleri doğrudan Efken’deydi. Efken’e öyle dikkatli bakıyordu ki, sanki mekândaki kimseyi görmüyordu, tek gördüğü Efken’di. Kadının profiline bakarken midemde garip bir his ilerliyor, boğazımdan damağıma acı bir tat yükseliyordu. Burnu küçük değildi ama ucu kalkık ve düzgündü, dolgun dudakları kan rengine boyalıydı, kaşları saçlarından bir tık daha koyu renkteydi ve kirpiklerinin de sürdüğü maskaradan dolayı bu kadar kara göründüğünü düşünmüştüm, muhtemelen kirpikleri de alev sarısı tonlarında olmalıydı. İçinde olduğu bordo elbise bedenini ikinci bir deri gibi sarmıştı, elbisesi uzundu, bacaklarının dış tarafını açıkta bırakan uzun, ince bir yırtmaç yukarı doğru salınıyordu. Efken kadına omzunun üzerinden sert bir bakış atınca kadın elini yavaşça Efken’in pazuları şişkin kolundan ayırdı ve alev sarısı saçlarını kulağının arkasına itti.
“Seni arıyordum,” dedi açıkça. “Uzun zamandır.”
Midemdeki o his artıyor, damağıma yayılan o tat tükürmek istememe neden oluyordu. Gözlerimden ikisinden ayırmak istedim çünkü kadın çok güzeldi, Efken kadar olmasa da güzeldi ve Efken’in yanında hiç de fena durmuyordu. Bu düşüncenin damarlarımı bile kararttığını, kanımın zift renginde akmaya başladığını hissettim.
“Beni arama, Crystal,” dedi Efken net bir şekilde. Bana hiç ismimle hitap etmiyordu ama Crystal’e direkt adıyla hitap etmişti. Efken sert çenesiyle kadına bakarak konuşmaya devam etti. “Ben istersem her yerde olurum, istemezsem hiçbir yerde olmam. Yeterince açık değil mi bu?”
“Pekâlâ,” dedi Crystal ellerini havaya kaldırıp teslim oluyormuş gibi yaparak. “Sakin ol, seni zorlamıyorum, tamam.” Bir an bedeninden soğuk bir ürperti geçmiş gibi titremesiyle, gözlerinin hızla bana doğru çevrilmesi bir oldu. Crystal’in ateş sarısı ile yeşil arasında kalmış boğuk renkteki gözleri gözlerime çarptığı an, zaman ikimiz için de durmuş gibiydi. Akrep durduğu sayının üzerine zehrini kusmaya başladı, sayının üzerinden geçen zehir hızla aşağı doğru akarak yelkovanı takip etti. Zehrin yelkovanı yakaladığı an, zamanın sustuğu andı. O alev sarısı gözlerin içindeki siyah, küçücük göz bebeği bir an için incelip yukarı doğru uzadı ve sonra tekrar küçülerek bir top şeklini aldı. Bu anlık değişim nabzımı uğuldatırken gözlerimi kadından ayıramadım.
Zihnimdeki Medusa birden omzunun üzerinden düşüncelerimin gerisinde beliren o kadına bakmaya başlamıştı.
Kadın bir anda Efken yokmuş, hiç de olmamış gibi bana doğru dönünce, birden onunla burada, bu kalabalık mekânda baş başaymışız gibi hissettim.
Kırmızıya boyalı dudakları hareketsizdi ama gözleri kelimeleri içine almış bir roman sayfası gibiydi. Bakışlarını bilinçli mi yoksa bilinçsiz mi bana bu denli dikkatle saplamıştı bilmiyordum ama bedenimdeki ürpertiyi gizleyemedim. Crystal ürperdiğim ânı büyük bir dikkatle inceledi. Efken de Crystal’in dikkatini fark etmiş gibi ikimize bakmaya başlamıştı. Crystal’in bana bıçak gibi sapladığı dikkati sanırım sadece beni değil Efken’i de rahatsız etmişti. Sonunda kadın bana doğru yürüyünce bir an geri çekilmek istedim. Ben kısa bir kadın değildim, ayağımda da topuklular vardı ama o benden altı yedi santim daha uzun gibiydi. Ayaklarına baktığımda yüksek platform topuklular giydiğini gördüm. Buna rağmen ikimiz de ayakkabılarımızı çıkardığımızda onun benden birkaç santim daha uzun durduğundan emindim. Efken’in bedeni şişti, sanki beni koruma içgüdüsüyle dolmuş gibi Crystal’in önüne geçmeye çalıştıysa da Crystal onu yeniden görmezden gelerek elini bana doğru uzattı. Sanki daha önce hiç görmediği ve bu yüzden içinde merak biriktirdiği bir şeye dokunmak istiyormuş gibi bakıyordu. Bakışları beni ürpertmişti.
Gözlerini yüzümden çekmeden, “Çok güzelsin,” dediğinde, ne olduğumu şaşırmış hâldeydim. Crystal bu hâlimi yadırgamadan parmağının ucuyla çıplak omzuma dokundu, kesinlikle o ceketi çıkartmamalıydım çünkü kadının buz gibi parmakları soğuk bir gecede çırılçıplak kalmışım gibi üşümeme neden oldu. Bana dokunuşu tükenmemişken ikimiz de birden birbirimizin gözlerine kilitlendik. Dokunuşu tenimde can bulduktan birkaç saniye sonra kafamın içinde yine o kılıçların birbirine vururken çıkardıkları ürpertici savaş sesleri yankı bulmuştu.
“Teşekkürler,” diyebildim. Efken kadını omzundan tutarak benden uzaklaştırınca, Crystal birden öfkeyle Efken’e doğru döndü, bedeni saldırıya hazır bir pozisyon almış gibi gergin ve onun güzel kıvrımlı vücuduna uymayacak şekilde şişkin görünüyordu.
“Ondan uzak dur,” dedi Efken sadece, Crystal’in göz bebeklerinin büyümesine neden olan cümlesi benim de kalbimin atışlarını değiştirmişti.
Crystal, “Onu nereden buldun?” diye sordu, soru cümlesinde geçen o olmak kaşlarımı çatmama neden olsa da kadının gözlerine yayılmış bakışları, bana baktığı ilk anda gözlerinin aldığını düşündüğüm şekli düşününce sustum.
“Seni ilgilendirmez.”
“Beni ilgilendirmese sormazdım, Karaduman,” dedi Crystal sertçe. “Onu nereden buldun?”
“Sana ne?” Efken gerilmeye başlamıştı, ikisini şaşkınlıkla izliyordum.
Crystal birden bana doğru dönünce kalbim yerinden hopladı. Ateş sarısı gözleri doğrudan yüzümün ortasında yanıyordu. Bana daha önce kimseye duymadığı kadar büyük bir şefkat duyuyormuş gibi baktığını fark etmek afallamama neden oldu. Beni birine benzetmişti sanki ve bu benzettiği kişi onun için hayati bir önem taşıyordu.
“Senin gibi birinin yanında olmaması gereken nadide bir parça,” dediği anda irkilmeden edemedim. Efken’in şaşkınlığı aniden yüzüne bir mürekkep gibi yayılmıştı, Karaduman’ın yüzü ilk defa bu kadar net bir değişim yaşamıştı. Sanki asla duymayı beklemediği şeyi, duymayı beklemediği kişiden duymuştu. Crystal bana tekrar dokunmak ister gibi uzanınca bir adım geri çekildim. “Korkma benden, Mar,” dedi, ne demek istediğini anlayamadım. “Benden korkma, lütfen.”
“Crystal, fazla mı çektin?” Efken’in sorusunda alaydan uzak bir şey vardı. “Onu gerçekten korkutuyorsun. Uzaklaş.”
“Hiçbir şey çekmedim, ben kokain kullanmam,” dedi Crystal. “Onu görmemen benim problemim değil.” Tekrar bana doğru yaklaşmak isteyince onu elimle durdurdum, hareketleri çok şüpheli geliyordu ve beni gerçekten ürkütmüştü. “Bir saniye…” Crystal birden başını iki yana salladı. “Yoksa sen…”
“Ne?” diye sorabildim, sesim titriyordu.
“Uyanmadın mı?”
“Ne saçmalıyorsun?” Efken resmen hırlar gibi sormuştu bu soruyu. “Crystal, seni buradan attırmamı istemiyorsan kendini topla. O aptal şekerlerden yuttuğunu düşünmeye başladım.”
“O daha uyanmamış,” diye fısıldadı Crystal, bunu Efken duymasa da doğrudan kadına baktığım için ben duyabilmiştim. Kalbimin atışları normal seyrine döndü, Crystal’in bir şeyler bildiğini fark etmek güç değildi ama Efken’i buna inandırabilmek çok zordu. Ormanda duyduğum sesi hatırladım, uyanmamı isteyen o ilahi sesi… Crystal aradığım biriymiş gibi birden gözlerimin önünde benim için âdeta parlamaya başlamıştı. Birden beni kollarımın iki yanından yakalamasıyla, Efken’in öfkeyle hırlaması bir oldu. “Ben güneyden geldim, üç yıl önce uyandım. İnsanların arasında büyüdüğüm için uykudaydım. Sen insanların içinde büyüdün, değil mi?”
“Ne söylediğini anlamıyorum,” diye kekeledim. Onu birkaç saat önce o platformun üzerinde dans ederken gördüğümde ne kadar normal ve çekici görünüyorsa, şu an o kadar karanlık ve sırlarla dolu gibiydi.
“Lütfen, büyük uyanışa az kaldı,” dediğinde sarsıldığımı hissettim. “Mar, sen busun. Biz buyuz.”
Mar.
Bu da ne demek oluyordu?
Efken bir anda Crystal’i tutup çekerek benden uzaklaştırınca, Crystal’in alev sarısı gözleri harlandı, gözlerinin rengi koyulaşıp bordoya yakın bir tona büründü ama bunun sebebi muhtemelen üzerinden kayıp giden kızıl ışıktı.
“Hâlâ tam olarak kimliğimi bulamadım,” demişti Crystal, Efken onu benden hiddetle uzaklaştırırken. “Uyanmamız gerek. Seni korumam gerek! Efken! Atstāj mani!”
Bırak beni…
Crystal’in kullandığı dil duyduğum o dildi, bilmediğim bir dildi ama daha önce de duymuştum ve sanki biliyormuşum gibi ne demek istediğini anlamam beni ürpermişti. Bırak beni, demişti. Daha önce duyduğum ama bilmediğime emin olduğum o dili kullanarak.
Crystal’i nereye götürdüğünü bilmiyordum ama onu tekrar bulmam gerektiğini, ben onu bulmasam bile onun beni bulabileceğini biliyordum. Kalp atışlarım normale dönene dek kalabalıkta öylece durdum. Sonunda bir el omzuma dokunduğunda, kalp atışlarım nihayet bir düzene girmişti.
İbrahim’i karşımda bulmayı beklemiyordum. Nasıl gelmişti buraya? Efken onu görünce delirmeyecek miydi? İbrahim beni yavaşça kalabalıktan uzaklaştırmaya başladığında yukarıda, locaların olduğu yerde karanlığa sinmiş bizi izleyen meraklı gözlerin üzerimizde olduğunu hissedebiliyordum. Muhtemelen izleyiciler arasında Yaren de vardı.
Beni kolonların önünde durdurup, etrafını kolaçan ettikten hemen sonra, “Nigin’i öğrenmişsin,” dedi aceleyle. Sonra konuşmama bile izin vermeden kelimeleri arka arkaya zihnimde patlatmaya başladı. “Bak, senin sadece Nigin ile burada olduğunu sanmıyorum. Şu ana dek Nigin Bağı’nın örneğini sadece kendimde gördüm, bir başkası olmadı, başka bağlılar yok,” dedi sertçe. “Yine de bağlandığın kişiyi bulmamız gerek. Hayatta kalabilmen için buna mecburuz. Sen önemli olabilirsin.”
Nefesim kesildi. “Ne demek istiyorsun?”
“Crystal’in çığlıklarını duydum,” dedi İbrahim ela gözlerini bir an olsun gözlerimden uzağa taşımadan. “Crystal ilk defa birine karşı böyleydi. Seni tanıyor gibiydi. Nasıl çırpındığını görmedin mi? Efken’i umursamadı bile.”
“İbrahim, bir şey mi biliyorsun?”
“Bilmek istiyorum,” diye üsteledi, gözlerinde bunu görebilmiştim. O da tıpkı benim gibi cevaplar istiyordu. “Üç yıldır buradayım, hiçbir şeyin normal olmadığının ben de farkındayım. Artık bilmek istiyorum. Buraya geldiğimde yirmi bir yaşındaydım, sen de yirmi bir yaşındaymışsın, Nigin Bağı yüzünden ölüyordum, senin de Nigin olduğun biri varmış. Ortada bilmediğimiz bir şey var.”
“Senin burada ne işin var?” diye sordu Efken sertçe, sesini duyduğum an bedenim buz kesti ve İbrahim’in arkasında beliren Efken’i saklayamadığım bir korkuyla izlemeye başladım.
İbrahim birden sırıtarak ona doğru döndü. “Aşkımızın esiriyim, yokluğunda verem oldum. Kanlı mendiller ağladı, ben ağladım. Dayanamadım, seni görmeye geldim.” Kollarını iki yana açarak başını iki yana salladı. “Sonra bir de baktım ki,” dediği anda bana düşmanca bir bakış attı, “beni bir kere bile davet etmediğin mekânına başkasını getirmişsin.” Tekrar Efken’e doğru döndü İbrahim. “Artık sevdiğim adam değil, eskiden sevdiğim adamsın.”
Efken boynunu başını döndürerek sertçe kıtlatınca, İbrahim sertçe yutkunup yavaşça sırıttı ama sırıtışı o kadar komikti ki, gözlerimi kaçırdım çünkü gülmeye başlamak istemiyordum.
Efken tehlikeli gözlerle İbrahim’e, “Sana neden burada olduğunu sordum, saçmalıklarını dinlemek istemiyorum,” dedi, sesi Azrail gibiydi. İbrahim bir adım geri çekilerek duruşunu dikleştirmeye çalıştı.
“Öfkelendiğinde elbette kalbimin yerinden kopup ayaklarının önüne düşerek sana bir futbol topu olma isteğiyle yanıp tutuştuğu doğru ama…” Gözlerini kaldırıp bir anda ciddi gözlerle Efken’e baktı. “Konu kız. Ölebilir.”
“Bak o keş dansçıyla uğraştığım yetmezmiş gibi bir de seninle özel olarak ilgileneceğimi sanıyorsan yanılıyorsun,” dedi Efken ama ölüm kelimesini duyduğu anda esmer teni sanki beyazlamıştı. Orada durmuş ölümümden çok normal bir şeymiş gibi konuşmaları tüylerimi diken diken etmişti. Sırtımı soğuk kolona yaslayarak onları izlemeye devam ettim. “Artık bu zırvalıklarla kızın kafasını doldurmayı kesin. Eğer bir bağ var ise ben zaten fark edermişim, yani bu kızın birine çekildiğini…” Son kelimesi onu susturdu, dişlerinin arasından tıslamaya benzer öfkeli bir homurtu döküldü. “Her ne sikimse lan, anlarmışım işte.”
“Crystal keş falan değil, onun ne zaman saçmaladığını gördün?” diye sordu İbrahim sertçe. “Neyi kabul etmek istemiyorsun, Efken? Bu kızın hayatı söz konusu. Bağlandığı kişi uzağa gidecek olursa bedeni güçsüz düşecek, sonra da ölüm evresine girecek. Durumun ciddiyetinin farkında mısın? Bir şeyler yapmalıyız.”
“Sesinin dozunu ayarla önce.” Efken bir adım yaklaşınca, İbrahim’in göğsü korkuyla kabardı ama gözlerini Efken’in mavi gözlerinden ayırmadı. Efken, İbrahim’in boynunu sertçe kavrayıp, esmer parmaklarını birer pençeymiş gibi İbrahim’in ince beyaz derisine bastırınca oradaki ne kadar kan varsa hepsi çekildi ve İbrahim’in baskıya uğrayan teni tamamen beyazladı. “Seni öldüremeyeceğimi mi sanıyorsun? Seni en başında öldürürdüm,” dedi acır gibi. “Sen kız kardeşimin bir damla gözyaşından daha değersizsin, eğer hâlâ nefes alıyorsan o gözyaşı damlası için. Tek bir gözyaşı damlası için.”
“Ben o gözyaşı damlası için hayatımı da veririm, yeter ki akmasın,” dedi İbrahim korkusuzca. “Şimdi beni dinlemek zorundasın. Üç yıldır bu bağ ile yaşayan benim, bir başka örnek bulamazsın. Kız yaşasın istiyorsan bana mecbursun.”
“Kız yaşasın istiyorsam mı? Neden isteyeyim ki?” Efken bunu alayla sorsa da gözleri alev gibi öfkeyle yanıyordu.
“Çünkü istediğini görebiliyorum,” dedi İbrahim, boğazına sarılı pençelere rağmen meydan okur gibi Efken’e bakarak. “Kızı istiyorsun.”
Kalbim şiddetle çarptı.
“Kes sesini.”
“Doğruyu söylüyorum, beni öldürecek olman o kızı istiyor olman gerçeğini değiştirmeyecek. Boğazımı sıkıyor olman da öyle, darling.”
“Beni zorlama,” diye hırladı Efken. Yaren’in merdivenleri büyük bir hızla koşa koşa indiğini görür gibi oldum ama sonra gözlerim yeniden Efken’e saplanıp kaldı. “Beni zorlarsan onun bir kuyu dolusu gözyaşı bile seni yaşatmaya yetmez.”
“Kız yaşasın istiyorsan değil kuyu, bu defa beni öldürmen için akan gözyaşları uçurumu da doldursa beni yaşatırsın.”
“Seni öldürürüm.”
“Beni öldürmeyeceğini biliyorum, Efken. Çünkü Yaren’e bunu yapmazsın doğru ama şimdi bana ihtiyacın var, bu kez beni kendin için öldürmeyeceksin.” Efken birden baskıyı arttırınca onun koluna yapışıp durdurmak için çekiştirdim ama İbrahim nefesi kesilmiş olmasına rağmen gülümsüyordu. Kısık, çatlayan bir sesle fısıldadı: “Hayatında ilk kez, evet ilk kez, bir kadını yatağını ısıtması için değil, yanında olmasını istediğin için yanında tutuyorsun. Bu kız senin yanında en uzun süre tuttuğun kız, yanlış mıyım?”
“O benim umurumda bile değil!” diye kükredi Efken, İbrahim’i az önce yaslandığım kolona fırlatır gibi ittikten sonra öfkeyle şişen göğsüyle bana doğru döndü. Bana bir şey söyleyecek gibi dursa da kendini sıkıyordu, göz göze olduğumuz o süre zarfında Yaren koşarak İbrahim’i kaldırmaya çalıştı ve etraftaki kalabalık yavaşça dağılmaya başladı.
“Korkunç bir canavar gibi davranmayı bırak!” diye bağırdı Yaren, kollarını İbrahim’e sararken. “İbrahim diğerleri gibi senin düşmanın değil! Binlerce düşmanın olabilir ama biz senin düşmanın değiliz abi!”
Efken’in uçurum mavisi gözlerinin dibine baktım, gözlerinin dibinde bir şeyler aradım. Belki tutunabileceğim bir şeyler, belki de tamamen batıp boğulmayı kabulleneceğim türden bir şeyler… Öfke yerini sakinliğe bırakmasa da bana bakarken az önceki hâlinden daha anlaşılır görünüyordu. Yaren’in söyledikleri onu yaralamış mıydı yoksa umurunda bile değil miydi bu belirsizdi, gözleri duyguları içine gömerek üzerini toprakla örtmüştü. Birden kalabalığı kollarıyla yararak ilerlemeye başladı. Yanımdan hızla geçti, beni arkasında bıraktı ve kulübün çıkışına yöneldi. Yaren ile İbrahim’e anlık dokunan gözlerim hızla kulübün çıkışına giden taş merdivenlere çevrildi ve ayaklarım benim isteğim dışımda harekete geçti. Onun arkasından merdivenlere doğru koşmaya başladım. Ben taş merdivenleri tırmanmaya başladığımda Efken çoktan merdivenleri tırmanmayı bitirmiş, büyük demir kapıdan dışarıya çıkmıştı bile.
Ceketim olmadığı için dışarı çıkar çıkmaz ilk hissettiğim şehrin bir kısmını etkisi altına alan karın soğuğu oldu. Koşar adımlarla ilerleyerek korumaların arasından geçtim, dar karanlık sokakta ilerleyen uzun boylu adamın arkasına takıldım. Demir mazgallar karın eriyerek dönüştüğü suyu içine alıyor, bir şarıltı tüm sokağa yayılıyordu. Efken bir süre öfkeyle ilerledi, ben de arkasından yürüdüm. Sonunda ilerideki sokak lambasının önünde durduğunda, turuncu ışık koyu renk saçlarının arasına düşerek saçlarını cehennemin alevleriyle aydınlanıyormuş gibi aydınlattı. Bir süre arkasında hiç konuşmadan öylece durdum. Aramızda beş, bilemedin altı metre kadar bir mesafe vardı ama sanki ortamızdan bir uçurum geçiyordu.
Bazen olurdu öyle. Ne kadar yakın olursanız olun, aranızdan uçurum geçerdi.
“Ben senin umurunda olmadığımı biliyorum,” diye fısıldadım, belki bir şekilde bu onun öfkesini dindirirdi. Öfkeden deliye dönmüş gibi görünüyordu. Bir süre sessizce bekledim ama cevap gelmedi, sanırım konuşmayı istemiyordu. Derin bir nefes alarak ona doğru bir adım atmamla, elini havaya kaldırıp durmamı işaret etmesi bir oldu.
“Medusa,” dedi soluk soluğa. “Şu an bana yaklaşmaman en doğrusu.”
“Neden?”
“Çünkü şu an kendimle savaşıyorum, bu savaşa katılmanı istemiyorum. Bir de seninle savaşmamı isteme benden.”
“Benimle savaşmana gerek yok.”
“Ama savaşıyorum,” dedi sertçe. Duraksadım, biçimli ensesini, yükselip alçalan geniş omuzlarını izledim. Tenim buz kesmişti. Gökyüzündeki kızıl bulutların arasında gizlenen buzdan dolunay parıldıyor, kar taneleri yavaşça gökyüzünden salınarak aşağı doğru süzülüyordu. “Seninle savaşmak zorundaymışım gibi hissediyorum.”
“Nedenini söylemeyecek misin?”
“Sadece onların yanına dön,” dedi.
“Peki sen?”
“Kendimi toplayıp gelirim, eğer şimdi dönecek olursam İbrahim’i bu defa gerçekten öldürmem gerekecek.” Ölümü bu denli normal bir şeymiş gibi dilinin ucuna yerleştirip bir ok gibi bana doğru fırlatması tuhafıma gitmişti.
“İyi görünmüyorsun,” dedim kendimi tutamayarak. “Belki biraz yürüsek iyi hissederdin. Konuşmasak da olur.”
“Benimle yürümek mi istiyorsun?” Sesi şaşkınlığını ele veriyordu. Omzunun üzerinden bana doğru baktı, yüzünün sadece yarısını görüyordum. Sokak lambasından sızan turuncu ışık saçlarına çarpıyor, yüzü ise ışığın önünde kaldığı için karanlıklara gömülmüş gibi görünüyordu. “Canına mı susadın? Kendin demedin mi? Benden her şey beklenir.”
“Onu öfkeyle söyledim, hem her şey beklenir demedim.”
Bir şey söylemedi.
Bir süre daha bekledim. Sonunda gerçekten etrafında birinin olmasını istemediğini anladığımda yavaşça geri adım atarak sırtımı ona döndüm. Bedenim soğuğa karşı direnç mi kazanmıştı bilmiyordum ama düşündüğümden daha az üşüyordum. Yine de kollarımı bedenime sararak parmaklarımı kollarıma bastırıp vücudumu ısıtmaya çalıştım.
“Dursana,” dedi sadece.
Omzumun üzerinden ona baktım, sırtı hâlâ bana dönüktü, ellerini siyah pantolonunun ceplerine sokmuştu.
“Evet?”
“Sen babaannenin seni buraya bilinçli gönderdiğini, sana ihanet ettiğini düşünüyordun, değil mi?”
Bunu bana hatırlatması parmak uçlarımı acıtsa da, “Evet,” diyebildim sadece.
“Peki ya babaannen onun bir ucube olduğunu düşündüğünü, onun bir ucube olmasına rağmen onu sevdiğini söylediğini bilseydi ne düşünürdü? Ne hissederdi?”
Birden o gece babaannemle ilgili dudaklarımdan dökülenleri hatırladım. O ağacın karnında oluşan aynayı gördüğümü düşündüğüm gece… Tek düşündüğüm ihanete uğramış olduğumdu, tek hissettiğimse büyük bir acıydı. Çok büyük bir acı.
“Bilmiyorum,” dedim. “Açıkçası artık umursamıyorum. Çünkü sevgimi hiçe saydı.”
“Onu sevip korurken de onun bir ucube olduğunu düşünüyordun ama,” dedi.
Bir an duraksadım. Evet, öyle düşünüyordum. Ondan hep korkmuştum, onu çok severken bile. İnsanların onun hakkında söylediklerini dinlerken bazen utanır, bazen duymamak için kulaklarımı tıkardım ama bu onu sevmeme engel olmamıştı. Birden kendimi suçlu hissetsem de yüzümde mimik oynamadı.
“Sessiz kaldığına göre, cevabın da belli,” dedi Efken tekrar bana bakmadan konuştuğunda. “Az önce fark ettin mi bilmiyorum ama Yaren de bana bir ucubeymişim gibi davrandı.” Gözlerim kısıldı, başımı neredeyse önüme eğecektim. “Üstelik ben ona hiç ihanet etmedim. Sadece bazen bazı şeyler istediği gibi olmuyor. Böyle zamanlarda da benim bir canavar olduğumu hatırlıyor.” Derin bir nefes aldı. “İnsanlar böyledir, Medusa. Eğer işine yarıyorlar, seni mutlu ediyorlarsa ucubeleri de seversin ama işine yaramadıkları noktada onlar zaten birer ucubedir, öyle değil mi?”
“Ama babaannem bana ihanet etti.”
“Nereden biliyorsun? Bunun açıklamasını ondan dinledin mi?”
Sustum.
“Her ne sikimse,” dedi omuz silkerek. “Belki de İbrahim haklıdır.”
Buz gibi ellerimi elbisemin kumaşına sürterken yutkunup, “Ne konuda?” diye sordum aptalı oynayarak.
“Sen konusunda.”
İçimde küsmüş bir kız çocuğu vardı. Zamana küsmüş, geçmişe sırtını dönmüş, gelecek ile kavgalı ve kendisine düşman. O kadar yalnızdı ki o kız çocuğu, canavarlarla bile arkadaş olmaya hazırdı. O kadar vazgeçmişti ki büyümekten, kalbini kendi avucunun içinde ezerek kalbindeki kırıkları kendi parmaklarına batırıyor, saçını okşayan şeytana bile aldanıyordu. O kız çocuğu yavaşça zihnime sokuldu, zihnimde onu izleyen kızıl gözlü kadına bakmadan düşüncelerimden birinin üzerine uzandı ve bir ninni mırıldanmaya başladı. Sanki o kız çocuğu benim çocuğumdu da düşüncelerimden kurduğum sofraya bile bana küs olduğundan oturmamış, karnını doyurmamış, aç uyumaya razı bir şekilde saçlarını okşayan şeytanı bekliyordu.
Efken bana doğru dönünce, ben de ona doğru döndüm. Sokak lambasının altında parlayan yüzünü izledim.
“Belki de gerçekten seni yanımda tutmak istiyorum.”
Bir şey söylemedim. Bana doğru bir adım attı.
“Nedenini merak etmiyor musun?”
“Ediyorum,” dedim açıkça.
“Ben de ediyorum,” diye mırıldandı.
Konuşmanın nereye varacağını merak ediyordum. İçimde bir yerlerde meraktan da fazlası vardı. Bana doğru bir adım atması nefeslerimden birini çaldı, ömrümden bir nefes eksildi.
“Doğru söylüyor sanırım,” dedi, kafası karışmış gibiydi. “Her nedense evet, seni yanımda istiyorum. Birden böyle esrarengiz bir şekilde ortaya çıkman, elinde de bana ait bir kart olması belki de bu isteğin esas sebebi. Bir şekilde seni merak ediyorum ve evet, ben hayatımda hiç kimseyi merak etmedim.” Alay eder gibi güldü. “Belki de senin benim için ‘özel’ olduğunu düşünmelerine neden olan da bu.” Özel kelimesini tırnak içine alır gibi üzerine basarak, alayla söylemişti.
Yine sessiz kalmayı tercih ettim.
Bana doğru bir adım daha attı.
“Direttiğim için anlamadığımı sanma, sende bir şeylerin farklı olduğunun ben de farkındayım. Crystal gibi bir kadını hiç bu gece gördüğüm şekilde görmemiştim, o her zaman aklı başında davranır.”
Kaşlarımı çattım. “Onu yakından tanıyor olmalısın.”
“Evet,” dedi ruhsuzca.
İçimi dürten hisse dur diyerek, “Yaren söyledi,” dedim. “Sana âşıkmış.” Efken’in bakışlarını göremiyordum çünkü artık sokak lambasının altında değildi, sırtına çarpan ışık onu karanlığa boyuyordu. “Her neyse. Bende neyin farklı olduğunun farkındasın? Crystal’in bir şeyler bildiğini mi düşünüyorsun?”
“Sadece onun değil, Mustafa Baba’nın da bir şeyler bildiğini düşünüyorum,” dedi ve sonra düzeltti. “Düşünmüyorum, biliyorum. Hatta İbrahim de bir şeyler biliyor.”
“O zaman? Nigin Bağı’na inanıyor musun inanmıyorsun? Çift karakterli olduğunu düşünmeye başladım, bir dediğin diğerini tutmuyor.”
“Belki sadece reddediyorumdur. Bazen inandığın şeyleri de reddedersin. Sen aptal değilsin. Yoksa öyle misin?”
Derin bir nefes aldım. “Bana yardım etmek zorunda olmadığını biliyorum, Efken,” dedim, ismini bu denli net telaffuz etmiş olmam dikkatini çekmiş gibiydi çünkü karanlığa rağmen mavi gözleri parlıyordu. “Ama şu an senden başka güvenebileceğim biri daha yok.”
“Bana güveniyor musun?”
“Bilmiyorum, güvenmek istiyorum,” dedim. “Seni henüz tanımıyorum.”
“Tanıyacak kadar vaktimiz olmayabilir,” dediğinde şaşırdım.
“Bazen insanlar birbirlerini yıllar geçse de gerçekten tanıyamaz. Ama sen bana karşı dürüst olursan, seni birkaç günde de tanıyabilirim.”
“Sana söyledim, benim her sözüm bir yemindir.”
“O hâlde onu gerçekten öldüreceksin.”
“Evet,” dedi kimden söz ettiğimi anlamış gibi. “Ve bunu sen istemesen bile yapacağım.”
“İstemesem bile mi? Neden istemeyeyim ki?”
“O aptal bağ senin gibi bir safı kolayca âşık edebilecek kadar güçlüyse ve o salağa âşık olursan geri dönemezsin,” dedi. “Bir aptallık yapmaman için onu hemen öldüreceğim.”
“Ona âşık falan olmayacağım.”
“Mekânda o sandığın adama bile vurulmuş gibi konuşuyordun,” dedi alayla ama bu daha çok bastırmaya çalıştığı öfkenin sesi gibiydi.
“Nereden biliyorsun belki de gerçekten oydu?”
“Kim bilir belki de bir kadındır ve Crystal’dir?” diye sordu bu kez Efken. “Seni tanıyor gibiydi sonuçta, değil mi? Seni görünce bana deliler gibi âşık olmasına rağmen ben yokmuşum gibi davrandı.”
Deliler gibi âşık… Boğazımdan aşağı kara zorla akan tükürüğüm asitti de kalbime yayılıyordu sanki.
“Onunla birlikte misiniz?” diye sordum birden kendimi tutamayarak.
“Onunla birlikte olsaydım evimde olduğum süre boyunca onu bir defalığına bile olsa yatak odamda ya da evimin sınırlarında görürdün, değil mi? Mankafalı gibi konuşma.”
“Sana deliler gibi âşık olmasına rağmen beni görünce seni yok sayması gücüne gitmiş gibi duruyor,” dedim, yine kendimi tutamamıştım.
“Ne?” Bana biraz daha yaklaşıp tek kaşını kaldırarak baktı. “Senin aklınla zorun mu var? Onu kendine âşık ederek bana bir iyilik yapmış olursun.”
Kaşlarımı çattım. “Neden? O çok güzel bir kadın.”
“Etrafım güzel kadınlarla çevrili, sırf güzel olduğu için birine âşık olabileceğimi falan mı düşünüyorsun? Bu kadar dar kafalı olamazsın.”
“Sırf güzel diye birine âşık olmaz mısın?”
“Olmam.”
“Birine âşık olur musun?” diye sorduğumda artık yüzünü görebileceğim kadar yakınımdaydı, sorumla eş zamanlı olarak gözleri dudaklarıma dokundu, gözlerime geri tırmanan gözleri artık cehennem yeri gibi alevlere esirdi.
“Olmam,” dedi.
“Buna sen karar veremezsin,” dediğimde birden duraksadı.
“Nasıl lan? Sen mi karar verirsin?”
Neredeyse gülecektim, dudaklarıma çizilen tebessümü izlerken afallamıştı.
“Hayır, yani demek istediğim âşık olup olmamak senin elinde olan bir şey değil. Ben âşık olmayacağım diyerek âşık olmayı engelleyemezsin ya da ben âşık olacağım diyerek ilk gördüğüne âşık olamazsın. Bir anda olur. Araba çarpması gibi.”
“Beni anca tır çarpmalı birine âşık olabilmem için.”
“Tır ya da araba fark etmez.”
“Araba küçük, istersem bir arabayı kaldırabilirim. Tırı kaldıramam. Tır çarparsa betona yapışırım, asfalttan cesedimi kazırlar. Benim âşık olabilmem için o kadının bana bir tır gibi çarpması gerek.” Bir an durdu. “Bana neyi açıklatıyorsun lan?”
“Bak, gördün mü? Âşık olmam demeyi bırakıp birine ne olursa âşık olabileceğini açıklamaya başladın.”
“Senin suçun,” dedi sertçe. “Salak salak konuşturuyorsun beni.”
“Peki, sormadım say.”
“Ama sordun, ben de saçmaladım.” Başını iki yana sallayıp beni süzdü. “Sen üşümüyor musun?”
Bedenim, o bu soruyu sorduğu anda ürperdi ama hayır, garip bir biçimde pek de üşüdüğüm söylenemezdi. Üstelik kızıl bulutlardan parça parça dökülen kar taneleri saçlarıma, çıplak tenime tutunuyor, buz gibi bir his bırakarak tenimde eriyordu ama ben yine de üşümüş hissetmiyordum.
Başımı hayır anlamında iki yana salladım. “Üşümedim.”
“Kanın kaynıyor herhâlde,” diye mırıldanınca gözlerim mavi gözlerine takılıp kaldı. Mavi gözlerinin davetkâr bir biçimde tenimde dolaştığını fark ettim. Bir anda alevler dört bir yanımı sarmıştı da vücudum cehenneme ektiğim günah tohumlarından fışkıran alevler tarafından esir alınmıştı sanki. “Tenin hep soğuk ama sen yanıyor musun?”
“Sadece üşümüyorum,” diyebildim.
“Nasıl yani?” İşaret parmağını yavaşça kaldırıp aramıza uzatınca, gözlerim gözlerinin gümüş gibi parlayan maviliğinden uzaklaşarak parmağının ucuna çevrildi. Parmağını birden çıplak omzuma sürttü, ruhum bile bedenime bir idam ipi gibi dolanarak hislerimi uluturken gözlerimi kırpmamak için kendimi sıktım. “Bu dokunuş seni yakmıyor, öyle mi?”
“Çok cesursun,” dedim yavaşça. “Tutarsız bir cesur.”
“Sen beni ısırdığında ben de yandım.” Bu cümleden hemen sonra parmağını omzumdan dirseğime kadar sürterek indirdi. Ruhum zincirlerini kırmak için zincirlerine asılarak kükreyen yaralı bir yırtıcı gibi uludu. “Bir kadının dişleri beni hiç yakmaz sanıyordum, ya senin dişlerin cehennemin çırası, ya ben yanıldım, yanarmışım.”
“Diyelim ki ben seni yakmayı başarabilen tek kadınım, o zaman bu senin umurundayım demek mi olur?” diye sordum cesur bir şekilde.
“Bilmiyorum,” dedi dürüstçe. “Öyle olur ya da olmaz ama bu seni yandığım tek kadın yapar.”
“Bence bu beni umursadığın kadın da yapar.”
Dudağının kenarı yavaşça yukarı kıvrıldı. “Benimle oynuyor musun?”
“Oyunun en az iki kişiyle oynanırsa tadı çıkar, sen benimle oynarsan ben de sana senin gibi karşılık veririm,” dedim omuz silkerek, sonra ona dikkatle baktım. “Efken, beni umursa ya da umursama ama ben senin bir canavar olduğunu düşünmüyorum. Yaren de düşünmüyor. Yaren, İbrahim’e âşık. Kabul et ya da etme. Birine âşık olduğunda, sevdiğin insanlar sadece sevdiğin insanlar olur, o insan ise âşık olduğun insandır. Aşk insanı aptallaştırır. Aptallık yapıp sana bunları söyledi, çünkü âşık.”
Bana yüzyıllar kadar uzun gelen bir süre zarfında dikkatle baktı.
Ruhundaki yaraları gördüm, gözlerinde de o yaradan kopardığı kabuklar vardı.
“Seni umursuyorum,” dedi bir anda. “Neden bilmiyorum ama bu böyle.”
Roman sayfaları başımızdan aşağı kar taneleri gibi yağıyordu sanki.
“Ama içeride demiştin ki…”
“Ona aksini kanıtlamak istedim, onun hakkımda böyle düşünmesini istemedim,” dedi dürüstçe. “Seni neden umursadığımı, neden önemsediğimi ben de bilmiyorum. Sorgulamıyorum. Sadece can sıkıcı.”
Kuru dudaklarımla, “Her sözün bir yemindi güya,” diye fısıldadım.
“Bu hariç,” diye söylendi. “Ben bile kabullenemedim, nasıl yemin olsun? Reddediyorum işte. Zorlama beni. Önemlisin, bu kadar.”
“İçeri gidelim mi?”
“Bir şey daha,” dediğinde durdum, o da durdu. Bir süre gözlerimin içine baktıktan sonra derin bir nefes alarak tekrar konuşmaya başladı. “Dün gece, seni ormanın derinliklerinde gölge sedirinin önünde bulduğum gece. O gece bahsettiğin kişinin babaannen olduğunu bilmiyordum. Bir erkekten bahsettiğini düşündüm. Hani şu sevdiğini söylediğin, senden vazgeçtiği için ağladığın kişiyi yani onu bir erkek sandım.” Şaşkınlığımı gizleyemedim. “Neden bilmiyorum ama bunun düşüncesi de beni çok öfkelendirdi. Eğer tekrar biri için ağlayacaksan önceden kim için ağladığını söyle bana, geriliyorum ben.”
Ona söylediklerimi hatırladım. Ben onu sevmiştim, o herkesin gözünde bir ucubeyken de onu sevmiştim, ondan korktuğum zamanlarda da onu sevmiştim. O ise benden vazgeçti. Beni öylece buraya attı, bir paçavraymışım gibi attı beni… Tam olarak böyle olmalıydı söylediklerim.
“Babaannemden bahsediyordum,” dedim şaşkınlığımı gizleyemeden, söyledikleri kalbimin içinde eriyor, kanıma karışarak kalbimin içinde temizleniyordu.
“Birini korktuğun zamanlarda bile sevebiliyor olman beni öfkelendirdi sanırım,” diye açıkladı. “Buna rağmen senden vazgeçmiş olsaydı, kesin aptal orospu çocuğunun teki demekti.”
“Biri seni senden korktuğu zamanlarda bile sevseydi ondan vazgeçmezdin o zaman.”
“Kimin sevdiğine bağlı, Medusa.” Tam yanımdan geçerken tekrar fısıldadı. “Kimin sevdiğine bağlı.”
Sonra da beni arkasında bırakarak mekâna doğru yürümeye başladı.
❄️
Yaklaşık iki haftadır buradaydım. İlk kez bu kadar uzun zamandır kitap okumuyor, müzik dinlemiyor, ailemi görmüyordum. Babam bana öyle çok düşkündü ki, üniversiteyi bile İstanbul sınırları içinde okumamı istemişti, buna beni zorlamamıştı ama gözlerinde görmüştüm. Üniversiteyi Ankara’da kazandığımı öğrendiğinde çok üzgündü, yine de benimle gurur duymuştu ve ben okulu bitirene dek neredeyse her gününü Ankara’da geçirmişti. Babamın sık sık yanımda olmasını yadırgamamıştım çünkü ben de ondan uzak kalamıyordum. Ailemden uzakta olmaya alışkın değildim. Üniversite okuduğum zamanlarda bile bu böyleydi, babam vardı ve kendimi uzakta hissetmemiştim. Ama şimdi ne babam ne de ailemden herhangi biri yoktu. Yalnızdım ve bunun sorumlusu kesinlikle babaannemdi. O yaşlı cadının ölümü elimden olsun istiyordum.
İbrahim ile sadece birkaç defa denk gelebilmiştim ama onda da konuşma şansımız neredeyse hiç olmamıştı çünkü Efken ya onu dövüyor ya da tehditler savurarak kovalıyordu. Ceyhun ile Sezgi bazı geceleri bu evde geçiriyorlardı, çok kısa sürede onlara alışmıştım, artık onlarla daha rahat iletişime geçebiliyordum. Yaren ise sık sık okula gidip geldiğinden pek karşılaşamıyorduk, genelde ev ödevlerini yapmakla uğraşıyordu ya da İbrahim’in başrolü oynadığı konularda Efken ile kavga ediyorlardı. Bu iki hafta içerisinde sağlığımda Nigin Bağı’mın tehlikede olduğunu düşündürtecek bir değişim olmamıştı. Efken iki hafta önce ormandan döndüğümde ateşim olduğunu söylemişti ama herhangi bir hastalık belirtisi bile göstermeden normale dönmüştüm. Sanırım bağlandığım her kimse hâlâ bu şehrin sınırlarında olmalıydı, Efken bu konu ile ilgili pek konuşmasa da -bence bu konu onu gerçekten rahatsız ediyordu- Sezgi sık sık bu konuyu açıyordu. Mustafa Baba’yı o günden sonra hiç görmemiştim ama içimden bir ses yakında göreceğimi söylüyordu. Aynı zamanda mekânda karşılaştığım o esrarengiz sesin sahibini -ki onu görsem de tanıyamazdım yüzünü görmemiştim-, Crystal’i ve Ulaş’ı da bir daha hiç görmemiştim.
Önümdeki siyah kâsenin içindeki sütün üzerinde yüzen mısır gevreğini izlerken düşüncelerimi toparlamaya çalışıyordum. Bu son iki haftayı düşünerek geçirdiğimden bir şeyler yapma şansım olmamıştı ama eğer Nigin Bağı kurduğum kişiyi bulamazsam sonsuza değin burada kalabilirdim. Bunu istemiyordum, ailemin yanına dönmek istiyordum. Bir yandan da babamın burada olduğumu bildiğini düşünüyordum. Belki o da beni geri getirmek için bir şeyler yapıyordu, hiçbir fikrim yoktu. Üstelik geri dönebilmem için masum birinin kalbinin durması gerekiyordu ve bunun düşüncesi bile kalbimi göğsümün içinde ağırlaştırıp sıkıştırmaya yetiyordu. Benim yüzümden masum biri ölecekti.
Efken’in bana yardım edip etmeyeceği konusunda ise büyük şüphelerim vardı. Çünkü onunla konuşma şansı yaratabildiğim o küçük süre zarflarında Nigin Bağı’nın ilk harfi bile geçmeden ya kayboluyor ya da kükrer gibi bağırmaya başlayarak konuyu başka noktalara taşıyıp beni kendinden uzaklaştırıyordu. Zaten son iki haftadır onu sadece etrafımızda birileri varken görüyordum, bunun dışında neredeyse hiç denk gelmiyorduk. Sanki aynı evin içinde değil, birbirimizden binlerce kilometre uzaklıktaydık.
Onun odasında kalıyordum. O ise nerede uyuyordu bilmiyordum. Belki arabada, belki farkında bile olmadığımız anlarda salondaki koltukta, belki de başka bir yerde. Bu evde başka bir oda var mıydı onu bile bilmiyordum. Belki de Crystal’in yanında kalıyordu? Bu düşünce içimde kalan son açlık hissinin de üzerini karalayınca oturduğum sandalyeden masayı öne doğru iterek kalktım. Acaba Crystal’e odasını vermiş miydi? Dahası o odada Crystal ile kalmışlar mıydı? Kendi odasını bana vermesi Sezgi’nin şüphelerini güçlendirse de Sezgi her ne olduysa artık Efken ile benim hakkımda o gece olduğu kadar büyük imalarda bulunmuyordu. Belki de artık ikimizle ilgili o tür şeyler düşünmüyordu. Bilmiyordum.
“Mahinev, ben çıkıyorum!” diye seslendi Yaren, ardından sokak kapısının açılıp kapanırken çıkardığı sesi ve ileride bir yerlerde Ceyhun’un arabasının motorundan yükselen kükremeyi duydum. Efken’in olmadığı zamanlarda Yaren’i okula Ceyhun bırakıyordu, eve geri bırakan da o oluyordu. Ahşap masanın üzerindeki kâseyi alıp mutfak tezgâhına taşıdım.
Artık bir şeyler yapmam gerektiğinin farkındaydım. Öylece oturmak aptallıktı. Nigin Bağı beni bir yere kadar koruyacaktı, bağlı olduğum herif ortadan kaybolduğu anda ölüm kapımı çalacaktı ve buradan kurtulmadan ölümle kucaklaşmak gibi bir niyetim yoktu. Önce sakince mutfaktan çıktım, ılık bir duş alıp dişlerimi fırçaladım, sonra da Efken’in benim için getirdiği poşetlerden siyah boğazlı bir kazak, siyah deri bir tayt ve bir çift çorap çıkardım. İç çamaşırlarım temizdi ve temiz kıyafetleri de bedenime sardığımda artık daha iyi hissediyordum. Siyah kazak inceydi, kollarımı ve hatta tüm vücudumu sıkıca sarmıştı. Siyah deri taytı da giydiğimde kazağın belimi belli ölçüde açıkta bıraktığını fark ettim ama aldırış etmedim. Zaten üşümüyordum. Üzerime siyah kürke benzeyen ceketimi geçirip Yaren’in benim için kenarda bıraktığı siyah ve eski olan postalları giydim. Islak saçlarımı tam olarak kurutamamıştım, hâlâ nemli ve ağırdılar. Onları ensemin altından bol bir at kuyruğu şekline soktuktan sonra evin içinde bir hayalet gibi ilerleyerek son kez koridorun duvarlarına göz gezdirdim. Buraya tekrar dönecek miydim bilmiyordum, bu kapıdan çıktıktan sonra tekrar bir şansım olacak mıydı bunu da bilmiyordum ama artık harekete geçmem gerektiğine emindim. İki haftadır pek de uğramayan o kâbuslar sanki doğru zamanın gelmesi için pusuya yatmışlar, beni devirecekleri zamanın gelmesini bekliyorlardı. O kâbuslar bana gelmeden, ben onlara gitmeye karar verdim.
Veranda da durup ormana baktım. İlerisi karla kaplı karanlık bir labirent gibiydi. Ağaçlarla dolu ormanın derinliklerini görmek ister gibi tüm dikkatimi gözlerime vererek baksam da hiçbir şey göremiyordum. İlerisi sonsuz karanlık gibi duruyordu, oysa gökyüzü mavi griydi ve buzdan ay da tam tepede güneş gibi parlıyordu. Bir süre ne yöne gideceğimi bilemeden öylece verandanın ortasında dikilmeye devam ettim. Sonunda verandanın karla kaplı ahşap merdivenlerini inmeye başladım ama öyle çok kar vardı ki, sadece basamaklara bile bir karış kar yığılmıştı. Artık şehre giden patikadan çıkınca beni iki yana açılmış bir orman karşılayacağını biliyordum, yine o ormanın sonundaki karlı otobanı, eski püskü binalarla dolu sokağı biliyordum ama merkeze gitmek benim lehime mi yoksa aleyhime mi olurdu bilmiyordum. Belki de önce beni bir demir parçasıymışım gibi kendine mıknatıs misali çeken o ormanı incelemeliydim. Yaren’in söylediklerini hatırladım. Kopartıcılar ormanın derinliklerinde olabilir miydi? Onlardan iki tanesiyle zaten karşılaşmıştım, hatta bir tanesi hayatımı kurtarmıştı ama buna Efken’i inandıramamıştım.
Kendimden emin adımlarla karların içine batıp çıkarak Kar Ormanı’na doğru ilerlemeye başladım. Şansım varsa bir şeyler bulurdum ve yine şansım varsa, bu ormandan sağ bir şekilde geri çıkabilirdim. Ne aradığımı bilmeden öylece ormana dalmak belki saçmaydı ama benim durumumdaki biri için bu saçmalık yaşadıklarımın yanında solda sıfırdı. Büyük ağaçların oluşturduğu labirente dalarak etrafımı inceleye inceleye yürümeye başladım. Ormanın içi evin olduğu karlı araziden daha karanlıktı, bu beklenmedik bir şey değildi ama sanki geceyi yaşıyorduk. Büyük dal parçalarını ellerimle ittim, yüksek çam ağaçlarının arasında ilerledim, büyük, etrafı ve üzeri karla kaplı uzun bir kütüğün önünden geçtim. Ay ışığı ormana demir parmaklıklar örülmüş gibi görünen ağaçların gövdelerinin arasından usulca ormana devriliyor, etrafı buz kristali gibi aydınlatıyordu.
Birden bir hışırtı sesi duymamla, olduğum yerde kaskatı kesilmem bir oldu. Ağaçların sıklığından dolayı zeminde çok fazla kar yoktu ama yine de karlara saplı bir hâldeydim. Gözlerimi omzumun üzerinden ormanın diğer ucuna doğru yavaşça çevirdim, gümüş rengi kristal ışığı etrafı mengene altına almıştı ve çevrem gri görünüyordu.
“Kim var orada?” diye sordum yavaşça, Efken olabilir miydi? O gece olduğu gibi arkamdan gelmişti belki de. Birden bu düşünce karnıma ağrı saplanmasına neden oldu. Öyle olsa çok daha iyi olabilirdi. Bir hışırtı sesi daha duydum ve gözümün önünden şeklini tanımlayamayacağım kadar büyük bir hızla bir figür fırlayıp ağaçların arasında kayboldu. Nabzım sanki bir düğüm gibi birbirine girerek asla yavaşlamayacakmış gibi damarlarımın içinde bir kördüğüme dönüştü. Aynı figür müydü bilmiyordum ama bir figür daha ağaçların arasından hızla geçip gözden kaybolduğunda neredeyse dizlerimin üzerine çökecektim.
“Kendini savunmasız bırakıp duruyorsun, aptal,” diye söylendi zehir gibi bakan gözlerin sahibi, zihnimin derinliklerinde topuklu ayakkabılarının sesini duyuyordum. Düşüncelerimden birine yaslanarak derin bir nefes aldı. “Duruşunu düzelt, bırak her ne ise o senden korksun.”
Gördüğüm hızından dolayı şeklini kafamda oluşturamadığım figürlerin iki tane olduklarını, birbirlerinin ters yönlerine doğru ayrılarak koştuklarını gördüğümde anlamıştım. Korkuyla etrafıma bakındım. İnsan olamayacak kadar hızlı, hayvan olmayacak kadar da ince ve uzundular. Sanki iki genç erkek mümkün olamayacak bir hızla ormanın içinde birbiriyle yarışıyordu.
Korkuyla arkamı dönmemle, gri saçları olan uzun boylu bir erkeğin önümde belirmesi bir oldu. Korkuyla attığım çığlık, çamların yapraklarına oturmuş karların yerlere dökülmesine neden olurken, grimsi beyaz saçların sahibi genç adam tek kaşını kaldırdı ve ona daha dikkatli bakmamla birlikte gümüş grisi gözlerini görme şansım oldu.
Muhtemelen erkek kardeşlerimle aynı yaşlardaydı. Gümüş gibi parlayan beyaza dönük saçları karmaşıktı. Üstü çıplaktı, altındaysa kumaşında bir sürü çizik gibi kesikler olan yeşil bir eşofman vardı. Gözleri saçlarıyla aynı renk gibiydi, korkutucuydu. Teni mermer gibi beyazdı ama tam sol kaburgasının yan tarafında dört büyük pençe şeklinde bir dövme vardı; dövmesi tenin aksine simsiyahtı.
Bana bakışları tuhaftı.
Bir adım geri çekilerek, “Affedersiniz,” dedim tuhaf görüntülü genç adamı rahatsız edici bir dikkatle süzerek. Bir hayvan saldırısına uğramış gibi görünse de bedeninde hiç yara izi yoktu. O zaman eşofmanındaki pençe kesiklerinin sebebi ne olabilirdi?
“Seni ikinci kez kurtarmam,” dedi birden, sesi boğuktu, onun yaşından çok daha büyük bir adama ait gibiydi. “Burada dolaşmayı bırak.”
“Ne?” Şaşkınlıktan küçük dilimi yutacak gibi hissediyordum. Beni kurtardığını mı söylemişti o? “Ne demek istiyorsun?”
“Henüz çok zayıfsın, öylece buraya dalamazsın,” dedi sertçe. “Onun yanına dön.”
“Sen kimsin?”
“Benim kim olduğumun bir önemi yok, her an buralarda olamam ve o da her an senin peşinden gelemez. Eve dön,” dedi sertçe. Tam kaşlarımı çatacakken bana doğru bir adım atması donup kalmama neden oldu. “Eğer peşinde nelerin olduğunu bilseydin, o evden asla çıkmazdın.”
“Nelerin mi?”
“Evet,” dedi. Kimlerin dememişti, nelerin demişti. İnsanlardan bahsetmiyordu. Nefesim boğazımı yakmaya başladığında genç adam çenesiyle arka tarafı gönderdi. “Lütfen eve dön, hazır değilsin.”
“Kopartıcılardan mı bahsediyorsun?” diye sordum doğrudan.
Bir an yüzündeki ifade dondu, ardından sırıttı. “Çok yaratıcı,” dedi alayla. “Hiçbir şey bilmiyorsun, değil mi?”
“Neden herkes bilmece gibi konuşuyor? Burada doğrudan bir şeyleri söyleyememe yasası falan mı var? Müebbet yemekten mi korkuyorsunuz?” Gözlerim bedeninde gezindi. “Birinin saldırısına mı uğradın?”
“Ben saldırıya uğramam, saldırırım,” deyince bir anda bedenimden buz gibi bir ürperti yürüyüp gitti. “Eve dön,” dedi başını aşağı yukarı sallayıp, uyarıcı gözlerle gözlerimin içine bakarak. “Zamanı geldiğinde, her şey ayağının önüne zaten serilecek. Şimdi git ve dinlen.”
“Ondan uzak dur, köpek!” diye bağırdı ince bir ses, o ses öyle çok büyüdü ki, tüm ormana çarpan bir dalga gibi ağaçları salladı ve ağaçlardaki tüm karlar bir gelinin cansız bedeni gibi yere dökülmeye başladı. Korkuyla bir adım geri çekilirken gri saçlı çocuğun gözlerinde öfkeyi gördüm. Öfke, gümüş rengi gözlerinin içinde ateş gibi yanarak o gözlerin rengini buz mavisine çevirmişti. Bir figürün hızla yanımdan koşup geçtiğini görmemle, artık gri saçlı çocuk yerde uzanıyordu ve üzerinde alev sarısı saçları omuzlarına dökülmüş bir kadın elindeki asayı onun boğazına bastırıyordu.
“Uzaklaş!” diye bağırdı kadın, kadının sesi zihnimin sınırlarına parmak uçlarında tuttuğu kibriti fırlattı ve samandan düşünceler tutuşurken alevler yükseldi, alev sarısı saçlarına bakmak beni yakın geçmişin girdabına sürükledi.
Onu tanıyordum.
Crystal!
“Mar, gitmen gerek!” Elindeki gümüş renkli uzun asayı çocuğun boğazına daha sert bastırdı, çocuğun gözlerinden gri mavi bir ışık dökülüyor, çocuk hırıltılı sesler çıkararak Crystal’in altında uzanıyordu.
“Crystal,” diyebildim korkuyla. “Ne yapıyorsun?”
“Uzaklaş!” Sırtı aldığı öfke dolu nefeslerle şişiyor, kadınsı bedeni öfkeyle büyüyordu.
“Crystal, o bir çocuk!” diye bağırmamla, Crystal’in tıslamaya benzer bir çığlık atarak omzunun üzerinden bana bakması bir oldu. O an, zaman bir romanın koparılmış sayfalarıydı ve bulutlardan koparak saçlarıma düşen kar taneleri gibi etrafımı sararak ormanın içine yağmaya başlamıştı. Crystal’in gözlerinin içindeki yuvarlak göz bebeği önce dik duran bir elips şeklini aldı, sonra tamamen uzadı ve şimdi karşımda duran kadının alev sarısı gözleri bir sürüngenin gözleriyle tıpatıp aynıydı.
Dudaklarım aralandı ama dudaklarımdan bir çığlık dökülmedi. Bir adım geri atmamla birlikte ayağımın altındaki yer kayarak beni üzerine çekti, kalçamın üzerine düşüp, avuç içlerimi buz gibi karlı dal parçalarının üzerine bastırıp geriye doğru sürünmeye başladım.
“Hemen buradan git!” diye kükredi Crystal ve yerde sürüklenerek dizlerimin üzerine doğru döndüm, ayağa kalkıp koşmaya başladığımdaysa sanki orman bir dört duvardı ve o dört duvar büyük bir hızla üzerime yıkılıyor, beni kıstırmaya çalışır gibi daralıyordu.
Kendimi karla kaplı araziye atana dek durmadan, arkama tek bir an olsun bakmadan koşmuştum. Saçlarım yüzüme sert tokatlar gibi iniyor, ayaklarım birbirine çarparak dengemi sömürüyordu. Sonunda araziye çıkıp eve doğru koşmaya başladığımda artık belli aralıklarla arkamda uzanan karanlık ormana bakıyordum. Kalbim, göğsümün içinde patlamak için saniyeleri sayan bir bomba gibiydi. Nabzımın uğultusu düşüncelerime karışmış, zihnimde bir forma dönüşmüş olan Medusa’nın söyledikleri o uğultuya karışarak silinmeye başlamıştı. Benimle iletişime geçmek için bağırıyor, uzun kırmızıya boyalı tırnaklarını düşüncelerime saplıyor ama benimle iletişim kuramıyordu. Arkama bakarak koşarken birden öyle büyük bir şiddetle sert bir bedene çarptım ki, neredeyse yere yıkılacakken o bedenin güçlü kolları beni kavrayarak durdurdu. Soluk soluğa kafamı kaldırıp tanıdık kokuyu içime çekerek tanıdık yüze baktım. Esmer yüzündeki ifadesizlik, gözlerime bulaşan korkuyu gördüğü anda bir karmaşaya dönüştü.
“Medusa?” diye sorabildi, sanki bana kızması gerekiyordu ama hâlim onu şoka uğrattığı için bu şeyi çok sonraya ertelemişti. “İyi misin sen?”
“Çok korktum!” diye bağırdım birden kendimi tutamadan. Efken’in yüzündeki ifade donarken her şeyi geride bırakıp, o an hiçbir şeyi umursamadan kollarımı onun ince beline sardım. Beyaz kalın yünden kazağında kendi kokusunu taşıyordu. Ona sarılmam onu sarstı ama kollarını beni uzaklaştırmak değil, beni kendisine bastırmak için kullandı. “Onun lanet gözlerini gördüm!” diye inledim kollarında titrerken. Yanağımı göğsüne yaslayıp hıçkırdım. “Diğerinin de gözlerini gördüm. Bir şeylerden bahsettiler. Güçsüzüm, bilgisizim, peşimdeler!” Gözlerimi şokla açıp, korkuyla çenemi göğsüne bastırdım, beni tek koruyabilecek insana sığındım.
“Tamam,” dedi kolları beni sıkıca sararken. Etraf gümüş mavisi rengindeydi, kar taneleri irili ufaklı parçalar hâlinde dökülüyor, saçlarıma ve kazağına dokunuyordu. Ayın ışığı karların kristal parçaları gibi parlamasına neden oluyordu. Korkudan titreyerek Efken’e biraz daha sokulduğumda, yavaşça, “Ne gördün?” diye sordu, sesi beni sakinleştirmek ister gibiydi; tıpkı bir ninni gibi…
“Ben gidecektim. Başımın çaresine bakacaktım. Ölecektim ya da kurtulacaktım,” dedim hızlıca, gözlerimden yaşlar akacak sansam da bu olmadı, şoku atlatabilmiş değildim. Hızlıca konuşmaya devam ettim. “Nigin Bağı konusunda bana yardım etmedin, edeceğini sandım ve etmeyeceğini anladığımda da artık gitmeye karar verdim.” Tutarsız cümlelerimi sakince dinliyordu, ben ise onun aksine panikle yüklüydüm. “Gitmeden önce o lanet ormana bakmak istedim, gördüğüm şeylerden emindim, o gün bana bir kurt saldırdı, bundan emindim!” Artık titriyordum ama Efken beni öyle sıkı kavramıştı ki dışarıdan bizi gören biri titrediğime inanmazdı. “Sonra orada o çocuğu gördüm, genç bir çocuktu. Bana garip şeyler… garip şeyler söyledi!” Çıldırmış gibi yüzümü göğsüne gömerek inledim. “Sonra o geldi.”
“Kim?”
“Ben,” dedi biri sakince, uzaklardan gelen sesi bir yankı oluştururken gözlerim korkuyla aralandı ve omzumun üzerinden Crystal’e doğru baktım. Elinde tuttuğu asanın ucunu karlara saplamış, kar tanelerinin tutunduğu alev sarısı saçları omuzlarına dökülürken orada öylece durmuş bizi izliyordu.
“Sen burada ne arıyorsun?” diye kükredi Efken beni kollarının arasına çekip korumak ister gibi daha sert sararak. “Ona ne yaptın?”
“Ona hiçbir şey yapmadım,” dedi Crystal sakince. Ardından asasını sapladığı kar birikintisinden çıkardı ve bize doğru ilerlemeye başladı. O bize doğru yürürken ben Efken’in göğsüne yasladığım yanağımı geri çekmedim, gözlerimde silinmemiş bir korkuyla Crystal’e bakıyordum. Üzerinde uzun bir palto vardı, palto siyahtı ve içine de göğüs dekoltesi olan ince turuncu bir kazak giymişti. Altında siyah deri pantolonu, dizlerine kadar uzanan çorap botları vardı. Alev sarısı saçları dalga dalga duruyor, az önce birini yere yıkıp üzerine çıkmamış gibi yapılı görünüyordu. “Onu ormanda gördüm,” dedi soğukkanlı bir şekilde. “Çok korkmuş gibiydi.”
“O çocuğa ne yaptın?” diye sordum birden Efken’den uzaklaşarak ama Efken beni bileğimden tutarak kendine doğru çekip sırtımı göğsüne yaslamamı sağladı.
“Hangi çocuğa?” diye sordu Crystal, gözlerinde herhangi bir duygu pıhtısı olmasa da ben o gözlerde saklanan gerçeği biliyordum. Birden kaşlarımı çattım ve Crystal yavaşça gülümseyip Efken’e baktı. “Onu gördüğümde de korkmuş gibiydi. Sanırım korkudan ne dediğini bilmiyor.”
“Oradaydın, yanımdaydın!” dedim dehşet içinde.
“Evet,” dedi hiç düşünmeden. “Oradaydım.”
Efken’e baktım, dikkatle bana bakıyordu, uçurum mavisi gözleri Crystal’e dokunmuyordu.
“Neden oradaydın, Crystal?” diye sordu Efken kadına bakmadan, gözleri gözlerimin derinlerine saplı bir bıçak gibi ruhumu kanatırken.
Crystal yalan olduğuna yemin edeceğim şeyi söyledi. “Seni görmek için,” dedi. Buraya geldiğim günden beri onu bir kez bile buralarda görmemiştim. Yalan söylüyordu. Neden birdenbire böyle bir yalan söylemeye karar vermişti?
“Elindeki ne?” diye sordu tekrar Efken, sanki onu da rahatsız eden bir şeyler vardı. Bu soruyu sorarken bile sadece bana bakıyordu.
Crystal’e bakmasam da elindeki gümüş renk asayı salladığını görebildim. “Ben bir dansçıyım, bu da aksesuarım, çubuklarla oynamayı sevdiğimi bilmiyor musun?” diye sordu alayla. “Her neyse. Hem seni görmek istedim hem de kızın yanında olduğunu düşündüğüm için geldim. Geçenlerde yaşanan o olay onu korkutmuş olmalı. Alkolü biraz fazla kaçırdım, onu da korkuttum. Suçlu hissetmiştim.”
Efken dişlerini sıkarak, “Ormanda ne yapıyordun?” diye sordu.
“Kızın çığlığını duydum,” dedi Crystal hiç düşünmeden.
“Yalan söylüyor,” diye fısıldadım Efken’in gözlerinin içine bakarak. “Yemin ederim.”
“Crystal beni gördün, gidebilirsin,” dedi Efken, hâlâ bana bakıyordu.
“Ama kızdan özür dilemedim.”
“Ondan uzak dur,” dedi Efken sadece.
Crystal kekeleyerek, “Ben ona zarar vermem,” dedi yavaşça.
“Veremezsin. Sadece ondan uzak dur.” Efken, omzunun üzerinden Crystal’e cehennemi anımsatan mavi ölümleriyle baktı. Mavi ölümlerinin üzerine dikilmiş siyah mezar taşlarını anımsatan kirpikleri ok gibiydi, birden o okların tamamının Crystal’i hedef aldığını hissettim.
“Bunu yapamazsın,” dedi Crystal bir anda. Sonra toparladı. “Yani… neden ondan uzak durayım ki?”
“Ondan uzak duracaksın,” diye fısıldadı Efken sertçe.
“Sen o genç çocukla bir şey konuştun,” dedim ona doğru dönerek. “Ve sana her ne söylediyse, duyduğun şey yüzünden yalan söylüyorsun. Oradaydım, Crystal. Her şeyi gördüm.” Üzerine basa basa tekrarladım. “Her şeyi.”
Gergin bir şekilde başını iki yana salladı. “Neyden bahsettiğini anlamıyorum.”
“Tehlikede olduğumu mu düşünüyorsun?” diye sordum birden.
“Ha… hayır? Neden böyle bir şey düşüneyim ki?”
“O çocuk öyle söyledi.”
“Hangi çocuk?” diye sordu Crystal gözlerini yüzüme dikerek.
“Kesin şunu,” dedi Efken ve beni belimden daha sıkı sararak yakalayıp sırtımı Crystal’e dönmemi sağladı. Eve doğru yürümeye başladığımızda Crystal’in olduğu yöne bakmama bile izin vermiyordu. “Crystal, artık gitsen iyi edersin!”
“Peki,” dediğini duydum sadece. Bize baktığını biliyordum ama görüş alanımda değildi ve Efken onun görüş alanıma girmesine izin vermedi. Efken beni eve soktuğu an sokak kapısını sertçe kapattı ve ben deliye dönmüş bir hâlde karanlık koridora doğru yürüyerek, “Yalan söylüyor!” diye bağırdım.
“Sakin ol.”
“O yalan söylüyor!”
“Susmanı istiyorum,” dedi sakince.
Başımı iki yana sallayarak Efken’e doğru döndüm. “Onunla aranda olan ilişki benim umurumda falan değil, tamam mı? Onunla düzüş, öpüş, sevgili ol, istersen beni ölüme terk et ve ona inan. Ama ben her şeyi gördüm!”
Efken yüzünü buruşturup, “Onunla düzüştüğüm falan yok. O benim için hiç kimse,” dedi sertçe.
“Umurumda bile değil. O kadın bir şeyler biliyor. Benimle ilgili.”
“Crystal seninle ilgili ne bilebilir ki?” Bunu inanmadığından değil, merak ettiğinden soruyor gibiydi. Bana doğru bir adım attı. “Medusa, ne gördüğünü söyle bana.”
“İnanmayacaksın,” dedim.
“Ama dene.”
“İnanmayacaksan denemek istemiyorum. Bana deliymişim gibi davranma. Dışarıda donmuş bir ay var, Nigin Bağı denen bir şeyle birine bağlıyım, başka bir evrenden geldim ama gördüklerim deli uydurması, öyle mi? Bana deliymişim gibi bakacaksan merak etme, gerek yok. Aklımı kaçırmadım.”
“Bazı şeylerin normal olmadığını ben de biliyorum, Medusa,” dedi kelimelerin üzerine onları çiğnemek istiyormuş gibi basarak. “Yaşadıklarının, özellikle de şu an olduğun konumun senin için hiç kolay olmadığını biliyorum. Sakinleşip bana ne gördüğünü anlatmanı istiyorum. Sonra da neden kaçıp gittiğinle ilgili konuşuruz, ha, ne dersin?”
“Onun gözlerini gördüm,” dediğimde durdu. “Crystal’in gözleri normal değildi. Onun gözleri… farklıydı.”
Bana doğru bir adım attı.
“Nasıl farklıydı?”
Başımı iki yana sallarken korkuyla omuz silktim. “Garipti. Işıklı gibi. Göz bebekleri ince ve uzundu. Şey gibi…”
“Ne gibi?”
“Bir…” Efken’e baktım. Gözlerimin tam içine bakıyordu. “Sürüngen gibi.”
Efken bir adım daha atınca, mesafe yaratmak için bir adım geri attım ve sırtım soğuk duvara yaslandı. Efken şimdi tam önümde duruyor, beni duvara yaslamış tam gözlerimin içine, ruhuma bakıyordu. Bir elini soğuk yanağıma yaklaştırıp, parmak uçlarındaki hisleri tenime armağan etti. Gözleri gözlerimde kanlı bir cenin gibiydi, büyüdüğünde bir bebek olacak, o bebek doğduğunda acı gibi büyüyecek ve canımı yakmak, belki de almak için bir katile dönüşecekti.
“Bir de çocuk vardı.” Titriyordum. Gözlerinden gözlerimi alamıyordum. “Onun da gözlerinden ışık sızıyordu. Gözlerinde… gözlerinde ışık vardı.”
“Medusa,” diye fısıldadığında nefesi suratıma akın etti ve Efken yavaşça fısıldadı. “Böyle mi?”
Yüzüme mavi bir ışık çarptığında, dizlerimin bağı çözüldü ama düşmedim. Bir eli hızla belimi kavramıştı.
Efken’in mavi gözleri donmuş ay gibi parıldıyor, gözlerinin içindeki maviliğin içinde hareket hâlindeki bulutlara benzeyen sisler ilerliyordu.
🎧: Soen, Lotus