🎧: Lorn, Acid Rain
Dip, zirvenin ikiz kardeşiydi.
Akıl, iyiye de kullanılabilirdi, kötüye de… Aklını kötüye kullananın diline yalan bir sarmaşık gibi dolanırdı, iyiye kullananınsa idam ipi saklayamadığı gerçekleri olurdu. Zekâ ise çok farklıydı. Akıl ile zekâyı, dip ile zirveye benzetiyordum. Zekâ hangi tarafı seçerse seçsin, en gerçekçi yalanı yalnızca o kullanabilirdi ve yalanın rengi hangi kıvamda olursa olsun, yalan girdiği yere ihaneti getirirdi.
Şimdi elinde bir gün bana saplayacağı bıçağı tutan bir zekânın beni çektiği yere gitmek zorunda hissediyordum kendimi. Başarmanın üzerinde ilerlemem gereken ince bir ip olduğunu biliyordum. Bu ipin bir yanında ölüm, bir yanında yaşam vardı ve tek bir adım, beni ya zafere ya da hayatımın yenilgisine götürecekti. Bir yanım bırak diyordu, bırak işte, belki yaşamın olduğu tarafa devrilir ağırlığın. Ama ruhum her zaman ölüme bir adım daha yakınken, beni hangi ağırlık yaşama düşürebilirdi ki?
Polis memurunun havada duran rozeti, herkesin üzerine sessizliğin küllerini yağdırmıştı. Polis memurunun gözleri bana çevrildi, gözlerindeki ışıklar kıvam kazanarak ifadelerini sildi ve içimdeki tüm cesareti vakumlayarak emdi.
“Şu eğlenceyi öldüren kimse ortaya çıksın?” Rozetini indirirken dudaklarında alaycı bir gülümseme belirmişti. “Hadi ama gençler, ölü gibi dans ediyorsunuz. Neşelenin biraz!” Elini kaldırıp yavaşça sallamasıyla kabindeki DJ mikrofona doğru bağırdı ve birdenbire tüm bedenler mekânı sarmaya başlayan alevler gibi yükselerek çılgınca dans etmeye başladılar.
“Aptal herif,” diye söylenerek önüne döndü Hüsrev, içki bardaklarını daha sıkı kavrayarak yavaşça benden uzaklaştı, dans eden kalabalığın içinde dikkatli bir şekilde ilerlemeye başladı.
Gurur, yalnızca birkaç saniye içinde yanımda bitmişti. Ellerim buz gibiydi, titriyorlardı. Müziğin sesi yükselmiş, mekânın nabzı daha hızlı çarpmaya başlamıştı; tıpkı korkunun surlar çektiği kalbim gibi… Ellerimi tezgâha bastırıp bu paniğin içimden sökülüp gitmesi için dua edeceğim sırada Gurur’un avucu bileğimi sardı, kafamı omzumun üzerinden ona çevirdiğimdeyse buz soğuğu gözlerinin temkinli bir şekilde dans eden bedenleri izlediğini gördüm. Kulağıma doğru eğilirken gözleri hâlâ o kalabalıktaydı.
“Bir şeyin peşindeler. Gece bitene kadar buradan çıkıp gidemeyiz. Shot bardağını kafana dik, gevşeyene dek ne kadar gerekiyorsa o kadar iç işte, tamam mı? Hesaplar benden, Leydi Zeki.”
Önümde duran shot bardağını dudak payına batırılmış şekeri yalama gereği bile duymadan kafama diktim, içkinin yakıcı dokusu damağımı yara yara içime aktı ve kulaklarım basınçla dolarken, “O adam Cenan’ın yanındaymış,” dedim beni duyabilmesi için yüksek sesle. “Bir şeyler peşinde değiller, bizim peşimizdeler.”
“Sadece av peşindeler, iz sürüyorlar, bir bok bildikleri yok,” dedi, bileğimi daha sıkı sardı. “Gevşeyene kadar iç. Seni diken üzerinde oturuyormuş gibi görmek istemiyorum. Eğlenceli Zeliha’yı mı göstermek istiyorsun? İşte tam sırası.”
“Bir şeyler biliyor olmasalar, o adam gözlerimin içine öyle bakmazdı.” Dudaklarım belli belirsiz aralıkken ona doğru döndüm, cümlemin onda yarattığı etkiyi görmek istiyordum ama yoktu, yüzü yine belirsizliklerle örülmüş bir duvar gibiydi; o duvarın tuğlaları ise kesinlikle çözülmez buzlardandı.
Gözlerimin içine bakarken yalnızca dudakları hareket etti. “İç, Zeliha.”
“Her şeyi mahvetmemden korkmuyor musun?”
“Hayır,” dedi. “Kendin söyledin, içtiğin zaman kötü şeylerden konuşmazdın, değil mi? İyi şeylerden konuşmanı istiyorum. Bu işimize yarayacak.”
“Söylediğim her şeye inanacak mısın?” diye sorduğumda dudakları belli belirsiz yukarı kıvrıldı, tek gözü kısılmıştı.
“Öyle olmasını mı isterdin?” Gözlerini barmen çocuğa çevirip parmağıyla işaret yaparak çocuğun dikkatini çekmeye çalıştı. Başardığında, “Bir shot daha, votka. Hatta iki, vazgeçtim üç shot,” dedi sertçe.
“Aklını kaçırmışsın.”
“Kaçan aklım umurumda bile değil, sevgilim,” dedi kaşlarını kaldırarak. “Zekâmı, atmaya devam ettiği sürece kalbimle de beslerim.”
Barmenin önüme koyduğu shot bardağını alıp homurdanarak kafama diktim. Bir süre sonra tezgâhın önünü meşgul eden boş shot bardaklarını toplamaya başlayan barmeni bile çift başlı bir yılan gibi görüyordum. Yeşil, çift başlı, büyük bir yılan gibi… Bir elin omzuma dokunmasıyla dudaklarımdan boş bir kıkırtı döküldü, zihnim kırmızı alarmı devreye sokacak olan kutucuğu parçalamıştı ama alarm çalmıyordu, içeride ciddi miktarda bir sessizlik vardı ve bu sessizliği besleyen müziğin gürültülü kollarıydı.
“Zel?” Çolpan, bana garip garip baktı. “Son on beş dakikada kaç shot attığını gördüm.” Yüzünü buruşturdu. “Aşk sarhoşluğu yetmedi sanırım?”
“Bırak da eğlenelim, Çolpan,” dedim gülümseyerek, gözlerimi kapatmak ve müziğin damarlarından akan kanın kurumuş damarlarımdan içeriye akmasını hissetmek istedim.
“Ona bu kadar içmemesini söylemiştim,” dedi Gurur, sesi kalbimin içinde gibiydi ama aynı zamanda onun sesini saatler sonra ilk defa duyuyormuşum gibi hissettiren bir şey vardı. Zamanı kaybettiğimi hissediyordum. “Ama çok gergin, ben de ona dokunmadım.”
“Sanırım bu gerginliğin sebebi biziz.” Çolpan, başını aşağı yukarı sallayıp Gurur’a baktı, yanaklarının içi nefesle doldu, sonra o nefesi geri bıraktı. Bomba düzeneği kurulmuş bir yerde mahsur kalmış gibiydim ama sanki bulutların üzerinde yürüyordum, suya adım atıyordum ve batmıyordum; korkmuyordum. “Tek istediği seni bizimle tanıştırmakken ona yargılayıcı bakışlar atmaktan başka ne yaptık ki?” Omzumu okşadı. “Bizden saklaman koca bir salaklıktı. Âşık olduğunda da kesinlikle bir gerzeğe dönüşüyorsun. Senin için endişelenmiştik.”
“Biliyorum biliyorum,” dedim başımı ağır ağır sallayarak. “Ben de kendim için çok endişeleniyorum.”
Çolpan, derin bir nefes aldı, gülmemek için yanaklarının içini dişliyordu. “Tam bir aptalsın. Daha fazla alkol alma, tamam mı? Neden kusacak hâle gelmek yerine dans etmiyorsun ki?”
“Değil mi?” Gözlerimi iri iri açarak Çolpan’ın yanından sıyrılarak geçtim, arkamdan şaşkın şaşkın baktığını hissettim ama bu beni durdurmadı. Üzerimdeki montun fermuarını indirdim, o montu çıkardım ve sonra hiç umursamadan onu yere bıraktım. Zihnimden kopmak, eğer varsa başka bir Zeliha’nın ellerini tutup, onunla deliler gibi dans etmek istiyordum. Bu ölümün kıyısında dans etmek gibi olabilirdi ama sanırım içimde saklanan bir Zeliha daha varsa, bence onun da buna ihtiyacı vardı.
Yener’in başka bir kumral kızla çılgınlar gibi dans ettiğini gördüğümde kollarımı havaya kaldırmış, yüzüme akan ışığın ruhumu da aydınlatmasını bekliyormuş gibi gözlerimi yummuştum. Parmaklarım birbirine dokundu, avuçlarımı ışığa doğru açıp yüzümü gölgede bıraktım ve ruhumun eteklerinden yükselmeye başlayan ateşleri hissettim. Sanki şimdi harabelerle dolu eski bir sokakta, bir yanıp bir sönen sokak lambasının altında, eteklerinde yanıklar olan beyaz bir elbiseyle öylece dikiliyordum. Tenimde kabaran her ter damlasını, o harabelerin ortasında dururken kafamın üzerine gerilmiş olan gökyüzünden üzerime damlayan gözyaşları olarak düşünüyordum. Sıcak bir avuç boşluğumdan kayarak karnıma geldi, havada duran ellerimi yakınlaştırıp parmaklarımla bir yelpaze oluşturdum. Şimdi arkamda, o harabelerin arasında biri daha benimle birlikteydi. Gölgesi üzerimden düşerek önüme devriliyordu, parmaklarını bastırdığı karnım değil, ruhummuş gibi hissediyordum ve kirpiklerimde kırık elmas parçaları gibi gözyaşı damlaları parlıyordu. Bir nefes boynuma akınca bu kalbimi hızlandırdı. Kollarımı geriye doğru attım, ruhuma dokunan parmakların sahibinin terli ve sıcak ensesine dolayıp sırtımı onun bedenine yasladım. Bedeninden bedenime geçen sıcaklığa rağmen kokusu buz tutmuş alkol gibiydi. Kokusu karların içinde kırılmış içki şişeleri gibiydi.
“Ruhun senden daha güvenilir,” dedi, nefesi tenime düşen gözyaşlarını dondurup cildimin üzerinde buz kristalleri oluşturmuştu sanki. Parmakları karnımdan ayrılmadı, ben de parmak uçlarımı ensesine daha sert bastırdım. Birden bu dokunuşun ihtiyaca dönüştüğünü hissettim. “Ve her kadın gibi, özgürken daha güzelsin.”
“Bana zarar veriyorsun,” dedim sertçe yutkunup, gözlerimi açmadan. Parmaklarımı saçlarına sürtüp sırtımı biraz daha yasladım, eğer bedenimi ona yaslamasam olduğum yere düşecekmişim gibi hissediyordum.
“Biliyorum,” dedi. Her nedense buz sıcağı gözlerinin ileriyi hedef aldığını biliyordum.
Ruhumda dolaşan parmaklar, içimdeki öfkeyi zayıflatıyordu. En savunmasız anlarımdan birinin içindeydim ama sanki ihtiyacım olan buydu ve ben çok güçlüydüm.
“Bizi arıyorlar,” diye fısıldadım yavaşça.
“Biliyorum,” dedi yeniden, şimdi sesi bir sırdan kopan et parçası gibiydi.
“Korkmuyorum.” Dudaklarının baskısını saçlarımda hissetmek birden beni öyle güçsüz düşürdü ki, ondan gördüğüm soğuk şefkatin beni ağlatacağını düşündüm. Bu düşünce bile kalbimi paramparça etmişti. Oysa o beni ellerimden, ayaklarımdan, ruhumdan zincirleyerek beni kendine mecbur kılan adamdı. Onun bende yarattığı tek istek kusma isteği olmalıydı. Ama şimdi içimde dizginlenemez bir ağlama isteği vardı ve bu isteğin mimarı, Gurur Mert Çalıklı’ydı.
Belki de bu isteğin çıkış noktası damarlarımda ilerlemeye başlayan alkolün şişedeki son görüntüsüydü. Damarlarımın içinde kanıma karışarak akan alkol miktarının ne kadar olduğunu bilmiyordum ama bir şekilde ruhumu uyuşturmuştu. Anlamıyordum. Ruhu uyuşmuş bir insan, bazı duyguları en kaba, en zorba hâlleriyle hissetmeye nasıl devam edebilirdi?
“Ayıldığında eskisinden daha çok korkacaksın,” dedi Gurur, sesi dünyama düşen kar taneleri gibiydi ama bu kar taneleri ne kadar huzur verse de beni ölümün soğuk uykusuna yatırmak için üzerime yağıyorlardı. Yok olup gitmek istiyordum. Onun kollarında bir kar tanesi gibi erimek, bitmek, tükenmek, ellerinden kayıp gitmek… Hepsi buydu. O kadar.
Kendimi bu hayattan yok etmenin, bu yalandan eksiltmenin hiçbir yolu gerçekten hiç yok muydu? Gurur, parmaklarını düşüncelerimi okuyormuş gibi karnıma bastırdığında, sızlayan kirpiklerimin altında esir kalan gözlerimi ışıklarla buluşturdum. Tam karşımda dans eden bir yığın insan vardı, hepsinin bu hayattaki tek amacı aslında hayatta kalmaktı. Garipti. Her gün hayatta kalabilmek için uyanıyorlar, mücadele veriyorlar, bazen düşüyorlar, ölümün kıyısında yaşıyorlar ama vazgeçmiyorlardı. Benim de kalbim tıpkı onların kalbi gibi çarparken, damarlarım kan ile doluyken, gözyaşlarım hâlâ insan olduğumu bana hatırlatmak istiyormuş gibi yastığımı ıslatıyorken, ben neden onlar gibi yaşamayı istemiyordum? Beni bu istekten, bu duygudan alıkoyan neydi? İçinde durduğum yalan mıydı? Kollarında olduğum adam mıydı?
“Seni benim esir ettiğimi düşünüyorsun,” dediğinde sesi ılık ılık içime aktı. Başımı sabit tutamayıp geriye doğru attım ve onun omzuna yaslandım. Zaten bunu bekliyormuş gibi çenesini alnıma bastırdı. “Ama hiç düşündün mü? Belki de sen yirmi üç yıldır zaten esirdin.” Kim esir olduğu bir hayattan vazgeçmek isterdi ki? Yirmi üç yıldır yaşamayı bir şekilde idare ettiriyorken, onu tanıdığım o geceden sonra yaşamanın sadece nefes almakla kısıtlı zor bir şey olduğunu düşünüp ondan vazgeçmek benim asıl şu an esir edildiğim anlamına gelmez miydi? “Kuş kafesten kurtarıldığı gün, gökyüzündeyken ölür.”
“Beni öldürdüğünü kabul mü ediyorsun?” Bu beni acı acı gülümsetti. Gurur’un sessizliği birkaç saniyeyle kısıtlıydı. Parmakları ise hiç susmayan bir orkestra gibiydi, her dokunuşunda farklı bir enstrümanın sesini duyuyordum.
“Seni özgür bıraktığımı kabul ediyorum.”
“Ne yaptığını görebiliyorum, Gurur,” dedim, zihnim devamlı dönen bir tavan vantilatörü gibiydi, kollarından anılar sarkıyor, döndükçe anılar da dönerek birbirine giriyordu. “Beni tüketiyorsun. Üstelik beni kendini var edebilmek için tüketiyorsun.”
“Öf ya. Biraz daha eğlenceli olsana.”
Beni aniden belimden tutarak kendine çevirince uzun, uçları açık renge boyanmış kahverengi saçlarım, onun yüzüne tokat gibi yapışarak kirpiklerinden süzülüp yere düştüler. Bakışlarım bulanık bir fotoğraf karesi gibi onun yüzünün çerçevesine yerleştirildiğinde, Gurur bir elini belime kaydırdı, diğer eliyle avucumu yakaladı ve çalan kıvrak müziğin ritmine kapılarak sanki birazdan romantik bir dansa başlayacakmışız gibi dans etmeye başladık; tek fark, kıvraktık, dansımız eğlenceliydi; herkesin dikkatini çekmişti.
Sanırım bunu ölümle ettiğim bir hayatta kalma dansı olarak düşünebilirdim. Avucumu avucuna yapıştırdığımda birbirine karışan sıcaklığımız, içimdeki duyguları körükledi. Bir erkeğe dokunmanın, Gurur’a dokunmakla aynı şey olmadığı gerçeğiyle yüzleştim. Bu gerçek anlık bir zihin bulanıklığı var etmişti, sonra ona uyarak dansı daha da hareketli hâle getirmesine göz yumdum.
“İşte böyle, havaya girmeni sevdim,” dedi Gurur, nefesi o kadar hızlı hareket ediyor olmamıza rağmen biraz olsun hızlanmamıştı. Beni elimden tutup kendi etrafımda birkaç kez sertçe döndürdü, başımın dönmesinin de etkisiyle gözlerim karardı. Eğer Gurur beni sertçe kavrayıp vücutlarımızı birbirine yapıştırmasaydı kesinlikle o kadar döndükten sonra yere kapaklanırdım.
Cenan, orada bir yerdeydi ama artık zihnimde değildi. Bedenimden akan her ter damlasında Cenan ile ilgili bir korkunun ruhumdan çıkıp gittiğini düşünüyordum. Bu kesinlikle bir terapiydi.
“İşte şimdi umurumda bile değiller,” dedim nefes nefese.
Gurur, bana o alaycı gülüşüyle imalı imalı baktı ama bu kez sanki onun yüzünü çocuk kılan o gülümsemede aslında alay yoktu. Beni bir defa daha kendi etrafımda döndürmesiyle saçlarım kırbaç gibi havada şakıyarak belime döküldü, dudaklarımdan benim bilincim dışında dökülen kahkahalar onun gülümsemesini de genişletmişti; dişlerini göstererek gülümsediğinde yüzü kesinlikle bir bebeğin yüzü kadar masum görünse de şeytan onun gözlerindeydi.
“Benim istediğim de bu,” dedi Gurur, beni bir defa daha döndürdü. Kahretsin, bunu bir defa daha yapacak olursa iki büklüm durup onun postallarına kusacaktım. Gözlerimi kaldırıp ona soluk soluğa bakmam onu duraksattı, sanki durumun farkına varmış gibi kaşlarını kaldırıp gözlerimin içine alaycı gözlerle baktı; dudakları ışıkların altındayken daha koyu renk duruyordu.
Elini karnımda hissettim. Bu gece bu kaçıncı olmuştu? Dokunuşu, ateşe batırılmış bir hançer bedenime saplanmış gibi hissettiriyordu. Beni canımı acıtmayacak bir sertlikle döndürdü ve sırtım onun göğsüne yaslanırken diğer eliyle elimi tutmayı sürdürdü. Karnımda duran parmaklarını kıyafetimin kumaşına bastırıyordu, birden bastırdığı yer uyuşmuş gibi geldi.
“Şimdi,” dedi terli yanağını terli yanağıma bastırarak. “Arkadaşlarının olduğu masaya gidiyorsun. Cenan, çaprazınızdaki masada. Ona koca bir sırıtışla eğlenceli Zeliha’yı tanıt. Aferin kızıma.”
Son sözünü söylemesiyle beni resmen öne doğru itti.
“En zor şeyleri hep bana bırakıyorsun ya,” diye söylendim düşmemek için yan tarafımda dikilen sarışın kıza tutunarak. Kız bana hoşnut olmayan gözlerle baktı, sonra dağılmış hâlimi fark ettiğinden midir bilinmez gülümsedi. “Pardon.”
“Çünkü sen becerikli bir askersin,” dedi Gurur parmağıyla beni işaret ederek. “Hadi ben bir viski içerken sen de görevi yerine getir, asker.”
“Bana böyle seslenme,” dedim yüzümü buruşturarak ama gülecekmişim gibi hissediyordum. “Beni düşürecektin.”
“Marş marş.”
“Bok herif,” diyerek arkamı döneceğim sırada yüzünün aldığı şekli görmüştüm.
“Aa,” dedi abartıyla. “Ne ayıp.”
Kalabalığı kollarımı kürek gibi kullanarak yarıyor, attığım her adımda gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırıyordum. Neydi bu kadar komik olan? Köşede sevgilisine öpüşürken yakalanan ve bunu yalanlasa da dudakları öpüştüğü kızın rujuyla boyanmış çocuk mu? Öpmeye çalıştığı kızdan tokat yediği için eli yanağında yalı kazığı gibi dikilen kel adam mı? Orta yaş bunalıma girdiği her hâlinden belli olan, renkli gömleğiyle dans eden amca mı? Gurur’a bok herif dediğimde yüzünün aldığı ifade mi? Birden kendimi tutamayıp kıkırdadım, avucumu ağzıma koymuş olmama rağmen etrafımda birkaç kişinin ilgisini çekmiş gibiydim.
“Birileri epey eğleniyor,” dedi Hüsrev gülerek. “Gel buraya. Rotayı şaşırmış gibi dümdüz gidiyorsun.”
“Selam,” dedim kollarımı kaldırarak. Masadakiler bu hâlimden memnun gibiydiler. Masanın önüne geldiğim anda Cenan’ın bakışlarının bir atmaca gibi bana çevrildiğini biliyordum, ona asla bakmadım. “Gurur bana shot bardağından votka içirdi, hem de şekerle. Denemelisiniz.” Kaşlarımı kaldırarak güldüm.
“Eskiden en sevdiği şeylerden biri buydu,” dedi Devran, masa duvar kenarındaydı ve Devran da duvara yaslanmış, elinde bir kadeh viskiyle gelip geçeni izliyordu. Gözleri bana çevrildiğinde kaşlarını çattı. “Sen sarhoş musun?”
“İçkiyle arası, benim temizlikle aramdaki ilişki kadar iyi olsaydı, şu an o kadar votka yuvarlamış olmasına rağmen hâlâ kendinde olabilirdi,” dedi Ayça. “Sen benim başıma alkolik mi oldun şimdi de?”
“Sadece biraz.” Parmaklarımı kaldırıp miktarı ona göstermeye çalıştım. “Çok azıcık içtim, hepsi bu.”
“Şirinlik yaparak kurtulabileceğini sanıyorsan büyük yanılıyorsun, önümüzdeki iki hafta boyunca yemekleri sen yapacaksın,” dedi Ayça kafasını farklı yöne çevirerek. “Bu yalnızca sarhoş olduğun için değil, benden ve Çolpan’dan sevgilin olacak sırığı sakladığın için de senin cezan. Cezanı sev, onu kucakla ve kabullen.”
Ağır ağır ona yaklaşıp kollarımı onun boynuna sarınca Ayça yan yan yüzüme baktı, ona şirin şirin sırıtmaya çalıştım. “İğrenç kokuyorsun,” diye söylendi ama yumuşadığını biliyordum.
“Yalan yapma, beni seviyorsun,” dedim ona sırnaşarak.
Evet, şu an şefkate ihtiyacım vardı ama bu şefkati Gurur’dan değil, en yakın arkadaşlarımdan görmek istiyordum. Kalbimde bu şefkat için açılmış bir boşluk vardı, dolsun istiyordum, bu istekle Ayça’ya biraz daha sokuldum ve sonunda onu yumuşatmayı başardım.
“Seviyorum ama bu sana eziyet etmeyeceğim anlamına gelmez,” dedi. “En son bu kadar sarhoş olduğun zamanı hatırlamıyorum bile.”
“O ya çok mutluysa ya da çok üzgünse bu kadar sarhoş olur,” diyerek araya girdi Çolpan. “Gurur’un yanında mutlu görünüyordu, sanırım aşk sarhoşu kendisi şu an.”
İçim birden buruk bir hisle dolunca Ayça’nın boynuna sardığım kollarım gevşedi. Ruhumdan parça parça kopararak ruhumdan eksilttiğim gücün de sonuna geliyor gibiydim. Yine de zihnim bana her şeyin yolunda olduğu yalanını söylemeye devam ediyordu. Dur, diyordu zihnim. Işıkları izle, sesleri dinle, renklere dokun.
“Bu durumu kabullendik say ve dudaklarını sarkıtmayı bırak, Zel,” dedi Ayça durgunluğumun sebebini kendisine bağlayarak. Bu, içimdeki buruk hissin iki misli çoğalmasına neden olmuştu. Gözlerimi arkadaşımın gözlerinde çok uzun süre beklettim. Konuşmalarımız yüksek müzik sesinden dolayı yalnızca masadakilerin duyabileceği oktavdaydı. “Seni biliyorum, kolay şeyler yaşamadığını ve bir erkeğin kollarında olmanın senin için ne kadar zor olduğunu. Sadece artık gizleme.”
“Gizlemiyorum,” diye yalan söyledim. “Bunları konuşmak istemiyorum.”
“Pekâlâ, bu konuyu rafa kaldırıyorum.” Ayça, yanağımı okşadı. “Şimdi gidip sevgilini bul ve gözüme görünmeyin. Bir sap olarak yalnız başıma dans etmek, birkaç erkek avlamak, onlarla bakışmak, benimle tanışmak için yanıma geldiklerinde de onları tersleyip geri yollamak istiyorum. Anca o zaman eğlenmiş olacağım.”
“Erkekler senden korkmalı,” dedim gülümseyerek.
“Evet ve sen de benden korkmalısın, yarın akşam için sana bin düzine kadar bulaşık çıkarmayı düşünüyorum.” Alt dudağını yalayarak ıslattı. “Şimdi eğlenmene bak ve lütfen şu Yener’i tanımıyormuşsun gibi yap çünkü biz son bir saattir bunu yapıyoruz.”
Adnan, “Bayan Yenge, size Gurur’un yanına kadar eşlik etmemi ister misiniz?” diye sorunca Ayça’yla aynı anda gözlerimizi devirdik.
“Bana bayan demesene.”
“Size ne demem gerektiğini bilmiyorum, yenge dersem bu çok Behlül Haznedar gibi hissetmeme yol açacak, bayan dersem de çok resmî. Bayan Yenge bence ikimiz için en iyisi şu an.”
“Adnan, bana Zeliha diyebilirsin.”
“Bayan Zeliha Yenge.”
“Adnan,” dedim gülerek. “Neden biraz votka içmiyorsun?”
“Çocukları olan babaların zihinleri her zaman açık olmalı, bir çocuk babası olmak sorumluluk gerektirir. Oğlumun ne zaman bana ihtiyaç duyacağını bilemem, bu yüzden ayık olmalıyım ki bana ihtiyacı olduğu anda ona gidebileyim.”
“Oğlun çok şanslı,” diye fısıldadığımda sesimi duymamış olması gerekiyordu ama duymuştu.
“Ben de çok şanslıyım, o benim oğlum olduğu için.”
Bir elin belimi sarmasıyla kâbusun üzerime çöktüğünü hissettim ama bu kez bedenim benim isteğimin dışına çıkarak ona sokulmam için beni ona doğru itekledi.
Gurur, “Sevgilimi çaldınız,” dedi. “Beni yalnız bırakıp arkadaşlarının yanına kaçmışsın.”
“Sadece bir uğradım,” dedim başımı aşağı yukarı ağır ağır sallayarak.
“Güzel.” Beni kendine doğru çevirdi. “Şimdi benimle ilgilen.”
“Gözlerimi yuvalarından kusmak istiyorum,” diye söylendi Ayça.
Gurur, kulağıma doğru eğildi. “Cenan’ın yanında olman gerekiyordu, seni andaval arkadaşlarım ve şüpheci arkadaşlarınla vakit geçirip bizi ifşa et diye bırakmadım,” diye fısıldadı. Parmaklarını belime bastırdı. “Şu zırtinko memur, Cenan’ın masasında. Hadi bir anda gözlerini kaldır ve öğretmeninle göz göze gelip ona gülümse, sonra da ona selam vermek için masasına doğru ceylan gibi sekerek koş. Ne dersin?” Beni birden serbest bırakıp etrafına bakıyormuş gibi yapmaya başladı. Gözleri Cenan’ın olduğu masaya çevrildiği an kaşlarının sahteden havaya kalktığını gördüm. “Aa bu senin hocan değil mi sevgilim?” Beni aniden bel boşluğumdan Cenan’ın masasına doğru itti. “Git ve selam ver öğretmenine.”
Başım anlık pervane gibi dönse de Cenan ile göz göze geldiğimiz anda yüzümdeki portreyi, sahte renklerin var ettiği bir şaşkınlık süsledi. Kaşlarımı kaldırıp genişçe gülümsediğimde, Cenan bir an duraksadı, sonra zoraki bir gülümsemeyle bana karşılık verdi. Gurur’un arkamda olduğunu biliyordum ama dikkatleri üzerine çekmemek için beni izlemediğine, arkadaşlarımla muhabbete giriştiğine emindim. Cenan, başını yavaşça sallayarak kibar bir mimik sergileyerek beni masasına davet edince, zaten beklediğim buymuş gibi, aslanın arkasında bıraktığı avı parçalamaya hazır sırtlan yavrusu misali onun masasına ilerlemeye başladım. Evet, bu doğruydu. Gurur bir aslan gibi ava saldırıyor, onu etkisiz hâle getiriyordu ve ben de onun ortada bıraktığı avı parçalamaya başlıyordum.
“Merhaba,” dedim yüzümde kesinlikle kimseyi şüpheye düşürmeyecek alkol gülümsemesiyle. “Sizi ilk kez burada görüyorum.” Ah, evet, sen her gün buradasın çünkü Zeliha. Sabah kahvaltını konyakla yapıyorsun.
“Eğlenmeye çıkmak benim de hakkım olmalı, değil mi Zeliha?” Cenan, içten bir gülümsemeyle gözlerimin içine baktı. “Seni gördüm.”
“Burada olduğunuzu duymuştum ama gittiğinizi düşünmüştüm,” dedim hızlıca hiç sektirmeden. “Sadece biraz numara yapıyordum.” Gözlerim, Cenan’ın yanında dikilen deri ceketli polis memuruna çevrildi. Komiser olmalıydı, çıkarıp rozetini gösterdiğine göre rütbesine epey güvendiği kesindi. Adamın çakmak çakmak bakan mavi gözleri, kafasının üzerine kalıp gibi yapıştırılmış jöleli saçları ve teninden yayılan tıraş kolonyası kokusunu alabiliyordum. Adam bana şüpheci gözlerle baksa da aldırış etmedim. “Merhaba, umarım sizi rahatsız etmiyorumdur. Ben Cenan Kaplaner’in öğrencisiyim.”
“Merhaba,” dedi adam, elini bana uzatmadan sakince adını söyledi. “Ufuk. Ufuk Arslan.”
“Zeliha,” diyerek elimi birdenbire adama doğru uzatınca adam bir bana bir de elime baktı, afallamış görünüyordu. “Zeliha Özdağ.”
Temkinli bir şekilde yüzüme bakarken elini yavaşça kaldırdı, birden öne atılıp adamın elini kavrayarak sıktım. “Ufuk abi, elimde bomba yok yahu,” dedim gülümseyerek. “Memnun oldum. Rozetin de aşırı havalı bu arada.”
“Rozetim?” dedi sorar gibi.
“Az önce,” gözlerimi büyüttüm, “rozetini havaya kaldırmış beni boğacak gibi bakıyordun. Polislerden korkmam, bana kendimi güvende hissettirirler ama hep sert bakıyorlar.” Gözlerimi Cenan’a çevirirken parmaklarım Ufuk Arslan’ın parmaklarından kayarak geri çekilmişlerdi. “Biraz alkol aldım, çenem aşırı düştü benim.”
“Alkollü olduğun belli, açık açık konuşuyorsun,” dedi Cenan, göz ucuyla Ufuk’a baktı, sanki bu bir işaret fişeğiydi. “Bizle kal, Zeliha. Biraz daha konuşmak istiyoruz.”
Bilmezden gelerek, “Ne hakkında?” diye sordum, öyle iyi salağa yatıyordum ki sanırım hayatım boyunca bir şişe votkayla sevgili rolü yapabilirdim.
“Hatırlıyor musun? Şu veterineri…” Cenan, temkinli gözlerle Ufuk’a baktı. “Öldürüldüğünü düşündüğüm veteriner.”
Dudaklarımı büzüp birkaç saniye kaşlarımı çatarak Cenan’a baktım. Alkollü insanlar açık sözlü olur, patavatsız olur, doğal olur. Tutma kendini. İşte içimde bağdaş kurarak oturan kız çocuğu, daha önce hiç sarhoş olmamasına rağmen bana bu aklı vermişti.
“Hocam, eğer beni dersten bırakmayacağınızı bilseydim sizin takıntılı bir deli olduğunuzu söylerdim, durmuşsunuz olmayan bir katili var etmek için uğraşıyorsunuz.” Cenan, bu söylediğim karşısında birden donup kaldı, Ufuk kaşlarını kaldırmış beni izliyordu. Elimi ağzıma koyup, “Ups,” diye fısıldadım. “Yani şey…”
“Im…” Cenan, derin bir nefes aldı. “Sana kızamıyorum şu an ama bunu ayıkken söyleseydin…”
“Canıma okurdunuz,” dedim kıkırdayarak. “Yani sizin açınızdan düşündüğümde, ne demiştiniz? Yapan kişi işini profesyonel mi yapmıştı?”
“Evet,” dedi sakince.
“Ve sanıyorum intihar sizin için yeterli gelmiyordu çünkü şu veteriner herif, hani şu hayvanları bilerek hasta ettiğini söylediğiniz adamdan bahsediyoruz,” dedim ellerimle tırnak işareti yaparak. “Kesinlikle kendine zarar vermezdi. Eee hocam, o zaman kim bu katil? O günden beri size durmadan şunu söylemek istiyorum ama içimdeki bölümüne âşık kız beni susturuyor. Böyle bir herif öldürüldüyse de yapanın eline sağlık.” Cenan donup kaldı, şüphe gözlerinden bir anlığına silinmişti. “Umarım haklısınızdır da intihar edecek kadar cesur değildir, ölümden korkuyordur ve en büyük korkusu olmuş, öldürülmüştür.” Omuz silktim. “Nasıl böyle bir adamla ilgili araştırma yapabiliyorsunuz ki? Sizi çok örnek alsam da bu konu benim yalnızca midemi bulandırırdı.”
Ufuk, “Zeliha, dersten kalmak üzeresin,” dedi elinde olmadan gülerek.
“Ama Ufuk abi,” diyerek ona doğru döndüm. “Yani şimdi diyelim ki bu adamın hayvanlarla alakalı bir davası oldu, bir hayvan sahibi bu adamdan şikâyetçi oldu, adam avukat arıyor, ne verirse versin öyle bir adamın avukatlığını kim yapardı ki? Adam kendini öldürüp dünyayı kendisinden temizlemiş, şimdi onun için kolları sıvamamız gerekiyormuş gibi davranılıyor. Adamın neler yaptığını Cenan Hoca bana bir bir anlattı ve o adamın yüzüne tükürmek için her şeyi yapardım.”
“Dürüst bir kızsın,” dedi Ufuk, bu yönüm dikkatini çekmiş gibi gülümseyerek bana bakıyordu. Oysa benim kalbim kan değil, yalan pompalıyordu. “Ama Cenan, boş bir şeyin peşine takılmaz. Buna hiç şahit olmadım.”
“Ne yani, ortada Mr. Muscle gibi temizlik yapan profesyonel bir katil olduğuna inanıyor musunuz?” Adama alık alık baktım. “Merak ediyorum, bu olayı bu kadar büyüttüğünüze göre, yani bir katil olduğuna inandığınıza göre, işlenen başka cinayetler de mi var?”
Ufuk, bu soruyla duraksadı, Cenan’a bakıp, “Yok,” dedi başını iki yana sallayarak. “Yani böyle sırlı bir ölüm uzun zamandır olmadı.”
“O hâlde neden bu adamın kliniğine gelen hastalarından ve çevresindeki kişilerden başlayarak sorgu zinciri oluşturmuyorsunuz?” diye sordum korkusuzca. “Ortada bir seri katil yoksa, ki diyelim ki var, bir süre daha ortada görünmez sanıyorum dikkat çekmemek için. Önce adamın yakınları ve hastaları sorgulanırsa en azından neyin peşinde olduğunuzu bilirsiniz.”
“İyi bir avukat olacaksın,” dedi Ufuk, bana karşı olan soğuk tavrı yıkılmıştı.
“Sanmıyorum,” dedi Cenan, bu beni duraksattı, Ufuk’u da duraksatmıştı. “Zeliha çok gerçekçi, doğrucu konuşuyor. Avukatlar iyi yalancılardır.” Cenan’ın koyu renk gözleri gözlerime kurşun gibi saplandığında gülümsemem yarım yamalak bir duygu gibi dudaklarımın ortasında düğümlenmişti.
“Yalanı nasıl söylemem gerektiğini sizden öğreneceğim,” dedim birden pat diye. “Sonuçta öğretmenim sizsiniz.”
Cenan, bu cümleyi en azından benden duymayı beklemiyor gibi duruyordu. Rengi birden atmıştı, bakışlarını benden ayırmıyordu ve düşüncelerinin rengini görebilmem için onun zihnine girebilmeme gerek yoktu; ortadaydı, şaşırmış ve hatta biraz da öfkelenmişti. Ona kafa tutamayacağımı düşünüyordu ama hayır, söz konusu ailem olduğunda herkese kafa tutabilirdim. Benim için sorun değildi, kirlenmiş bir gelecekten korkmuyordum ama ailemin bu gelecekten kendilerini sorumlu hissetmeleri, istediğim son şey bile olamazdı. Böyle bir şey olacağına, Gurur eline bir silah alabilir ve kafamı tek kurşunla dağıtabilirdi. Buna bile razıydım ama ailemin itibarını asla iki paralık edemezdim. Babam, gururuna çok düşkün bir adamdı, kalbi kocaman ve iyiliklerle dolu olsa da itibarı zedelenirse tüm gücünü kaybeder, yenik düşerdi, bunu kesinlikle istemiyordum. O yüzden artık zihnimi, vicdanın kalp atışlarını duymaması için sağır edip, sadece benim söylediklerimi anlayabilecek kadar evcilleştirmem gerekiyordu.
“Öğretmeninle konuşurken bu kadar cesur olmamalısın,” dedi Ufuk gülerek, Cenan’ın gerildiğini fark etmiş olmalıydı. Ellerimi bir suçlu edasıyla açıp kollarımı havaya kaldırdığımda Cenan’ın gözleri hâlâ bendeydi ama ben Ufuk’a bakıyordum.
“Kalmak istemem. Arkadaşlarımın yanına döneyim ben…” Cümlemi bitirmeden bakışlarım Cenan’a kaydı. “İyi eğlenceler, hocam.”
“Yerinde olsam daha fazla alkol almazdım, Zeliha,” dedi Cenan sadece.
Ona meydan okuyan gözlerle baktım.
“Burası okul değil.”
Sırtımı dönüp ondan uzaklaşmaya başladığımda kesinlikle zafer kazanmışım gibi hissediyordum. Öyle ya da böyle, Cenan’ın yüzündeki o renk kaybını görmek kesinlikle çok keyifliydi. Beni korkutup duran oydu, biraz da onun huzuru kaçsın istiyordum. Huzurunu kaçıramayacağıma göre, en azından sinirlerini tepesine toplayabilirdim. Kural belliydi. Onun hem sinirlerini bozacaktım hem de ona çok yakın olacaktım.
Gurur’un bakışları yüzüme konduğunda, dudaklarıma bulaşan zaferi ondan gizleyemedim. Açık renk saçları dağınık görünüyordu. Dudakları esrarengiz bir gülümsemeye ev sahipliği yaptığında kalbimin atışlarının hızlandığını hissettim. Damarlarımın içinde zelzeleler kopuyormuş gibi hissediyordum, kanım, bir okyanusun ölüm taşıyan dalgaları gibi damarlarımın içinde kabararak ilerliyordu. Tehlikeli bir canavarın okyanusun yüzeyinde oluşturduğu şekiller, sanki damarlarımın duvarlarında kanımın oluşturduğu çizgilerle aynı gibiydi.
Işıkların altındaki ela gözlerine uzun uzun baktığımı fark ettiğimde, neredeyse dip dibe duruyorduk. Bakışlarını yüzümden ayırmadı, gözlerinde taşıdığı ifadelerin tümü bir kitabın içini dolduran kelimeler gibiydi ve ne zaman gözlerini kırpıp geri açsa, bakışlarında yeni bir sayfa açılıyor, yeni kelimelerle karşılaşıyordum.
Fanusundan çıkmak için tüm gücüyle cama kafa atan bir balığın, her darbede hafızasını bir kez daha kaybederek amacını unuttuğu gibi, onun gözlerine baktığımda amacımı unutuyordum.
“Gevşemeye başlamışsın bakıyorum da,” dedi. Gözlerimi gözlerinden ayırıp boynuna indirdim, birkaç saniye susup göğsümün kemiğini yumruklayan müziğin dokunuşlarını hissettim.
Bakışlarının yüzüme tıpkı kıyıya çarpan dalgalar gibi çarptığını hissedebiliyordum.
“Hiçbir şeyin daha kötü olmasına izin vermeyeceğim,” dedim beni duymayacağını bile bile. Müzik sesimi yutuyor olmalıydı, beni duysa bile söylediğim şeyin anlamını kavraması epey uzun zamanına mâl olurdu.
Bana doğru bir adım daha atınca aramızdaki mesafe tam anlamıyla kapanmış olmuştu. Kafamı kaldırıp tekrar buz sıcağı gözlerine baktım, işte şimdi gözleri sarıya çok yakın bir renkteydi ama ne zaman tepemizdeki ışık yörüngesinden çıkarak onun yıldızlarına yaklaşsa, işte tam o anda gözlerinin rengi yeşile dönüyor gibi görünüyordu. Bu açıdan baktığımda burnunun ucu bir top kadar yuvarlaktı ama keskin, kemikli yüzü kesinlikle olgunluğunu vurguluyordu. Yine de ona baktığımda gördüğüm, sahip olduğu yaşın çok gerilerinde görünen bir adamdı. Bakışları daha önce hiç rastlamadığım derinlikteydi. Sanki bir süre onun gözlerinin içine gözlerimi kaçırmadan baksam, o tüm ruhumu çözüp zihnime işleyecekti.
Bir elini bana uzatınca birden o elde tuttuğu şırıngayı hatırladım, midem allak bullak olsa da gözlerimi onun yüzünden ayırmadım; özellikle de gözlerinden… İnsanların o kadar umurunda değildik ki, yanımızdan geçip giden bedenlerin birçoğu uzaklaşmadan hemen önce bana çarparak dengemi kısa süreliğine elimden alıyordu. Yanağıma yüzüme ait bir deri gibi yapışan saç telini kulağımın arkasına sıkıştırdığında, parmaklarının ucuna bulaştırdığı duygular, tenimde kalıcı izler bıraktı. Kaşlarımın ortasında derin bir yarık oluştu. Sırtımdaki gözleri hissettim, Cenan’ın bakışlarının ne kadar uzağa kaçarsam kaçayım üzerimde olacağını biliyordum.
“Pist dans edebileceğin kadar geniş, Zeliha,” dedi, sesi bir tayfun gibi üzerimden esip geçerek beni darmaduman etti ama yıkılmamıştım, beni ne kadar yıkıp geçse de olduğum yerde dikiliyordum ve bundan vazgeçmeyecektim.
“Benimle dans etmezsen kim senin benim sevgilim olduğuna inanır ki?” diye sordum, yüzünde herhangi bir duygu değişimi yaşanmasa da burnunu çekip yamuk bir gülümsemeyle yüzüme baktığında, onun ifadesiz suratının bile yalanlarla örülmüş olmasına rağmen gerçekçi hisleri yansıtabileceğini düşündüm.
İçimde dalgalanarak hareket eden alkolün getirdiği cesaretle onun elini havada yakalayıp, sırtımı ona dönerek onu dans pistine doğru çekmeye başladım. Madem oyun istiyordu, zihnimdeki tüm kalabalığı kapı dışarı edip, o bomboş zihnime sızdığı an zihnimi ateşe verecektim.
Bir elim Gurur’un sıcak, güçlü parmaklarını kavramışken, diğer kolumu kaldırıp müziğin yarattığı baskıyı içimden dışarıya vurmak istiyormuşçasına dans etmeye başladım. Dans ede ede yardığım kalabalık, dans etmekten bir an olsun vazgeçmeden etrafımda yanan alevlerin daha da harlanmasını sağlıyordu.
Bir gün her şey geride kalacak mıydı? Bilmiyordum. Kalabalık üzerime yağan ateş yağmuru gibiydi, sanki her yabancı beden, aslında işlediğim bir günahtı ve ben kendi cehenneminde kendini cezalandıran bir şeytandım. Oysa durum böyle değildi; hayır, değildi. Zihnim bulanık bir suydu, kelimeler o suyun içindeki bulanıklığı var eden kirdi ve her bir düşünce, o kelimeler birbirine girsin diye suyun içine atılan taşlardı.
Gurur, beni yavaşça kendi etrafımda döndürünce, zaten allak bullak olan düşüncelerim tek bir noktaya yığılarak düşmenin etkisiyle suskunluğa gömüldüler. Saçlarım savrulduğunda, aslında savrulanın yalnızca saçlarım olmadığını, ruhumun da savrulduğunu biliyordum. Kızıl saçlı bir kızın beyaz teninde kristal gibi parlayan ter tabakasını fark ettim, saçlarını üç numaraya vurmuş genç bir adamın kollarında kaybolmuş ruhunu aramaktan vazgeçmiş gibi öylece salınıyordu. Biri belimi kavrayınca bakışlarım kızı odağından çıkararak bana dokunan elin sahibine çevrildi. Gurur gözlerimin içine üstünlük taslayan gözlerle bakıyordu. Güzel yüzünün ortasına yerleştirilmiş soğuk bakışları, her zaman böyle güçlü müydü? Acaba hiç çaresiz hissettiği, acılarla kavrulduğu, yolunu kaybettiği oluyor muydu? Yolunu kaybeden de çaresizliği iliklerinde hisseden de acılarla kavrulan da bendim, o değildi.
Soğuk bir ateşe bakıyormuşum gibi hissettiren gözlerinin gölgesi ne zaman üzerime devrilse, iliklerimde soğuğun dokunuşları can buluyordu ve ben çok üşüyordum.
“Sarhoş Zeliha’nın gözleri böyle bakıyor demek,” dediğinde ne demek istediğini kavrayamamıştım, belki de bunu kavramama mâni olan oydu, cümlesini tamamladığı an beni tekrar kendi etrafımda döndürmüş ve mantık, tıpkı yüzeyine vazo fırlatılmış bir ayna gibi parçalara ayrılmıştı; mantığımdan düşen kırıkların hepsi ayaklarımın önünde bir ölü misali uzanıyordu.
Saçlarım yanaklarımdan aşağıya döküldüklerinde birden ayağımın altındaki yer kaymaya başladı, ona tutunma ihtiyacıyla ona yaklaştığımda, bu ihtiyacı karşılamak onun için çocuk oyuncağı olacak ki beni belimden kavrayarak kendine çekti. Yüzüm, buz gibi karları kokluyormuşum gibi hissettiren boynunun sınırlarına girdi, kirpiklerimin arasında can çekişen gözlerimin hedefinde ilerideki boşluk vardı. Avucunun baskısını bel boşluğumda hissediyordum, dokunuşu damarlarımı yakan alkol gibi tenimi yakıyordu. Bir umursamazlık sağanağı altında kalmışım gibi çenemi yüksek omzuna yaslayıp gözlerimi ileride yakaladığım boşluktan tek bir an çekmeden öylece beklemeye başladım. Bu yakınlık başka bir zaman olsa benim için birçok şey ifade edebilir, ifade ettiği her şey içimde bir öfke alevi gibi harlanabilir ya da beni paramparça edebilirdi ama şimdi ifade ettiği tek şey, boşlukta gördüklerim kadardı. Gurur’un bedenindeki kasılmayı hissetmek beni geri çekilmem için uyarmış olsa da bu uyarıyı görmezden gelerek öylece beklemeye başladım. Biraz daha içkiye ihtiyacım vardı, hepsi buydu.
“İyi idare ettin,” demesini beklemiyordum, bakışlarım yavaşça önümdeki boşluğa sürüklendi ama çenemi omzundan indirmedim. Boyu inanılmaz uzun olmasına ve parmak uçlarımda duruyor olmama rağmen bedenimin ağırlığını taşımıyordum çünkü tüm ağırlık, belimde sabit duran ellerin sahibindeydi. “Cenan’ın yüzündeki ifadeyi izlemek çok keyifliydi. Sanırım yanımda her gün bir şişe tekila taşımak zorunda kalacağım.”
Sesi hem bir kuyunun dibindeymiş de ormanın derinliklerinde onu arayan bana sesleniyormuş gibi boğuk ve uzaktı hem de yıllardır göğüs kafesimin içinde sakladığım kalbimin içindeymiş, orada yaşamla bağ kurmuş bir atışmış gibi yakındı.
“Beni aptal sanıyor olabilir ama değilim,” dedim bilincimin kıyılarından epey uzak sesimle. “Ama uzun süre aptal rolü yaptım, bu yüzden karşımdaki insanı nasıl yönetebileceğimi iyi biliyorum. Karşımdaki beni ne kadar aptal sanırsa, o kadar çok şansım olur.” Kafamı geri çektim ve ona baktım. “Kimse aptal insanları dikkate almaz, o yüzden onlardan bir şeyleri saklarken daha az efor sarf ederler, o yüzden aptallar her zaman bir adım önde ilerler.”
“Sandığımdan daha zeki olduğun gerçeğini atlamışım,” dedi, sesinde alay vardı, onu duyabilmem için bana yaklaşıp sesindeki o aksanı daha derinden hissetmemi sağladı. Eğer şu an Türkçe değil de İngilizce konuşuyor olsaydı, kesinlikle bir İngiliz aksanına sahip olduğunu düşünürdüm. Konuşurken dili damağına vuruyordu ve bu kesinlikle çekici sayılabilirdi.
“Zeki olduğumu mu düşünüyorsun?” diye sordum gözlerinin merkezinde kendimi gördüğümden midir bilinmez gözlerine daha dikkatli gözlerle bakarken.
“Bunun ne önemi var?”
“Bir önemi zaten yok,” dedim omuz silkerek. “Yalnızca merak ettim.”
Bakışları uzun süre gözlerimde bekledi, derin bir nefes alıp bakışlarımı kalabalığa çevirdim. Yener ile Adnan, dans eden kalabalığın arasına karışmışlardı. Yener’in elinde gösterişli bir kokteyl bardağı vardı, Adnan ise bir bodyguard edasıyla Yener’in arkasından ilerliyordu ve yüzü kesinlikle mahkeme duvarından halliceydi. Yener ne zaman kızların sardığı kalabalığa dalsa yüzünde yavşak bir gülümseme beliriyordu, Adnan ise erkek köpeğini dişi köpeklerden uzaklaştırmaya çalışıyor gibi tasması olarak hayal ettiğim ceketini kavrayıp Yener’i geri çekiyordu.
Gurur, hâlâ sessizdi.
Bakışlarımı ona çevirdiğimde, gördüğüm beklediğimden çok farklıydı. Gözlerini indirmiş, kirpikleri gözlerinin rengine bir gölge darbesi vurarak gözlerini koyulaştırırken bakışları bende bir mızrak gibi saplı kalmıştı. Kaşlarım ben farkında olmadan çatıldı.
“Sadece bir aptal olduğumu düşünüyorsun,” dedim. “Aksini söylesen bile beni bir aptal olarak gördüğünü iyi biliyorum.”
Duraksamadı ya da yüzüne herhangi bir ifade yerleşmedi. Söylediklerim onun ruhunda yaprak oynatmıyor olabilirdi ama o böyle bomboş gözlerle baktığında bile benim ruhum allak bullak oluyordu. Bir hayatın katiliydi, bunu biliyor muydu? Bakışlarım gözlerinden koparak pistin ortasını aydınlatan, ardından da uzaklara giderek karanlığa boyayan ışıkları takip etti.
“Her zaman böyle emin misindir her şeyden?”
Başımı iki yana salladım, cevap vermek yerine susmak istiyordum.
“Normal bir üniversite öğrencisi ne yaşarsa onu yaşamak istiyorum,” diye mırıldandım yorgun gözlerimi kısıp yavaşça ona yaklaşarak. Ah, siktir. Eğer ona yaslanmasam kesinlikle yere kapaklanırdım.
Gözlerine baktığımda gözlerimde gördüğü tam olarak neydi? Umutsuz, çaresiz bir kız çocuğu mu? Korkak, savunmasız genç bir kadın mı? Onun hayatına kapkara bulutları taşıyabilecek kadar büyük bir fırtına mı? Neydim? Gurur’un eli bel boşluğumdan kayarak kalçam ile belim arasındaki oyuntuda durdu.
Geri çekilmedim. Tüm güçsüzlüğümle onun yanında, dizinin dibinde duruyordum ve beni taşıyacağı uçurumun kenarına gelene kadar belki de ona hiç karşı koymayacaktım. Şimdi Gurur’un güzel yüzünü görmüyordum, bu bir bakıma iyiydi çünkü güzel suratını yumruklayabilirdim, evet, bunu tam şu anda hiç düşünmeden yapabilirdim ve kırılacak olan benim bileğim bile olsa, bir ay alçıyla gezmek, onun yüzündeki şaşkınlığı görmeye değerdi.
Keskin, kemiklerin sertleştirdiği çenesini saç diplerime bastırdığında, işte bu benim için beklenmedik bir hareketti. Uçurumun eşiğinde durduğunuz zaman, omzunuza avucunu koyan kişi düşmanınız bile olsa ona minnet duyardınız. Ben şimdi ağlamanın eşiğindeydim, belki de şefkatini hissetmek isteyeceğim son kişi Gurur’du. Bana bunu yapmaya ne hakkı vardı? Kalbim acıyla yavaşladı, göğsüme doldurduğum havanın beni ferahlatmaktan ziyade daha da göğsümü daralttığını fark ettiğimde geri çekilmem gerekiyordu ama bunu yapmıyordum. Belki de şu an gösterdiği şefkat değildi, belki hiçbir şey göstermiyordu ama ben boyası dökülmüş bir duvarda önceden güzel resimler olduğuna inanmak istiyordum.
Çocuksu gülüşünü taşıyan maskesinin altında karanlık bir adam olduğuna, onun bir katil olduğuna, tek istediğinin kendi kıçını kurtarmak olduğuna inanmak istemiyordum. Bu aptallık olabilirdi. İnançlarımın önünde tek bir tekme darbesiyle ayağımın altından kayacak iskemlenin yere düşüşünü izlemek ve gerçekler ölümün nefesi gibi enseme çökmüşken öylece idam edilmek istemiyordum.
“O kadar dolmuşsun ki, gevşeyemiyorsun,” dedi Gurur. “Bana öfkeli olman çok normal, Leydi. Ama sen benden çok kendine öfkelisin.”
“Doğru,” diye kabullendim, bunu beklemediği kesindi. Parmaklarını bel oyuntuma daha sert bastırdı. Çevremizi bir hale gibi saran kalabalık, dans edip eğlenmeye devam ediyordu ama ben bir anda dinginleşmiştim.
“Belki de benden o kadar nefret edersin ki sonunda kendini sevmeye başlarsın.” Kurduğu cümlede hissettirdiği gerçeklik, çok küçük bir an için ruhumun derinliklerine gömülmüş, benim bile varlığından bihaber olduğum bir yarayı tekrardan kanatacakmış gibi gelmişti. “Ama buna izin verir miyim? Bunu henüz bilmene gerek yok.”
“Vermezsin.”
“Yalnızca aptallar kesin konuşur,” dedi Gurur, sesi bir ruhun kendi içinde yolunu kaybedişi gibiydi ve bu kayıp ruh, kesinlikle benim ruhumdu.
“Sen kesin konuşmuyor musun?” diye sorduğumda, parmakları belimde anlayışla kaydı ve dokunuşu omurgamdan buz gibi bir hissin yukarı tırmanmasına neden oldu.
“Ben görüyorum, sen ise sadece gördüğünü sanıyorsun.” Parmaklarını o noktadan çekmedi, gözlerime pus oturmuştu ama yine de az ileride dans eden arkadaşlarımı seçebiliyordum. “Sen sadece gördüğün şeyler için kesin konuşabiliyorsun, bu aptallık ama ben görmekle kalmıyorum, senin gördüklerini yaratıyorum. Bunlar birbirinden farklı.”
“Kendini beğenmişsin. Ama sorun bu değil, yani kendini beğeniyor olman değil, sorun tamamen bencil olduğunu düşünüyor olmam ve bence bu düşünce yanlış değil.”
“Sana aptal dememem için şimdi kesinliğinin önüne bence duvarı örerek beni durdurmaya çalışıyorsun ama söylediklerimde ciddiydim,” diye mırıldandı. “Zeki olduğun doğru ama bu seni aklı başında biri yapmaz. Zeki olduğun doğru ama bu seni bir aptal olmaktan da kurtarmaz.”
Yavaşça ondan uzaklaşmak istedim, alkolün yarattığı sakinlik bir yere kadardı, artık nefes almaya ihtiyacım vardı ve Gurur’un kollarındayken bu mümkün değildi. Avucumu göğsüne koyduğumda, gözleri gözlerime yavaşça tutundu. Buz sıcağı gözleri, tüm ışıkları duvarlardan çalarak içine hapsetmiş gibi yansımalarla çevrili görünüyordu. Geri çekileceğimi anlamış gibi göğsünde duran elimin üzerine avucunu bastırdı, kafamı biraz daha kaldırdım ve gözlerini daha net görebilme isteğiyle ona baktım.
“Bir tuzak kurdun ve ben o tuzağa bir tuzak olduğunu bile bile yürüyorum.” Elimi geri çekmeye çalıştım ama Gurur öyle güçlüydü ki bunu yapamadım. “Bunu bana yapmak zorunda mıydın?”
“Sana tuzak kurmadım,” dedi. Gözlerini indirmiş gözlerime bakarken ona inanmamı mı bekliyordu? “O gece bir tuzaktı ve o tuzağa yakalandığında yanında ben vardım.”
“Reddetmek zorunda hissediyorsun,” dedim yavaşça.
“Bunu seninle tartışmayacağım, Zeliha.”
Geri çekilmek istediğimde elimi daha sıkı kavradı, dudaklarımdan ıslıklı bir nefes dökülürken kafamı kaldırıp Gurur’a çatık kaşlarımın altında cayır cayır yanan gözlerimle baktım.
“Hava almak istiyorum,” dedim kısık sesle. “Bırak.”
“Olur, alırız. Birlikte.”
“Yalnız kalmak istiyorum.”
“Kanında bardaklarca içki dolaşırken mi? Beynini kısıtlı mı kullanıyorsun anlamıyorum ki?” dedi sorar gibi, bu esnada gözlerini de öyle bir devirmişti ki çok küçük bir an için onun oyunbaz bir çocuktan fazlası olmadığını düşünmüştüm. Oysa fazlasıydı. Profesyonel bir şekilde silah kullanıyor, herhangi bir cismi kolayca ölümcül silahlara çevirebiliyor, ustaca bıçak kullanıyordu. Böyle birinin oynayacağı her oyun kanlı olmaz mıydı? Beş yaşlarındaki Zeliha kafasını kaldırıp zihnimdeki karanlık gölgelere ürkek bakışlar atarken, “O bir asker, öyle biri değil,” diye fısıldadı güvenle. Ona nasıl güvenirdi?
“Sadece bir an için kendini benim yerime koysana,” diye fısıldadım, gözleri dudaklarıma kaysa da saniyelerle yarışırcasına yeniden gözlerime tırmandı.
Buz sıcağı gözleri tenimi yakıyor, ruhuma sızıyor, içime işliyordu ve sanki gözlerini gözlerime diktiğinde zihnimdeki tüm kelimeler çırılçıplak onun yatağına uzanıyordu. Elimi yavaşça geri çektiğimde beni özgür bıraktığını fark etmek, içimde derin bir boşluk oluşmasına neden oldu. O boşlukta bir darağacı vardı; o darağacında sustuğum kelimeleri de asardım, hiç gerçek olmayacak hayalleri de. O darağacı, bana gerçekliği hatırlatan bir morg gibiydi.
Kimseye bir şey hissettirmemek için yüzüme sahte bir gülümseme çizdiğimde, Gurur’un bakışları birden o gülümsemenin donuk çukurlarına düştü ve bedeni buz tutmuş gibi öylece kaskatı kesildi. Dişlerini sıktığını yanaklarına çöken karanlık gölgelerden, elmacık kemiklerinin bir dağ gibi dışarıya doğru duran sivriliğinden anlamıştım. Kirpikleri gözlerinin rengini örten bir perde gibiydi, buna rağmen gözleri gülümsememdeydi.
Elimi yavaşça koluna koydum, avucumun içindeki tüm ılıklığı ona hissettirmek istiyormuş gibi kolunu okşadığımda bakışları dudaklarıma çizilmiş sahte gülümsemeden ayrılarak gözlerime tutundu; yüzü buzun yüzeyi gibi görünse de o buzun hemen aşağısında alevler yükseliyordu. Avucum kolu boyunca aktı, elinin üzerinden geçti ve ondan ayrıldı. Yanından geçerken beni durdurmayacağını biliyordum, kalabalığın ortasından geçmişin yarasını bir kabuk gibi sırtımda taşıyarak geçip gittim.
Mekânın kapısına attığım her adım suyun içine düşüyordu sanki ama ben ne kadar yürürsem yürüyeyim, o su beni içine almıyordu. Attığım her adımda içine girdiğimi düşündüğüm sular yavaşça zihnime doluyor, zihnimde ne kadar kelime varsa yükselen suyun içinde yüzerek son kez zihnimin duvarlarına dokunuyor, sonra da yardım çığlıkları atarak yavaşça boğulup ölüyorlardı.
Kapıdan çıkmamla soğuğun beni karşılaması bir oldu. Kollarımı bedenime sarıp mekânın merdivenlerini indim, sokak kalabalıktan arınmış, sakinliği giyinmişti ama geceyi sabaha bağlayan saatlerde eğlenceyi içinde bir kalp gibi taşıyan mekânların çoğu hâlâ açıktı, müzik sesleri sokağın tam ortasında birbirine tutunuyordu. Sol omzumun üzerinden sokağın diğer ucuna baktım, ileriden aşağıya doğru bir yokuş iniyordu, bu yokuşun bağlı olduğu bir sokak daha vardı, o gece o yokuştan Kestane ile indiğimiz ânı hatırlamak boğazımı düğümledi. Birden kendimi o gece hissettiğimden daha savunmasız hissettim; daha savunmasız ama daha güçlü.
“Böyle olmak zorunda değildi,” dedim kendi kendime. “Ama oldu, artık dik durmak zorundasın.”
Bakışlarım yavaşça mekânın çaprazında, ışıklardan uzak, karanlığın koynuna uzanmış gibi görünen koltuklara kaydı. Yüzeyi kesin nemli olmalıydı, hava öyle soğuktu ki tüm kumaşını kaplayan soğuğu, dokunduğum an parmaklarımda ıslaklık olarak hissedeceğime emindim. Derin bir nefes alarak koltuklara doğru ilerledim. Sokak lambası sanki burası yasaklı bölgeymiş, karanlık bu noktaya hiçbir ışığı kabul etmiyormuş gibi dökülemiyor, karanlık ile aydınlık tam ortadan bir çizik şeklinde ikiye ayrılıyordu. Ait olmaya başladığım karanlık tarafa geçip tıpkı düşündüğüm gibi nemli olan koltuğun üzerine oturarak derin bir nefes aldım.
Kafam allak bullaktı, dakikalar ise birbirinin üzerine binen ağrı verici damarlardan farksızdı. Birkaç kez mekânın kapısı açılmış, müzik sokağı inletmiş, dışarı çıkan gençler ya birer sigara içmiş ya da mekânın önüne gelen taksiye dut gibi sarhoş hâlde kahkahalar atarak binip uzaklaşmışlardı.
Mekânın kapısı yeniden açıldı ve bir kızın kahkahası tüm sokağı inletti. “Aman Allah’ım, Sercan! İçerideki o kızın telefon numarasını kıçına yazdığını mı söylüyorsun? Bunu nerede yaptırdın?”
Sercan olduğunu düşündüğüm çocuk, “Öyle güzeldi ki, telefon numarasını yazması için istediği her yeri açabilirdim, kusura bakmayın gençler,” dedi.
“Zavallısın, seninle dalga geçiyordu kesin!”
“Hayır, eve döndüğümüzde götümdeki numarayı benim için telefonuma kaydetseniz iyi olur!” Kahkahalarla gülüyorlar, bir yandan da taksi çağırmak için bir şeyler geveleyip duruyorlardı. Kollarımı göğsümün üzerinde topladığım anda mekânın kapısı bir defa daha açıldı ve gürültü birdenbire kesiliverdi.
“Buradan gitsek iyi olur,” diye fısıldadı kız, muhtemelen Sercan’a sokularak söylemişti bunu.
“Gerilmenize gerek yok,” dedi tanıdık gelen bir ses. “Sadece abartmadan, olay çıkarmadan gitseniz iyi olur.” Bu ses kesinlikle Ufuk Arslan’ın sesiydi. Komiser Ufuk Arslan. Sertçe yutkunup oturduğum yerden kaykılarak uca yaklaştım, bir şeyler duyabilme ümidiyle nefesimi tuttum.
“Biz gidelim bence de,” dedi kız kısık sesle.
Sercan, “Ceplerimi arayabilirsiniz komiserim, kesinlikle mal yok,” dedi alayla ama sonra Ufuk ona öyle bir bakış atmış olacak ki, Sercan birden sessizliğe gömüldü. Çok geçmeden taksinin sesini duydum. Aracın kapıları kapanırken anlık bir sessizlik oluşmuştu.
“Şu aptal ergenlere biraz olsun tahammülüm yok,” dedi tok bir kadın sesi, çekici sesin sahibinin kim olduğu açık ve netti. Cenan Kaplaner.
“Burası sana göre değil, Cenan,” dedi Ufuk, sesi sıkıntılıydı. “Bu şekilde ona yaklaşamazsın, sadece onun gözüne batmaya başlarsın. Kim derslerine girdiği bir öğretmenin, özellikle de Ankara’nın en bilinen avukatı olan bir öğretmenin gecenin bu saatinde, bu ergen dolu kutuda eğlendiğine inanır ki?”
Siktir, benden bahsediyorlardı. Kalbim birden yakalanma korkusuyla hızla çarpmaya başlasa da kanımdaki alkol ağır bastığından mıdır bilinmez sakince bacaklarımı birbirine bastırıp, alt dudağımı ısırarak yere devrilerek büyüyen gölgelerine baktım. Cenan, saçlarını geriye doğru atıyordu, Ufuk ise ellerini ceplerinin içine sokmuştu.
“Zeliha çok zeki bir kız,” dedi Cenan düşünceli bir sesle. “Onunla ilerlersem sana tahminlerimin ne kadar doğru olduğunu kanıtlayabilirim.”
İsmimi onun ağzından duymak, damarlarımın içinde keskin buz sarkıtları yüzüyormuş gibi hissettirmişti. Ufuk öksürdü, ardından gölgesinden gördüğüm kadarıyla avucunu ensesine götürdü.
“Aptal bir veteriner için bu kadar uğraş vermen anlamsız. Hem Zeliha çok normal davranıyordu, o bir güzel sanatlar öğrencisi değil, bir hukuk öğrencisi. Oyunculuğu o kadar iyi olamaz. Özellikle de damarlarında o kadar çok içki dolanıyorken.”
“O benim öğrencim,” dedi birden Cenan. “Onun kahverengi gözlerinde neler gördüğümü bilsen, aklını kaçırırdın. Ufuk, sana söyledim. Zeliha beni sonuca götürecek ve o göt veteriner umurumda bile değil, anladın mı? Beni Hakan Basri Şenkaya sonucuna ulaştırabilecek tek kişi Zeliha.”
“Ne zaman Hakan Basri Şenkaya’nın hayalet bir kahraman olduğunu kabul edeceksin, Cenan?” Ufuk, sıkılmış gibi ofladı. “Bak, Zeliha sadece yirmi üç yaşında küçük bir kız çocuğu, Hakan Basri Şenkaya’yı hayatında bir defa bile görmediğine o kadar eminim ki. O herifi ben bile görmedim.”
“Ama ben gördüm!” Cenan irkilerek etrafına bakıp, Ufuk’a yaklaştı. “İçeride öğrencim ve arkadaşlarıyla eğlenen heriflerin tamamı onun timinden.”
Ufuk dişlerini sıkıp, Cenan’ın kolunu kavrayarak fısıldadı. “Devlet için Hakan Basri Şenkaya’nın altın değerinde olduğunu, onun için hepimizi harcayabileceklerini biliyor musun? Neye, kime kafa tutuyorsun? Diyelim ki bu bir cinayet, ki ortada bunu gösteren bir delil bile yok, rüyanda mı gördün katili? Nasıl bu kadar eminsin, Cenan?”
“Bir daha sakın kafana göre koluma dokunma,” dedi Cenan, Ufuk’u sertçe itti, o koca siyah gözleriyle adamın gözlerine bakarken ölümü harelerinde taşıyor olmalıydı. “Ben bu her tarafından gül fışkıran göt kadar şehre boşuna gelmedim, Uğur!”
Yüreğimdeki korku her ne kadar büyük olursa olsun hiçbir şey hissetmiyormuşum gibi bir heykelden farksız oturmuş onları dinliyordum.
“Kimse bu kadar profesyonel intihar edemez. Hiçbir katil işini bu kadar profesyonel halledemez. Hakan Basri Şenkaya’yı ben tanıyorum, sen değil. Devletin ilah gibi gördüğü o herifin aslında kim olduğunu benden başka kim bilebilir?”
“O adama hissettiğin tek şey öfke mi?”
Cenan sustu, Uğur da bir süre sustu.
“Bana anlatmadığın şeyler var, üzgünüm ama sana yardım edemem,” dedi Ufuk sonunda ellerini havaya kaldırarak. “Yıllar önce kulağıma çalınan hiçbir şeyi senin ağzından duymadım. Ben konuyu dahi bilmiyorken senin bu denli emin olman bendeki dengeleri değiştirmez, Cenan.”
“O veteriner bozuntusunun evine girip araştırma yaptınız mı? Hayır. Neden?” Cenan’ın bu sorusu kalbimi yerinden hoplatmıştı. “Bu adamın sicilinden başka neyini biliyoruz? Belki bir günlüğü, bir ajandası, ne bileyim bir şeyler karaladığı bir bilgisayarı var ve günler geçmiş olmasına rağmen neden gidip evini aramıyorsunuz?”
“Adamın kaldığı ev, kullandığı bilgisayar, eşyalar kendisine değil arkadaşına ait, izin çıkmadan bunu yapamam,” dedi Ufuk.
“Bu çok saçma, Ankara’da işler böyle yürümez. Burada gül kokusundan mı bu kadar umut dolu bakıyorsunuz?” Cenan, artık daha sert konuşuyordu. “Yarın o bilgisayarı bana getir, sana yemin ederim bir şeyler bulacağım. İntihar edip etmeyeceğini kanıtlayacak bir şeyler bulacağım.”
“Bunu yapamam,” dedi Ufuk. “Bu suç.”
“Umurumda bile değil,” diye mırıldandı Cenan.
Bir hışırtı duyunca irkilip göz ucuyla arkama baktım, mekânın çöplerinin dışarıya taşındığı büyük, siyah demir kapı açık duruyordu. Omzumun üzerinden kapıya doğru bakmaya devam ettim. Müzik sesi aniden çoğaldığı için konuşmalar kesilmiş, Cenan bir taksi bulmak istediğini söyleyerek mekânın önünden ayrılmıştı. Demir kapıdan dışarı çıkan kişinin Gurur olmasını beklemiyordum ama içim birdenbire ferahlamıştı onu görünce. Parmaklarını kendi dudaklarına bastırdı, susmamı istiyordu, başımı sallamakla yetindiğimde adımları ağır ağır bana doğru düşmeye başlamıştı.
Ufuk’un telefonla konuştuğunu duysam da algılarım bilgisayara saplı kaldığından gözlerimi Gurur’dan çekmeden başımı iki yana sallayarak, “Hemen konuşmalıyız,” diye fısıldadım. Yavaşça başını salladı, keskin çenesiyle arkasında duran büyük plastik çöp kovalarını işaret edip sırtını dönerek aksi yönde benden uzaklaşmaya başladı. Oturduğum yerden çıt çıkarmadan kalkmak için avuçlarımı soğuktan ıslak hâle gelmiş koltuk kollarına bastırıp yavaşça doğruldum. Başım her ne kadar dönüyor olsa da bilincim zihnimin kıyılarında dimdik duran, dalgaların önünü kesen bir kaya gibi olduğu yerde beni bekliyordu.
Gurur, çöp kovasının önünde dikiliyordu, tam arkasından geçip bakışlarımı sokağın diğer ucuna çevirerek, “Neler duydum tahmin bile edemezsin,” diye fısıldadım.
“Bir şeyler duyacağını bildiğim için buradayım,” dedi sadece. Bana değil, çöp kovasına bakıyordu.
“Veterinerin bilgisayarını istiyor Cenan. İntihara meyilli olup olmadığını araştırmak için adamın hangi sitelerde takıldığını, dosyalarını falan kontrol edecek kesin. Üstelik henüz izin çıkmadığı için bilgisayara erişim sağlayamıyorlar,” dedim heyecanla ama Gurur’un bundan haberi varmış gibi dudağının kenarı yukarı büküldüğünde kaşlarım şaşkınlıkla çatıldı. “O bilgisayarı ele geçirmezsek ebemize neler yapabileceklerini biliyor musun? Cenan bu kez peşimizi asla bırakmaz. Benden bahsetti. Bizden şüpheleniyor.”
Bana doğru dönüp, başını omzuna yatırarak göğsümü iki büklüm eden bakışını takındı.
“Seni beni tutabilecekleri bir maşa olarak kullandıklarının farkında değil misin?” diye sordu yavaşça, duraksayıp ona anlamadığımı belli eden gözlerle baktım. Gurur, huzursuz, tehlikeli bir gülümsemeyle bana baktığında kalbim artık korkunun esiri olmuştu. “Dışarı çıktığını biliyorlardı, Zeliha.”
“Ne?” diye fısıldadım.
“Korku. Korku insana yapmaması gereken şeyler yaptırır. Ve o kaplan hafızalı kadın, bir insanı nasıl korkutacağını biliyor.” Bana doğru bir adım atınca göğsümün içindeki kalp yerinden oynadı. “Korkup o eve gitmemizi, bilgisayarı almamızı istiyorlar. Belki de içine bakmamızı. Ama bir şekilde o eve gideceğimizi umut ediyorlar. Aptal mısın? Bir insanın intihara meyilli olup olmadığını girdiği sitelerden anlayamazsın. Her insan evinde elbet bir kez bile olsa cinayet videoları izlemiştir, intihar ile ilgili şeylere denk gelip araştırmıştır.”
“Anlayamıyorum…”
“Bence ara sıra beyninin şartellerini indiriyorsun,” dedi.
“Ama haklı olabilirler, ölümle sonuçlanan intihar vakalarında bilgisayarların arama geçmişleri kontrol edilir,” dediğimde bana düz düz baktı.
“Bunu çoktan yaptılar,” dedi. “Amaçları beni olmasa bile seni o eve çekmek.”
“Neden?”
“Emin olmaya ihtiyaçları var da ondan.”
“Ama ya…”
“Aptal olma,” dediğinde soğuk parmaklarını yanağıma sürttü, bir adım geri çekilip gözlerimi kaldırarak ona baktığımda başım gerçekten pervane gibi dönüyordu. “Yarın o kaplan hafızalı kadının karşısına gideceksin ve benim çita olduğumu unuttuğunu ona hatırlatacaksın,” dedi alaycı bir sesle, kalbim gümbür gümbür çarparken kaşlarım çatıldı. “Ondan daha hızlı koşuyorum, Zeliha.”
“Ben…”
“Gidip ona onu duyduğunu, Hakan Basri Şenkaya’yı tanıdığını ama söylediklerini anlamadığını söyleyeceksin,” dediğinde ona kocaman gözlerle baktım. “Çok sarhoştun, burada oturuyordun ve onları duydun, korku ve paniğe kapıldın, hiçbir şeyi anlayamadın. Hakan Basri Şenkaya’yı tanıyorsun, bizim başımız olduğunu biliyorsun ve gizli bir bilgi olduğu için onu herkese benim abim olarak tanıtıyoruz. Bunları söyleyeceksin. Ve o da elinde olmadan sana karşı güven kazanmaya başlayacak. Tıpkı bir ceylan yavrusu gibi, kaplanın içindeki şefkati dışarı vurabilirsen, o koca dişlerini sana geçirmek yerine seni korumak için kullanacaktır.”
“Hakan Basri Şenkaya’dan bahsettiğini nereden biliyorsun?” diye sordum güçlükle yutkunurken.
“Bir oyuna kalkışırsa, inanman için zehri önce ağacın köküne bırakır. Sen, ben ve diğerleri onun için bir ağacız ve kökümüz de Muşta.” Yamuk bir şekilde gülümsedi. “Beni boşa atma, Matmazel Sarhoş.”
“Neden duyduğum anda ortaya çıkmadığımı sorgulayacaktır.”
“Duyduğun anda Cüneyt Arkın gibi ortaya atılsaydın, işte o zaman korkunun ilk reaksiyonunu gösterdiğini düşünürdü.”
“Nasıl bu kadar zeki olabilirsin?”
Kaşlarımın ortasındaki yarık da bunu sorguluyor gibiydi. Gurur, böbürlenerek güldükten sonra kollarını geriye atıp esneme hareketi yaptı. Kafamın içi karman çormandı, bu yüzden ona öylece bakmaktan ileriye gidebildiğim söylenemezdi. Öyle de böyle de Cenan beni bir tuzağın içine çekmeye çabalıyordu. Az daha Ufuk’un bana inandığını bile düşünecektim. Kahretsin! Bu işte yalnız değildi. Birden kandırılmanın etkisiyle içim öfkeyle dolup taştı. Onun için iyi herhangi bir duygu besleyeceğime kesinlikle inanmıyordum. Beni bir fare gibi görmüş, kurduğu kapanın içine koyduğu bir parça peynirin kokusunu takip ederek o kapana gireceğim ânı beklemeye başlamıştı.
Çok küçük bir an için bana bakan gözlerinde gerçekten güvene rastlayabileceğimi düşünmek öyle büyük bir aptallıktı ki.
“Bir çakal çıkmazındayız, Zeliha,” dedi Gurur bana iyice yaklaşıp, sınır ihlali yaparak kokusunu içime taşırken. Yavaşça yutkunup kafamı kaldırarak uzun adama baktım. “Ya elimi tutarsın, seni çıkışa götürürüm. Ya da elimi bırakırsın, çıkışı bulan tek kişi ben olurum ve arkama bile bakmam.”
Arkasına bile bakmayacağını zaten biliyordum. Başımı aşağı yukarı salladım, boğazım acıyor, başımın içi mahşer yeriymiş gibi yanıyordu. Gurur bir adım daha atınca, bir adım gerilemek zorunda kaldım ama bu onu durdurmadı, bir adım daha attı. Kokusu yüzüme vuran soğuk gibiydi, tenimi saran soğuk gibiydi, içimi kaplayan soğuk gibiydi; karlı bir gece gibiydi. Sırtım arkamızda kalan karanlık duvara yaslandığında birden afallayarak kafamı kaldırdım ve beni duvar ile arasına sıkıştıran adamın arkasına aldığı ışık yüzünden karanlığa gömülmüş yüzüne öylece baktım.
“Senden çok şey istemiyorum,” dedi, nefesi yüzüme çarpınca hafif bir alkol kokusu soludum, kirpiklerim gözlerime ağır geliyordu. “Cenan’ı ihanet edecek kadar sev, bana seni sırtından vursam bile âşık ol.”
“Sana âşık olmayacağım,” diye fısıldadım, sesim çatlamıştı. Ona âşık olduğumu düşünmek bile kalbimin kan kusmasına neden oluyordu.
“Ve bir şey daha istiyorum,” dediğinde yutkundum. “Kendini bana âşık olmayacağına inandırırsan, kimseyi bana âşık olduğuna inandıramazsın. O yüzden bu düşünceyi unut. Çünkü çakallarla dolu bu çıkmazı atlatabilmenin tek yolu benim.”
“Beni çıkmaza sokan sensin, o yüzden kılımı kıpırdatmasam bile beni bu çıkmazdan çıkarmaya mecbursun,” dedim çenemi dikerek. Gözlerim onun sırtına vuran ışıkları içine almıştı. Bana baktığını bilsem de buz sıcağı gözlerini göremiyordum. Yine de bakışları ölüm kadar ağırdı. “Ama yine de yapacağım,” diye fısıldadım, Gurur’un duraksadığını hissedebilmiştim. “Mecbur olmasam da senin arkanı kollayacağım ve sen bunun karşılığında kendini bu güneşin altında yakacak bile olsan beni gölgeye ulaştırmadan yanmayacaksın.”
“Bencilliğini sevdim,” dedi tehlikeli bir fısıltıyla. “Ama Zeliha, ben yanarsam seni de yanımda yakarım.”
“Yakamazsın,” dedim. “Ben nasıl sensiz çıkışı bulamayacaksam, sen de bensiz ne yaparsan yap bu şeyin içinden çıkamayacaksın.”
Göremesem de dudağının kenarının yukarı büküldüğünü fark ettim. Mekânın çıkış kapısının açıldığını duydum. Çok geçmeden Çolpan, “Nereye kayboldular?” diye sordu, bir yandan da yüksek sesle kahkaha atan Gaye’yi susturmak için Hüsrev’e sesleniyordu. Bedenim ateş hattındaymış gibi gerildi, geri çekilmek istedim ama Gurur beni kolumdan kavrayınca hareket yetim tıpkı düşünce yetim gibi bir anda infaz edildi.
“Bizi arıyorlar,” dedim. “Çıkmalıyız.”
Parmaklarını kaldırıp birden dudaklarımı parmaklarının arasına kıstırmasını gerçekten beklemediğimden ağzımın içinden hafifçe inledim, Gurur’un gırtlağından yükselen gülme sesini duyunca kaşlarım çatılmıştı. Büyük, soğuk parmaklarıyla dudaklarımı sertçe ezerken içimde anlam veremediğim bir his göğsüme doğru ilerliyordu. Uzun süre dudaklarımı sıktı ve sonra dudaklarımı bıraktı; dudaklarım uyuşmuştu.
“Yeterince kızarmıştır.” Burnumun ucuna vurdu. “Bu karanlıkta öpüşmekten daha fazlasını yaptığımızı düşünmelerini istemezsin, o yüzden ilgiyi dudaklarına yüklüyorum. Hoyratça öpüştüğümüze inanmalılar, sevgilim…”
“Tam bir hıyar gibi davranıyorsun,” dememle, ağzının ortasına sert bir tokat yapıştırmam bir oldu. Avucumdaki uyuşma büyürken, gölgelerin arkasına saklanan korku, başını dışarıya doğru uzattı; kalbimin atışları sanki yaşamın son adımlarını atıyormuşum gibi ağırlaştı. Ona vurmuştum! Gurur Mert Çalıklı’nın tam ağzının ortasına tokadı geçirmiştim!
“İşte şimdi öpüştüğümüze inanırlar,” diyerek omzumla onu iterken korkudan altıma işeyebilirdim, “sevgilim.”
Sadece birkaç adımda beni yakalayabilir, beni o lanet duvara geri yapıştırabilir, hiç beklemediği anda ağzının ortasına indirdiğim tokadın hesabını sorabilirdi. Ama lanet olsun ki içime doluşan o korku hissinin aksine bir şey daha hissediyordum: Tatmin olmuştum. Onun koca ağzına vurmayı hep istemiştim, bu istek sonunda gerçeğe dönüştü ve Allah şahitti ki, ona vurmak, koca paket cipsi açıp en sevdiğim dizinin yeni sezonunu izlemekten daha keyifli hissettirmişti.
Ve biliyordum ki, hemen mekânın önünde bizi bekleyen kalabalık bir arkadaş grubumuz olmasaydı, o tokadın acısını fena şekilde çıkarırdı.
Kendimi ışığa attığım an, Gurur’un donduğu yerde bilgi akışını beynine geri yüklemeye çalıştığını biliyordum. Beni ilk fark eden Gaye oldu, Hüsrev’in kollarının arasında, aldığı alkolün etkisiyle beyaz yanaklarına kan oturmuştu ve karanlıktan çıktığımı görür görmez gözlerini kısıp, kaşlarını indirip kaldırarak, “Nerede olduklarını buldum!” diye bağırdı, aklından geçenlerin boş zamanlarında çizdiği Hentai türündeki resimlerle eşleştiğine öyle emindim ki.
Ayça, “Karanlıkta ne halt yiyorsun?” diye sordu, bir el bu soruyla doğru orantılı olarak sertçe belimi kavrayıp bedenini bedenime yaslayınca nefesim kesildi. “Ne halt yiyordunuz daha uygun bir soru olacak sanırım,” dedi Ayça.
Gurur, beni tehditkâr bir şekilde kendine çekip, bedenini bir silahmış gibi bedenime yasladığında sertçe yutkunup utangaç bakışlarımı Ayça’dan uzaklaştırdım. Ağzının ortasına indirdiğim tokat, zaten kan rengi olan dudaklarını daha da koyulaştırmış olmalıydı. Bu tokadın bedelinin ağır olacağını beden diliyle bana anlatan Gurur’un güçlü parmakları belime öyle bir saplanmıştı ki, belimde duran parmakları değil de etimi delip geçmiş bıçaklardı sanki.
“Hey, onları utandırıyorsun!” Bunu söyleyen bana biraz evvel seviştiğime eminmiş ve eve gittiği an çizim bilgisayarını açıp bunu resmedecekmiş gibi bakan Gaye’den başkası değildi. “Hüsrev artık beni karanlıkta sıkıştırmıyor bile. Çok heyecanlı…”
Hüsrev yavaşça öksürüp, “Bir daha abartmana izin vermeyeceğim,” diye homurdandı. “Sarhoş kedi seni.”
Yener hain hain sırıtıyordu, biraz alkollü olduğu her hâlinden belliydi. “İmreniyorum sana kanka,” dedi Gurur’a. “Bütün gece kızgınlıktaki bir erkek köpek gibi Adnan’ın bacağına kerkindim.”
“Pislik,” diye homurdandı Ayça.
“Aptal adam,” dedi Adnan, Yener’in kafasına sertçe vurarak. Onları bir ceviz ve ceviz kıracağı olarak hayal etmeme neden olan bir görüntüydü bu. “Bayanların yanında nasıl konuşman gerektiğini öğretemedim sana. Gidip oğlumla ilgilenmem gerekiyorken bütün gece senin peşinde süründüm.” Büyük elini aniden alnına koyunca irkildim. “Bayan Simi’ye ona yaş mama getireceğim konusunda söz vermiştim. Hâlâ uyumayıp koridorda beni beklediğine eminim, eğer elim boş gidersem bütün hafta koridora kakasını yapacaktır. Açık bir market bulmalıyız Yener, gel oğlum.”
“Kuçu kuçu da deseydin,” diye homurdandı Yener. “Gel oğlum diyor, bir kere de güzel bir dişi geçerken tut kıs kıs desen keşke, Adnan.”
Gurur, belime parmaklarını biraz daha bastırınca nefesim kesildi ama renk vermemek için ona doğru yaslanıp alt dudağımı dişlerimin arasına hapsettim. Onunla yalnız kalmamalıydım, bir an önce arkadaşlarımın peşine takılmak, bir taksiye atlayıp eve dönmek istiyordum ama içimden bir ses işlerin bu şekilde yürümeyeceğini söylüyordu. Aklından ne geçiyordu?
Ayça, “Eve gidelim, üşümeye başladım,” dedi.
Devran, “Benim uğramamam gereken bir yer var,” dedi. “Güzel bir geceydi.”
Yener, “Birileri kaçak bina dikmeye gidiyor galiba,” dedi alayla kaşlarını indirip kaldırarak.
Devran gergin bir bakış atıp, “Bütün gece Adnan’ın bacağına kerkinmekten başka bir şey yapmayanın aklının fikrinin buralarda olması normal,” dedi. “Odaya döndüğümde o ayakların yataktan aşağı sarkmış olursa onlardan bir fiyonk yaparım.”
“O son sarışını kaçırmayacaktım,” diye iç çekti Yener.
Devran’ın gidişini izlerken bile Gurur’un parmakları belimdeydi, beni bırakmadığı her saniye, içimdeki alevler yükselerek cesaretimi tutuşturmaya başlıyordu. İçimde parlayan son cesaret parçası da alevlerin esiri olduğunda, Ayça sonunda gözlerini devirerek, “Çolpan, binelim bir taksiye gidelim, bu çillinin bizimle geleceği yok,” diye söylendi. Tam aksini söylemek istediğimdeyse Gurur bunu hissetmiş gibi parmaklarını belime daha sert bastırdı. “Daha fazla içip sarhoş olmuyorsun, ona göre,” dedi Ayça ve gözlerini Gurur’a çevirdi. “Sabah arkadaşımı tek parça görmek istiyorum. Yüzünü ezberime aldım, onun başına bela açarsan ömür boyu üzerine çöken karanlık gölge olurum.”
Çolpan ve Ayça bir taksi bulmak için bizden ayrıldıklarında, Hüsrev de hâlâ kahkahalarıyla sokağı birbirine katan Gaye’yi onları bekleyen taksiye doğru yürütmeye çalışıyordu. Gaye öyle çok sarhoştu ki, hangi ara bu kadar içtiğini bile anlamamıştım. Evet, Gaye sarhoş olduğunda gerçekten kendini kaybeder, bir süre sonra da her tarafa kusmaya başlardı; gördüğü her yabancıya sarılmasından bahsetmek bile istemiyordum. Yener, Gaye’nin arkasından dehşetle bakıyordu.
“Sarhoş olunca buna dönüşen kızlardan Allah bizi korusun,” dedi Yener korkuyla. “Bu kesin taksiye bir kova kusar.” Kollarını bedenine sarıp titredi. “Ürperdim…”
“Başlatma ürpermene, sapık adam. Yürü. Gidiyoruz.” Adnan, Yener’i yakasından tutup çekince, Yener gözlerini devirdi. “Bir ihtiyaç var mı, kardeşim?” diye sordu Adnan, Gurur’a. “Ben Bayan Simi’nin yaş mamasını alacağım, sonra da bu ırz düşmanını odasına kadar bırakıp şehirdeki bayanları tehlikeden uzaklaştırmış olacağım.”
“İnciniyorum, Adnan.”
“Kes sesini, namussuz adam.”
“Benim de duygularım var, emekli yarbayın genç karısıyla silah deposunda basıldım diye neden bana şerefsiz muamelesi yapıyorsunuz, içim hiç mi çekmiş olamaz?” Dehşet içinde Yener’e baktım.
“Sadece o mu lan? Astsubay Rıza Koçhan’ın kızıyla da basıldın…”
“Dur dur,” diyerek onları durdurdum. “Anlatma, Adnan.”
“Özür dilerim Bayan Yenge ama sizi uyarıyorum, arkadaşlarınızı bu kırmızı bültenle aranan sapıktan uzak tutun.”
“Zeliha yengemin arkadaşları benim de arkadaşlarımdır.”
“Hadi oradan, adi adam,” dedi Adnan.
Yener kafasını kaldırıp kendinden uzun olan Adnan’a kur yapar gibi bakarken, “Efendim hayatım?” diye sordu.
“Bu konuşma burada bittiyse artık gitsenize,” dedi Gurur, onu görmesem de gözlerini devirdiğini hissetmiştim. “Zeliha ve benim işimiz var.”
Yener kolunu kaldırıp, kendinden uzun olan Adnan’ın omzuna koydu. “Nasıl işler mesela?” diye sordu o pozisyonda.
“Sadece git, Yener,” dedi Gurur, sesi her ne kadar ifadesiz olsa da Yener birden ciddileşerek kolunu Adnan’ın omzundan indirip başını salladı. Bu değişim içimdeki kuşkunun büyümesine neden oldu.
“Ben eve gitmek istiyorum,” diye fısıldadım, gözlerim direkt Adnan’a kaydı çünkü burada bana biri yardım edebilecekse, bu kesinlikle bu koca adam olurdu. Adnan’ın koyu renk gözlerinin gölgesi gözlerime düştüğü an, ona yardım istiyormuş gibi dikkatle bakmıştım.
“Gurur,” dedi Adnan gözleri benden ayrılıp arkadaşına çevrilirken. “Kızı eve ben bırakırım.”
“Onu eve bırakacağımı nereden çıkardın, Çivi?” Gurur’un sesindeki soğuk fırtına, cesaretimi altında saklayan zayıf çatıyı tek bir hamleyle uçurdu.
“Burada olmak istemiyor,” dedi Adnan, sesi sakindi, Yener ise hiçbir şey söylemeden ikisini izliyordu; bana değil, arkadaşlarına bakıyordu.
“Zeliha’nın neyi isteyip neyi istemediğiyle niye ilgilenesin ki?” Gurur’un sesinde soğuk bir zincir vardı, kelimeleri ne zaman bir adım atsa, o zincir yerde sürüklenerek ürkütücü sesler çıkarıyordu; tehlikenin attığı adımlar gibiydi.
“Neden bu saatte seninle kalsın ki? Onunla bir işin varsa bunu gece de halledebilirsin.”
“Bu neden seni ilgilendiriyor, Çivi?”
Gurur, parmaklarını belime bastırdı. Şimdi Adnan’ın gözleri bendeydi. Aralarında benim seçemediğim ama Yener’in net bir şekilde görüp kendini geride tuttuğu bir gerginlik vardı. Sanırım indirdiğim tokadın bir bedeli olacaktı, bunu düşünmek bile bileklerimin altında çağlayan nabzın dalgalanarak sersemlemesine neden oluyordu.
“Kız senden korkuyor,” dedi Adnan ciddiyetinden ödün vermeden. “Ve gitmek istediğini söylüyor. Hayatı yeterince mahvolmamış gibi bir de onu korkutamazsın. O senin oyuncağın değil.”
“Ne zamandan beri oyuncaklar sahiplerini tokatlıyor?” Gurur’un sorusu tenimde bir ölüm gibi kabardı, bakışlarımı Adnan’dan ayırmadım ama Yener birden ellerini ağzına kapatmış, gülmeye başlamıştı.
“Siktir!” diyordu gülerken. “Seni tokatladı mı? Ne? Bu el kadar kız seni tokatladı, öyle mi?”
Adnan ve Gurur aynı anda, “Yener, çeneni kapat,” dediler.
“Gurur, ne yapmaya çalıştığını anlayamıyorum,” diyen Adnan’dı, ellerini çenesine götürüp gergin bir şekilde çenesini kaşıdı. “İşleri daha da bombok mu etmek niyetindesin?”
“Peşimizdeler, Çivi,” dedi Gurur, bu gerçek birdenbire Gurur’a indirdiğim tokattan daha ağır bir yumruğu kalbime indirmişti. “Şüpheli listesinin başındayız. Muşta ve ekibi olarak. Bu kızı gözümün önünden ayıramam, bu onun da senin de bizim de felâketimiz olur. Bora’yı düşünmek zorundasın. Ben de kendimi düşünmek zorundayım.”
Yener birden, “Aranmaktan mı bahsediyorsun?” diye sordu, sesindeki şaşkınlık ölü toprağını elleriyle kazıp dışarı uzanmış bir cesedin beyaz elleri gibiydi.
Adnan sessizdi, sadece arkadaşına bakıyordu. Ne düşündüğü o kadar belirsizdi ki, onu saatlerce izlesem bile ne düşüncelerine ne de şu an hissettiği duygulara yaklaşamazmışım gibi hissediyordum.
“Beni duydunuz.” Gurur parmaklarını belimden çektiği an uzun zaman sonra ilk kez rahat bir nefesi ciğerlerime doldurabildiğimi fark ettim. “Sizin veya onun yapacağı en küçük hata, hepimizi ipe götürür. Cenan sandığımızdan daha zeki bir kadın. Bugün ilk yemini ortaya attı ve eğer zamanında burada olmasaydım, balık yemin kokusuna gidip oltanın ucuna takılacaktı.” Beni işaret ettiğini, tüm gözlerin bana dönmesiyle anladım. Başımı önüme eğip, yeterince zeki olmamanın getirdiği mahcubiyet duygusuyla sertçe yutkundum. Ne bilebilirdim ki? Daha önce hiç böyle bir şey yaşamamıştım.
Yener, “Cenan denen kadın bu işin peşini bırakmayacak,” dedi dişlerini gıcırdatarak. “Bizi neye sürüklediğinizin farkında mısınız?” Yargılamamak için kendini sıktığı apaçık ortada olsa da bir yanını saran tedirginliği göstermekten çekinmiyordu Yener. Adnan ise sadece düşüncelerle örülmüş bir duvar gibi öylece bizi izliyordu.
“Cenan bu işin peşini yalnızca Zeliha’yı severse bırakacak,” dedi Gurur. “Zeliha ile arama girmeyin çünkü öyle ince bir ipin üzerinde yürütüyorum ki onu, eğer tutmazsam düşecek ve düşerse arkasından kahramanlık gösterdiğiniz için değil, yakalandığınız için atlamak zorunda kalacaksınız.”
“Gurur haklı,” dedi Yener, Adnan’ın kalın kolunu kavrayarak. Gözleri beni buldu. “Üzgünüm Zeliha, kişisel algılama ama Adnan’ın küçük bir oğlu var. Bora’nın Adnan’dan başka kimsesi yok ve temizliği Adnan yaptı. Beni anlıyorsun, değil mi?”
“Anlıyorum,” diye fısıldadım.
Adnan, “Bu seni kollamayacağım anlamına gelmez,” dedi beni yatıştırmak istiyor gibi. “Bir oğlum var ama bir kızım da olabilirdi ve sen savunmasız küçük bir kızsın.” Bakışlarını ecele çeviriyormuş gibi Gurur’a çevirdi. “Bir daha onu bezden bir bebek gibi sarstığını görürsem, Zeliha’nın üzerinde yürüdüğü ipi ben sallarım ama düşen Zeliha olmaz, Gurur.”
“Bir oğlun var,” dedi Gurur. “O ipi değil sallamak, dokunamazsın bile.”
“Bora bir kızı öylece bırakan bir babası olmasını istemezdi,” dedi Adnan sertçe. “Ve sen ne kadar kardeşim olursan ol, yıllardır gördüğüm bir hatan olduğunda seni uyarmadan durmadım. Gerektiğinde seni durdurdum. Yine durdururum. Benim doğrularıma savaş açma.”
Gurur, başını iki yana salladı. “Ona zarar vermeyeceğim, sadece işimiz var, hepsi bu.”
“Telefonum her zaman açık,” dedi Adnan gözlerini Gurur’dan çekmeden ama bu cümleyi bana kurduğunu biliyordum. “İyi geceler.”
“Vay canına,” dedi Yener başını sallayarak kafasını kaldırmış Adnan’a bakarken. “Kadın olsaydım bana yeni bir külot borçlu olurdun çünkü muhtemelen şu an ıslaklıktan erimiş olurdu.”
İkisi mekânın önünden ayrılana kadar olduğum yerden bir adım bile kıpırdayamamıştım. Kanımda hüküm süren alkol her geçen saniye biraz daha geri çekiliyor, artık baktığım yerde gördüklerim soyutluktan çıkarak somuta dönüşüyordu. Bir süre biçimli ensesini izledim, önümde durmuş, sadece bekliyordu ve bu bekleyiş ne kadar sürecekti bilmiyordum.
“Üzgünüm,” diye fısıldadığımda bunun sebebi üzgün olmam değil, ondan ürkmüş olmamdı. “Sana isteyerek vurdum ama o âna geri dönsek bunu yapmazdım.”
“Bana vurman umurumda bile değil, anladın mı? Kompleksli gibi mi duruyorum?” diye sordu sertçe. “O küçük ellerinle bana attığın bir tokat yüzünden seninle ödeşmek isteyecek değilim. Beni takip et.”
Hiçbir şey söylememe fırsat vermeden yürümeye başladığında, aslında şaşkındım ama adımlarım onun sesinden duyduğu kelimeler tarafından çözülüp yere düşmeye başladı.
Saat kaçtı bilmiyordum ama gökyüzü hâlâ zifir kadar karanlık olduğuna göre güneşin doğumuna oldukça zaman olmalıydı. Firar ederek yanaklarıma dökülen kahverengi saçları kulağımın arkasına tıkıştırdığım sırada aracının önünde duruyorduk. Nereye gideceğimizi, ne yapacağımızı bilmediğimden ekstra gergin hissetmem gerekse de alkolün sırtımı sıvazlayan ellerini hâlâ tenimde hissettiğimden biraz daha rahattım. Gurur telefonunu açtı, bir numara tuşladı ve ardından telefonu kulağına götürürken bakışlarım omzumun üzerinden sokağın başındaki varillere kaydı. Büyük varillerin içinde saatler önce harlanarak yanan alevlerin geride bıraktıkları tek şey kalın duman tabakaları olmuştu.
“Sana bahsettiğim yere gidiyoruz,” dedi telefonun diğer ucunda onu bekleyen kişiye. Kaşlarımı çatıp ona bakmadım, onu dinlemediğimi, ilgilenmediğimi düşünmesini istiyordum ama içimdeki merak mezarlığı yeni cenazeler istiyormuş gibi düşüncelerin derin çukurlar kazmasına izin veriyordu. “Çivi’ye bile söylemedim. Arkamdan temizliğe gelmesini istemiyorum, onu daha fazla bu olayın içine çekemem. Bora’nın ondan başka kimsesi yok.”
Her ne kadar bencil götün teki gibi görünse de aslında öyle olmadığını içten içe zaten biliyordum. Gözlerimi ileride yanan sokak lambasının altına aldığı sokaktaki aydınlığa diktim, derin bir nefes aldığımda artık içimde bir duygu daha kulaç atıyordu: Anlayış.
“Halledemeyeceği bir şey olduğunu sanmıyorum, her şey benim kontrolüm altında olacak. Dediğini yaptı, bizi başka bir yere çekmeye çalıştı ama asıl yerden kendi bile bihaber. Muhtemelen bu gece olanlar patlak verse bile şüpheli listesinin sonunda olacağız.” Konuştuğu kişinin sesi cızırtılı gelse de o gür sesin cızırtıyla kaybolan kelimelerine rağmen Basri abiye ait olduğunu fark etmiştim. Ellerimi ceplerime koyup umursamaz görünmeye çalışarak ona baktım. Parmaklarını aracın tavanına vurarak ritim tutuyor, bir yandan da beni izliyordu. Sanki karşı taraf onu görebilirmiş gibi başını salladı. “Bok etmeyeceğim.”
Derin bir nefes almasıyla telefonun kapanırken çıkardığı sesi işittim. Kapatan karşı taraf olmuştu. Tekrar yüzüme düşen kahverengi saç tellerini kulağımın arkasına iterek, “Konuştuğun Muşta’ydı, değil mi?” diye sordum, bunu öğrenmem bir sorun teşkil etmiyormuş gibi onaylarcasına kafasını aşağı yukarı salladı. “Peki nereye gidiyoruz?”
“Alkolün seni daha sakin biri hâline getirmesinin ekmeğini yiyebileceğimiz bir yere,” dedi sarsılmaz sesiyle, yüzünün dikenleri geri çekilmişti. Anlamadığım için kaşlarımı çatınca gözlerini devirdi. “Öf ya, binsene işte şu arabaya.”
Öfkelenmek istesem de içimdeki öfke ateşi sönmüş gibi bunu başaramadan öylece ona baktıktan sonra kapıyı sertçe açıp ön yolcu koltuğuna yerleştirdim yorgun bedenimi. O kadar durulmuştum ki emniyet kemerini bağlayacak hâlim bile kalmamıştı. Sadece eve gitmek, yorganı kafamdan yukarı çekip bedenimin tamamını gözden kaybederek derin bir uykuya dalmak istiyordum. Gurur direksiyon başına geçip kapıyı sertçe kapattığı an aracın içinin titrediğini hissettim. Baskı başıma bir ağrı gibi yerleşti, omzumun üzerinden ona düşmanca bir bakış atmıştım ama bana o kadar bakmıyordu ki, orta parmağımı göstersem bile görmezdi.
“Nereye gittiğimizi bilmezsem gittiğim yerde sorun çıkarırım,” dedim anlık rahatlıkla. Gurur bir an kaşlarını kaldırıp bana karanlık aracın içini bile yaran korkunç bir bakış attı. “Ne? Yaparım bunu.”
“Yap ve sonra sana yapacaklarımı izle.”
Sesi tehditkârdı, umursamadım çünkü zaten yeterince tehdit altındaydım. Aracı çalıştırıp sürmeye başlayana kadar ağzımı açmamıştım. Emniyet kemerimi bağlamamam onun işine gelmiş gibi görünüyordu çünkü bindiğimden beri bunu bana bir defa bile hatırlatmamıştı. Belki de bilerek aracı bir duvara sürerdi, bir yerden falan yuvarlardı, ben de kaza sonucu hayatını kaybetmiş zavallı eski sevgilisi olurdum; sonuç, benden kurtulurdu.
“Bana neden öyle bakıyorsun? Seni öldürme planı kurduğum falan yok, çıkar kafandan şu saçma sapan cinayet teorilerini,” diyene kadar gözlerimi ona diktiğimin farkında bile değildim. Demek ki aklında böyle bir şey vardı ki bunu düşündüğümü anlamıştı! Gözlerimin elimde olmadan daha da kısıldığını hissettim.
“Emniyet kemerimi bağlamamı söylemedin, nereden bileyim beni bir uçurumdan yuvarlamayacağını?”
“Arabanın içinde ben de varım ulan.”
“Askersin sen, koskoca komandosun, beni itersin kendin son anda atlarsın. Ben yuvarlanırım, ölürüm oracıkta. Sen de arkamdan yalancıktan yas tutarsın. Ayak bağı oluyorum ben sana, değil mi? Niyetin beni öldürmek.”
Bana omzunun üzerinden dehşet içinde baktı.
“Tamam, bir daha alkol yok,” diyerek başını iki yana sallayıp önüne döndü. “Deliye bak, zikirmatiğe bağlamış oturduğu yerden komplo teorileri üretiyor.”
“Sana güvenmiyorum,” diye homurdandım. “Belki de yakışıklı suratıyla beni kandırmaya çalışan Azrail’sindir. Beni almak için gelmediğini ne bileyim ben?” Kollarımı göğsümün üzerinde birleştirip önüme döndüm, önümden akıp giden yola düşünceli gözlerle bakmaya başladım. “Bir yerde okudum, insanlar öldükten sonra bir süre öldüklerinin farkında olmazlarmış, öyle yazıyordu. Pek inanmadım ama yazılanlara göre yaşadıklarını sanarak hayatlarına devam ettiklerini görürlermiş. Belki de sen Azrail’sindir ve bu da bir araba değildir, beni koca süpürgene oturtmuş cehenneme götürüyorsundur şu an…”
“Azrail bir cadı değil mankafalı,” dedi Gurur, sonra bana yandan bir bakış atıp alayla güldü. “Yakışıklı suratım demek…”
“Çok da abartılı yakışıklı değilsin bu arada,” diye homurdandım ona itici bakışlar atarak. “Zorbasın, bencilsin, gıcıksın, acımasızsın, tehditkârsın, tehlikelisin, alaycısın ve sayabileceğim o kadar fazla kötü yanın var ki, suratındaki o koca ‘istediğim her dişiyle her an her yerde çılgınlar gibi sertçe’ yakışıklılığının hiçbir anlamı kalmıyor.”
Bir an gözleri gözlerimde asılı kaldı. Direksiyonu sıkıca kavrayan elleri direksiyondan ayrılmamıştı. Karşı şeritte ilerleyen aracın ışıkları yüzüne dokundu, suratının her bir kıvrımını ortaya sermek ister gibi onun hatlarına tutunarak yüzünü aydınlığa boğdu. Ardından araç yanımızdan kayıp gitti ve şimdi Gurur’un gözleri yine gece kadar karanlıktı. Dilini kan rengini almış dudaklarında gezdirince bakışlarım dudaklarına dokundu. Beni bu dudaklarla öptüğünü hatırlamak, yanaklarımın içine çökmüş bir cehennemin içini dolduran ateşler gibi yanaklarımı yakmaya başlamıştı. Gözlerini yavaşça dudaklarıma dokundurdu ama bu çok kısa süren bir bakıştı, ardından hızla gözleri yola çevrildi.
“Kafamı dağıtıyorsun,” dedi. “Bu huyunu sevdim.”
“Sen de benim kafamı dağıt desem acaba kafama levyeyle falan vurup mu dağıtırsın?” diye sordum saf saf.
Gurur birden içten bir şekilde gülünce, bu donup kalmama neden olan şey olmuştu. Gözlerine öylece bakakaldığımda, bana bakan gözlerinin kıyılarına şiddetli duygu dalgaları vuruyordu sanki. Yüzünü bana doğru çevirdiğinden alıp verdiği nefesler yüzümü okşuyordu.
“Acaba sana daha sık mı içirsem? Sarhoşken daha aptal oluyorsun ama her zaman olduğundan daha eğlenceli bir aptal.” Bakışlarım yüzünde öyle ağır duruyordu ki birden susup sadece bana baktı, karşı şeritten bir araç daha geçti, yüzünü ışıkla yıkadı ve sonra kaybolup gitti.
“Bana o gözlerle bakma,” dedi birden, boşluğuma gelen cümlesini içinde taşıyan ses, birden içimi ağrıtacak kadar ağır bir taşa dönüşmüştü. Şimdi daha sakindi, en azından bana bakan gözlerinde gördüğüm buydu ama çok geçmeden gözlerini de benden uzaklaştırıp yola çevirmişti.
Olanları takip eden saniyeler Gurur’un altımızdaki aracı biraz daha hızlandırmasıyla gecenin içine dökülmeye başladı ve bakışlarım bir süre sonra ondan koparak yola çevrildi. Isparta’nın sınırlarından neredeyse çıkmıştık ama dağ yolundan devam etmektense otobandaydık, gözlerim aracın göstergesine kaydı, saate baktım. Saat 02:56’yı gösteriyordu, bakışlarım yavaşça göstergeden ayrılarak uzaklara daldı. Isparta’dan çıktığımıza göre muhtemelen Isparta’yla sınırlı olan kaçma kovalama oyunumuz biraz daha geniş bir çembere taşınmıştı.
Burdur il sınırında olduğumuzu keşfetmemi sağlayan tabeladan ayrılan gözlerim yeniden ona çevrildi. “Neden buraya geldik?”
“Aradığımız şey Burdur’da.”
Bana bakmadan konuşması pek umurumda olmasa da birdenbire gurur yaptım ve ben de ona bakmayı kestim.
“Sarhoş olduğunu düşündüğün bir kızı, önemli bir iş için Burdur’a getirmen çok ahmakça,” dedim, sesim hiç de alkolün demirden parmaklarının arkasındaymışım gibi çıkmamıştı. Gurur bir şey söylemeyince derin bir nefes alıp gözlerimi camdan dışarı çevirdim.
İlk bakışta bir denizi anımsatan göl, büyük evlerin arkasına gizlenip beni izleyen bir canavara benziyordu. Yol o kadar tenhaydı ki, birkaç araç ve bir şehirler arası yolcu otobüsü dışında başka hiç hareketliliğe şahit olmamıştım.
“Veysel Sarıklıçay,” dedi Gurur anlamadığım bir şekilde. Bakışlarımı gölden uzaklaştırıp çatık kaşlarla karanlık aracın gölgelere çevirdiği ellerime çevirdim. Bu ismi hiç duymadığımı düşünüyordum ama bir yanım da bu ismin hafızama ait bir sayfada yazdığını söylüyordu.
“O da kim?”
“Veteriner. İsmi çok anılmadı olaydan sonra ama Cenan peşinde işte.”
Boğazıma kanlı eller yapışmış gibi hissettim ama renk vermedim.
“Peki Veysel ve Burdur ne alaka?”
“Göl yakınlarında bir evde dostuyla buluşuyordu,” dedi Gurur mekanik bir sesle. İşte şimdi bu konu epey dikkatimi çekmişti. “Dostu, yani sevgilisi evli bir kadın,” diye açıklayınca bir an sadece Gurur’a bakakaldım. “Tabii bunu ne arkadaşları ne de yakın çevresi bilmiyor. Veysel, kadınla gizlice göldeki evde buluşuyor. Ev kadının evi, Veysel’in değil. Veysel aniden ölünce de kadın sesini çıkarmıyor çünkü kocası Veysel’i öğrenirse büyük sorun çıkar.”
“Bu bilgiye polisler kolayca ulaşabilir,” dedim ve ekledim: “Yani yasak bir ilişki yaşadıkları bilgisine.”
“Veysel, akıllı bir piç kurusuydu.” Gurur, direksiyonu daha sıkı kavradı. “Kadınla fake, yani gerçek olmayan adreslerden konuşuyorlardı. Birbirlerinin telefonlarında numaraları bile kayıtlı değildi, hiç kendi numaralarından görüşmediler. Veysel arkadaşıyla yaşadığı için bilgisayarında da kadınla ilgili bir şeyler tutmuyordu çünkü bu ilişki kimse tarafından bilinmemeliydi.”
Yüzümü buruşturdum. “Yine de buna ulaşamazlar mı yani?”
“Ulaşamazlar,” dedi Gurur. “Kimse o narsist pezevengin yasak bir ilişki yaşadığını düşünmez. Üstelik sorgulanan hiçbir yakını da bilmediği için, hayatında biri olduğu bilinmiyor.”
Şaşkınlığı üzerimden atamamıştım. “Sen tüm bunları nereden biliyorsun?”
“Biliyor musun Yener sevgilisini kaybeden kadınlara mükemmel moral verir,” dedi birden Gurur ve gözlerim iri iri açıldı.
“Bu da ne demek?”
“Yener kadının acısını bir güzel paylaştı,” dedi Gurur eğleniyor gibi bir ifadeyle. “Her neyse. Vural’ın imla kurallarıyla arası çok kötüdür ama söz konusu araştırma olduğunda, hiçbirimiz onun kadar iyi stalk gücüne sahip değiliz.” Bakışlarım yüzünde büyümeye devam ediyordu. “Vural, Adnan’ın yaptığı temizlikten çıkanları kriminal incelemeyi aratmayacak bir özenle araştırdı. Adnan’a söylemedik çünkü bu temizliğe de burnunu sokacaktı. Biz de Adnan bir yerlere bir şeyini sokacağına, Yener soksun dedik.”
“İğrençsin,” diye fısıldadım.
“Yener, Cenan’ın bir işler peşinde olduğunu bu gece daha iyi anladı, artık o da ciddiye alıyor. Eminim o kadınla tekrar görüşecektir.” Bana yandan bir bakış attı. “Yakışıklı bir mimar olarak.”
“Ne?”
“Ne var? Kadınlar sık sık bir yerleri değiştirmeyi severler ve Yener’in de en sevdiği şey rol play.”
“Şimdi gittiğimiz yer göl evi,” dedim başımı aşağı yukarı sallayarak, ah, şimdi taşlar yerine oturuyordu işte. Peki ya neden oraya gidiyorduk? Kafamda bir soru kasırgası çıkmıştı ve düşüncelerim kasırgaya kapılırken zihnimde yer yerinden oynuyordu.
“Yavaş kavrıyorsun ama tekniğini beğendim,” dedi Gurur, sesi her ne kadar ölçülü olsa da içinde alay olduğu gerçeğini görmeme ihtimalim bile yoktu.
“Neden oraya gidiyoruz?”
“Evet, gerçekten yavaş,” diyerek başıyla kendi kendini onayladı.
“Hadi ama söyle bana.”
Araç bir sokağa saptı, şimdi göl tam karşımda tıpkı bir tablodan fırlamış gibi duruyordu. Gergin bekleyiş içimde yükselen dev alevler gibiydi. “Kadının göl evindeki bilgisayarını alacağız,” dedi. “Ve yanında birkaç şey daha almalıyız ki hırsız girdiğine inansın.”
“Ev soymaya mı gidiyoruz, Gurur?” diye bağırdım birden, gözlerim yuvalarından düşecekmiş gibi iri iri açılmıştı.
Omuz silkip dudaklarını büzerek omzunun üzerinden bana baktı.
“Siktir, yoksa maskelerimizi mi unuttum? Çantanı kurcala, bir çorabın olmalı, kafanı onun içine sokabilirsin.”
“Dalga geçmeyi bırak,” diye mırıldandım içimde büyüyen tedirginlik duygusunu bastırmaya çalışarak. “Madem fake hesaplardan konuşuyorlardı, neden kadının bilgisayarını çalıyoruz?”
“Çünkü emin olamayız,” dedi Gurur. “Veysel denen herif kadınla düzüştükten sonra kadının bilgisayarını ödünç alıp ona ait herhangi bir hesaba giriş yapmışsa, işte o zaman sıçmama ihtimalimiz on paket müshil yemiş filin sıçmama ihtimalinden daha düşük.”
Gözlerimi Gurur’a değdirmeden karanlığın hapsindeki parmaklarımla oynamaya başladım. Gitgide daha da karanlık bir sokağa çağırılıyordum ve her şeyden acısı elimdeki her şeyi geride bırakarak, en önemlisi de beni altında tutmayı sürdüren ışığa elveda diyerek o karanlığa doğru ilerliyordum. Bir soygun yapmadığım kalmıştı, sanırım bu gece onu da yapacaktım; bunun sonunda beni bekleyenin de ne olduğunu gerçekten bilmiyordum. Yakalanabilirdik, her şey tıpkı bir gecede başladığı gibi yine bir gecede bitebilirdi.
“Sessizleştin,” dedi düşünceli bir sesle, cevap vermediğimde bana baktığını biliyordum ama gözlerimi parmaklarımdan ayıramıyordum.
Lüks evlerin göle baktığı sokakta ilerlemeye devam eden aracın hızı düşeli çok olmuştu ama içimdeki duyguların hızı ilk günkünden daha yavaş değildi.
“Her neyse, aklına hangi aptal romantik anın geldi de durgunlaştın bilmiyorum ama kendine gelsen iyi edersin çünkü şu an tam da olmamız gereken yerdeyiz,” demesiyle eş zamanlı olarak araç birdenbire tüm hareket yetisini kaybetti. Kafamı kaldırıp tam karşımda duran koca göle umutsuz gözlerle baktım.
Gurur torpidoyu açtığında sessizlik onun hareketlerinden dökülen yankılardan uzaktı ama dudaklarımıza mühürlü bir yemin gibiydi. Konuşmuyorduk. Ne o ne de ben… Torpido gözünden bir bıçak çıkarınca tüylerim birden diken diken oldu. İçime saplanan korku hissiyle irileşen gözlerimi kaldırıp telaşla ona baktım. Bana bakmıyordu.
“O bıçak da nesi?” diye sordum, sesime düğümlenen paniği fark etmiş gibi yorgun gözlerini bana çevirip zayıf yanaklarının içini nefesle doldurdu.
Birden başımı iki yana sallayıp sırtımı yan tarafımdaki kapıya bastırarak korkuyla soludum.
“Yine birini mi öldüreceksin?”
Yanaklarının içindeki hava usul usul söndü, sönerken nefesi yüzüme çarpmıştı. Yüzeyi parlayan gümüş rengi bıçağın sapını sıkı sıkı kavrayarak torpido gözünü sertçe kapattı.
“Artık şu gerçeğe alışsan iyi olacak, Zeliha,” dedi, sesinde uyarı vardı. “Ben bir katil değilim.”
“Ama o bıça…”
“Kilitli kapıları bıçakla açıyorum,” dediğinde ona bön bön baktım. Gözlerini devirdikten sonra yumdu ve gür kirpikleri gözlerinin altındaki yorgun çukurları ölü bedenler gibi doldurdu. Tekrar gözlerini açtığında daha sakin görünüyordu ama bana daha fazla anlayışlı davranırsa kafayı yiyecekmiş gibi bakmıyor desem yalan olurdu. “Güvende hissedebilirsin. Gerekirse seni korumak için de kullanacağım.”
“Benim için kullanmana gerek yok,” dedim güçlükle yutkunarak. “Bir daha benim için kimseye zarar verme.”
“Bir daha birine senin için zarar verirsem, bu yalnızca senin için olmayacak,” dedi acımasızca. “Kendimi kolluyor olacağım.”
“Bencil pislik,” diye fısıldadım.
Yüzünü tehditkâr bir şekilde yüzüme yaklaştırdığında öyle çok korktum ki sırtımı aracın kapısına daha sert bastırdım.
“O attığın tokadın bir bedeli olmayabilir ama hakaretlerinin bedeli ağır olur,” dedi yavaşça. “Bunu o avucumun içine sığacak kadar küçük olan kafana sok.”
“Madem tokadın bir bedeli yok, bundan böyle hakaret etmektense sana tokat atmayı tercih ederim,” dedim titreyen, panikten çatlamış sesimle. Biraz daha alkole ihtiyacım vardı. Gerçekten birkaç shot daha atsaydım kesinlikle bu hergelenin hakkından daha rahat gelebilirdim.
Dudakları, yanağımdan bir kumaşın tenime sürtündüğü gibi sürtünerek geçti, kulağıma yaklaşınca kalbimin duracağından öyle emindim ki elimi bilincim dışında göğsümün üzerine bastırdım. Gurur, bunu aramıza örmek istediğim bir sınır çizgisi sanabilirdi ama hayır, o elin göğsümde durma sebebi tamamen kalbimin hainliğindendi. Belki de asıl hain ben değildim, kalbimdi.
“Bir kez daha elini kaldırdığında bana tokat atmak için vaktin olmayacak,” diye fısıldadı, sesi bir zehir gibi kulaklarımın içine doldu ama nefesi dokunduğu yeri iyileştirecek bir merhemden farksızdı; onu tenimde hissettiğim an yeni bir deriye kavuşup eski deriyi acılar içinde arkamda bırakıyormuşum gibi hissetmiştim. “O tokada izin veren bendim.”
“Yalancı,” diye fısıldadım. “Sana o tokadı indirdiğimde yüzünün şeklini görmeliydin. Hiç beklemediğin her hâlinden öyle belliydi ki…”
“Sana izin verdim ama korkup vazgeçeceğini düşünmüştüm.” Kulağıma dolan sesinin kalın tınısından çok, nefesinin tenimle dansı zihnimi allak bullak ediyordu. Bunu bir an önce kesse olmaz mıydı? “İtiraf etmeliyim ki etkilendim, Matmazel Alkolik.” Burnunu kulak boşluğumda hissetmek elektrik akımına kapılmış bir kuşun titreyen kalbini göğsümün içinde hissetmeme neden oldu. “Ve yine itiraf etmeliyim, bir daha o zarif boynunu bana sunuyormuş gibi kafanı yüzüm sana bu kadar yakınken çevirirsen, dilim boynunun her santiminde gezinir.”
Zihnimdeki trafik birden durdu ve tüm düşünceler kafalarını kaldırıp bana bakmaya başladı. Kalbimin atışları bile durmuş, kafasını kaldırmış, göğüs kafesi hapishanesinin parmaklıklarına tutunarak beni izliyordu. Ben bataklığın dibinde, ayaklarımın üzerinde duruyordum ve her yanımı ölüm sarmıştı. Bir adamın nefesinde idam edilmeyecektim çünkü en soğuk gecenin içinden bile donmuş kalbimden gözyaşları gibi akan su damlaları içime dolup ruhumu boğarken çıkmayı başarabilmiştim. Onun düşüncelerimi işgal etmesine izin veremezdim.
Elimi kaldırdım, onun benden katbekat güçlü olduğunu bile bile onu göğsünden iterek kendimden sertçe uzaklaştırdım. Yüzüne bakmak istemiyordum çünkü gözlerini görecek takatim yoktu. Elimi sırtıma doğru götürüp kapıyı yavaşça açtığımda, soğuk hava aralanan kapıdan içeri doluştu. Kapıyı ardına kadar açıp karanlık sokağın kollarına bıraktım kendimi. Kafamı ellerimin arasına alarak bir süre bekledim. Gurur’un araçtan çıktığını kapının çarpılma sesini duyduğumda fark etmiştim. Bir yokuşun önünde duruyorduk, yokuşu indiğim anda biraz yürüyebilir ve o koca, uçsuz bucaksız göle ulaşabilirdim. Yokuşun hemen başındaki direği küflü sokak lambası turuncu bir ışık yayıyordu. Kollarımı bedenime sarıp gözlerimi Gurur’a çevirdim, bana bakmadan evlerden birine doğru yürümeye başlamıştı. Açık duran kapıyı kapatarak onun peşine takıldım ama büyük adımlarım, onun uzun bacaklarından yere düşen adımların yarısı kadar bile değildi.
Korku, kafamın içinde yaşayan bir canavar gibiydi ve beslendiği tek şey cesaretimdi. Cesaretimi parçalara ayırmış, kanlı parçalardan her birini iştahla yemeye başlamış, ben istemesem de beni kendine ait kılmaya başlamıştı. Gurur lüks evlerin arasından geçse de gittiği evin hangisi olduğu çok açıktı. Birkaç adım sonunda durup omzunun üzerinden bana baktı.
“Bahçe kapısından giremeyiz,” derken sesi soğukkanlı ve profesyoneldi.
“Nereden gireceğiz öyleyse? Daha önce hiç soyguna çıkmadım da bilmiyorum,” diye fısıldadım. “Senin bu konuda epey iyi bir özgeçmişin var gibi.”
“Çeneni kapat ve beni takip et, Zeliha,” dedi ismime ekstra bir vurgu katarak.
Bana sırtını dönüp karanlık sokağa doğru ilerlemeye başlayana dek olduğum yerde kıpırdamadan onun ensesini, sırtını izledim ve biliyordum ki sırtında olan gözlerimin farkındaydı. Zaten uzun olan bacaklarının sokak lambasının yaydığı ışığın içine düşen gölgesi daha da uzun görünüyordu. Sonra karanlık tarafa geçti, gölgesi yerden silindi; şimdi tıpkı ona benzeyen bir karanlığın içinde, onu kaybeden gölgesini aramadan öylece ilerliyordu. Adımlarım dikildiğim yerden kökünden sökülen bir ağaç gibi söküldü, derin bir nefesi ciğerlerime hapsederken soğuğun kokusunu da içime hapsetmiş, onu takip etmeye başlamıştım.
Gurur, içine girmeyi planladığı evin hemen arkasında durduğunda, bu açıdan gölün daha esrarengiz göründüğünü fark ettim. Tamamen karanlığa gömülmüştü burası. Gölün üzerine düşen ayın yansıması, bizi izleyen bir meleğin teniymiş gibi parlak ve inci beyazıydı. Gurur, evin arkasını kaplayarak evin neredeyse en üst katına kadar uzanan duvara baktığında sıkıntılı bir nefes verdi.
Elinde tuttuğu bıçağı ağzına koyduğunu gördüm, bıçağı dişleriyle sabit bir şekilde tuttu ve sonra duvardaki yok denecek kadar küçük olan kaya parçalarından birine tutunarak kendini yukarı doğru çekti. Çatık kaşlarla ona bakmaya başladım. Gerçekten profesyonel görünüyordu, kendimi bir film sahnesinde gibi hissetmeme neden olacak hareketler sergiliyordu. Diğer elini de havaya attı ve bir diğer boşluğa tutundu, bu karanlıkta nasıl bu kadar iyi hareket edebiliyordu bu adam? Ayaklarıyla düz duvara basıyor, bir yandan da bulduğu çıkıntılara tutunarak ağzında bıçakla kendini duvardan yukarıya çekiyordu. Çok geçmeden duvarın en tepesine ulaşmıştı, duvarın üzerindeki dar düzlükte dizleri yere değmeyecek şekilde eğilmiş dururken ağzındaki bıçağı çıkardı ve bana baktı.
“Ne olur bana ilkokulda ve lisede beden eğitimi derslerine katıldığını söyle, Matmazel Kıvrımlı,” dediğinde şaşkınlıktan açık duran ağzımı kapatmadan kaşlarımı daha da derin bir biçimde çattım.
“Unut bunu,” dedim kollarımı göğsümün üzerinde birleştirip başımı iki yana sallayarak. “Üç gün bile sürse buranın tepesine değil, anca yarısına ulaşırım. Tabii düşüp bir yerimi kırmazsam.”
“Ailenin okulun için yolladığı paraları Zilli Öküz’deki hamburgerlere yatırırsan böyle olur.” Gözlerini devirip bıçağın ucu dışına gelecek şekilde arka cebine koydu. “Pekâlâ, bunu baştan söylemen gerekiyordu. Seni yukarı çekmem gerekecek.”
“Baştan sordun mu sanki?”
Bana dik dik baktı. “Umarım yanımdan ayrıldığında gidip o içkileri işemişsindir.”
Gurur, birden bana sırtını döndü, duvarın tümseğine oturdu ve uzun bacaklarını diğer tarafa sarkıtıp bacaklarından güç alarak bedenini ters bir şekilde benden tarafa doğru sarkıttı. Bıçak kotunun cebinden kayarak tam önüme düştüğünde ben hâlâ şaşkınca bu hareketine bakıyordum. Tek yanlışında kafa üstü yere çakılabilirdi.
“Hay sıçayım. Bıçağı da al ve tırman, seni yarı yolda karşılayacağım.”
“Yarıya kadar gelebileceğimi mi sanıyorsun?” Yere düşen bıçağa baktım, sonra tekrardan ona baktım. “Bunu yapamam.”
Ters bir şekilde bana bakarken karanlığa rağmen beyaz boğazını saran damarları görebiliyordum. Aynı damarlar alnının ortasından da bir yarık gibi geçmişti. Tıpkı ortası çatlayıp ikiye ayrılmış bir aynaya benziyordu.
“Denemeden yapamayacağını düşünen bir uyuşukla çalıştığıma inanamıyorum,” diye söylendi. “Şu bıçağı ağzına sok ve tırman. Seni tutacağım. Ve dikkatli olma, bıçağı ağzına aldığında dilini kesebilirsin, sakıncası yok.”
Derin bir nefes aldım. Zorluk çıkarmanın bir anlamı yoktu, pek keyfim olduğu da söylenemezdi. Onunla uğraşmayacaktım. Yere düşen bıçağın parlayan gümüş rengindeki yüzeyine bakıp yavaşça eğildim, bıçağı elime aldığımda hissettiklerim çok farklıydı. O, benim aksime bu bıçağı profesyonelce kullanabiliyordu ama benim elimde dururken bu bıçak sadece kendime saplamama yarardı.
Bıçağı pantolonuma sürterek temizlediğimde Gurur’un homurdandığını duydum ama aldırış etmedim. Bıçağı iki dudağımın arasına yerleştirdim, dudaklarımı kapatmadan dişlerimi bıçağın yüzeyine bastırdım ve kafamı kaldırıp Gurur’a baktım.
Kollarını aşağıya doğru sarkıtıp, “Hadi, acele et,” diye söylendi.
Gözlerimi devirerek duvara yaklaştım. Elimi Gurur’un koyduğu yere koyamazdım çünkü benim boyuma göre değildi, epey yüksekteydi. Gurur, “Sadece zıpla ve tutun,” dediğinde ona boş boş baktım.
“Senin için dünyanın en kolay şeyi olabilir ama benim için öyle değil,” dedim dişlerimin arasından bıçağı ağzımdan çıkararak. “Neden çeneni kapatıp beklemiyorsun?”
“Burada bu şekilde sabaha kadar durabilirim,” dedi ve sırıttım.
“Doğru, normalde de beynine kan gitmediği için bu bir şeyi değiştirmez.”
“Biliyor musun ben bu pozisyondayken bile sandığının on misli tehlikeliyim,” diye fısıldadığında sertçe yutkunmama engel olamadım. Yavaşça zıpladım ama onun tutunduğu yere ulaşamadım, parmaklarım soğuktan dolayı resmen donmuştu, zor hareket ettiriyordum.
“Hadi ama,” diye söylendi huysuzca. “Cidden, seksen yaşındaki bir kadın daha iyi zıplardı. Sen sıçradığını sanıyorsun ama kabız olmuş bir kanguru gibi göründüğünün farkında bile değilsin. Onun amacı sıçramak değil ama… Sıçramak kelimesindeki ra hecesini çıkar, tam olarak bunu yapmaya çalışıyor.”
“Kolaymış gibi konuşup durma!”
Ayaklarımın üzerine sıkıntıyla basıp omuzlarımı geriye doğru atarak kafamı kaldırdım ve ona baktım. Bıçağı yeniden dişlerimin arasına yerleştirip derin bir nefes alarak taşlardan birine tutunup, ayağımı da yüzeyi daha pütürlü duran taşın üzerine koydum, böylece kaymazdım sanırım. Gurur kollarını aşağıya doğru sarkıtınca elleriyle aramızda sadece iki, üç avuç içi kadar mesafe kaldığını fark ettim. Acaba elini tutsam beni yukarı çeker miydi yoksa birlikte aşağıyı mı boylardık? Boynumu kırmak istemiyordum.
“Bir yere daha bas, seni tutacağım, az kaldı,” dedi sakinliğini koruyarak. Gözlerimi kaldırıp ona baktım, yüzlerimiz arasındaki mesafe epey açıktı ama kollarının arasında gibi duruyordum çünkü kollarını bana doğru sarkıtıyordu. Dişlerimle bıçağı daha sert kavrayıp kendimi yukarı ittiğimde birden ayağım taşın üzerinde kaydı, taşın tozları yere dökülürken panikle inledim.
Gurur, “Düşmeyeceksin,” dedi birdenbire. “Bana güven.”
Ona güvenmekten başka şansım var mıydı? Acıyan avuç içlerimi taşa sürtüp parmaklarımı taşa âdeta yapıştırarak kendimi yukarı itmemle, Gurur’un güçlü avucunun bileğime sarılması bir oldu. Diğer elimle ona destek olmak ister gibi kendimi yukarı itiyordum. Bileğimi koparacak gibi acıtarak beni çekmesi yüzümü buruşturmama neden olduğunda bunu fark etmiş gibi daha dikkatli çekti.
Ayaklarım birden bastığım yerden kesilince gözlerimdeki korkuyla ona baktım ama Gurur benim aksime sakin gözlerle beni izliyordu. Boynundaki damar iki parmağım kadar kalınlaşmıştı, gözleri sabit bir biçimde çektiği bileğimdeydi, aşağıya asla bakmıyordu.
“Aşağı bakma,” dedi. “Bırak kendini.”
Mümkün değildi, kendimi bırakırsam gerçekten düşerdik.
Korku dolu gözlerimi fark etmiş olacak ki, “Korkmana gerek yok,” dedi. “Ben öylesine biri değilim.”
O, öylesine biri değildi. Yine de gözlerim onun beni tutan eline kaydığında hissettiklerim yüzünden midir bilinmez bedenim felç olmuş gibiydi. Gözlerinin içine baktım, buz sıcağı gözlerinde karanlık bir ifade vardı. Ayın ışığı açık renk saçlarının uçlarını gümüş renginde parlatıyordu.
Gurur, bakışları kadar karanlık sesiyle, “Şimdi seni yukarı çekeceğim ve çektiğim an ayaklarını duvara yaslayıp bana tutunarak geri çekilmemi bekleyeceksin.”
Başımı salladım.
Birdenbire bacaklarım aşağıya doğru sarkınca korku yüreğimde bir zemheri soğuğu gibi büyüyerek ruhuma varıp her noktamı dondurdu. Gözlerimdeki korkuya rağmen sadece onun gözlerinin içine bakıyor, aşağıda kalmaya başlayan ve gitgide büyüyen yüksekliğe asla bakmıyordum. Kokusu geceye öyle dağılmıştı ki, sanki tüm gecelere soğuğu veren onun kokusuydu. O beni yukarıya doğru çektikçe, ruhumu hapsettiğim dip bana gitgide daha uzak kalıyordu. Soğuğun kokusu içime dolduğunda, onun kokusunun içine mühürlediğinin aslında zamanın izleri olduğunu anlamıştım. Gurur, tüm soğuk geceleri teninde taşıyordu ve bu zaman o kadar kuvvetliydi ki, gelecek çizildikçe geçmiş yalnızca dipten ibaret oluyordu.
“Şimdi,” demesiyle eş zamanlı olarak bacaklarımı duvara yaklaştırmaya çalıştım, dizlerim duvara çarpınca canım yandı ama ağzımdaki bıçak düşer diye sesimi çıkaramamış, yalnızca yüzümün acıyla bükülmesine izin vermiştim. Ayaklarım doğrudan çukurlara yerleştiği an, artık daha güvende hissediyordum ama duyduğum güvenin arasında olduğum kollarla da bir alakası olabileceği düşüncesi hep zihnimde kalacak gibiydi.
Gurur’un parmakları tenimde kayıyormuş da bana en gerçekçi hisleri veriyormuş gibiydi. Beni diğer bileğimden de kavrayınca kafamı kaldırdım ve yüzlerimizin yakınlığı birden kalbimin allak bullak olmasına neden oldu. Şimdi buz sıcağı gözleri, soğuğunu verdiği karanlık geceden daha da zifiriydi. Bir an o gözlere bakmak, bir uçurumun başında durmuş, gecenin solan rengiyle kapkara duran okyanusu izliyormuşum gibi hissettirdi. Bakışları yüzümde o kadar çok beklemişti ki sanki saniyeler kanlar içinde yere devriliyor, dakikalar ellerinde saniyeleri vurdukları silahla zamanın içinde beliriyordu.
“İşte bu kadar,” dedi, cevap veremediğim için kafamı hızlıca sallamakla yetindim. Karanlığın uğultusunu yaran kalp atışlarımın seslerini duyabiliyordum. Çok geçmeden bir çıtırtı daha eklendi ve yabancı bir ses ikimizin de olduğumuz yere mühürlenmesine neden oldu.
“Orada biri mi var?”
Sesin sahibini göremesem de yaşlı bir adama ait olduğu bariz ortadaydı. Korkuyla Gurur’un gözlerinin içine baktım, dudaklarım tam aralanacaktı ki, bıçağın varlığını hatırlayıp ağzımı geri kapatmaya çalıştım ve tam o an, Gurur’un bıçağın yere düşmemesi için ağzını ağzıma yasladığı andı.
Şimdi bıçak, ikimizin dudaklarının arasında, dudaklarımız birbirine yaslıydı.
Kalp atışlarım, yüksekten aşağıya düşen bir beden gibi göğsümün içinden düşerek sessizliğe gömüldü.