🎧: Entwine, Safe in a Dream
Sisin tüm şehri altında bırakıp, bana kendimi beyaz bir bulutun içinde yaşıyormuşum gibi hissettirdiği bir geceydi.
Çok geçmeden yağmur başlamıştı.
Tırnaklarımla avuçlarımın içine açtığım yaraların içine gömülmüş acıları hissettiğimde, gözlerim bir romanın sararmış sayfasındaki üçüncü pasajda dolaşıyordu. Cam duvarın gerisinde bir şehir değil de bir gökyüzü varmış gibi sisli olan sokağın içine düşen yağmurun seslerini duyabiliyordum.
İçinde olduğum kafe, sıcak ve sessizdi.
Dışında durduğum gece, soğuk ve ıssızdı.
Okuduğum romandan hiçbir şey anlamadığımı fark edeli dakikalar olmuştu ve ben, dakikalardır üçüncü pasajı aşamamış, kelimelerin bariyerine takılmış bir his gibi öylece aynı yerde yerimde sayıyordum. Bir an gözlerimin dokunduğu kelimelerin birleşerek oluşturduğu o cümleleri zihnime yerleştirmek, bana bir hissi içimden söküp atmak kadar zor geldi.
Oysa o cümlelerin içime ekeceği hislere ihtiyacım vardı.
“Zeliha,” dediğini duydum, bana doğru yaklaştığını fark ettiğimde gözlerimi pasajdan ayırıp ahşap masaya sabitlemiştim. Her zaman nazikti, adımı telaffuz ederken duygusal bir şiirin ilk dörtlüğünü okuyormuş gibi hissettirirdi. “Birazdan kasayı kapatacağım, haber vereyim dedim.”
Kafamı kaldırıp karşımda dikilmeye başlayan Gaye’ye baktım. Bu kafede yarı zamanlı çalışırdı fakat bugün, gece vardiyasını almıştı. Bir süredir paraya sıkışık olduğunu biliyordum. İki okulu aynı anda idare ediyordu ve bölümü paranın su gibi akmak zorunda olduğu bir bölümdü. Sırf bu yüzden, boş zamanlarında çizim yeteneğini kullanarak para kazanmanın başka yollarının da olduğunu kanıtlıyordu.
“Dalmışım,” dedim, kitabın kapağını kapatırken gözlerim ara sıra sohbet etme şansı bulduğum arkadaşımdaydı. Koyu renk saçları düzdü, onlarla çok uğraşmaz ve gelişigüzel atkuyruğu şeklinde toplardı. Hemen hemen benim boylarımda, dokunsam teninde izi çıkacak türden beyaz tenli bir kızdı Gaye.
“Daldığını fark ettim, sis,” dediğinde ona gülümsedim. Dışarıdaki yoğun sisi aklıma getiren bu kelime, aslında İngilizce bir kelimenin kısaltılışıydı. Bana kız kardeş anlamındaki sister kelimesinin kısaltmasıyla seslenirdi. “Bu aralar çok dalgınsın, seni izliyordum. Tam beş saattir kitabın aynı sayfasıyla bakışıyordun.”
“Farkında bile değilim.”
“Ya okuduğun romandaki başkarakter olağanüstü derecede yakışıklı, onu kesiyorsun… Ya da gerçekten bir sıkıntı var.” Gözlerini kitabın kapağına indirdi. “Sayfada o adamı göremeyeceğine göre, bir problem var?”
“Aynı şeyler.” Önümde duran kitabı alıp sırt çantamın ön gözüne koyarken, Gaye’nin yeşil tonlarındaki gözlerini yüzümün sınırlarında hissedebiliyordum.
“Her şey yolunda, değil mi?” diye sordu. “İstersen biraz yürüyebiliriz. Eve mi gideceksin?”
“Hayır, aşağı yoldaki markete uğrayacağım. Ayça’nın almamı istediği şeyler var,” dedim kuru bir sesle. Ayça, ev arkadaşımdı, birlikte yaşamaya başlayalı henüz beş ya da altı ay olmuştu ama önceden de arkadaş olduğumuz için çok zorlanmamıştık. Yalnızca iki kişi yaşamıyorduk, bir de Çolpan vardı. İkisiyle de eskiye dayanan bir arkadaşlığımız vardı.
“Hadi be?” Gaye dudaklarını büzdü. “Hüsrev’in bu gece nöbeti vardı, eğer hastane sizin evin oraya yakın olsaydı seninle gelirdim ama beni bekliyor.” Kolundaki siyah kayışlı saate baktı. “Daha bir şey yememiş, yanına gideceğim ve yemek yiyeceğiz.”
“Benden selam söylersin,” dedim, oturduğum yerden doğrulup kaşlarımı kaldırdım. “Borcum ne kadar?”
“Senden hesap alacak olmam canımı sıkmıyor değil,” diye söylendikten sonra önlüğünün cebinden kafeye ait olan küçük tableti çıkardı. “Yirmi beş lira,” dedi.
Cüzdanımdan yirmi beş lira çıkarıp masanın üzerine bıraktıktan sonra masadan kalktım. “Sen de geç kalma artık,” dedim. “Yarın görüşürüz.”
“Yarın okulda olacak mısın?” diye sordu bana.
“Evet, sabah dersim var.” Sırt çantamın tek kolunu omzuma astım. “Kaçırmasam iyi olacak.”
Gözleri birkaç saniye yüzümde oyalandı. “Okulu aksatma, geleceğin avukatı,” dedi bir süre sonra. “Kendine iyi bak, sis. Sonra görüşürüz.”
“Sen de,” dedim. “Sonra görüşürüz.”
Kafenin kapısındaki rüzgâr çanlarının şangırdadığı ve tenimin buz gibi soğuk geceyle bütünleştiği ânı hafızamdan asla silemeyeceğim bir anıymış gibi zihnime işlediğimde, kafenin saçakları altında durmuş ayaklarımın dibinde yağan yağmuru izliyordum. Şemsiyem yoktu, dönüp Gaye’den şemsiye isteyemezdim çünkü yalnızca tek bir şemsiyesi olduğunu biliyordum. Sevdiği bir animeye ait olan çizimlerin baskısının olduğu bir şemsiyesi vardı, neredeyse iki kıştır o şemsiyeyi kullanıyordu.
Biraz ıslanmanın kimseye zararı olmazdı.
Ellerimi kot ceketimin geniş ceplerine koyup, kendimi gökyüzünün eleğinden geçirerek yeryüzüne düşürdüğü yağmur tanelerinin altına bıraktım. Hızlı adımlarla karşıdan karşıya geçtim, kafeler caddesi bugün tüm günlerin aksine ıssızdı. Yağan şiddetli yağmur yüzünden oluşan ıssızlığın içinde ilerliyordum. Eğer ayağımda siyah postallarım olmasaydı, çorabım kesin sırılsıklam olurdu.
Kot ceketimin iç cebindeki cep telefonumun melodisini duymadan önce, yarattığı titreşimi göğsümde hissettim. Cartoon Kafe’nin saçaklarının altında durup cep telefonumu cebimden çıkardım. Arayan kişi babamdı. Su damlalarının gözyaşı taneleri gibi düşerek kabardığı cep telefonumun ekranına birkaç saniye bakıp, cep telefonumu açtım ve kulağıma dayadım. Babamın sesinin zihnime akacağı ânı bekledim.
“Zeliş?” dedi sorar gibi. “Dışarıda mısın, babacığım?”
“Evet,” dedim, onu endişelendirme korkusu yüreğimi sıcak ve boğucu elleriyle sarmıştı. Çatık kaşlarla karşımda duran taksi durağına baktım. “Eve gidiyorum, baba.”
“Yağmur mu yağıyor?” diye sordu, sesi düşündüğüm gibi endişeli yükseliyordu. “Ah be güzel kızım, bu saate kadar sokakta işin ne senin? Isparta’nın havasını bilmiyor musun? Dansöz gibi o şehrin havası! Kıçı başı ayrı oynuyor yahu!”
“Kafedeydim,” dedim yalana başvurma gereği duymadan. “Kitap okurken zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Bir de çok yağmur yağıyordu, belki diner diye beklemiştim ama daha da şiddetlendi.”
“Kafede biraz daha bekleseydin.”
“Kafe kapanıyordu, çıkmak zorundaydım baba.”
“Islanmamaya çalış, tamam mı babacığım? Zeliha, çok kolay hastalandığını unutma.”
Kafeler Caddesi’nin maskotu olarak gördüğüm sokak köpeği Kestane’nin bana doğru geldiğini fark edince, dudaklarımda şekil bulan gülümsemeye engel olamadan, “Tamam, baba,” diye mırıldandım. “Annem uyuyor mu?”
Kestane, tam önümde durdu. Büyük, uzun bacakları olan, adı gibi kestane renginde güzel bir sokak köpeğiydi Kestane.
İki yıl önce Isparta’ya okul için geldiğim zamanlar henüz bu kadar büyük değildi, onu Ayça ile gecenin bir yarısı acıkıp yemek yediğimiz Zilli Öküz’den çıkarken görmüştüm ve bizimkisi ilk görüşte aşk gibiydi. Kestane’ye bu ismi Kafeler Caddesi’nin genç esnafı vermişti ve ben de Kestane’nin binlerce sahip dostundan birisi olmuştum.
“Dizi izlerken koltukta uyuyakaldı. Seni arayacağını söyleyip duruyordu ama içi geçmiş. Bu soğukta, o yağmurda dışarıda olduğunu duyarsa yüreğine iner kadıncağızın.” Babam huysuz bir homurtu çıkardı. “Bir taksiye atla da öyle git eve.”
Markete uğramam gerektiğini söylemeden, “Peki,” diye yarım ağız bir cevap verdim.
Babamın telefonun diğer ucundan gülümsediğini hissettiğimde dudaklarım yukarı kıvrıldı. “Seni seviyorum,” dedi bana, sevgisini çok kolay dile getirir, beni küçük bir çocuğu seviyormuş gibi severdi. Yaşımın yirmi üç olması onun için bir şeyi değiştirmiyordu. Onun gözünde hâlâ altını bezlediği, geceleri uyumadığı için arabayla gezdirmeye çıkardığı küçük bebeği, küçük kızıydım.
Duygularımı ifade etme konusunda biraz utangaç olsam da yanaklarıma oturan kanın sıcaklığı kalbime kadar inmişti. “Ben de seni,” diyebildim, devamını getiremedim çünkü ne zaman biriyle birbirimizi sevdiğimizi hissetsem, bu hissi kaldıramıyordum ve bir kaplumbağa gibi kabuğumun içine girip orada, beni kimsenin bulamayacağı bir yerde içimdeki hissin geçmesini beklemek istiyordum. Telefonu içime dalga dalga yayılmış o duyguyu bastıramadan kapatıp cebime koydum, ardından etrafıma kısaca göz gezdirdim. Kestane, başını çorabıma sürtüp mini eteğin örtemediği bacaklarıma dolandığında yüzümden usulca silinen o gülümseme, tekrar bir sarmaşık gibi yayılarak tüm ifademi kapladı.
“Kestane Bey, bu yağmurda dolaşmayın lütfen,” dedim eğilip çenesinin altını okşayarak. Yüzünü avuçlarımın arasına alıp dudaklarımı başına bastırdım. “Bir saçak altında dur, olur mu? Hasta olmanı istemem.”
Kitap Kafe’nin kapısı açılınca gözlerimi Kestane’den ayırıp kapıya çevirdim. Mustafa orada duruyor, hemen yanında dikilen kafede çalışan kısa saçlı hostes kız ile muhabbet ediyordu. Mustafa, Kafeler Caddesi’nde mendil satarak geçimini sağlayan, benden yaşça oldukça küçük, tombul, sevimli bir çocuktu. Burada herkes onu tanırdı. Hatta kafe sahipleri de onu tanır ve asla onu kıracak şeyler söylemez, onu dışarı çıkarmazlardı. Bazen kafedeki müşterilerle oturup tavla oynardı. Hatta Ayça ile ne zaman tavla oynasalar, Ayça ona yenilirdi ve onun zar tuttuğunu iddia ederek homurdanıp dururdu… Mustafa’yı görünce el salladım, o da beni fark edip bana el salladı.
Kestane’nin benden uzaklaşıp Kafeler Caddesi’nin dar yokuşundan aşağı doğru gitmeye başladığını görünce kaşlarım çatıldı. Yağmur hâlâ şiddetli bir şekilde yağıyor, yağmurun altında ilerlediği için tüyleri ıslanıyor ve çok daha koyu bir renge dönüşüyordu.
“Kestane!” diye bağırdım ama yağmurun gürültüsü sesimi yutarak Kestane’nin beni duymasına engel oldu. Omuzlarımı düşürüp saçakların altında ilerleyerek yokuş aşağı yürümeye başladım. Kestane çoktan gözden kaybolmuştu. Açık bir market bulabilme umuduyla ellerimi kot ceketimin geniş ceplerine soktum, sırtımdaki çantanın askılarından biri diğerinden daha bol olduğundan biri sık sık omzumdan aşağı düşüyordu ama ellerim üşüdüğü için ceketin cebinden çıkarıp askıyı düzeltmiyordum.
Sis iyiden iyiye bastırmıştı. Daracık sokağın içinden gelip geçen araçları izleyerek yokuşu inmeye devam ederken görüş alanımı puslandıran yağmur ve yağmurun sırtındaki sis bir an duraksamama neden oldu. Kestane’nin havlama sesini duyar gibi olmuştum ama emin değildim, bu sokakta bir sürü köpek olduğu için bu saatlerde hepsinin sesi birbirine karışırdı. Yine de Kestane’nin sesini ayırt edebildiğimi düşünüyordum.
Adımlarım daha hızlı düşmeye başladığında içimde anlam veremediğim bir duygu, kanımın içine karışmış bir zehir gibi dolanıyordu. Adımlarımı hızlandırdım ve o karanlık, sislerin örttüğü, araçların kırmızı far ışıklarının garip bir büyüyle geceyi düğümlediği dar sokağa girdim. Kestane’nin kaldırımdan inip karşı kaldırıma doğru ağır ağır ilerlediğini gördüğüm sırada yağmur yeri delip cehenneme kadar akmak ister gibi şiddetle yağıyordu.
“Kestane?” diye mırıldanmama neden olan uğultu sesi, kalbimin göğsümün altında çok daha hızlı çarparak ellerimin ve ayaklarımın boşalmasına neden oldu. Kestane’ye çarparak onu yolun diğer ucuna kadar sürükleyen araç hiçbir şey olmamış gibi, hızını biraz olsun kesmeden son sürat sokaktan çıktı ve gecenin içinde bir bilinmezliğe doğru giderek gözden kayboldu. Birkaç saniye yolun diğer ucuna kadar sürüklenmiş olan Kestane’nin yerde titreyen bedenine elim ayağım buz tutmuş, yüzümdeki ifade silinmiş bir şekilde öylece bakakaldım.
Adımlarım titreyerek yere düşmeye başladı, aynı hızla gözlerimden de yaşlar dökülmeye başlamıştı. Korku, dudaklarımı tiz çığlıklara gebe bıraktı.
Sis, sokağın içine bir hayaletin elbisesi gibi çökerek Kestane’nin bedeninin üzerini örttü. Hissettiğim acı, bir an için öyle büyük bir yankıya dönüştü ki, içimdeki tüm seslerin sustuğunu, kalbimdeki feryadın yükselerek göğsümü delip geçtiğini sandım. Oysa kalbim hâlâ çarpıyor, dünya yerli yerinde durmaya devam ediyordu.
Saatin kolları hızla dönmeye başladı. Akrep yelkovanı sokuyor, yelkovan zehirlendikçe ölüme doğru koşup zamanı da arkasından koşturarak her şeyi hızlandırıyordu. Kestane’nin yığılıp kaldığı yerde dizlerimin üzerinde dururken, titreyen ellerimle onun kan revan içinde kalmış tüylerine dokunuyor, yanımdan geçip giden araçların hızına yetişemiyordum. Oysa sanki gözyaşlarım zamanın içinde değil, dışındaydı. Öyle ağır akıyordu ki, sanki ağlamıyor, sanki yalnızca acı çekiyordum.
“Yardım edin,” diye fısıldadım kimsenin duyamayacağı kadar alçak bir sesle. Ardından acıyla çığlık attım. “Yardım edin!”
Kestane, gözlerini usulca aralayıp bana baktığında, yağan yağmur onun tüylerinin arasına gömülmüş kan nehirlerini yıkayarak sokağa akıtıyordu. Deliler gibi ağlamaya başlamıştım ve bunu kesinlikle durduramıyordum. Onun kimsesiz iniltisi içime yıldırım gibi düşüp, beni insan yapan tüm duygularımı önüne alarak yakmaya başlamıştı. “Kestane, seni kurtaracağım,” dedim gözyaşlarımın arasından. “Ölmek yok, maskot.” Tüylerini okşayıp gözlerimi zamanın içinden çekerek sokağa çevirdim. “Yardım edin!” diye bağırdım çaresizlikle.
Sonra onu gördüm. Karanlıkta sırtı bana dönük, elleri ceplerinde yavaşça ilerliyordu. Uzun, siyah paltosu bedenini içine alıp karanlığa gömmek istiyormuş gibi onu saklıyordu. Uzun boylu bir adamdı. Gözlerimden yaşlar akarken, “Ne olursunuz, yardım edin!” diye bağırdım.
Adam beni duymuyormuş gibi adımlarını hızlandırınca, ceketimin iç cebinde bir bıçak varmış, o bıçak kalbime girip çıkıyormuş gibi sancıyla inledim. Neden durmuyordu? Kimse bu kadar kötü olamazdı. Kimse bu kadar kötü olmamalıydı. Yaradılışımız kötülük için değildi. Kötülüğün yuvası cehennemdi, dünya olmamalıydı. Ellerimi Kestane’nin kanlı tüylerine bastırırken ağlamaklı bir sesle, “Paltonuzu portmantodan alırken, kalbinizi evde mi bıraktınız? Göğsünüzü boş mu unuttunuz? Ne olursunuz, yardım edin!” diye haykırdım.
Beni duymazdan gelerek dünyadan aldıklarını cehenneme taşıyan bir şeytanmış gibi yürümeye devam ettiğini görünce acıyla yüzümü buruşturdum.
“Sana diyorum!” diye bağırdım arkasından. “Dursana be adam!”
Şeytanın adımları tam cehennemin kapısının önüne geldiğinde durdu, şeytan avuçlarının içine doldurduğu dünyaya ait günahlara baktı. Uzun uzun o günahları izledi. Gözlerimden yaşlar boşalmaya devam ediyordu. O an, şeytanın adımlarını durduran günah olduğu gibi, onun adımlarını durduran benim gözyaşlarım olmuştu.
“Yardım et, ölmesin, ne olursun!” diye bağırdığımda omzunun üzerinden bana baktı. Kestane’nin iniltisi sokağın içine sobadan sızan duman gibi sızarak gözlerimi is lekeleriyle doldurdu. Uzun saçlarım, yağmurun ve gözyaşlarımın etkisiyle yanaklarıma, kâküllerim de alnıma yapışmıştı.
Adam ne ara yanıma gelmiş, eğilip Kestane’ye dokunmaya başlamıştı bilmiyordum ama dikkatimi çeken ilk şey, ellerindeki simsiyah deri eldivenler olmuştu. Kafamı kaldırıp gözyaşları içinde ona baktım. Kırmızı ışık sırtına vurduğu için yüzü bir karanlık tarafından esir edilmişti. Onu göremesem de sanki gözlerinin içine bakıyormuş gibi dikkatle ona bakarak, “Onu veterinere götürmemiz gerekiyor. Çok vakti yok,” dedim telaşla. “Lütfen bana yardım eder misiniz?”
Kestane’nin tüylerinde dolaşan deri eldivenlerin sardığı parmaklarının duraksadığını gördüm. Düşünüyordu ama ne düşündüğü konusunda hiçbir fikrim yoktu. Yakasına yapışmamak için kendimi zar zor dizginliyordum. Kestane’ye bir şey olacağını düşünmek, içimdeki korku alevini harlandırıyor, gözyaşlarımın çok daha hızlı bir şekilde yüzümü yıkamasına neden oluyordu.
Sonunda derin bir nefes alıp, “Arabam diğer sokakta,” dedi, olgun, kalın ve tok bir sese sahipti ama onda güvenilir olmayan bir şeyler vardı. Hissediyordum. Ona temkinli gözlerle bakarken burnumu çektim. “Bekle, arabayı alıp geliyorum.”
“Ya gelmezsen?” dedim kendimi tutamayarak.
Onu göremesem de bana dikkatle baktığını hissedebilmiştim. “Geleceğim,” dedi sadece.
Ondan aldığım o güvensizlik hissine rağmen geleceğini biliyordum. Bunu hissediyordum. Gözyaşlarım pervasızca gözlerimden süzülmeye devam ederken başımı hızlıca sallayıp ona minnet dolu gözlerle baktım. Sokağın karanlık kolları onu kucakladı, karanlık onu göğsüne bastırdı ve içeri aldı. Bir süre sonra artık sokağa düşen gölgesi bile zeminden silinmişti.
“Biz iyi dostlarız, değil mi Kestane?” diye sordum ve gözlerimi Kestane’ye indirip onun tüylerini okşadım. Tüylerinin okşanması biraz olsun onu yatıştırmıştı ama korktuğunu gözlerinden görebiliyordum. Bilinci her an boşluğa düşüp beni kaybedecekmiş gibi duruyordu. Bu yüzden sık sık onu okşuyor, ona bir şeyler söyleyerek benimle kalmasını sağlamaya çalışıyordum. “Benimle kalacaksın, değil mi? Yine eve kadar takip edecek misin beni? Sokaktaki dostlarından korktuğumda beni onlara karşı savunup onlardan koruyacaksın… Değil mi?”
Gülümsemeye çalıştım ama dudaklarım tir tir titriyordu. Kestane, beni diğer sokak köpeklerinden korurdu. Bazen bazı sokak köpekleri çok sık zarar gördükleri ve şiddete maruz kaldıkları için hırçınlaşabiliyordu, bu yüzden bana da dostça yaklaşmadıkları oluyordu ve öyle zamanlarda imdadıma hep Kestane yetişiyordu. Beni diğer dostlarından koruyor, onlara her şeyin yolunda olduğunu kanıtlayıp onların beni dost olarak görmesini sağlıyordu. Bunu nasıl yapıyordu bilmiyordum ama tıpkı bir savaşçı gibi önüme dikilip beni onlara savunurken ona olan sevgim katlanarak çoğalırdı.
Onun olmayacağı bir şehirde, onun beni takip etmeyeceği o karanlık sokaklarda yürümek istemiyordum.
“Beni bırakma,” diye fısıldadım, gözyaşlarım mıydı yoksa yağmurun damlaları mıydı bilmiyordum ama bir şey yüzümden akıp onun tüylerine dökülüyor, Kestane sık nefesler alarak yan yatmış bir şekilde yüzümü seyrediyordu.
Aracın gürültüsü sokağı inlettiği sırada yüzüme vuran far ışıkları gözlerimi kısmama neden oldu. Elimi kaldırıp yüzüme örttüm, parmaklarımın yarattığı boşluklardan ışığın özüne baktım. Yabancı oradaydı, aracın içinden çıkmış bana doğru yürümeye başlamıştı. Titreyen parmaklarımı Kestane’nin tüylerine bastırıp, “İyi olacaksın,” diye fısıldadım. “İyileşeceksin, tamam mı? Hem beni kim eve bırakacak sen olmazsan? İyi olacaksın.”
Yağan yağmur görüş alanımı puslandırmaya başlamıştı. İçim binbir çeşit hisle yanıyordu. Yabancı adam, yanımdan sıyrılıp geçti, eğilip hiç düşünmeden Kestane’yi kucakladığı esnada gözlerimden akan gözyaşlarını avuç içlerimle silerek ayağa kalktım. “Gidip kapıyı sonuna kadar aç,” dedi. “Acele et.”
Arabasına doğru koşmaya başladım. Titreyen bedenimi yönetmek öyle güçtü ki. Aracın büyük, siyah kapısını ardına dek açtığımda, yabancı adam Kestane’yi arka koltuğa yatırdı. Geri çekildiği gibi bu defa ben aracın içine eğildim ve Kestane’nin yanında kendime yer açıp arabaya atladım. Aracın kapısı yüreğimi zonklatacak bir gürültüyle çarpılarak kapanmıştı. Karanlık aracın içinde zihnime ulaşamayan ışığı arıyordum, Kestane’nin başını dizlerime yasladıktan sonra onun tüylerini sevmeye başladım ve direksiyon başına geçen yabancı, aracını çalıştırıp hızla sürmeye başladı.
“Köpek sana mı ait?” diye sorduğunda bir süredir yolda olduğumuzu fark etmiştim. Gözümden süzülen yaşları silme gereği duymadan Kestane’nin başını okşayarak dikiz aynasına baktım, adamın sureti dikiz aynasına hapsedilmiş karanlık bir gölge gibiydi; yüzünün hiçbir noktasını seçemiyordum ama onun varlığını nakış gibi aynaya işleyen varoluş çizgilerini görebiliyordum.
“Hayır,” diye mırıldandım, sesim gözyaşlarımın etkisiyle cızırtılıydı, bir telefonun zar zor çeken hattından sesimi duyurmaya çalışıyormuşum gibi çıkıyordu. “Kafeler Caddesi’nin maskotu o. Hepimizin yani.” Burnumu çekip tekrar o karanlık silüete baktım. Kestane, acı dolu mırıltılar çıkardıkça yüreğim pare pare oluyordu. “Biraz daha hızlı olabilir misin? Daha fazla dayanamayabilir. Nöbetçi veteriner hangi semtteymiş?”
“Nöbetçi veteriner bulmak zor,” dedi, sesinin tonu koyuydu. “Önce nöbetçi bir veteriner olup olmadığına baktım. Civarda yoktu.” Aracı biraz daha hızlandırdı, gözlerimi Kestane’ye indirdim. Sanki gözlerinde yaşlar vardı; gözlerinde saklanan duygular… Beni mahvetmesinden korkuyordum. Ölümlere alışkın değildim; tanıdığım, gördüğüm, adını bildiğim birinin ölümü bile beni derinden sarsabiliyordu. Durum böyle olunca, sevdiğim bir şeyin, bir insanın, bir hayvanın ölümü beni yıkıp mahvedebiliyordu.
Araba soldan ilk köşeyi girince bir an sarsıldı, gözlerim etrafı taramaya başladı. Sokak lambaları dışında caddeyi aydınlatan tek bir ışık kırıntısı dahi yoktu. Nemli gözlerim çevreyi taramaya devam ederken, içinden dışarı hafif bir ışığın sızarak caddeye vurduğu binayı fark ettim. Birkaç saniye sonunda buranın bir veteriner kliniği olduğunu anlayabilmiştim.
“Burası,” dedim panikle. “Dur, burası!”
Aracı tam o binanın önünde durdurmuştu. Yağmur hâlâ bardaktan boşalırcasına yağıyor, gökyüzünü saran bulutlar, gözyaşlarını dünyanın tenine akıtıyordu. Aracın kapısının açılmasıyla içeriye ruh sızlatıcı bir soğuk akın etti. Kalbimin atışları göğsümü yoruyordu. Hızla araçtan indim, yabancı adam, Kestane’yi kucakladı ve birlikte hızla veteriner kliniğine doğru ilerlemeye başladık.
Genç yabancı, omzuyla ittiği cam kapıdan içeri girdi, kapı sertçe sallanarak üzerime kapanacağı sırada avuçlarımı güçsüzce kapıya bastırıp kapıyı geriye doğru ittim. Kliniğin içinde mavimtırak bir ışık vardı, bu ışığın televizyondan yayıldığını fark ettiğimde, masasının arkasında oturan nöbetçi veterinerin gözleri bize doğru çevrilmişti. Bacaklarını masaya doğru uzatmış, rahat bir pozisyonda televizyonunu izliyordu ve bizi görmek onu bir an duraksatsa da uzun süre bacaklarını masadan indirmeden bize bakmaya devam etti.
“Köpeğe araba vurup kaçtı,” dedi yabancı adam sert, boğuk sesiyle. “Hemen bakman gerekiyor.” Veteriner hekim birkaç saniye olayı anlayamamış gibi bize bakınca, yabancı adam, “Kalkacak mısın?” diye bağırdı, gür sesi kliniğin içine dalga dalga yayılmaya başladı.
Veteriner hekim hızlıca kalkıp, “Şöyle geçin,” diyerek bizi beyaz bir odaya aldığında ben yabancının yüzünü hâlâ göremiyordum, sırtı bana doğru dönüktü ve veteriner hekim, genç yabancının kollarında bitap düşmüş hâlde uzanan Kestane’nin demir masaya yatırılmasını istemişti. Kestane, artık sızlanıyor, irkilerek titriyordu.
“Yapabileceğim hiçbir şey kalmamış,” dedi veteriner hekim. “Hemen ameliyata alınsa bile şansı olmayabilir. Şu an onu ameliyata alma şansım da yok, gerekli ekipmana sahip değilim.” Kestane’nin tüylerinde parmaklarını gezdirdi. “Ama isterseniz sizin için onu uyutabilirim.”
“Ne diyorsun sen?” diye bağırdım, gözlerimden boşalan yaşlar umurumda değildi, onları silmedim. Kestane’nin tüylerinin arasına parmaklarımı sokarak, “Yapabileceğin bir şeyler mutlaka olmalı,” diye mırıldandım, ardından hekime baktım. “Olmalı! Ne uyutmasından bahsediyorsun?”
“Ne bağırıyorsun gece gece ya?” diye sordu birden veteriner hekim, duygusuz sesi beni dehşete düşürmüştü, ona öylece bakakaldım.
Kestane’nin ağzından sızan kan parmaklarıma bulaşmaya başladığında, “Onu iyileştirmek zorundasın,” diyebildim. “O bir can, onu öylece uyutamazsın.”
“Yapılabilecek hiçbir şey yok mu?” diye sordu yabancı adam, ona bakmadım, eğilip Kestane’nin tüylerinin arasına gömdüğüm dudaklarımdan aniden dualar dökülmeye başladı.
“Lütfen, beni bırakma.”
Kestane’nin sık nefeslerini duyuyordum.
“Yok, ameliyat olması gerek ve ekipmanım yok,” dedi veteriner hekim yeniden. “Acılarına son vermek için onu uyutmaktan başka bir çare olsaydı size bunu söylerdim.” Adamın bana baktığını hissettim. “Onun acılar içinde kıvranmasını istiyor olamazsın, değil mi?”
Gözlerimden boşalan yaşlarla, “Belki bir şansı vardır,” diye mırıldandım.
“Bir sokak köpeği için yersiz gözyaşı döküyorsun, beni de oyalıyorsun,” dedi veteriner hekim gözlerini devirerek. Tam demir masadan uzaklaşacakken, içimde yükselen öfkenin esiri olduğumu hissettim. Öfke, bir yılan gibi kalbime dolandı, kalbimi boğmaya, zehrini kalbime akıtmaya başladı. Adamın kolunu yakalayıp tırnaklarımı koluna âdeta sapladığımda, adamın gözleri irileşmişti.
“O bir can!” diye bağırdım kendimi kaybetmiş gibi.
“Kolumu bırak,” dedi adam şaşkınlıkla. “Ne yaptığını sanıyorsun? Onu uyutmaktan başka seçeneğim yok. Eğer uyutmamı kabul etmiyorsan götür pire torbasını, birazdan ölür, ölüsünün yayacağı mikrobu kırmakla uğraştırma bir de beni!”
Kestane’nin boğazından yükselen acı dolu iniltiyi duyduğumda, adamın söyledikleri kalbimde bir ateş topu şeklini aldı. Adamın suratının ortasına indirdiğim tokat, onu yattığı vicdansızlık uykusundan uyandırmak ister gibi ses getirici ve sarsıcıydı. Adamın yüzü yana doğru düştü, avucumda bu tokadın kırık hissi dolaşmaya başlamıştı. Adam aniden bana doğru dönünce, “O bir can!” diye bağırdım ve o an, adamın yüzümün ortasına sert bir yumruk geçirdiği andı. Bedenim geriye doğru savruldu, aldığım darbenin acısını yüzümün her noktasında hissetmeye başladığımda bir tangırtı yaşandı.
“Seni adi orospu çocuğu!” diye bağırdı gür, öfkeyle kuşatılmış karanlık sesin sahibi. Kestane’nin yattığı metal masaya tutunup dengemi kurmaya çalıştım, Kestane’nin sıcak dilini parmaklarımda hissettim. Parmaklarımı beni sakinleştirmek, acımı hafifletmek istiyormuş gibi ağır ağır, acımı ala ala yaladı. Yabancı adamın, veterineri boğazından tutarak duvara vurduğunu fark etmem çok uzun sürmemişti.
“Eşkıya mısınız siz?” diye bağırdı bir anda veteriner. “Sizi mahkemelerde süründüreceğim! Alın gebermek üzere olan itinizi de defolun gidin buradan!”
“Sen bir kadına yumruk atmadın mı lan, orospu çocuğu?” diye bağırdı yabancı adam. “Sen bir canı yok saymadın mı? Kameralar o kadına attığın yumruğu çekmedi mi sanıyorsun?”
“Burada kamera olduğunu mu sanıyorsun? Sadece kliniğin girişinde kamera var. Kimi neye inandırabileceksiniz lan siz şehir magandaları? Sizden şikâyetçi olacağım!”
Yabancı adamın açık renk saçlarını görebiliyordum, sonra adamın yüzünün ortasına indirdiği kafa darbesiyle adamın burnundan yükselen kemik sesini işittim. Yabancı adam, deri eldivenin sardığı büyük elleriyle, kayışı kopmuş gibi ardı arkası kesilmeyen yumruklarını adamın yüzüne indirmeye başladı. Korku bir bulut olup başımın üzerine inmişti, gözlerimden akan yaşlar, yüzümdeki sızıyla dehşet içinde ikisini izliyordum. “Kamera yok demek,” dedi yabancı adam gür, yeri göğü oynatan sesiyle. “Öyle mi?”
“O orospuyu da seni de perişan edeceğim!” diye bağırıyordu adam yediği yumrukların arasından, nasıl oluyordu da bu kadar çok darbe görürken böyle burnu büyük laflar etmeye devam edebiliyordu? Kestane’ye doğru eğildim, nefesinin yavaşladığını fark edince yüreğimdeki korku büyüyüp ruhumu yuttu.
“Lütfen!” diye bağırdım. “Daha fazla dayanamayacak! Lütfen, kesin şunu!”
Yabancı adam, veterineri bıraktığı an, hırpalanan veteriner yapıştığı duvardan kayarak yere serildi. Ağzından burnundan akan kanlarla, “Defolun gidin buradan!” diye bağırdı ama gözlerinde korkuyu görebilmiştim. Yabancı adam, yanıma yaklaştı, bu onu ilk kez profilden gördüğüm andı. Uzun kirpiklerinin rengi saçları gibi açık değil, aksine simsiyahtı ama kaşları ve saçları açık renkteydi; sarı değildi, küllü kumral gibiydi. Düzgün, hatlı bir burnu vardı ve çenesindeki gamze profilinden bile çok net, bir çukur gibi görünüyordu. Adam, köpeği kucaklayacağı sırada, veteriner hekim yerden kalkıp, metal masanın çaprazında duran şırıngaya uzandı.
“Ne yapıyorsun?” diye sordum titreyen sesimle, yabancı adam onu fark etmemişti. “Ne oluyor?” Veteriner hekim şırınganın havasını boşalttı, gözlerim irileşti. Veteriner, elindeki şırıngayı Kestane’ye batıracakken, yabancı adam hızla veterinere doğru döndü, bir koluyla Kestane’yi tutarken diğer elini veterinere uzanıp, anlam veremeyeceğim bir hızla veterinerin elindeki şırıngayı kapıp aldı. Ben daha ne olduğuna anlam veremeden, yabancı adam deri eldivenle sarılmış büyük avucunda duran şırıngayı büyük bir hızla veterinerin boynuna sapladı ama ilacı ona enjekte etmedi.
Boğazından gür bir hırıltının yükseldiğini duydum. Gözlerim iri iri açılmıştı, yanaklarımda donmuş gözyaşlarım vardı. Dizlerinin üzerinde yere çöken veterinere öylece bakakaldım. Veterinerin eli usulca boğazında saplı duran şırıngayı tutan adamın eline kaydı. Gözleri iri iri açılmış, alnındaki yeşil damarlar dışarı fırlayarak bir ağacın köklerine dönüşecekmiş gibi derisini zorlamaya başlamıştı. Yabancı adam şırıngayı adamın boğazından sertçe tutup çekerek çıkardı, o an fışkıran kanlar yukarı doğru fışkırdı. Yüzü kendi kanıyla kirlenen veteriner yana doğru devrildi, gözleri açıktı, bedeni titriyordu.
Saniyeler yangın gibi büyüyerek zamanı örerken, zamanın içinde biri can veriyordu.
“Sen…”
“Kestane’yi ben alıyorum, çık buradan,” dedi adam hiçbir şey olmamış gibi, soğukkanlı bir sesle.
“Sen onu…” Ellerimi ağzıma örttüm, yerde yatan adamın açık duran gözlerine bakarken korku, bir kalbin içinden sızan zehir gibiydi. Kalbimden sızan zehir, ruhumu kötürüm bırakmaya başlamıştı. “Sen onu öldürdün mü?”
“Öldü mü dersin?” Adamın sorusu beni şaşkına çevirmişti, gözlerimi kırpmadan onun yüzüne çevirdiğimde, bu onun yüzünü ilk görüşümdü. Ela gözleri gözlerime tutunmuş, deriden çok kemiğe sahip olduğunu düşündüğüm yüzü zihnime bir katilin yüzü olarak örülmüştü. Burnundan sert bir nefes verdi. “Hemen buradan çık. Kestane’yi kurtarmamı istiyorsan, bunu yap. Onu alıp geliyorum. Gidip beni arabada bekle.”
“Sen…”
“Kestane’nin iyi olmasını istiyor musun?” diye bağırdı bir anda, olduğum yerde irkilerek yerde uzanan cesede bakmamaya çalıştım. Hiçbir şey söyleyemiyordum. “Bunu istiyorsan hemen arabaya git ve beni orada bekle. Başka bir yere gitmek yok, duydun mu beni?” Kalbimin atış seslerini duyuyordum. “Kestane, iyi olacak. Ölmesine izin vermeyeceğim. Arabaya git ve bizi bekle.”
“Hemen ambulansı aramamız gerekiyor. Ben… Ben ambulansı ararım, sen Kestane’yi alıp git!”
“Aklınla zorun mu var?” diye sordu yabancı adam, gözlerim yerde yatan adamdaydı. Simsiyah paltosunun cebinden çıkarmasını beklemediğim çakının ucu öne doğru fırladığında, bir adım geri atarak ona baktım. Görgü tanığı olduğum için sıra bende miydi?
“Sen… Sen ne yapıyorsun?”
“Onu daha etkisiz bir hâle getiriyorum,” dedi, sesindeki soğuk rüzgârı hissettim. O soğuk rüzgârın beni üşüttüğünü hissettim. Aniden eğilip, bıçağın ucunu adamın göğsüne saplayınca, çığlık atarak hızla olduğumuz odanın kapısına doğru koşmaya başladım. Tam kapıya geldiğimde durdum, avuçlarımda kırık bir hayat tutarken, arkamda nasıl sona ermek üzere olan bir hayat bırakabilirdim? Kestane’ye baktım, o esnada yabancı adam yere doğru eğilmeye devam ediyordu.
“Arabaya gidip bizi bekle. Kestane’yi kurtaracağım.”
Kestane’nin boğazından dayanma gücünün kalmadığını belirten o inilti döküldüğünde, Tanrı’nın benim için cehennem çukurunu kazacağını bile bile hızla klinikten çıkarak arabaya doğru koşmaya başladım. Yağmur artık sadece yağmıyor, yer ve göğü birleştirme görevini üstlenmiş, ufuk çizgisini siliyordu.
Duygular her yerdeydi. Karanlıktan bana doğru koşan rüzgârın kollarındaydı, gökyüzünden düşen yağmur damlalarının şeffaf tenindeydi, kapısı açık duran aracın döşemelerindeydi. Az önce gözümün önünde biri yüksek ihtimalle öldürülmüştü. Aklımın ipinin ucunu kaçırmışım gibi aracın önünde durduğumda, bir an çığlık atma isteği göğsümü parçalayarak dudaklarıma süzüldü. Yüzüm yağmurun duru sularıyla yıkanırken, gözümün önüne yapışan kanlı görüntüyü silmek istiyordum.
Kaçıp gitme isteği burada dursa da Kestane’yi arkamda bırakıp gidemiyordum, elimi telefonuma atıp kimseyi de arayamadım. Her şey anbean yaşanırken oradaydım, kimse bunu açıklamama izin vermezdi, kimse açıklamalarımı dinlemezdi. Herkes ortada uzanan cesede bakardı.
Ölmemiş olma ihtimalini düşündüm, ambulansı arayıp kaçma isteği içimi doldursa da korku beni âdeta kötürüme çevirdi. Aracın ön tekerleğine sırtımı yasladım, dizlerimi karnıma çekip yağan yağmurun altında sarsılarak ağlamaya devam ettim. Gözyaşlarım daha gürültülü sızlanmalara dönüştüğünde, yağmur damlaları tenime dik duran bıçaklar gibi düşüyordu. Onun battaniyeye sardığı Kestane ile klinikten çıktığını görünce sırtımı tamamen lastiğe bastırıp korkulu gözlerle ona baktım. Hızlı adımlar atıyor, çevik bir bedene sahip olduğunu gözler önüne serercesine sağlam bastığı adımlarının altında kalbimi, ruhumu, korkularımı çiğniyordu.
“Kalk,” dedi soğukkanlı bir tavırla. “Kestane’yi iyi etmeye götürüyoruz. Buna odaklan.”
Kolay bir şeyden bahsediyormuş gibi kurduğu cümleleri izlerken gözlerimden akan yaşlara rağmen şaşkınlığı yüzüme çizebilmiştim. Bunu önemsemediğini hissettim. Açık duran kapıdan içeri Kestane’yi koydu. “Bedeninin soğumasına izin verme ve ona sesini duyur,” dedi aracın önüne doğru ilerlerken. “Gerisini onu kurtardıktan sonra konuşacağız. Her şeyi.”
“Sen…”
“Şu arabaya bin,” dedi aracın kapısını açıp direksiyon başına geçerken.
Çığlık atarak ondan kaçmak, Kestane’yi kucaklayıp karanlıkta kaybolmak istiyordum. İhtimalleri düşündüm… Kestane’yi alıp kaçsam, onu kurtarma şansını ayaklarımın altında çiğnemiş sayılacaktım. Burada kalsam… Onunla gitsem… O soğukkanlılıkla birine bunları yapmıştı. Bana da görgü tanığı olduğum için aynılarını yapabilirdi. Kestane’nin iniltisini duymak, kanlı görüntülerin suyun dibine oturmuş taşlar gibi zihnime oturarak beni ona olan sevgime doğru itti. O an doğrular benim için yalandı, yaşanan her şey bir hayaldi ve vicdan, bir daha topraklarıma giremeyecek kadar yabancılaşmış, sınır dışı edilmişti. Arka koltuğa binip, Kestane’ye sokuldum ama gözlerimi ön koltukta oturan adama tek bir an olsun bile dokunduramadım.
“Ambulansı arayalım hiç değilse. Hâlâ hayattayken ona yardıma giderler.”
Bana cevap vermedi. Kulağına kulaklık taktığını fark ettim. Araç büyük bir hızla kendi etrafında döndü, tekerleklerin çığlık sesleri sokağı gürültüsüne sığdırdığı alevlerle aydınlattı. “Yargı,” dedi beklemediğim bir şekilde, o an telefonla konuştuğunu anlayabilmem çok uzun sürmüştü. “Gönderdiğim fotoğrafları aldın mı? Şimdi köpeği de kızı da getiriyorum. Çivi’yi uyandır, temizlemesi gereken bir durum var.”
Söylediği şey buz kesmeme neden oldu. Araç bir yokuşu tırmanmaya başladığında, dağ yoluna çıktığımızı anlamıştım, artık etrafta tek bir araç ışığı yoktu. Bir süre Yargı diye seslendiği kişinin söylediklerini dinledi, aracın hızlandığını hissettim.
“Köpeği yaşatacaksınız. Getirdiğimde köpek ölmüş bile olsa, o köpeği dirilteceksiniz,” dedi yabancı adam.
Arka koltukta, Kestane’ye dokunup onu okşayarak ağlamaya devam ediyordum. Kulaklıktan konuştuğu için telefonun açık mı yoksa kapalı mı olduğuna emin değildim ama artık sessizdi. Aracın içinde büyüyen hıçkırık seslerim dışında tek bir ses bile duyulmuyordu. Toprak bir yola giren araç, büyüklüğünden kaynaklı olsa gerek hiç sendelemeden ilerledi ve ardında bıraktığı taşlı yolun sonunda bir patikaya ulaştı.
“Artık ağlama,” dedi sonunda konuştuğunda, ses tonunda tek bir duygu yoktu.
“Nereye getirdin bizi? Kestane’nin zamanı kalmadı. Daha fazla dayanamaz… O adama ne olacak? Eğer ölmüşse, sabaha kalmadan bulacaklar ikimizi.” Gözlerimden akan yaşları silmeden Kestane’ye baktım. “Temizlemek dedin, o adamın cesedini mi ortadan kaldıracaksın? Katil olduğunun farkında mısın? Konuşsana be adam! Beni de mi öldüreceksin?”
“Ben katil falan değilim,” dedi aniden, sesi, düşen bir yıldırımın tutuşturduğu ağaç gibi yanmaya başlamıştı. Onu öfkelendirmiş olmanın getirdiği korku, göğsümde bir saatin tik takları gibi hareket etmeye başlamıştı.
“Ne demek değilsin? Öldüyse öylesin! Bu işten kurtulamayacağız. Beni de kendini de yaktın.”
“Kimseyi yakmadım, artık ağlama ve konuşma.” Araç bir an sarsılınca, büyük bir kayanın üzerinden geçtiğimizi fark edip panikleyerek aracın camından dışarı baktım. Tüm Isparta ayaklarımın altında gibi görünüyordu, şehrin ışıkları ateş parçaları gibiydi ama burada ışık yoktu. Burası şehrin karanlıkta kalan yüzü gibiydi ve en büyük korkuların tohumları bu topraklara ekiliyordu.
Ağlamamak için kendimi sıksam da bu direniş boşaydı, gözyaşları akmak için vardı ve akan gözyaşlarını toplaması, dağınık bir evi toplamak kadar kolay olmuyordu. Araç büyük, karanlığa gömülmüş bir tesisin önünde durduğunda, ne yapacağımı bilememenin paniğiyle karanlığa alıştırmaya çabaladığım gözlerimi etrafta gezdirdim. Yabancı adam, arka kapıyı açtı, tam bana dokunacağı sırada irkilerek kendimi geri çekip karanlık bir gölge gibi görünen bedenine baktım, bu bakış nasıl bir bakıştı bilmiyordum ama ona geri adım attırmıştı. Önümden çekildi. Araçtan inerken bedenim titriyordu.
Battaniyeye sarılı Kestane’yi kucakladıktan sonra karanlığın içinde hayalet gibi görünen binaya doğru ilerlemeye başladı. Arkasından giderken titremelerimi durduramadım.
“Burası neresi?”
Etraf buz gibi soğuktu ve dağın belli kısımlarında henüz erimemiş kar tabakaları vardı. Bana cevap vermedi. Karanlıkta etrafımdaki hiçbir şeyi seçemesem de önümde beliren yolu görebildiğimden onu takip etmeye devam ediyordum. Büyük, demir bir kapının önünde durduğumuzda deri eldivenin sardığı büyük avucunu cebine attı, cebinden bir kart çıkardıktan sonra demir kapının çaprazındaki mekanik kutuya bastı. Kutudan önce kırmızı bir ışık yayıldı, ardından ürpertici bir siren sesiyle birlikte demir kapı iki yana açıldı.
İçeriden dışarı bembeyaz bir floresan ışığı yayılmaya başlayınca gözlerimi kısıp ışığa bakmaya çalıştım. Yabancı adam, içeri girdi, hâlâ orada dikildiğimi fark edince omzunun üzerinden bana baktı. Kemikli yanakları içeri çökerken, “Hemen şimdi içeri girmezsen kapı kapanacak,” dedi, sesindeki normallik beni bir rüyanın içinde olduğuma inandıracak kadar garipti.
Saçlarım yağmur yüzünden yanaklarıma yapışmıştı, bedenim sırılsıklamdı ve üşüyordum. Yabancının dediğini yapıp içeri girdim. Floresanın ışığı tenimin üzerine aktığında kendimi şeffaf bir nesneymişim gibi hissettim. Etrafıma korku dolu bakışlar göndererek dar koridorda ilerlemeye başladım. İçerisi bir hastaneden daha aydınlık, daha korku vericiydi.
İleride asker yeşili boğazlı badisi, altında kamuflaj pantolonuyla dikilen uzun boylu, kalıplı adamı gördüğümde adımlarım aniden duraksadı. Adamın saçları üç numara kesilmişti. Adamın düşmanına doğrultulmuş gibi bakan şahin gözlerinin koyuluğunu buradan bile görebilmek mümkündü. Ayağındaki siyah postalların bağcıklarının gevşek olduğunu, bize doğru yürümeye başladığında fark ettim.
“Boyun kadar boka batmadığını söyle bana,” dedi kısa saçlı adam, kalın sesi ürkütücüydü. Gözlerinin bana doğru kaydığını fark ettim, başını hareket ettirmeden o koyu renk bakan gözleriyle gözlerime tutundu. “Battığın bok boyun kadar değil, iyi bari.”
“Bırak şimdi, Yargı,” dedi yabancı adam. “Bu köpeğin acil ameliyat olması gerekiyor. Ne yapın ne edin bu hayvanı yaşatın.” Kestane’yi, Yargı dediği adamın kucağına verdi, gözleri bana doğru kayınca, ela gözlerinin ışığın altında kırık yeşil renginde göründüğünü fark ettim. “Sen benimle geliyorsun.”
“Kestane’yi bırakmam,” dedim irkilerek. “Hiçbir yere gelmiyorum.”
Yargı dediği adamın sırtını döndüğünü, kucağında Kestane ile koridorda kaybolmaya başladığını gördüğümde, arkalarından koşmak istesem de bu cesareti gösterip yabancı adamın yanından sıyrılıp geçemedim. Aniden cep telefonumun melodisi etrafı çınlatmaya başladı, yabancı adamın gözleri yüzümdeydi. Uzun süre çalan telefonuma uzanıp onu açamadım, telefon sesini kesene dek birbirimizi izlemeye devam ettik. Ona bakarken ruhum bedenimi terk edecek kadar hafif bir balonmuş gibi hissediyordum. Korku, balonun ucunda yolculuk yapmak isteyen bir beton gibiydi.
“Kestane’yi yaşatacaksınız, değil mi?”
Buna cevap vermeden, “Beni takip et,” dedi.
Ellerimi ovuşturup onu izledim. Attığım her adımda ömrümden bir günü ardımda bırakıyormuşum gibi hissediyordum. Bu his geçecek miydi? Benim için yeniden sabah olması için ne yapmam gerekiyordu? Yeniden sabah olacağını biliyordum ama sanki öyle bir an gelecekti ki, yaşanan hiçbir sabahın ışığında yıkanmayacaktım. Karanlık bir koridora girmemiz, ışıkların bir daha hayatıma dokunmayacak kadar uzaklaşmaya başladığını fark etmeme neden oldu.
Ayça’nın meraktan çıldırmış olması olasıydı, yine de ailemi arayıp durumu bildirmezdi çünkü ailemin ne kadar evhamlı insanlar olduklarını biliyordu. Bu gece yaşanan her şeyi biliyor olsaydı nasıl bir tepki verirdi? Birinin öldürülüşünü öylece izlemiş olmam onu korkutur muydu? Korkuyordum. Bu gece öyle çok korkuyordum ki…
Telefonum bir defa daha çalmaya başladı. “Onu açmalısın. Muşta’nın yanında çalarsa, telefonu sana değil belki ama bana yedirir,” dedi. “Konuştuğun kişi kim olursa olsun, seni tanıyan biri olduğu için titreyen sesinden bir şeylerin yolunda gitmediğini anlayacaktır. En iyi gösterini sergilemen gerek.”
Arayan kişinin Çolpan olduğunu gördüğümde parmaklarım sudan buruş buruş olmuştu. Kendimi toparlamam, cümleleri önce zihnimde doğurmam, sonra dudaklarımda büyütmem gerekiyordu. Uzun süre bekledim, telefon sustu ve ardından yeniden çalmaya başladı. Gözlerim boşluklara dokundu, yeniden telefona baktığımda artık açmam gerektiğini biliyordum.
“Her şeyi yoluna sokacağım,” dedi o hiç tanımadığım adam, sesine güven bulaşmıştı. “Aç ve konuş.”
Telefonu nefesimi tutarak açmamla, “Sen neredesin?” diye bağıran Çolpan’ın sesini duymam bir oldu. “Ayça da aradı, açmadın, kafayı yiyecektim!”
Gözlerim yabancının ensesine dokundu, olan biten her şey sırtımda yük gibi dururken, “Sana Dinçer Hoca’dan bahsetmiştim,” dedim, sesim soğukkanlı bir katilin sesi kadar olmasa da profesyonel bir soğukluğu ortaya sermişti. “Bu geceyi onun yanında geçirmek zorunda kalacağım. Sınavları okumasına yardım etmeliyim.”
“Ne alaka ya? Tek başına yapamıyor mu? Hem madem böyle bir şey vardı, neden bize söylemedin?”
“Aniden gelişti,” dedim, birkaç saniye bekledim. “Adam sinirlerimi tepeme zıplattı zaten. Sabah döndüğümde konuşalım mı?”
Yabancının yürümeye başladığını gördüğümde, ben de küçük adımlar atarak onu takip etmeye başladım. Bir araya girdiğini gördüm, Çolpan konuşmaya devam ediyordu fakat ben arkadaşımı dinlemiyordum, sessizce o adamı takip ediyordum. Çolpan’ı ikna edip telefonu kapattığımdaysa büyük bir kapının önünde duruyorduk, kapının çaprazında yazan ismi gördüğümde bir süre duraksadım. Ben bu ismi nereden biliyordum? İsmin başında bu ismin kimi ve neyi temsil ettiği yazmıyordu. Yine de isim çok tanıdıktı…
Hakan Basri Şenkaya.
Anılar önüme dökülmeye başladı. Kulaktan kulağa dolaşan dedikodular, haberlere konu olan operasyonlar… Donup kaldım, işte şimdi nerede olduğumu biliyordum. Kapının tıklatılması, devamında bir deprem sesi gibi etrafa yayılan sesin duyulmasına neden oldu.
“Zincir, ben gelip şu kapıyı söküp götüne sokmadan, hemen içeri gir!”
“Sikeyim böyle işi,” diye fısıldadı önümde duran adam. Zincir onu adı mıydı? Kapının açılmasıyla, dünyadaki yaşam durdu ve yaşam, benim dünyama ait olmayan başka bir boyuttaymışım gibi yeniden akmaya başladı. Arkasına aldığı dev Atatürk portresinin önünde, cilalı ahşap masanın arkasında oturan adamı gördüğümde, bu adamın yüzünü bir türlü kimseye göstermeyen ama adı dilden dile dolaşan operasyonların komutanlığını üstlenmiş, aynı zamanda binbaşı olan Hakan Basri Şenkaya olduğunu anlamıştım.
Karşımda kanlı canlı duruyor, kalın parmaklarına geçirdiği gümüş rengi muşta parlarken, mavi gözlerini Zincir’e dikmiş, açıklama bekleyen ama açıklamayı duyarsa muştasını açıklama yapan kim olursa olsun Zincir’in yüzüne geçirecekmiş gibi oturuyordu.
“Açıklayacağım,” dedi serinkanlı yabancı.
“Dağdaki itin değil, halktan birinin mi canını aldın? Ve açıklaman var, öyle mi?” Mavi gözler büyük bir ağırlıkla bize doğru çevrildi, o gözler bana dokunmadı ama dokunmadığı hâlde bacaklarımı titretecek kadar güçlüydü. “Sen nasıl bir komandosun ulan, bu kaçıncı bela benim başıma açtığın?” Kükreyerek oturduğu yerden kalkmasıyla, az evvel sırt verdiği koltuğun yere devrilmesi bir oldu. Muştanın takılı olduğu yumruğunu sertçe cilalı masaya vurdu. “Oğlum ben seni öldüreyim mi istiyorsun lan?”
“Muşta.”
“Sus, yavşak!” diye kükredi, muştasını geçirdiği ahşaptaki çatlağı görmek yutkunmama neden oldu. “Bu büyüklerin kulağına giderse, ne olacak? Ben hep sizin götünüzü mü toplayacağım ulan, pezevenkler?” Muştanın takılı olduğu yumruğu yeniden masaya vurunca, olduğum yerde sıçradım ve bu kez çatlayan masanın ortasında parmaklarımı sokabileceğim kadar derin bir yarık oluştu.
“Bunu yalnızken konuşmalıyız,” dedi Zincir korkusuzca.
Hakan Basri’nin kaşlarını kaldırdığını gördüm, kaşları havaya kalkmışken alaycı bir gülüş burnundan nefes olarak yayılıp dudaklarını şekillendirdi. “Yalnızken konuşmalıyız öyle mi?” diye sordu. “Nesin lan sen, kendini Süpermen mi sanıyorsun? Oğlum kaç yaşında heriflersiniz, size vurmaya elim gitmiyor lan!”
Mavi gözleri bana ölümü hatırlatıyordu. Ölümün var olduğunu, bir yerlerde hâlâ hareket hâlinde olduğunu, sırayla birilerine dokunarak kendini birilerine bulaştırdığını… Mavi gözleri, ölüm gibiydi. Çok ölüm görmüş, çok ölüm vermiş gibi… Çok ölümü izlemiş ve çoğunu var etmiş gibi. Zincir’i göremesem de başını önüne eğdiğini fark ettim, derin bir nefes aldı ama Hakan Basri hâlâ büyük bir öfkeyle onu izliyordu.
“Yine zincirle mi hallettin yoksa başka bir şey karıştırdın mı?” diye sordu birdenbire, operasyon komutanının bu sorusu birkaç saniye duraksamama neden oldu. “Çivi olay yerine mi gitti?”
“Evet, gitti,” dedi Zincir. “Hayır, zincir kullanmadım.”
“Ya ne kullandın o zaman?” Mavi gözler öfkeyle kısıldı. “Sen mal mısın?”
“Şırıngayı boynuna sapladım, sonra da onu göğsünden bıçakladım,” dedi Zincir, kalbim korkuyla yerinden hopladı ve ellerim bumbuz oldu.
Hakan Basri başını iki yana salladı, derin bir nefes alıp muştanın takılı olduğu elini açarak avucunu şakaklarına koydu: “Bir kız çocuğunun yanında yapmak istemeyeceğim şeyler yaptıracaksın bana. Allah kahretsin seni. İsmini Şırınga olarak değiştirmemizi falan mı istiyorsun? Derdin ne oğlum senin? Yakacaksın kendini. Adam öldü mü?”
Adamla ilgili soruyu es geçerek, “Evden zincirle çıkmadım,” dedi.
“Şırınga ve bıçak yanında mı?” diye hırladı Hakan Basri.
“Yanımda. Gerisini Çivi halledecek.”
Hakan Basri parmaklarını şakaklarına bastırıp gözlerini yumdu, bir süreliğine kendine düşünmek için zaman tanıdı. Bu esnada olduğum yere köklerimi salmışım gibi hissediyordum.
“Ve tüm bunlar olurken kız çocuğu yanındaydı, öyle mi?”
“Evet. Ani gelişti.”
“Sikeyim senin zaman kavramını.”
Masanın diğer ucunda duran su bardağına uzandı, yarısına kadar içilmiş suyla dolu olan bardağı tek hamlede duvara fırlattığında yüzünde beliren öfkeyi görmüştüm. Bardak saniyeler içinde duvara çarptı, duvarı suyla duruladı, parçalanarak odanın farklı noktalarına dağıldı; gürültüsü, Azrail’in dudaklarından dökülen ıslık sesi gibiydi.
“Bir gün kendinizle birlikte bir bidon benzin döküp beni de yakacaksınız. Allah’ın belaları! Sizin götünüzü toplarken yaşlandım, anlıyor musunuz?” Bağırışları dizlerimi tir tir titretse de ayakta durmaya çabalıyordum, başka çarem olmadığı çok netti. Onların asker olduğunu anlamak, içimdeki korkuyu biraz olsun geri çekmişti çekmiş olmasına ama ortada bir ceset olduğu düşüncesini zihnimden silemiyordum. Mavi gözler bana çevrildi. “İyi misin?”
“Hiç bu kadar iyi olmamıştım,” diyebildim. Alaydan uzak kurduğum cümle onun kaşlarının çatılmasına neden olunca tırnaklarımı avuçlarıma bastırarak, “Şimdi ne olacak?” diye sordum, sesimin titrediğini fark ettiğine emindim. Muhtemelen bedenimdeki korku sancısıyla kıvranan titremeyi de görebiliyordu.
“İsmin ne?” diye sordu bana.
“Zeliha,” dedim kuru bir sesle, ardından sorumu yineledim. “Şimdi ne olacak?”
“Soyadını da söylemen gerekir. Kendini tanıtırken yalnızca ismini söylememelisin.”
İçimde barınan huzursuzlukla, “Zeliha Özdağ,” dedim ve yeniden o soruyu sordum: “Şimdi ne olacak?”
“Gördüğün her şeyi unutacaksın, Zeliha,” dedi Hakan Basri, masasının etrafından kayarak bize doğru ilerledi, Zincir hemen önümde duruyordu, yüzünü görmüyordum ve görmek istediğim de söylenemezdi. “Her şeyin normale dönmesi için bu gecenin hiç yaşanmamış sayılması gerekiyor.”
Yeniden titremeye başlamıştım, bedenimin titremeleri benim bile durduramayacağım seviyeye ulaştığında, gözlerimi yakmaya başlayan gözyaşlarını geri iterek, “Biri öldü,” diye mırıldandım. “Siz doğru olanı yapmak zorunda değil misiniz?”
Hakan Basri şimdi burnumun dibindeydi, gözlerini yüzüme indirdi, bedeninden yayılan sert parfüm kokusunu soluduğumda gözlerim mavi gözlerle buluştu: “Bizim görevimiz korumak.”
Gözlerimden kaymaya başlayan yaşlarla onun mavi gözlerine baktım. “Bu gece hiç yaşanmamalıydı,” diye fısıldadım.
“Evet,” diyerek başını salladı, biraz daha eğildi. “O yüzden bu geceyi yaşanmamış sayacağız.”
“Bunu nasıl yaparım?” diye fısıldadım, gözlerimden kayan yaşlar çeneme takılıyordu. “Biri öldü. Gözlerimin önünde. Bunu nasıl yok sayarım?”
Mavi gözleri gözlerimden ayrılmadı. Genç bir adamdı ama Zincir ve az önce gördüğüm askerden biraz daha olgun görünüyordu. İnsanların ona hayranlık duyduğu kadar vardı, güzel bir adamdı. Bana kız kardeşine dokunan bir abi gibi dokunduğunda, gözlerim gözlerine tutundu. Muştanın takılı olduğu parmaklarını yanağımda, muştanın soğuk demirini tenimin içinde hissettim. “Sana bunu o yaptı, değil mi?” diye sordu anlayışla, başımı salladığımda gülümsedi. “Bizim görevimizin korumak olduğunu söylemiştim, küçük kız. Senin görevin de bu geceyi unutmak.”
Kapı aniden açılınca sertçe yutkundum. “Zincir!” dedi tok bir ses. “Köpek yaşıyor!”
Gözlerimden akan yaşlar şiddetlendiğinde, olduğum yerde sarsılarak ağlıyordum. Bir süre yanağıma dokunmaya devam etti, bu süre zarfında bana değil, Zincir dediği yabancıya bakıyor, hiçbir şey söylemeden mavi gözlerinin var ettiği bakışlarıyla konuşuyordu. Bense ağlıyordum. Bu gece yaşananlara. Bu geceden sonra yaşanacaklara.
Yaşanmaması gereken her şeye, en çok bu gece ağlıyordum ama bu ağladığım son gece değildi.